Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Sebe Süresi سَبَأٍ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Sebe’ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 54 âyettir. İsmini, 15. âyette geçen ve Yemen’de bir kavmin ismi olan Sebe’ kelimesinden almıştır. Resmi tertibe göre 34, iniş sırasına göre 58. sûredir.

Hamdolsun Allah’a, (*1) O ki, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur; ahirette de hamd O’nadır, O, Hâkim’dir; Haber alandır. (**1)
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْآخِرَةِ ۚ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ ﴿١﴾
Yere giren ne varsa ve ondan çıkan ne varsa, gökten ineni ve ona ne yükseliyorsa bilir. (*2) O, Rahim’dir, Ğafur’dur. (*2-3)
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا ۚ وَهُوَ الرَّحِيمُ الْغَفُورُ ﴿٢﴾
İnkâr eden kimseler dedi ki: ‘(Kıyamet) Saat bize gelmez.’ De ki: ‘Bilakis gaybı (*3) bilen Rabb’ime andolsun, o mutlaka size gelecektir, göklerde ve yerde olan zerre ağırlığınca olsa onu unutmaz; bundan küçük ve büyük bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.’ (**3)
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَأْتِينَا السَّاعَةُ ۖ قُلْ بَلَىٰ وَرَبِّي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ ۖ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَلَا أَصْغَرُ مِن ذَٰلِكَ وَلَا أَكْبَرُ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ ﴿٣﴾
Ki, iman edip salih amel işleyen kimseleri mükâfatlandırsın; işte onlar için mağfiret ve güzel bir rızık vardır. (*4)
لِّيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ۚ أُولَـٰئِكَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ ﴿٤﴾
Ayetlerimiz konusunda âciz bırakmaya çalışan kimseler, işte onlar için acıklı bir ceza olarak bir azap vardır. (*5)
وَالَّذِينَ سَعَوْا فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُولَـٰئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِّن رِّجْزٍ أَلِيمٌ ﴿٥﴾
İlim verilen kimseler görüyorlar ki, Rabb’inden sana indirilen Haktır (*6) ve o, Aziz olan, Hamd edilenin yoluna iletir. (**6)
وَيَرَى الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ الَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ هُوَ الْحَقَّ وَيَهْدِي إِلَىٰ صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ ﴿٦﴾
İnkâr eden kimseler dedi ki: ‘Siz parça parça olup tamamen dağıldığınız zaman gerçekten sizin yeni bir yaratılış içinde olacağınızı size haber veren bir adamı size gösterelim mi?’ (*7)
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلَىٰ رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ إِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ إِنَّكُمْ لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ ﴿٧﴾
Allah’a karşı yalan mı uydurdu (*8) yoksa onda bir cinnet mi var? Bilakis ahirete iman etmeyen kimseler, bir azap ve uzak bir sapıklık içindedirler. (**8)
أَفْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَم بِهِ جِنَّةٌ ۗ بَلِ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَعِيدِ ﴿٨﴾
Şimdi onlar, görmüyorlar mı ellerinin arasında olanı ve diğerlerinde olanı, göklerde ve yerdekileri! Şayet dilersek (*9) onları yere batırırız yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen her kul için bir ayet vardır. (**9)
أَفَلَمْ يَرَوْا إِلَىٰ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُم مِّنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ ۚ إِن نَّشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْأَرْضَ أَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفًا مِّنَ السَّمَاءِ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً لِّكُلِّ عَبْدٍ مُّنِيبٍ ﴿٩﴾
Andolsun Davud’a, Bizden bir fazilet verdik; ‘Ey dağlar, onunla beraber aksettirin’ ve kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık. (*10)
۞ وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ مِنَّا فَضْلًا ۖ يَا جِبَالُ أَوِّبِي مَعَهُ وَالطَّيْرَ ۖ وَأَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ﴿١٠﴾
Bol bol (zırh) yap dokumasını ölçülü yap, salih amel işleyin, doğrusu Ben, yaptıklarınızı görmekteyim.
أَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ ۖ وَاعْمَلُوا صَالِحًا ۖ إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ ﴿١١﴾
Süleyman’a rüzgârı (verdik); onun sabah gidişi bir ay ve onun akşam dönüşü bir aydır ve onun için erimiş bakır kaynağını akıttık; cinlerden kimileri, Rabb’inin izniyle onun önünde çalışırlardı ve onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azaptan tattırırdık. (*12)
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ ۖ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ ۖ وَمِنَ الْجِنِّ مَن يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ ۖ وَمَن يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ ﴿١٢﴾
Ona, ne diliyorsa yaparlardı; mızraklardan, temsiller, havuzlar gibi leğenler, sağlam kazanlar. ‘Ey Davud ailesi, şükredin; kullarımdan şükreden azdır.’ (*13)
يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَاءُ مِن مَّحَارِيبَ وَتَمَاثِيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَّاسِيَاتٍ ۚ اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا ۚ وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ ﴿١٣﴾
Ne zamanki onun ölümüne karar verdik, onun asasını yiyen yer sürüngeninden başkası onun öldüğünü onlara göstermedi, ne zamanki yüzüstü düştü (öldüğü) ortaya çıktı. Cinler, şayet gaybı bilmiş olsalardı, aşağılayıcı bir azabın içinde kalmazlardı.
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلَىٰ مَوْتِهِ إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ ۖ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَن لَّوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ ﴿١٤﴾
Andolsun Sebe’nin meskenlerinde bir ibret vardır; sağda ve solda iki bahçe, ‘Rabb’inizin rızkından yiyin ve O’na şükredin; (*15) hoş bir belde ve bağışlayan bir Rab!’ (*15-16)
لَقَدْ كَانَ لِسَبَإٍ فِي مَسْكَنِهِمْ آيَةٌ ۖ جَنَّتَانِ عَن يَمِينٍ وَشِمَالٍ ۖ كُلُوا مِن رِّزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُ ۚ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ ﴿١٥﴾
Fakat yüzçevirdiler, bu yüzden onların üzerine Arim selini gönderdik ve iki bahçelerini, buruk yemişli ve ılgın ağacı ve biraz sedir ağacından şeyler bulunan iki bahçeye değiştirdik.
فَأَعْرَضُوا فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُم بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ أُكُلٍ خَمْطٍ وَأَثْلٍ وَشَيْءٍ مِّن سِدْرٍ قَلِيلٍ ﴿١٦﴾
Nankörlük etmelerinden dolayı onları böyle cezalandırdık ve nankörlerden başkasını mı cezalandırırız! (*17)
ذَٰلِكَ جَزَيْنَاهُم بِمَا كَفَرُوا ۖ وَهَلْ نُجَازِي إِلَّا الْكَفُورَ ﴿١٧﴾
Onların arası ile kentler arasını ki orayı bereketlendirerek var ettik, oradaki kentler, açıkça görülüyordu, oraya sefer yapmayı takdir ettik, geceleri ve gündüzleri oraya güven içerisinde sefer ediyorlardı. (*18)
وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ ۖ سِيرُوا فِيهَا لَيَالِيَ وَأَيَّامًا آمِنِينَ ﴿١٨﴾
Sonra dediler ki: ‘Rabb’imiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır’ (*19) ve nefislerine zulmettiler; bunun üzerine onları efsane kıldık ve hepsini parçalanmış halde dağıttık; (**19) şüphesiz bunda sabredip çok şükreden herkes için ibretler vardır. (***19)
فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ أَسْفَارِنَا وَظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ أَحَادِيثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ ﴿١٩﴾
Andolsun İblis, onlar üzerindeki o zannını doğruladı, (*20) Mü’minlerden bir grup dışında nihayet ona tâbi oldular. (**20)
وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ إِبْلِيسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ إِلَّا فَرِيقًا مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿٢٠﴾
Onun, onlar üzerinde bir gücü olmadı, (*21) ancak ahirete iman eden kimseyi, ondan kuşku içinde olan o kimseden ayırdettik ve Rabb’in, her şey üzerinde koruyucudur.
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِم مِّن سُلْطَانٍ إِلَّا لِنَعْلَمَ مَن يُؤْمِنُ بِالْآخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فِي شَكٍّ ۗ وَرَبُّكَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ ﴿٢١﴾
De ki: ‘Çağırın Allah'tan başka ileri sürdüğünüz kimseleri; onlar, göklerde ve yerde zerre ağırlığınca malik değildirler. Onların, o ikisinde bir ortaklıkları da yoktur ve O’nun, onlardan bir destekçisi de yoktur.’ (*22)
قُلِ ادْعُوا الَّذِينَ زَعَمْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ ۖ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَمَا لَهُمْ فِيهِمَا مِن شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُم مِّن ظَهِيرٍ ﴿٢٢﴾
O’nun izin verdiği kimse müstesna, O’nun yanında şefaat fayda vermez, (*23) hatta o zaman kalplerindeki korkudan derler ki: ‘Ne dedi Rabb’iniz? Dediler ki: ‘Hakkı’ ve O, Yüce’dir, Büyük’tür.’ (**23)
وَلَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ عِندَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ ۚ حَتَّىٰ إِذَا فُزِّعَ عَن قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ ۖ قَالُوا الْحَقَّ ۖ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ ﴿٢٣﴾
De ki: ‘Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?’ De ki: ‘Allah ve şüphesiz biz yahut siz hidayet üzerinde yahut apaçık dalalet içerisindedir.’ (*24)
۞ قُلْ مَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۖ قُلِ اللَّهُ ۖ وَإِنَّا أَوْ إِيَّاكُمْ لَعَلَىٰ هُدًى أَوْ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ ﴿٢٤﴾
De ki: ‘Bizim suç işlediğimiz şeylerden siz sorulmayacaksınız ve sizin yaptıklarınız şeylerden biz sorulmayacağız.’ (*25)
قُل لَّا تُسْأَلُونَ عَمَّا أَجْرَمْنَا وَلَا نُسْأَلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿٢٥﴾
De ki: ‘Rabb’imiz, hepimizi bir araya toplayacak, sonra Hak ile aramızı açacaktır ve O, Fettah’tır, (sıkıntıları giderendir) Bilen’dir.’ (*26)
قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلِيمُ ﴿٢٦﴾
De ki: ‘Bana gösterin O’na kattığınız kimseleri,’ bilakis O Allah, Aziz’dir, Hâkim’dir.
قُلْ أَرُونِيَ الَّذِينَ أَلْحَقْتُم بِهِ شُرَكَاءَ ۖ كَلَّا ۚ بَلْ هُوَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ﴿٢٧﴾
Seni, bütün insanlar için müjdeci ve uyarıcı olmaktan başka göndermedik velakin insanların çoğu bilmiyorlar. (*28)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٢٨﴾
Diyorlar ki: ‘Şayet sadıklardan iseniz, bu vadettiğin ne zaman?’ (*29-30)
وَيَقُولُونَ مَتَىٰ هَـٰذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿٢٩﴾
De ki: ‘Sizin için vadedilmiş bir gün var, ondan bir saat geri bırakılmazsınız ve ileri geçemezsiniz.’ (*30)
قُل لَّكُم مِّيعَادُ يَوْمٍ لَّا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ ﴿٣٠﴾
İnkâr eden kimseler dediler ki: ‘Bu Kur’an’a ve onun önünde açıklanana da iman etmeyeceğiz.’ Şayet zalimleri, o zaman bir görsen, Rab’lerinin huzurunda tutuklanmışlar! Birbirlerine dönüp konuşuyorlar; zayıf düşürülen kimseler, büyüklük taslayan kimseler ederler ki: ‘Siz olmasaydınız, elbette biz Mü’minler olurduk.’ (*31) (*31-34)
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَن نُّؤْمِنَ بِهَـٰذَا الْقُرْآنِ وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ ۗ وَلَوْ تَرَىٰ إِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِندَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَىٰ بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا أَنتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ ﴿٣١﴾
Büyüklük taslayan kimseler de zayıf düşürülen kimselere der ki: ‘Size geldiği zaman hidayetten sonra biz mi sizi vazgeçirdik! Bilakis siz günahkârlar idiniz.’
قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا أَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدَىٰ بَعْدَ إِذْ جَاءَكُم ۖ بَلْ كُنتُم مُّجْرِمِينَ ﴿٣٢﴾
Zayıf düşürülen kimseler, büyüklük taslayan kimselere der ki: ‘Bilakis, gece gündüz plan yapar, (*33) o zaman Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eşler tutmamızı elbette bize emrediyordunuz.’ Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlediler. İnkâr eden kimselerin boyunlarına demir halkalar koyduk, yapmış oldukları şeyler dışında mı cezalandırılıyorlar! (**33)
وَقَالَ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ إِذْ تَأْمُرُونَنَا أَن نَّكْفُرَ بِاللَّهِ وَنَجْعَلَ لَهُ أَندَادًا ۚ وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَجَعَلْنَا الْأَغْلَالَ فِي أَعْنَاقِ الَّذِينَ كَفَرُوا ۚ هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٣٣﴾
Bir ülkeye bir uyarıcı göndermiş olmayalım ki, oranın varlıklı kimseleri: ‘Şüphesiz biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz’ demesinler. (*34)
وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ ﴿٣٤﴾
Ve dediler ki: ‘Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacaklar değiliz.’ (*35) (**35)
وَقَالُوا نَحْنُ أَكْثَرُ أَمْوَالًا وَأَوْلَادًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ ﴿٣٥﴾
De ki: ‘Şüphesiz Rabb’im, dileyen kimseye rızkı açar ve takdir eder velakin insanların çoğu bilmiyorlar.’ (*36)
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٦﴾
Mallarınız ve evlatlarınız değil yanımızda size yakınlık sağlayıp yaklaştıracak, iman edip salih amel işleyen kimseler müstesna; bakın işte onlara, -yaptıkları şeyler nedeniyle -kat kat mükâfat vardır ve onlar, üst katlarda güven içerisindedirler.
وَمَا أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُم بِالَّتِي تُقَرِّبُكُمْ عِندَنَا زُلْفَىٰ إِلَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُولَـٰئِكَ لَهُمْ جَزَاءُ الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ آمِنُونَ ﴿٣٧﴾
Ayetlerimiz konusunda âciz bırakmaya çalışan kimseler, işte onlar, azabın içinde hazır bulundurulan kimselerdir.
وَالَّذِينَ يَسْعَوْنَ فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُولَـٰئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ ﴿٣٨﴾
De ki: ‘Şüphesiz Rabb’im, kullarından dileyen kimseye rızkı açar ve ona takdir eder, ne infak ederseniz, işte o şeyden, onun yerine başkasını verir ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.’
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ ۚ وَمَا أَنفَقْتُم مِّن شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ ۖ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ ﴿٣٩﴾
O gün onların hepsini bir araya toplayacak, sonra meleklere buyuracak: ‘Şunlar mı size tapıyorlardı?’ (*40)
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلَائِكَةِ أَهَـٰؤُلَاءِ إِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ ﴿٤٠﴾
Diyecekler ki: ‘Sen yücesin, Sensin bizim velimiz, onlar değil, bilakis onlar, cinlere tapıyorlardı; onların çoğu, onlara iman edenlerdi.’
قَالُوا سُبْحَانَكَ أَنتَ وَلِيُّنَا مِن دُونِهِم ۖ بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّ ۖ أَكْثَرُهُم بِهِم مُّؤْمِنُونَ ﴿٤١﴾
İşte o gün, birbirinize fayda vermeye ve zarar vermeye malik değilsiniz; zulmeden kimselere deriz ki: ‘Ateş azabını tadın ki, siz onu yalanlıyordunuz.’
فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَّفْعًا وَلَا ضَرًّا وَنَقُولُ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّتِي كُنتُم بِهَا تُكَذِّبُونَ ﴿٤٢﴾
Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: ‘Bu atalarınızın tapmış olduğundan sizi çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir’ (*43) ve dediler ki: ‘Bu, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir.’ Hak onlara geldiği zaman inkâr eden kimseler dedi ki: ‘Doğrusu bu, ancak apaçık bir sihirdir.’  (**43)
وَإِذَا تُتْلَىٰ عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هَـٰذَا إِلَّا رَجُلٌ يُرِيدُ أَن يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُكُمْ وَقَالُوا مَا هَـٰذَا إِلَّا إِفْكٌ مُّفْتَرًى ۚ وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَهُمْ إِنْ هَـٰذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ ﴿٤٣﴾
Kendisini okuyup ders alacakları kitaplardan onlara vermemiştik ve senden önce bir uyarıcı da onlara göndermemiştik.
وَمَا آتَيْنَاهُم مِّن كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا ۖ وَمَا أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِن نَّذِيرٍ ﴿٤٤﴾
Onlardan önceki kimseler de yalanlamıştı ve onlara verdiğimizin onda birine bile ulaşamamışlardı, ancak rasullerimi yalanladılar; bak, nasıl oldu beni inkâr etmek!
وَكَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَا آتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُلِي ۖ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ ﴿٤٥﴾
De ki: ‘Doğrusu sadece bir tek öğüt vereceğim size; gerçekten Allah için ikişer ve birer kalkın, sonra düşünün;’ arkadaşınızda hiçbir cinnet yoktur, (*46) şüphesiz o, ancak şiddetli azap öncesinde sizin için bir uyarıcıdır. (**46)
۞ قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُم بِوَاحِدَةٍ ۖ أَن تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَىٰ وَفُرَادَىٰ ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا ۚ مَا بِصَاحِبِكُم مِّن جِنَّةٍ ۚ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَّكُم بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ ﴿٤٦﴾
De ki: ‘Sizden bir ücret istemişsem, işte o ancak sizindir; (*47) doğrusu benim mükâfatım ancak Rabb’ime aittir ve O, her şeye şahittir.’ (**47)
قُلْ مَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ ۖ وَهُوَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ ﴿٤٧﴾
De ki: ‘Şüphesiz Rabb’im, Hakkı (ortaya) koyar, gaybları en iyi bilendir.’
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ ﴿٤٨﴾
De ki: ‘Hak geldi ve batıl, (bir şey) ortaya çıkaramaz ve geri dönemez.’ (*49)
قُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ ﴿٤٩﴾
De ki: ‘Şayet ben dalalete düşersem, o halde şüphesiz nefsimin aleyhine dalalete düşerim ve şayet hidayete ermişsem, işte (o), Rabb’imin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, İşiten’dir, yakındır.’ (*50)
قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَىٰ نَفْسِي ۖ وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي ۚ إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ ﴿٥٠﴾
Şayet bir görsen korktukları zaman, işte kaçmadan yakın yerden yakalanmışlar.
وَلَوْ تَرَىٰ إِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَأُخِذُوا مِن مَّكَانٍ قَرِيبٍ ﴿٥١﴾
Ve diyorlar ki: ‘Ona iman ettik’ nasıl olur onların uzak yerden ulaşmaları! (*52-54)
وَقَالُوا آمَنَّا بِهِ وَأَنَّىٰ لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ ﴿٥٢﴾
Andolsun önceden onu inkâr etmişlerdi, uzak yerden görünmeyene iftira atıyorlardı.
وَقَدْ كَفَرُوا بِهِ مِن قَبْلُ ۖ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ ﴿٥٣﴾
Onların arzuladıkları şeylerle onlar arasına engel konuldu, önceden onların taraftarlarına yapıldığı gibi, şüphesiz onlar, kuşkulu bir şüphe içerisindeydiler. (*54)
وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ ﴿٥٤﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi