Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Şuarâ Süresi الشُّعَرَاءِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Şuarâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 224-227. âyetlerin Medine’de indiği söylenir. 227 âyettir. İsmini 224. âyette geçen ve “şâirler” mânasına gelen اَلشُّعَرَاءُ (şuarâ) kelimesinden alır. Sûrenin ayrıca “Tâ. Sîn. Mîm” ve birkaç peygamberin kıssasını ihtivâ etmesi sebebiyle الجامعة (Câmia) isimleri de vardır. Resmî sıralamada 26, iniş sırasına göre 47. sûredir.

Ta. Sin. Mim. Bunlar, apaçık Kitabın ayetleridir. (*2)
طسم ﴿١﴾
Ta. Sin. Mim. Bunlar, apaçık Kitabın ayetleridir. (*2)
تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ ﴿٢﴾
Neredeyse sen kendine kıyacaksın, ancak onlar Mü’minler olmayacaklar. (*3)
لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ ﴿٣﴾
Şayet dilersek (*4) onların üzerine gökten bir ayet indiririz, böylece küçülerek ona boyunlarını eğer, itaat ederler. (**4)
إِن نَّشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاءِ آيَةً فَظَلَّتْ أَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِعِينَ ﴿٤﴾
Rahman’dan yeni bir öğüt onlara gelmesin ki, ondan yüzçevirmiş olmasınlar.  (*5)
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مِّنَ الرَّحْمَـٰنِ مُحْدَثٍ إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ ﴿٥﴾
Böylece gerçekten yalanladılar, artık kendisi ile alay etmiş oldukları şeyin haberleri onlara yakında gelecektir. (*6)
فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْتِيهِمْ أَنبَاءُ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ ﴿٦﴾
Bakmadılar mı yeryüzüne, her güzel çiftten (*7) orada nicesini bitirdik.
أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الْأَرْضِ كَمْ أَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ ﴿٧﴾
Şüphesiz bunda bir ayet vardır ve onların çoğu Mü’min kimseler değildir. (*8)
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿٨﴾
Doğrusu Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿٩﴾
Bir zaman Rabb’in Musa’ya seslendi: ‘O zalimlerin toplumuna git.’
وَإِذْ نَادَىٰ رَبُّكَ مُوسَىٰ أَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ ﴿١٠﴾
‘Fir’avn’ın kavmine, korunmayacaklar mı.’ (*11)
قَوْمَ فِرْعَوْنَ ۚ أَلَا يَتَّقُونَ ﴿١١﴾
Dedi ki; ‘Rabb’im, doğrusu ben, beni yalanlayacaklar diye korkuyorum.’
قَالَ رَبِّ إِنِّي أَخَافُ أَن يُكَذِّبُونِ ﴿١٢﴾
‘Ve göğsüm daralıyor, (*13) dilim akıcı değil, bu yüzden Harun’u da gönder.’ (**13) (*13-15)
وَيَضِيقُ صَدْرِي وَلَا يَنطَلِقُ لِسَانِي فَأَرْسِلْ إِلَىٰ هَارُونَ ﴿١٣﴾
‘Ve onlara karşı üzerimde bir suç var, bu yüzden korkuyorum beni öldürecekler diye.’
وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنبٌ فَأَخَافُ أَن يَقْتُلُونِ ﴿١٤﴾
(Rabb’in) dedi ki: ‘Hayır, şimdi ikiniz ayetlerimizle gidin, muhakkak Biz sizinle beraberiz, dinliyoruz.’
قَالَ كَلَّا ۖ فَاذْهَبَا بِآيَاتِنَا ۖ إِنَّا مَعَكُم مُّسْتَمِعُونَ ﴿١٥﴾
‘Şimdi Fir’avn’e gidin böylece deyin ki: ‘Doğrusu biz, âlemlerin Rabb’inin rasulüyüz.’
فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا إِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٦﴾
‘Muhakkak İsrailoğullarını bizimle gönder.’
أَنْ أَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ ﴿١٧﴾
(Fir'avn) dedi ki: ‘Bir çocukken içimizde seni yetiştirmedik mi? Ömründe nice seneler aramızda kalmadın mı?’
قَالَ أَلَمْ نُرَبِّكَ فِينَا وَلِيدًا وَلَبِثْتَ فِينَا مِنْ عُمُرِكَ سِنِينَ ﴿١٨﴾
‘Ve yaptığın işi de yaptın, sen nankörlerdensin.’
وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّتِي فَعَلْتَ وَأَنتَ مِنَ الْكَافِرِينَ ﴿١٩﴾
(Musa) dedi ki: ‘Onu yaptığım zaman ben şaşkınlardandım.’
قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنَ الضَّالِّينَ ﴿٢٠﴾
‘Sizden korkunca hemen kaçtım, sonra Rabb’im bana hüküm ihsan etti ve beni gönderilenlerden kıldı.’
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ ﴿٢١﴾
‘Bana karşı o cömertliğin, İsrailoğullarını gerçekten kendine kul/köle edinmendi.’
وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ أَنْ عَبَّدتَّ بَنِي إِسْرَائِيلَ ﴿٢٢﴾
Fir'avn dedi ki 'Âlemlerin Rabb'i nedir?’
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ ﴿٢٣﴾
(Musa) dedi ki: 'Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir; eğer kesin bilen kimseler iseniz.’ (*24)
قَالَ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِن كُنتُم مُّوقِنِينَ ﴿٢٤﴾
(Fir’avn) etrafındaki kimselere dedi ki: ‘Dikkat edin, işitiyor musunuz?’
قَالَ لِمَنْ حَوْلَهُ أَلَا تَسْتَمِعُونَ ﴿٢٥﴾
(Musa) dedi ki: ‘Sizin de Rabb’iniz, evvelki atalarınızın da Rabb'idir.’
قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ ﴿٢٦﴾
Dedi ki: ‘Doğrusu size gönderilen kişi, Rasulü’nüz gerçekten mecnundur.’(*27)
قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ ﴿٢٧﴾
(Musa) dedi ki: ‘Doğunun, batının ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir, şayet akleden kimseler iseniz.’ (*28)
قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ ﴿٢٨﴾
(Fir'avn): dedi ki: ‘Andolsun, benden başka ilah edinirsen, seni kesinlikle hapse atılanlardan yapacağım.’
قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ إِلَـٰهًا غَيْرِي لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ ﴿٢٩﴾
(Musa) dedi ki: ‘Apaçık bir şeyi sana getirmişsem de mi?’
قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُّبِينٍ ﴿٣٠﴾
(Fir’avn) ‘O halde onu getir, gerçekten sadıklardan isen.’ 
قَالَ فَأْتِ بِهِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ ﴿٣١﴾
Bunun üzerine o asasını attı, işte o zaman o, apaçık bir yılan. (*32)
فَأَلْقَىٰ عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُّبِينٌ ﴿٣٢﴾
Ve o elini çıkardı; işte o zaman o, bakanlar için bembeyazdı.
وَنَزَعَ يَدَهُ فَإِذَا هِيَ بَيْضَاءُ لِلنَّاظِرِينَ ﴿٣٣﴾
O (Fir’avn), etrafındaki ileri gelenlere dedi ki: ‘Şüphesiz bu, bilgili bir sihirbazdır.’
قَالَ لِلْمَلَإِ حَوْلَهُ إِنَّ هَـٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ ﴿٣٤﴾
‘Gerçekten o, sihri ile sizi yerinizden çıkarmak istiyor, o halde ne buyurursunuz?’
يُرِيدُ أَن يُخْرِجَكُم مِّنْ أَرْضِكُم بِسِحْرِهِ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ ﴿٣٥﴾
Dediler ki: ‘Onu ve kardeşini beklet, şehirlere toplayıcılar gönder. (*36-51)
قَالُوا أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ ﴿٣٦﴾
Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler.’
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَلِيمٍ ﴿٣٧﴾
Nihayet sihirbazlar, belirlenen günün belirlenen vaktinde bir araya getirildiler.
فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِمِيقَاتِ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ ﴿٣٨﴾
Ve insanlara da: ‘Siz de toplanıyor musunuz’ denildi.
وَقِيلَ لِلنَّاسِ هَلْ أَنتُم مُّجْتَمِعُونَ ﴿٣٩﴾
‘Umarız ki gerçekten onlar, galip gelenler olurlar da sihirbazlara tâbi oluruz.’
لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ إِن كَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ ﴿٤٠﴾
Ne zamanki sihirbazlar geldi, Fir’avn’e dediler ki: ‘Bize bir mükâfat var mı, şayet üstün gelenler biz olursak?’
فَلَمَّا جَاءَ السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ أَئِنَّ لَنَا لَأَجْرًا إِن كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبِينَ ﴿٤١﴾
Dedi ki: ‘Evet, şüphesiz siz, o zaman elbette yakın kılınmış olanlardansınız.’
قَالَ نَعَمْ وَإِنَّكُمْ إِذًا لَّمِنَ الْمُقَرَّبِينَ ﴿٤٢﴾
Musa onlara dedi ki: ‘Siz atacağınız şeyi atın!’
قَالَ لَهُم مُّوسَىٰ أَلْقُوا مَا أَنتُم مُّلْقُونَ ﴿٤٣﴾
Bunun üzerine iplerini ve asalarını attılar ve dediler ki: ‘Fir'avn'ın şerefine, şüphesiz biz, galip gelenler elbette biziz.'
فَأَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ إِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ ﴿٤٤﴾
Sonra Musa da asasını attı, işte o zaman o, onların uydurdukları şeyleri yutuyordu.
فَأَلْقَىٰ مُوسَىٰ عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ ﴿٤٥﴾
Hemen sihirbazlar secde ettiler. (*46)
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ ﴿٤٦﴾
Dediler ki, ‘Âlemlerin Rabb'ine iman ettik!
قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٤٧﴾
Musa ve Harun'un Rabb'ine!’
رَبِّ مُوسَىٰ وَهَارُونَ ﴿٤٨﴾
(Fir'avn) dedi ki: ‘Size izin vermeden önce ona inandınız; şüphesiz o, size sihri öğretendir. (*49) O kimse, sizin büyüğünüzdür, öyleyse yakında bileceksiniz, mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi çarmıha gereceğim!’ (**49)
قَالَ آمَنتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ۚ لَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُم مِّنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٤٩﴾
Dediler ki: ‘Zararı yok, şüphesiz biz, Rabb’imize döneceğiz.
قَالُوا لَا ضَيْرَ ۖ إِنَّا إِلَىٰ رَبِّنَا مُنقَلِبُونَ ﴿٥٠﴾
Doğrusu biz, Rabb’imizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını (*51) gerçekten umuyoruz, çünkü biz, Mü’minlerin ilki olduk.’  (**51)
إِنَّا نَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَا أَن كُنَّا أَوَّلَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿٥١﴾
Ve Musa’ya: ‘Kullarımı geceleyin yürüt, şüphesiz siz takip edileceksiniz diye’ vahyettik.
۞ وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي إِنَّكُم مُّتَّبَعُونَ ﴿٥٢﴾
Derken Fir'avn, şehirlere toplayıcılar gönderdi.
فَأَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ ﴿٥٣﴾
‘Doğrusu bunlar, elbette küçük bir gruptur.’
إِنَّ هَـٰؤُلَاءِ لَشِرْذِمَةٌ قَلِيلُونَ ﴿٥٤﴾
‘Ve elbette onlar bizi kızdırıyorlar.’
وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ ﴿٥٥﴾
‘Ve doğrusu biz, hazırlıklı bir cemaatiz.’
وَإِنَّا لَجَمِيعٌ حَاذِرُونَ ﴿٥٦﴾
Böylece onları çıkardık: bahçelerden, çeşmelerden. (*57-59)
فَأَخْرَجْنَاهُم مِّن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ﴿٥٧﴾
Hazinelerden ve o güzel yerden.
وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ ﴿٥٨﴾
İşte böyle onu miras verdik İsrailoğullarına.
كَذَٰلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا بَنِي إِسْرَائِيلَ ﴿٥٩﴾
Doğuya ulaşmışlarken onları takip ettiler.
فَأَتْبَعُوهُم مُّشْرِقِينَ ﴿٦٠﴾
Ne zamanki iki topluluk birbirini gördüler, Musa'nın adamları dedi ki: ‘Doğrusu biz gerçekten yakalandık.’
فَلَمَّا تَرَاءَى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسَىٰ إِنَّا لَمُدْرَكُونَ ﴿٦١﴾
(Musa) dedi ki: ‘Hayır, şüphesiz Rabb’im benimledir, bana yol gösterecektir.’
قَالَ كَلَّا ۖ إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ ﴿٦٢﴾
Bunun üzerine Musa'ya, ‘Asanla denize vur’ diye vahyettik; böylece yarıldı, her bölüm büyük bir dağ gibi oldu.
فَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ ۖ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ ﴿٦٣﴾
Sonra ötekileri yaklaştırdık.
وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ ﴿٦٤﴾
Musa ve onunla beraber olan kimselerin hepsini kurtardık.
وَأَنجَيْنَا مُوسَىٰ وَمَن مَّعَهُ أَجْمَعِينَ ﴿٦٥﴾
Sonra diğerlerini boğduk. (*66)
ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ ﴿٦٦﴾
Şüphesiz bunda bir ibret vardır ve onların çoğu Mü’minlerden değildi. (*67)
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿٦٧﴾
Ve şüphesiz Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿٦٨﴾
Onlara, İbrahim’in haberini oku. (*69-82)
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ إِبْرَاهِيمَ ﴿٦٩﴾
Babasına ve kavmine: ‘İbadet ettiğiniz nedir?’ dediği zaman.
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ ﴿٧٠﴾
Dediler ki: ‘Putlara ibadet ediyoruz, böylece onları koruyup tutunuyoruz.’ (*71-76)
قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ ﴿٧١﴾
Dedi ki: ‘Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı?’
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ ﴿٧٢﴾
‘Yahut size fayda ya da zarar veriyorlar mı?’
أَوْ يَنفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ ﴿٧٣﴾
Dediler ki: 'Bilakis babalarımızı böyle yaparlarken bulduk.’
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءَنَا كَذَٰلِكَ يَفْعَلُونَ ﴿٧٤﴾
Dedi ki: 'Şimdi gördünüz mü taptığınız şeyi!’
قَالَ أَفَرَأَيْتُم مَّا كُنتُمْ تَعْبُدُونَ ﴿٧٥﴾
‘Siz ve önceki atalarınız’
أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمُ الْأَقْدَمُونَ ﴿٧٦﴾
‘Bu yüzden gerçekten onlar, benim düşmanımdır; âlemlerin Rabb'i müstesna.’ (*77)
فَإِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِّي إِلَّا رَبَّ الْعَالَمِينَ ﴿٧٧﴾
‘O ki, beni yarattı, sonra bana hidayet verdi.’
الَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ ﴿٧٨﴾
‘Ve O ki, bana yediren ve içirendir.’
وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ ﴿٧٩﴾
‘Hastalandığım zaman işte O, bana şifa verir.’
وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ ﴿٨٠﴾
‘O ki, beni öldürecek, sonra diriltecektir.’ (*81)
وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ ﴿٨١﴾
‘Ve O’nun, din günü hatalarımı bağışlamasını gerçekten umuyorum.’ (*82)
وَالَّذِي أَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ ﴿٨٢﴾
‘Rabb'im, bana hüküm bahşet ve beni salihlere kat.’
رَبِّ هَبْ لِي حُكْمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ ﴿٨٣﴾
‘Sonrakiler içinde bana bir doğruluk dili ver.’
وَاجْعَل لِّي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ ﴿٨٤﴾
‘Beni, Naim cennetinin varislerinden kıl.’ (*85)
وَاجْعَلْنِي مِن وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ ﴿٨٥﴾
‘Babamı da bağışla, doğrusu o dalalete düşenlerdendir.’ (*86)
وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ ﴿٨٦﴾
‘(İnsanların) diriltilecekleri gün, beni utandırma.’
وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ ﴿٨٧﴾
‘O gün, mal ve çocuklar fayda vermez.’
يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ ﴿٨٨﴾
‘Allah'a sağlam bir kalp ile gelen müstesna!’ (*88)
إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ ﴿٨٩﴾
Cennet de muttakilere yaklaştırılmıştır. (*90)
وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ ﴿٩٠﴾
Azgınlar için cehennem ortaya çıkarılır. (*91)
وَبُرِّزَتِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ ﴿٩١﴾
Ve onlara denilir ki: ‘Nerede sizin Allah’ın dışında taptığınız şeyler.’
وَقِيلَ لَهُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ تَعْبُدُونَ ﴿٩٢﴾
‘Size yardım ediyorlar mı yahut kendilerine yardım ediyorlar mı?’
مِن دُونِ اللَّهِ هَلْ يَنصُرُونَكُمْ أَوْ يَنتَصِرُونَ ﴿٩٣﴾
Onlar ve yoldan çıkaranlar oraya atılırlar.
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ ﴿٩٤﴾
Ve İblis’in bütün askerleri de. (*95)
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ ﴿٩٥﴾
Ve onlar orada tartışırlar.
قَالُوا وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ ﴿٩٦﴾
Derler ki: ‘Allah’a Andolsun ki doğrusu biz, apaçık bir dalalet içinde idik.’
تَاللَّهِ إِن كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ ﴿٩٧﴾
‘O zaman âlemlerin Rabb’ine sizi eşit tutuyorduk.’
إِذْ نُسَوِّيكُم بِرَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٩٨﴾
‘Günahkârlardan başkası bizi dalalete düşürmedi.’
وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ ﴿٩٩﴾
‘Artık bizim için şefaatçiler de yok.’ (*100)
فَمَا لَنَا مِن شَافِعِينَ ﴿١٠٠﴾
‘Ve sıcak bir dostumuz da yoktur.’
وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ ﴿١٠١﴾
‘Şimdi, şayet gerçekten bizim için bir kere daha (dönüş) olsaydı, böylece Mü’minlerden olurduk.’
فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿١٠٢﴾
Şüphesiz bunda ibret vardır, ancak onların çoğu Mü’minlerden olmazlar.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿١٠٣﴾
Şüphesiz Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿١٠٤﴾
Nuh kavmi de gönderilen(rasul)leri yalanladı. (*105-120)
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٠٥﴾
O zaman kardeşleri Nuh onlara demişti ki: ‘Korkmaz mısınız?’
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٠٦﴾
‘Şüphesiz ben, sizin için emin bir Rasulüm.’ (*107)
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ ﴿١٠٧﴾
‘O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin!’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٠٨﴾
‘Ben sizden, ona karşı bir ücret istemiyorum, doğrusu benim ücretim, ancak âlemlerin Rabb’ine aittir.’ (*109)
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٠٩﴾
‘Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١١٠﴾
Dediler ki: ‘Sana düşük olanlar tâbi olmuşken biz sana iman mı ederiz!’
۞ قَالُوا أَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْأَرْذَلُونَ ﴿١١١﴾
Dedi ki: ‘Onların yapmakta oldukları şeyleri bilmem.’
قَالَ وَمَا عِلْمِي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١١٢﴾
‘Şüphesiz onların hesabı ancak Rabb'ime aittir şayet idrak ediyorsanız.’
إِنْ حِسَابُهُمْ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّي ۖ لَوْ تَشْعُرُونَ ﴿١١٣﴾
‘Ben Mü’minleri kovacak değilim.’ (*114)
وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الْمُؤْمِنِينَ ﴿١١٤﴾
‘Doğrusu ben, ancak apaçık bir uyarıcıyım.’ (*115)
إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُّبِينٌ ﴿١١٥﴾
Dediler ki: ‘Ey Nuh, şayet vazgeçmezsen, mutlaka taşlananlardan olacaksın.’
قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُومِينَ ﴿١١٦﴾
Dedi ki: ‘Rabb’im, doğrusu kavmim beni yalanladı.’
قَالَ رَبِّ إِنَّ قَوْمِي كَذَّبُونِ ﴿١١٧﴾
‘Artık benimle onların arasını aç, zaferle beni ve benimle beraber bulunan Mü’minleri kurtar!’
فَافْتَحْ بَيْنِي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّنِي وَمَن مَّعِيَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿١١٨﴾
Böylece Biz de onu ve onunla beraber bulunan kimseleri, dolu gemi içinde kurtardık.
فَأَنجَيْنَاهُ وَمَن مَّعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ ﴿١١٩﴾
Sonra kalanları ardından boğduk.
ثُمَّ أَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاقِينَ ﴿١٢٠﴾
Şüphesiz bunda bir ibret vardır, ama onların çoğu Mü’minlerden olmadı.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿١٢١﴾
Şüphesiz Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿١٢٢﴾
Ad, gönderilen(rasul)leri yalanladı. (*123-129)
كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٢٣﴾
O zaman kardeşleri Hud onlara dedi ki: ‘Korkmaz mısınız!’
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٢٤﴾
‘Şüphesiz ben sizin için emin bir Rasulüm.’
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ ﴿١٢٥﴾
‘Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٢٦﴾
‘Sizden ona karşılık bir ücret istemiyorum, doğrusu benim ücretim ancak âlemlerin Rabb’ine aittir.’
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٢٧﴾
‘Yaptığınız her saçma sapan işaretle eğleniyor musunuz?’
أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ آيَةً تَعْبَثُونَ ﴿١٢٨﴾
‘Ebedi kalmak umuduyla büyük yapılar ediniyorsunuz.’
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَ ﴿١٢٩﴾
‘Saldırdığınız zaman zorbaca saldırıyorsunuz.’ (*130)
وَإِذَا بَطَشْتُم بَطَشْتُمْ جَبَّارِينَ ﴿١٣٠﴾
‘Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٣١﴾
‘Ve korkun ki O, bildiğiniz şeylerle size yardım etti.’ (*132-134)
وَاتَّقُوا الَّذِي أَمَدَّكُم بِمَا تَعْلَمُونَ ﴿١٣٢﴾
‘Size hayvanlar ve oğullar, bahçeler ve pınarlar verdi.’ 
أَمَدَّكُم بِأَنْعَامٍ وَبَنِينَ ﴿١٣٣﴾
‘Size hayvanlar ve oğullar, bahçeler ve pınarlar verdi.’ 
وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ﴿١٣٤﴾
‘Şüphesiz ben, üzerinize büyük bir günün azabından korkuyorum.’ (*135)
إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ ﴿١٣٥﴾
Dediler ki: ‘Öğüt vermen ya da öğüt verenlerden olmaman bizim için aynıdır.’ (*136) (**136)
قَالُوا سَوَاءٌ عَلَيْنَا أَوَعَظْتَ أَمْ لَمْ تَكُن مِّنَ الْوَاعِظِينَ ﴿١٣٦﴾
‘Doğrusu bu, ancak evvelkilerin ahlakıdır.’
إِنْ هَـٰذَا إِلَّا خُلُقُ الْأَوَّلِينَ ﴿١٣٧﴾
‘Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz.’
وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ ﴿١٣٨﴾
Böylece onu yalanladılar, bu yüzden onları helak ettik, elbette şüphesiz bir ibret vardır, onların çoğu Mü’minlerden olmadılar.
فَكَذَّبُوهُ فَأَهْلَكْنَاهُمْ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿١٣٩﴾
Şüphesiz senin Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿١٤٠﴾
Semud, gönderilen(rasul)leri yalanladı.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٤١﴾
O zaman kardeşleri Salih onlara demişti ki: ‘Korkmaz mısınız?’
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٤٢﴾
‘Şüphesiz ben, sizin için emin bir Rasulüm.’
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ ﴿١٤٣﴾
‘O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin!’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٤٤﴾
‘Ben sizden, buna karşı hiçbir ücret istemiyorum, doğrusu benim ücretim, ancak âlemlerin Rabb’ine aittir.’ (*141-158)
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٤٥﴾
‘Burada güven içinde mi bırakılacaksınız!’ (*146)
أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ ﴿١٤٦﴾
‘Bahçeler içinde ve pınarlarda, ürünleri ve o taze hurmaları yiyip hazmederek.’
فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ﴿١٤٧﴾
‘Bahçeler içinde ve pınarlarda, ürünleri ve o taze hurmaları yiyip hazmederek.’
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ ﴿١٤٨﴾
‘Dağlardan güzel evler yontuyorsunuz!’
وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا فَارِهِينَ ﴿١٤٩﴾
‘Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٥٠﴾
‘Haddi aşanların emrine tabi olmayın.’ (*151)
وَلَا تُطِيعُوا أَمْرَ الْمُسْرِفِينَ ﴿١٥١﴾
‘O kimseler, yeryüzünde fesat çıkarır ve ıslah etmezler.’
الَّذِينَ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ ﴿١٥٢﴾
Dediler ki: ‘Doğrusu sen, iyice büyülenmişlerdensin.’
قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ ﴿١٥٣﴾
‘Sen, bizim benzerimiz bir beşerden başkası değilsin, gerçekten doğrulardan isen haydi bize bir ayet getir.' (*154-155)
مَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا فَأْتِ بِآيَةٍ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ ﴿١٥٤﴾
(Salih) dedi ki: ‘İşte o dişi devedir; içme (hakkı) onun ve belli bir günde içme (hakkı) sizin.’ (*155)
قَالَ هَـٰذِهِ نَاقَةٌ لَّهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ ﴿١٥٥﴾
‘Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar.’
وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظِيمٍ ﴿١٥٦﴾
Nihâyet onu boğazladılar, fakat pişman olmuş halde sabahladılar. (*157)
فَعَقَرُوهَا فَأَصْبَحُوا نَادِمِينَ ﴿١٥٧﴾
Derken azap onları yakaladı, bunda elbette bir ibret vardır, onların çoğu Mü’minlerden olmadılar.
فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿١٥٨﴾
Şüphesiz Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿١٥٩﴾
Lut kavmi, gönderilen(rasul)leri yalanladı.
كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٦٠﴾
O zaman kardeşleri Lut onlara dedi ki: ‘Korkmaz mısınız?’
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ لُوطٌ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٦١﴾
‘Şüphesiz ben, sizin için güvenilir bir Rasulüm.’
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ ﴿١٦٢﴾
‘Allah'tan korkun ve bana itaat edin.’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٦٣﴾
‘Ben sizden ona karşılık bir ücret istemiyorum, doğrusu benim ücretim ancak âlemlerin Rabb’ine aittir.’
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٦٤﴾
‘Siz, âlemlerden erkeklere gidiyorsunuz.’ (*165)
أَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَمِينَ ﴿١٦٥﴾
‘Ve Rabb’inizin, eşlerinizde sizin için yarattığı şeyi bırakıyorsunuz! Aksine siz, haddi aşan bir kavimsiniz.’
وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُم مِّنْ أَزْوَاجِكُم ۚ بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ ﴿١٦٦﴾
Dediler ki: ‘Doğrusu şayet vazgeçmezsen ey Lut, mutlaka çıkarılanlardan olacaksın.’
قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَجِينَ ﴿١٦٧﴾
Dedi ki: ‘Şüphesiz ben, sizin yaptığınızdan nefret edenlerdenim.’
قَالَ إِنِّي لِعَمَلِكُم مِّنَ الْقَالِينَ ﴿١٦٨﴾
‘Rabb’im, beni ve ailemi yaptıkları şeylerden kurtar!’
رَبِّ نَجِّنِي وَأَهْلِي مِمَّا يَعْمَلُونَ ﴿١٦٩﴾
Bunun üzerine onu ve onun ailesini toptan kurtardık. (*170-171)
فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ ﴿١٧٠﴾
Ancak yaşlı bir kadın, geride kalanların içindedir.
إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ ﴿١٧١﴾
Sonra diğerlerini yerlebir ettik.
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ ﴿١٧٢﴾
Ve onların üzerine bir yağmur yağdırdık, işte uyarılanların yağmuru ne kötüdür!
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا ۖ فَسَاءَ مَطَرُ الْمُنذَرِينَ ﴿١٧٣﴾
Şüphesiz bunda bir ibret vardır, onların çoğu, Mü’minlerden değildi.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿١٧٤﴾
Şüphesiz Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿١٧٥﴾
Eyke halkı da gönderilen(rasul)leri yalanladı. (*176)
كَذَّبَ أَصْحَابُ الْأَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٧٦﴾
O zaman Şuayb onlara dedi ki: ‘Korkmaz mısınız?’
إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٧٧﴾
‘Doğrusu ben, sizin için emin bir Rasulüm.’
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ ﴿١٧٨﴾
‘O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin.’
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿١٧٩﴾
‘Ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum, doğrusu benim ücretim yalnız âlemlerin Rabb’ine aittir.’
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٨٠﴾
‘Ölçeği tam yapın, zarar verenlerden olmayın.’ (*181)
۞ أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ ﴿١٨١﴾
‘Doğru terazi ile tartın.’ (*182)
وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ﴿١٨٢﴾
‘İnsanların eşyalarını (değerden) düşürmeyin, yeryüzünde ifsat ediciler olarak kötülük yapmayın.’
وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ ﴿١٨٣﴾
‘O’ndan korkun ki, sizi yarattı ve öncekileri de yaratandır.’
وَاتَّقُوا الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْأَوَّلِينَ ﴿١٨٤﴾
Dediler ki: ‘Sen muhakkak büyülenmişlerdensin.’
قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ ﴿١٨٥﴾
‘Sen bizim benzerimiz bir beşerden başka değilsin ve doğrusu biz seni gerçekten yalancılardan sanıyoruz.’ (*186)
وَمَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَإِن نَّظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ ﴿١٨٦﴾
‘O halde üzerimize gökten parçalar düşür, gerçekten doğru söyleyenlerden isen.’
فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًا مِّنَ السَّمَاءِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ ﴿١٨٧﴾
Dedi ki: ‘Rabb’im yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.’
قَالَ رَبِّي أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿١٨٨﴾
Derken onu yalanladılar, bunun üzerine gölge gününün azabı onları yakaladı; gerçekten o, büyük bir günün azabı idi. (*189)
فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِ ۚ إِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ ﴿١٨٩﴾
Şüphesiz bunda bir ibret vardır, onların çoğu, Mü’minlerden olmadı.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ ﴿١٩٠﴾
Şüphesiz Rabb’in O’dur ki, Aziz’dir, Rahim’dir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿١٩١﴾
Şüphesiz o, elbette âlemlerin Rabb’inin indirmesidir. (*192-196)
وَإِنَّهُ لَتَنزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٩٢﴾
Er-Ruhu'l-Emin, onu indirdi. (*193)
نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ ﴿١٩٣﴾
Senin kalbine, uyarıcılardan olman için. (*194)
عَلَىٰ قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ ﴿١٩٤﴾
Apaçık Arapça bir dille. (*195)
بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ ﴿١٩٥﴾
Ve şüphesiz o, öncekilerin kitaplarında da vardır. (*196)
وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ ﴿١٩٦﴾
İsrailoğulları ulemasının onu bilmesi, gerçekten onlar için bir delil olmadı mı!
أَوَلَمْ يَكُن لَّهُمْ آيَةً أَن يَعْلَمَهُ عُلَمَاءُ بَنِي إِسْرَائِيلَ ﴿١٩٧﴾
Şayet yabancılardan birine onu indirseydik.
وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلَىٰ بَعْضِ الْأَعْجَمِينَ ﴿١٩٨﴾
Böylece onlara onu okusaydı ona iman edenlerden olmayacaklardı. (*199)
فَقَرَأَهُ عَلَيْهِم مَّا كَانُوا بِهِ مُؤْمِنِينَ ﴿١٩٩﴾
İşte öyle Biz onu, günahkârların kalbine soktuk.
كَذَٰلِكَ سَلَكْنَاهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ ﴿٢٠٠﴾
Acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmeyecekler. (*201)
لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ حَتَّىٰ يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ ﴿٢٠١﴾
Artık onlara ansızın gelir ve onlar farkında olmazlar.
فَيَأْتِيَهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٠٢﴾
Artık derler ki: ‘Biz, ertelenenler (olmayacak) mıyız.’
فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنظَرُونَ ﴿٢٠٣﴾
Şimdi azabımızı çabuk mu istiyorlar!
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ ﴿٢٠٤﴾
Gördün mü, şayet senelerce onları nimetlendirsek.
أَفَرَأَيْتَ إِن مَّتَّعْنَاهُمْ سِنِينَ ﴿٢٠٥﴾
Sonra onlara vadedilmiş oldukları şey onlara gelse.
ثُمَّ جَاءَهُم مَّا كَانُوا يُوعَدُونَ ﴿٢٠٦﴾
Nimetlendirilmiş oldukları şey onlara fayda vermez.
مَا أَغْنَىٰ عَنْهُم مَّا كَانُوا يُمَتَّعُونَ ﴿٢٠٧﴾
Bir şehri helak etmeyiz, onun uyarıcıları olmadan!
وَمَا أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ إِلَّا لَهَا مُنذِرُونَ ﴿٢٠٨﴾
(Uyarıcılar) anlatırlar ve Biz, zulmedenler olmadık. (*209)
ذِكْرَىٰ وَمَا كُنَّا ظَالِمِينَ ﴿٢٠٩﴾
Onu şeytanlar indirmedi. (*210-212)
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ ﴿٢١٠﴾
Onlara uygun değil ve güç yetiremezler.
وَمَا يَنبَغِي لَهُمْ وَمَا يَسْتَطِيعُونَ ﴿٢١١﴾
Şüphesiz onlar, işitmekten kesinlikle azledilmişlerdir. (*212)
إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ ﴿٢١٢﴾
Öyleyse Allah ile beraber başka bir ilaha davet etme, sonra azap edilenlerden olursun. (*213)
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَـٰهًا آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ ﴿٢١٣﴾
En yakın aşiretini uyar. (*214)
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ ﴿٢١٤﴾
Ve Mü’minlerden sana tâbi olan kimselere meyledip tevazu göster. (*215)
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿٢١٥﴾
Buna rağmen şayet isyan ederlerse artık de ki: ‘Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeylerden uzağım.’
فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ ﴿٢١٦﴾
Ve Aziz, Rahim olana tevekkül et. (*217)
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ ﴿٢١٧﴾
O ki, kıyam ettiğin zaman seni görür.
الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ ﴿٢١٨﴾
Ve secde edenler içindeki hareketini.
وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ ﴿٢١٩﴾
Şüphesiz O, İşiten’dir, Alim’dir.
إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ﴿٢٢٠﴾
Size haber vereyim mi, şeytanların kime ineceğini!
هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَىٰ مَن تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ ﴿٢٢١﴾
Her iftira eden günahkâra inerler. (*222)
تَنَزَّلُ عَلَىٰ كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ ﴿٢٢٢﴾
(Şeytanlar) onlara uğrar, (onlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. (*223)
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَأَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَ ﴿٢٢٣﴾
Ve bilincinde oldukları halde onlara tâbi olurlar, yoldan çıkarlar.
وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ ﴿٢٢٤﴾
Görmedin mi, doğrusu onlar, her vadide amaçsızca gezinirler.
أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ ﴿٢٢٥﴾
Ve şüphesiz onlar, yapmayacakları şeyi söylerler.
وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ ﴿٢٢٦﴾
Ancak iman edip salih amel işleyen kimseler, Allah’ı çokça hatırlayanlar ve zulmedildikten sonra galip gelenler; zulmeden kimseler, yakında bileceklerdir nasıl bir devrilişle devrileceklerini! (*227)
إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا ۗ وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ ﴿٢٢٧﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi