Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Hûd Süresi هُودٍ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Mekke’de nazil olan surenin 12, 17 ve 114. ayetleri Medine’de nazil olmuştur. 123 ayettir. İsmini, 50-60. ayetler arasında kıssası anlatılan Hz. Hud (as)’dan almıştır. Yüce Allah’a iman etmeyen inkârcıların helak edilişleri surenin ağırlıklı konusudur. Mushaf tertibine göre 11. nüzul sırasına göre 52. suredir.

Elif. Lâm. Ra. (Bu) Kitab’ın, ayetleri sağlamlaştırılmış sonra Hâkim ve Haberdar olan tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. (*1)
الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ ﴿١﴾
‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin; (*2) doğrusu ben, sizin için O’ndan bir uyarıcı ve müjdeciyim.’ (**2)
أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ ۚ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ ﴿٢﴾
‘Ve muhakkak Rabb’inizden mağfiret dileyin, (*3) sonra O’na tevbe edin ki, belirtilmiş bir zamana kadar güzel nimetlerden sizi faydalandırsın ve O, fazlından her lütuf sahibine böylece ona lütfetsin. (**3) Şayet yüzçevirirseniz artık şüphesiz ben, büyük bir günün azabından dolayı sizin için korkarım.’ (***3)
وَأَنِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُمَتِّعْكُم مَّتَاعًا حَسَنًا إِلَىٰ أَجَلٍ مُّسَمًّى وَيُؤْتِ كُلَّ ذِي فَضْلٍ فَضْلَهُ ۖ وَإِن تَوَلَّوْا فَإِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ كَبِيرٍ ﴿٣﴾
‘Dönüşünüz Allah’adır ve O, her şeye Kâdir’dir.’ (*4)
إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ ۖ وَهُوَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ﴿٤﴾
İyi bilin ki doğrusu onlar, O’ndan gizlenmek için göğüslerindekini engellerler; iyi bilin ki, elbiselerine büründükleri zaman gizledikleri şeyleri ve açığa vurdukları şeyleri bilir; şüphesiz O, göğüslerin özünü Bilen’dir. (*5) (*5-6)
أَلَا إِنَّهُمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُوا مِنْهُ ۚ أَلَا حِينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ ۚ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٥﴾
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’a ait olmasın (*6) ve O, yerleşilen yeri ve O, emanet bırakıldığı yeri bilir, hepsi apaçık kitaptadır. (**6)
۞ وَمَا مِن دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا ۚ كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ ﴿٦﴾
O ki, gökleri ve yeri altı gün içinde yarattı (*7) ve O’nun arşı su üzerinde idi; hanginizin daha güzel amel işlediğini deneyecek. (**7) Andolsun şayet onlara: ‘Şüphesiz siz, ölümünüzden sonra diriltileceksiniz’ desen, inkâr eden kimseler, mutlaka diyeceklerdir ki: ‘Doğrusu bu, ancak apaçık bir sihirdir.’ (***7)
وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا ۗ وَلَئِن قُلْتَ إِنَّكُم مَّبْعُوثُونَ مِن بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَـٰذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ ﴿٧﴾
Andolsun şayet belirlenmiş bir ümmete azabı onlardan ertelesek mutlaka diyecekler ki: ‘Onu alıkoyan nedir?’ İyi bilin ki, onlara geldiği gün, onlardan çevrilecek değildir ve o alaya almış (*8) oldukları şey, onları kuşatacaktır. (**8)
وَلَئِنْ أَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِلَىٰ أُمَّةٍ مَّعْدُودَةٍ لَّيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُ ۗ أَلَا يَوْمَ يَأْتِيهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفًا عَنْهُمْ وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ ﴿٨﴾
Ve eğer Biz insana, bizden bir rahmet tattırsak da sonra ondan onu çekip alsak, şüphesiz o, umutsuz bir nankör olur. (*9)
وَلَئِنْ أَذَقْنَا الْإِنسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ ﴿٩﴾
Ve andolsun şayet ona dokunan bir zarardan sonra bir nimet tattırsak, mutlaka der ki: ‘Benden kötülükler gitti’ gerçekten o, övünen, çok şımarandır. (*10)
وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاءَ بَعْدَ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي ۚ إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ ﴿١٠﴾
Ancak sabreden ve salih ameller işleyen kimseler, işte onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat vardır. (*11)
إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَـٰئِكَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ ﴿١١﴾
Şimdi herhalde sen: ‘Onun üzerine bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?’ (*12) diyorlar diye onunla göğsün daralıyor ve sana vahyedilen şeyin bir kısmını terk edeceksin; şüphesiz sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir. (**12)
فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَىٰ إِلَيْكَ وَضَائِقٌ بِهِ صَدْرُكَ أَن يَقُولُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ كَنزٌ أَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ ۚ إِنَّمَا أَنتَ نَذِيرٌ ۚ وَاللَّهُ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ ﴿١٢﴾
Yoksa ‘Onu uydurdu,’ mu diyorlar. De ki: ‘O halde getirin onun benzeri uydurulmuş on sure ve çağırın Allah’ın dışında gücünüzün yettiği kimseleri, şayet doğrulardan iseniz!’ (*13)
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ ۖ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِّثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿١٣﴾
Buna rağmen size cevap veremezlerse öyleyse bilin ki gerçekten Allah, ilmiyle indirmiştir ve şüphesiz O’ndan başka ilah yoktur; artık Müslüman mısınız! (*14)
فَإِلَّمْ يَسْتَجِيبُوا لَكُمْ فَاعْلَمُوا أَنَّمَا أُنزِلَ بِعِلْمِ اللَّهِ وَأَن لَّا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ ۖ فَهَلْ أَنتُم مُّسْلِمُونَ ﴿١٤﴾
Kim dünya hayatını ve süsünü isteyecek olsa, (*15) oradaki amellerini onlara tam veririz ve onlara, orada eksik verilmez. (*15-16) (**15-16)
مَن كَانَ يُرِيدُ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا نُوَفِّ إِلَيْهِمْ أَعْمَالَهُمْ فِيهَا وَهُمْ فِيهَا لَا يُبْخَسُونَ ﴿١٥﴾
İşte onlar o kimselerdir ki, ahirette onlar için ateşten başka yoktur ve yaptıkları işler orada boşa gitmiş ve yapmış oldukları batıl olmuştur! (*16)
أُولَـٰئِكَ الَّذِينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الْآخِرَةِ إِلَّا النَّارُ ۖ وَحَبِطَ مَا صَنَعُوا فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٦﴾
Şimdi, Rabb’inden açık bir delil üzerinde olan ve O’ndan bir şahidin de kendisini izleyen kimse gibi midir ki, ondan önce de Musa’nın, rehber ve rahmet olan kitabı elinde bulunuyor. İşte onlar, ona iman ediyorlar ve kim onu inkâr ederse işte ateş, o hiziplere vadedilendir; o halde ondan şüphe içinde olma. (*17) Şüphesiz o, Rabb’inden bir gerçektir velakin insanların ekseriyeti iman etmezler. (*17-18)
أَفَمَن كَانَ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّهِ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِّنْهُ وَمِن قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَىٰ إِمَامًا وَرَحْمَةً ۚ أُولَـٰئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ ۚ وَمَن يَكْفُرْ بِهِ مِنَ الْأَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُ ۚ فَلَا تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّنْهُ ۚ إِنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٧﴾
Allah'a yalan uyduran kimseden daha zalim kimdir! İşte onlar, Rab’lerine arz edilirler, şahitler derler ki: ‘İşte bunlar, Rab’lerine karşı yalan söyleyen kimselerdir.’ (*18) İyi bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir. (**18)
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا ۚ أُولَـٰئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَىٰ رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الْأَشْهَادُ هَـٰؤُلَاءِ الَّذِينَ كَذَبُوا عَلَىٰ رَبِّهِمْ ۚ أَلَا لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ ﴿١٨﴾
O kimseler ki, Allah yolundan alıkoyarlar (*19) ve onu eğriltmeyi arzuluyorlar ve onlar, ahireti inkâr edenler onlardır. (**19)
الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ ﴿١٩﴾
İşte onlar, yeryüzünde aciz bırakamazlar ve onların, Allah’tan başka velileri yoktur; onlar için azap iki kat artırılır. Onlar, işitmek istemiyorlardı ve görmüyorlardı. (*20)
أُولَـٰئِكَ لَمْ يَكُونُوا مُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ مِنْ أَوْلِيَاءَ ۘ يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُ ۚ مَا كَانُوا يَسْتَطِيعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُوا يُبْصِرُونَ ﴿٢٠﴾
İşte onlar, nefislerini hüsrana sokan kimselerdir ve uydurmuş oldukları şeyler, onlardan sapıp gitmiştir. (*21)
أُولَـٰئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢١﴾
Muhakkak onlar, şüphesiz ahirette en fazla hüsrana uğrayanlar onlardır. (*21-22)
لَا جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الْآخِرَةِ هُمُ الْأَخْسَرُونَ ﴿٢٢﴾
Şüphesiz, iman edip salih amel işleyen kimselere ve Rab’lerine gönülden boyun eğenler; işte onlar da cennet halkıdır, onlar orada ebedi kalacaklardır. (*23)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُوا إِلَىٰ رَبِّهِمْ أُولَـٰئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ ۖ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿٢٣﴾
(Bu) iki grubun misali, âmâ ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir; misal olarak onlar eşit midir! Artık düşünmeyecek misiniz! (*24)
۞ مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالْأَعْمَىٰ وَالْأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ ۚ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا ۚ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٢٤﴾
Andolsun Nuh’u, kavmine gönderdik ‘Şüphesiz ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.’
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَىٰ قَوْمِهِ إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ ﴿٢٥﴾
Gerçekten Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, doğrusu ben, sizin üzerinize acıklı günün azabından korkuyorum.
أَن لَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ ۖ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ أَلِيمٍ ﴿٢٦﴾
Nihayet kavminden ileri gelen inkârcı kimseler dedi ki: ‘Seni, bizim gibi bir insandan başka görmüyoruz ve kendileri bedevi görüşlü olan bizim rezil kimseler dışında sana tâbi olanı da görmüyoruz; (*27) sizin, bizim üzerimizde bir faziletinizi de görmüyoruz, aksine zannediyoruz ki siz yalancılarsınız.’ (**27)
فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِن قَوْمِهِ مَا نَرَاكَ إِلَّا بَشَرًا مِّثْلَنَا وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلَّا الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ وَمَا نَرَىٰ لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبِينَ ﴿٢٧﴾
Dedi ki: ‘Ey kavmim, anlıyor musunuz, gerçekten ben, Rabb'imden Beyyine üzerinde isem ve O, katından bana bir rahmet vermişse fakat siz âmâ iseniz ve onu sevmiyorsanız sizi ona zorlayacak mıyız!’
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَآتَانِي رَحْمَةً مِّنْ عِندِهِ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ أَنُلْزِمُكُمُوهَا وَأَنتُمْ لَهَا كَارِهُونَ ﴿٢٨﴾
‘Ve ey kavmim, ona karşı sizden mal istemiyorum, şüphesiz benim mükâfatım ancak Allah’a aittir (*29) ve ben, iman eden kimseleri kovacak değilim, şüphesiz onlar, Rab’lerine kavuşacaklar velakin görüyorum ki siz, cahiller toplumusunuz.’ (**29)
وَيَا قَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًا ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ ۚ وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الَّذِينَ آمَنُوا ۚ إِنَّهُم مُّلَاقُو رَبِّهِمْ وَلَـٰكِنِّي أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ ﴿٢٩﴾
‘Ve ey kavmim, şayet onları kovarsam, Allah’a karşı kim bana yardım edecek; artık düşünmeyecek misiniz?’ (*30)
وَيَا قَوْمِ مَن يَنصُرُنِي مِنَ اللَّهِ إِن طَرَدتُّهُمْ ۚ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٣٠﴾
Size: ‘Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, (*31) gaybı da bilmem (**31) ve ‘doğrusu ben meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizde küçümsediğiniz kimseler için 'Allah onlara asla bir hayır vermeyecek’ de demem; Allah onların nefislerinde olanı en iyi bilendir. Şüphesiz ben o zaman gerçekten zalimlerden olurum.’ (***31)
وَلَا أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ وَلَا أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزْدَرِي أَعْيُنُكُمْ لَن يُؤْتِيَهُمُ اللَّهُ خَيْرًا ۖ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا فِي أَنفُسِهِمْ ۖ إِنِّي إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ ﴿٣١﴾
Dediler ki: ‘Ey Nuh, gerçekten bizimle tartıştın; bak bizimle çok cedelleştin, o halde getir bize vadettiğin şeyi, gerçekten doğrulardan isen!’
قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ ﴿٣٢﴾
Dedi ki: ‘Şayet Allah dilerse, muhakkak onu size getirir ve siz, (onu engellemeye) güç yetiremezsiniz.’
قَالَ إِنَّمَا يَأْتِيكُم بِهِ اللَّهُ إِن شَاءَ وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ ﴿٣٣﴾
Ben, gerçekten size nasihat etmek istiyorum, doğrusu nasihatim size fayda vermiyor; şüphesiz Allah dilerse sizi sapıklığa düşürür. O, sizin Rabb’inizdir ve O’na döndürüleceksiniz.
وَلَا يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللَّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْ ۚ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٣٤﴾
Yoksa ‘Onu uydurdu mu’ diyorlar; de ki: ‘Şayet onu uydurmuşsam, suçu banadır ve ben, sizin suçladığınız şeyden uzağım.’
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ ۖ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ إِجْرَامِي وَأَنَا بَرِيءٌ مِّمَّا تُجْرِمُونَ ﴿٣٥﴾
Şüphesiz ona, Nuh'a vahyolundu ki, ‘Kavminden iman etmiş kimseler dışında iman etmeyecekler; onların yapmakta oldukları şeylerden artık üzülme!’ (*36)
وَأُوحِيَ إِلَىٰ نُوحٍ أَنَّهُ لَن يُؤْمِنَ مِن قَوْمِكَ إِلَّا مَن قَدْ آمَنَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَ ﴿٣٦﴾
Gözlerimizin önünde ve vahyimizle gemiyi imal et ve zulmeden kimseler hakkında bana hitap etme, mutlaka onlar boğulacaklardır. (*37)
وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا ۚ إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ ﴿٣٧﴾
O, gemiyi imal ediyordu ve yoruluyordu, kavminin ileri gelenleri onun yanından gittikçe onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: ‘Şayet bizimle alay ederseniz, artık gerçekten biz de alay ederiz, sizin alay ettiğiniz gibi.’
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَأٌ مِّن قَوْمِهِ سَخِرُوا مِنْهُ ۚ قَالَ إِن تَسْخَرُوا مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ ﴿٣٨﴾
‘Artık yakında bileceksiniz rezil edici azabın kime geleceğini ve kalıcı azabın kendisinin üzerine konacağını.’
فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيمٌ ﴿٣٩﴾
Nihayet emrimiz geldiği ve tandır kaynadığı zaman dedik ki: ‘Ona, her şeyden ikişer çifti ve -önceden kendisi aleyhinde söz bulunan kimse hariç-aileni ve iman edenleri ona yükle!’ Onunla beraber çok azı dışında iman etmemişti. (*40)
حَتَّىٰ إِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ ۚ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلَّا قَلِيلٌ ﴿٤٠﴾
Dedi ki: ‘Ona binin, onun yüzmesi de durması da Allah’ın adıyladır; Muhakkak ki Rabb’im, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir!’ (*41)
۞ وَقَالَ ارْكَبُوا فِيهَا بِسْمِ اللَّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا ۚ إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ ﴿٤١﴾
O (gemi) dağlar gibi dalgaların içinden onlarla akarken Nuh, oğluna seslendi ve o uzakta idi: ‘Ey yavrucuğum, bizimle bin ve kâfirlerle beraber olma!’ (*42-44)
وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَىٰ نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَب مَّعَنَا وَلَا تَكُن مَّعَ الْكَافِرِينَ ﴿٤٢﴾
(Oğlu) dedi ki: ‘Bir dağa sığınacağım, sudan o beni korur' (Nuh) dedi ki: 'Merhamet ettiği kimse hariç, Allah'ın emrinden bugün koruyacak yoktur’ ve ikisinin arasına dalga engeli girdi, böylece boğulanlardan oldu. (*43)
قَالَ سَآوِي إِلَىٰ جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاءِ ۚ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِلَّا مَن رَّحِمَ ۚ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ ﴿٤٣﴾
Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu bitir ve ey gök açıl,’ su azaldı, emir yerine getirildi, Cudi üzerinde dengelendi ve denildi ki: ‘Zalimler topluluğu uzak olsun.’
وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءَكِ وَيَا سَمَاءُ أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ ۖ وَقِيلَ بُعْدًا لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ ﴿٤٤﴾
Nuh Rabb’ine seslendi, sonra dedi ki: ‘Rabb’im, şüphesiz oğlum benim ailemdendir ve elbette Senin sözün haktır ve Sen, hükmedenlerin hâkimisin!’ (*45) (*45-46)
وَنَادَىٰ نُوحٌ رَّبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ ﴿٤٥﴾
(Rabb’i) dedi ki: ‘Ey Nuh, şüphesiz o, senin ailenden değildir; (*46) gerçekten o, iyi olmayan bir iş yaptı, öyleyse onun hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme, doğrusu Ben seni, cahillerden olmaktan gerçekten sakındırıyorum!’ (**46)
قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ ۖ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ ۖ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ ۖ إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ ﴿٤٦﴾
Dedi ki: 'Rabb'im, şüphesiz ben, benim, kendisi hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten elbette sana sığınırım; beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.’ (*47)
قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ ۖ وَإِلَّا تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُن مِّنَ الْخَاسِرِينَ ﴿٤٧﴾
Denildi ki: ‘Ey Nuh, senin ve seninle beraber olan kimselerin ümmetleri üzerine Bizden selam ve bereketlerle in ve yakında onların nesillerini faydalandıracağız, sonra Bizden acıklı bir azap onlara dokunacaktır.’ (*48)
قِيلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِّنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَىٰ أُمَمٍ مِّمَّن مَّعَكَ ۚ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ ﴿٤٨﴾
Bunlar, gayb haberlerindendir, onu sana vahyediyoruz; sen ve senin kavmin, bundan önce onu bilmiyordunuz; o halde sabret, şüphesiz akıbet Muttakilerindir.
تِلْكَ مِنْ أَنبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ ۖ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلَا قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَـٰذَا ۖ فَاصْبِرْ ۖ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ ﴿٤٩﴾
Ad’e, kardeşleri Hud dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka İlahınız yoktur, doğrusu sizler ancak müfterilersiniz!’ (*50-60)
وَإِلَىٰ عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا ۚ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـٰهٍ غَيْرُهُ ۖ إِنْ أَنتُمْ إِلَّا مُفْتَرُونَ ﴿٥٠﴾
Ey kavmim: ‘Sizden ona karşılık bir ücret istemiyorum, şüphesiz benim ücretim ancak beni yaratan kimseye aittir, artık akletmiyor musunuz!’
يَا قَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى الَّذِي فَطَرَنِي ۚ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٥١﴾
Ey kavmim, Rabb’inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki gökten üzerinize bolca yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; günahkârlar olarak yüzçevirmeyin! (*52)
وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُم مِّدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَىٰ قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمِينَ ﴿٥٢﴾
Dediler ki: ‘Ey Hud, apaçık bir delil ile bize gelmedin; biz ilahlarımızı, senin sözünle terk etmeyiz ve biz sana iman edecek kimseler değiliz!’
قَالُوا يَا هُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِكِي آلِهَتِنَا عَن قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ ﴿٥٣﴾
Doğrusu diyoruz ki: ‘İlahlarımızdan bazıları fena şekilde seni hasta etmiş!’ (Hud) dedi ki: ‘Elbette ben, Allah’ı şahit tutuyorum ve siz de şahit olun ki gerçekten ben, sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım.’ (*54)
إِن نَّقُولُ إِلَّا اعْتَرَاكَ بَعْضُ آلِهَتِنَا بِسُوءٍ ۗ قَالَ إِنِّي أُشْهِدُ اللَّهَ وَاشْهَدُوا أَنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ ﴿٥٤﴾
‘O'ndan başka (ilah tanımıyorum,) haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra bana mühlet de vermeyin!’ (*55)
مِن دُونِهِ ۖ فَكِيدُونِي جَمِيعًا ثُمَّ لَا تُنظِرُونِ ﴿٥٥﴾
Doğrusu ben, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz Allah’a tevekkül ettim; canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmasın. (*56) Şüphesiz Rabb’im, sıratalmüstakim üzerindedir. (**56)
إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ رَبِّي وَرَبِّكُم ۚ مَّا مِن دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ۚ إِنَّ رَبِّي عَلَىٰ صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ ﴿٥٦﴾
Buna rağmen şayet dönerseniz şimdi hakikaten kendisiyle size gönderildiğim şeyi size tebliğ ettim ve Rabb’im, sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir (*57) ve hiçbir şey ile O’na zarar veremezsiniz. Şüphesiz Rabb’im her şeyi koruyandır. (**57)
فَإِن تَوَلَّوْا فَقَدْ أَبْلَغْتُكُم مَّا أُرْسِلْتُ بِهِ إِلَيْكُمْ ۚ وَيَسْتَخْلِفُ رَبِّي قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلَا تَضُرُّونَهُ شَيْئًا ۚ إِنَّ رَبِّي عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ ﴿٥٧﴾
Ne zamanki emrimiz geldi, Hud’u ve onunla beraber iman eden kimseleri, Bizden bir rahmetle kurtardık ve ağır bir azaptan da onları kurtardık.
وَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا هُودًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَنَجَّيْنَاهُم مِّنْ عَذَابٍ غَلِيظٍ ﴿٥٨﴾
İşte Ad, Rab’lerinin ayetlerini bilerek inkâr etti, O’nun rasullerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine tâbi oldular. (*59)
وَتِلْكَ عَادٌ ۖ جَحَدُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَعَصَوْا رُسُلَهُ وَاتَّبَعُوا أَمْرَ كُلِّ جَبَّارٍ عَنِيدٍ ﴿٥٩﴾
Bu dünyada ve kıyamet gününde lanet peşlerine takıldı; iyi bilin ki Ad, gerçekten Rab’lerini inkâr ettiler; iyi bilin ki Hud'un kavmi Ad, uzak oldu. (*60)
وَأُتْبِعُوا فِي هَـٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ ۗ أَلَا إِنَّ عَادًا كَفَرُوا رَبَّهُمْ ۗ أَلَا بُعْدًا لِّعَادٍ قَوْمِ هُودٍ ﴿٦٠﴾
Ve Semud’a da kardeşleri Salih dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur! O, sizi yerden yarattı ve oraya yerleştirdi; (**61) artık O'ndan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin; doğrusu Rabb’im yakındır, kabul edendir.’ (*61-68)
۞ وَإِلَىٰ ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا ۚ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـٰهٍ غَيْرُهُ ۖ هُوَ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ ۚ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُّجِيبٌ ﴿٦١﴾
Dediler ki: ‘Ey Salih, doğrusu sen, bundan önce aramızda ümit beslenen biriydin, bu babalarımızın taptıkları şeye tapmaktan gerçekten bizi men mi ediyorsun? Şüphesiz biz, şüphe içindeyiz, bizi kendisine çağırdığın şeyden kuşkulanıyoruz!’ (*62)
قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنتَ فِينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هَـٰذَا ۖ أَتَنْهَانَا أَن نَّعْبُدَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا وَإِنَّنَا لَفِي شَكٍّ مِّمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ ﴿٦٢﴾
Dedi ki: ‘Ey kavmim, idrak ediyor musunuz; gerçekten ben, Rabb’imden açık bir belge üzerinde isem ve O’ndan bir rahmet bana gelmişse, o halde kim bana yardım edebilir Allah’a karşı bana kim yardım edecek şayet O’na isyan edersem, o durumda hüsranımdan başkasını artırmazsınız!’
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَآتَانِي مِنْهُ رَحْمَةً فَمَن يَنصُرُنِي مِنَ اللَّهِ إِنْ عَصَيْتُهُ ۖ فَمَا تَزِيدُونَنِي غَيْرَ تَخْسِيرٍ ﴿٦٣﴾
Ey kavmim, bu Allah'ın devesidir, size bir ayettir; öyleyse bırakın onu, Allah'ın arzında yesin ve ona bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi yakın bir azap yakalar. (*64)
وَيَا قَوْمِ هَـٰذِهِ نَاقَةُ اللَّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللَّهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ قَرِيبٌ ﴿٦٤﴾
Fakat onu boğazladılar; bunun üzerine (Salih) dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün eğlenin, bu, yalanlanmayacak bir tehdittir!’
فَعَقَرُوهَا فَقَالَ تَمَتَّعُوا فِي دَارِكُمْ ثَلَاثَةَ أَيَّامٍ ۖ ذَٰلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوبٍ ﴿٦٥﴾
Artık ne zamanki emrimiz geldi, Salih'i ve onunla beraber iman eden kimseleri, bizden bir rahmetle o günün zilletinden kurtardık; şüphesiz O Rabb'in Güçlü’dür, Aziz’dir.
فَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَمِنْ خِزْيِ يَوْمِئِذٍ ۗ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِيُّ الْعَزِيزُ ﴿٦٦﴾
Zulmeden kimseleri, bir çığlık yakaladı, böylece yurtlarında yüzükoyun halde sabahladılar.
وَأَخَذَ الَّذِينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ ﴿٦٧﴾
Orayı, mesken edinmemiş gibi oldular. İyi bilin ki Semud, gerçekten Rab’lerini inkâr etti, iyi bilin ki Semud uzak oldu. (*67)
كَأَن لَّمْ يَغْنَوْا فِيهَا ۗ أَلَا إِنَّ ثَمُودَ كَفَرُوا رَبَّهُمْ ۗ أَلَا بُعْدًا لِّثَمُودَ ﴿٦٨﴾
Andolsun rasullerimiz bir müjde ile İbrahim’e geldiler, ‘Selam’ dediler; (o da) ‘Selam’ dedi; süratli bir şekilde hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.
وَلَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُنَا إِبْرَاهِيمَ بِالْبُشْرَىٰ قَالُوا سَلَامًا ۖ قَالَ سَلَامٌ ۖ فَمَا لَبِثَ أَن جَاءَ بِعِجْلٍ حَنِيذٍ ﴿٦٩﴾
Ne zamanki onların ellerinin ona uzanmadığını gördü, onları yadırgadı ve onlardan tedirgin oldu, korktu; dediler ki: ‘Korkma, doğrusu biz, Lut’un kavmine gönderildik.’
فَلَمَّا رَأَىٰ أَيْدِيَهُمْ لَا تَصِلُ إِلَيْهِ نَكِرَهُمْ وَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً ۚ قَالُوا لَا تَخَفْ إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَىٰ قَوْمِ لُوطٍ ﴿٧٠﴾
Eşi ayakta duruyordu, sonra güldü, bunun üzerine ona İshak’ı müjdeledik ve İshak’ın ardından Yakub’u!
وَامْرَأَتُهُ قَائِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِإِسْحَاقَ وَمِن وَرَاءِ إِسْحَاقَ يَعْقُوبَ ﴿٧١﴾
Dedi ki: ‘Vay başıma gelenler; ben doğuracak mıyım ve ben ihtiyarım ve bu kocam ihtiyar, gerçekten bu, acayip bir şeydir.’
قَالَتْ يَا وَيْلَتَىٰ أَأَلِدُ وَأَنَا عَجُوزٌ وَهَـٰذَا بَعْلِي شَيْخًا ۖ إِنَّ هَـٰذَا لَشَيْءٌ عَجِيبٌ ﴿٧٢﴾
Dediler ki: ‘Allah’ın emrine mi şaşırıyorsun, Allah’ın rahmeti ve O’nun bereketi üzerinizdedir (ey) ev halkı! Şüphesiz O, hamd edilendir, övülendir.’
قَالُوا أَتَعْجَبِينَ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۖ رَحْمَتُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ أَهْلَ الْبَيْتِ ۚ إِنَّهُ حَمِيدٌ مَّجِيدٌ ﴿٧٣﴾
Ne zaman ki İbrahim’den şaşkınlık gitti ve ona müjde geldi, Lut kavmi hakkında bizimle tartışmaya başladı.
فَلَمَّا ذَهَبَ عَنْ إِبْرَاهِيمَ الرَّوْعُ وَجَاءَتْهُ الْبُشْرَىٰ يُجَادِلُنَا فِي قَوْمِ لُوطٍ ﴿٧٤﴾
Doğrusu İbrahim, gerçekten halim, içliydi, (Bize) yönelendi.
إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُّنِيبٌ ﴿٧٥﴾
(Melekler): ‘Ey İbrahim, bundan vazgeç, şüphesiz o, Rabb’inin emri kesin gelmiştir ve mutlaka onlara geri çevrilmez bir azap gelecektir!’
يَا إِبْرَاهِيمُ أَعْرِضْ عَنْ هَـٰذَا ۖ إِنَّهُ قَدْ جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ ۖ وَإِنَّهُمْ آتِيهِمْ عَذَابٌ غَيْرُ مَرْدُودٍ ﴿٧٦﴾
Ve ne zaman ki rasullerimiz Lut'a geldiler, onlar sebebiyle kötü oldu; onlar vesilesiyle sıkıldı, telaşlandı ve dedi ki: ‘Bu, sinir bozucu bir gün.’
وَلَمَّا جَاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هَـٰذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ ﴿٧٧﴾
Ve önceden kötü işler yapmakta olan Kavmi, koşarak ona geldi. (Lut) dedi ki: ‘Ey kavmim, şunlar kızlarım, onlar sizin için daha temizdir! Artık Allah'tan korkun ve misafirlerim içinde beni küçük düşürmeyin; sizden aklı başında bir adam yok mu?’
وَجَاءَهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ إِلَيْهِ وَمِن قَبْلُ كَانُوا يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ ۚ قَالَ يَا قَوْمِ هَـٰؤُلَاءِ بَنَاتِي هُنَّ أَطْهَرُ لَكُمْ ۖ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَلَا تُخْزُونِ فِي ضَيْفِي ۖ أَلَيْسَ مِنكُمْ رَجُلٌ رَّشِيدٌ ﴿٧٨﴾
Dediler ki: ‘Andolsun biliyorsun ki, senin kızlarında bizim bir hakkımız yoktur ve şüphesiz sen, isteğimiz şeyi elbette bilirsin!’
قَالُوا لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا فِي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَإِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُرِيدُ ﴿٧٩﴾
(Lut) dedi ki: ‘Keşke gerçekten benim, size karşı kuvvetim olsaydı yahut sağlam bir barınağa sığınabilseydim!’
قَالَ لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَىٰ رُكْنٍ شَدِيدٍ ﴿٨٠﴾
(Elçiler) dediler ki: ‘Ey Lut, şüphesiz biz, senin Rabb’inin elçileriyiz, sana asla ulaşamazlar; şimdi gecenin bir kısmında ailenle yürü ve sizden hiç kimse dönüp bakmasın, hanımın hariç; elbette o, onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz onlara vadedilen sabah vaktidir; sabah da yakın değil mi!’
قَالُوا يَا لُوطُ إِنَّا رُسُلُ رَبِّكَ لَن يَصِلُوا إِلَيْكَ ۖ فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِّنَ اللَّيْلِ وَلَا يَلْتَفِتْ مِنكُمْ أَحَدٌ إِلَّا امْرَأَتَكَ ۖ إِنَّهُ مُصِيبُهَا مَا أَصَابَهُمْ ۚ إِنَّ مَوْعِدَهُمُ الصُّبْحُ ۚ أَلَيْسَ الصُّبْحُ بِقَرِيبٍ ﴿٨١﴾
Ne zaman ki emrimiz geldi, oranın üstünü altına getirdik, istif edilmiş tescil edilmiş taşları oranın üzerine yağdırdık. (*82-83) (**82-83)
فَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ مَّنضُودٍ ﴿٨٢﴾
Rabb’inin indinde işaretlenmiştir; bunlar, zalimlerden uzak değildir.
مُّسَوَّمَةً عِندَ رَبِّكَ ۖ وَمَا هِيَ مِنَ الظَّالِمِينَ بِبَعِيدٍ ﴿٨٣﴾
Medyen'e kardeşleri Şuayb, dedi ki: ’Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur, ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın; doğrusu ben sizi, hayır içinde görüyorum ve gerçekten ben, sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum!’
۞ وَإِلَىٰ مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا ۚ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـٰهٍ غَيْرُهُ ۖ وَلَا تَنقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ ۚ إِنِّي أَرَاكُم بِخَيْرٍ وَإِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ ﴿٨٤﴾
‘Ey kavmim, ölçeği ve tartıyı adaletle tam yapın, (*85) insanların eşyalarını değerden düşürmeyin, yeryüzünde ifsat ediciler olarak kötülük yapmayın.’ (**85)
وَيَا قَوْمِ أَوْفُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ ۖ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ ﴿٨٥﴾
‘Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır; gerçekten Mü’minler iseniz, ben sizin üzerinize muhafız değilim.’
بَقِيَّتُ اللَّهِ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ ۚ وَمَا أَنَا عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ ﴿٨٦﴾
Dediler ki; ‘Ey Şuayb, namazın mı sana, babalarımızın taptıkları şeyi yahut mallarımızdan dilediğimizi yapmamızı gerçekten terk etmemizi emrediyor? Doğrusu sen, halim selim, akıllısın!’ (*87)
قَالُوا يَا شُعَيْبُ أَصَلَاتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاءُ ۖ إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ ﴿٨٧﴾
Dedi ki: ‘Ey kavmim, idrak ediyor musunuz; gerçekten ben Rabb’imden açık bir delil üzerinde isem ve O’ndan, güzel bir rızıkla ben rızıklandırılmışsam; şüphesiz ben, kendisinden sizi men ettiğim şeylerde size muhalefet etmek istemiyorum, doğrusu ancak gücüm yettiğince ıslah etmek istiyorum, başarım ancak Allah iledir. O'na tevekkül ettim ve yalnız O'na yönelirim!’
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا ۚ وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَىٰ مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ ۚ إِنْ أُرِيدُ إِلَّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ ۚ وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ ۚ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ ﴿٨٨﴾
Ey kavmim, bana muhalefetiniz size suç işletmesin; şüphesiz Nuh kavmine ya da Hud kavmine yahut Salih kavmine isabet eden şeylerin benzeri size isabet eder! Lut kavmi sizden uzak değildir.
وَيَا قَوْمِ لَا يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ ۚ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ ﴿٨٩﴾
Rabb’inize istiğfar edin, sonra O'na tevbe edin! Şüphesiz Rabb’im merhamet eden, çok sevendir.
وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ ۚ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ ﴿٩٠﴾
Dediler ki: ‘Ey Şuayb, söylediğin şeylerin çoğunu anlamıyoruz ve doğrusu biz seni, içimizde zayıf görüyoruz, şayet topluluğun olmasaydı elbette seni taşlardık, senin üzerimizde üstünlüğün yoktur!’
قَالُوا يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِّمَّا تَقُولُ وَإِنَّا لَنَرَاكَ فِينَا ضَعِيفًا ۖ وَلَوْلَا رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ ۖ وَمَا أَنتَ عَلَيْنَا بِعَزِيزٍ ﴿٩١﴾
Dedi ki: ‘Ey kavmim, topluluğum sizin üzerinizde Allah'tan daha mı saygın, O'na sırt dönüp arkanıza atıyorsunuz! Şüphesiz Rabb’im yaptığınız şeyleri kuşatmıştır.’
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَهْطِي أَعَزُّ عَلَيْكُم مِّنَ اللَّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَاءَكُمْ ظِهْرِيًّا ۖ إِنَّ رَبِّي بِمَا تَعْمَلُونَ مُحِيطٌ ﴿٩٢﴾
Ey kavmim, durumunuza göre yapın, şüphesiz ben de yapıyorum; yakında bileceksiniz kime rezil edici azabın geleceğini ve o yalancının kim olduğunu! Gözetleyin, gerçekten ben de sizinle beraber gözetliyorum!
وَيَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلَىٰ مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ ۖ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ ۖ وَارْتَقِبُوا إِنِّي مَعَكُمْ رَقِيبٌ ﴿٩٣﴾
Ne zamanki emrimiz geldi, Şuayb’ı ve onunla beraber iman eden kimseleri, bizden bir rahmetle kurtardık; zulmeden kimseleri de o ses yakaladı, böylece yurtlarında yüzükoyun halde sabahladılar.
وَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْبًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَأَخَذَتِ الَّذِينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ ﴿٩٤﴾
Orayı, mesken edinmemiş gibiydiler! İyi bilin ki, Semud’un uzaklaşıp gitmesi gibi Medyen halkı da uzaklaşıp gitti.
كَأَن لَّمْ يَغْنَوْا فِيهَا ۗ أَلَا بُعْدًا لِّمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ ﴿٩٥﴾
Andolsun Musa’yı, ayetlerimizle ve apaçık delillerle gönderdik. (*96-97)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍ ﴿٩٦﴾
Fir’avn’e ve onun ileri gelenlerine; fakat (onlar,) Fir’avn’ın emrine tâbi oldular ve Fir’avn’ın emri doğru değildi. (*97)
إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُوا أَمْرَ فِرْعَوْنَ ۖ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ ﴿٩٧﴾
Kıyamet günü o, kavminin önündedir, (*98) böylece onlar ateşe varırlar; (**98) ne kötü bir varıştır varılan yer! (*98-99) (**98-99)
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ ۖ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ ﴿٩٨﴾
Burada ve kıyamet gününde lanete tâbi tutuldular; ne kötü destektir verilen destek! 
وَأُتْبِعُوا فِي هَـٰذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ ۚ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ ﴿٩٩﴾
Bu sana anlattıklarımız, o şehirlerin haberlerindendir; ondan, dikili olanlar da biçilmiş olanlar da var. (*100)
ذَٰلِكَ مِنْ أَنبَاءِ الْقُرَىٰ نَقُصُّهُ عَلَيْكَ ۖ مِنْهَا قَائِمٌ وَحَصِيدٌ ﴿١٠٠﴾
Biz onlara zulmetmedik velakin onlar, kendi nefislerine zulmettiler, ancak Allah’tan başka tapındıkları o ilahları onlara bir fayda sağlamadı; o şeyler, Rabb’inin emri geldiği zaman helâklarından başkasını artırmadı. (*101)
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَـٰكِن ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ ۖ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ مِن شَيْءٍ لَّمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ ۖ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ ﴿١٠١﴾
Rabb’inin yakalaması işte böyledir; o şehirleri yakaladığı zaman onlar, zulmediyorlardı; şüphesiz O’nun yakalaması acıklıdır, şiddetlidir. (*102)
وَكَذَٰلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَىٰ وَهِيَ ظَالِمَةٌ ۚ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ ﴿١٠٢﴾
Şüphesiz bunda, ahiret azabından korkan kimse için elbette ayetler vardır, bu, insanların kendisinde toplanacağı gündür ve bu, görülecek bir gündür.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً لِّمَنْ خَافَ عَذَابَ الْآخِرَةِ ۚ ذَٰلِكَ يَوْمٌ مَّجْمُوعٌ لَّهُ النَّاسُ وَذَٰلِكَ يَوْمٌ مَّشْهُودٌ ﴿١٠٣﴾
Biz onu ertelemeyiz, ancak o, belirlenmiş bir süredir.  
وَمَا نُؤَخِّرُهُ إِلَّا لِأَجَلٍ مَّعْدُودٍ ﴿١٠٤﴾
O gün gelince, Allah’ın izni dışında hiçbir nefis konuşamaz; artık onlardan bedbaht da mutlu da olanlar var.
يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ إِلَّا بِإِذْنِهِ ۚ فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ ﴿١٠٥﴾
Amma bedbaht kimseler artık ateştedirler, onlar için orada iç çekiş ve çığlık vardır. (*106)
فَأَمَّا الَّذِينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ ﴿١٠٦﴾
Gökler ve yer durdukça orada kalıcıdırlar, Rabb’inin dilemesi başka; şüphesiz Rabb’in, dilediği şeyi mutlaka yapandır. (*107-108)
خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ إِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ ۚ إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِّمَا يُرِيدُ ﴿١٠٧﴾
Amma mutlu kimseler, artık cennettedirler, gökler ve yer durdukça orada kalıcıdırlar, Rabb’inin dilemesi başka; Rabb’inin lütfu kesintisizdir.
۞ وَأَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِي الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ إِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ ۖ عَطَاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ ﴿١٠٨﴾
O halde sen, onların taptıkları konusunda tartışma içine girme, önceden atalarının taptığı gibi ancak tapınıyorlar ve şüphesiz Biz onların, paylarını eksiksiz tastamam vereceğiz! (*109)
فَلَا تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّمَّا يَعْبُدُ هَـٰؤُلَاءِ ۚ مَا يَعْبُدُونَ إِلَّا كَمَا يَعْبُدُ آبَاؤُهُم مِّن قَبْلُ ۚ وَإِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَصِيبَهُمْ غَيْرَ مَنقُوصٍ ﴿١٠٩﴾
Andolsun Musa’ya Kitabı verdik fakat onda ihtilaf ettiler, şayet Rabb’inden önceden bir söz olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu (*110) ve şüphesiz onlar, ondan şüphe içindedirler, kuşkulanıyorlar. (**110)
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ فِيهِ ۚ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ ۚ وَإِنَّهُمْ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مُرِيبٍ ﴿١١٠﴾
Ve şüphesiz hepsine Rabb’in, amellerinin karşılığını onlara tastamam verecektir; muhakkak ki O, yaptıkları şeylerden haberdardır.
وَإِنَّ كُلًّا لَّمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُمْ رَبُّكَ أَعْمَالَهُمْ ۚ إِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ خَبِيرٌ ﴿١١١﴾
Öyleyse emrolunduğun gibi, seninle beraber tevbe eden kimselerle doğru ol; (*112) haddi aşmayın, şüphesiz O, yaptığınız şeyleri görmektedir. (**112)
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا ۚ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ ﴿١١٢﴾
Zulmeden kimselere güvenmeyin, (*113) yoksa size ateş dokunur, sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur, sonra size yardım edilmez. (**113)
وَلَا تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللَّهِ مِنْ أَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنصَرُونَ ﴿١١٣﴾
Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakınlarında namaz kıl, (*114) doğrusu iyilikler kötülükleri giderir; bu, düşünenler için bir hatırlatmadır. (**114)
وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِّنَ اللَّيْلِ ۚ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ۚ ذَٰلِكَ ذِكْرَىٰ لِلذَّاكِرِينَ ﴿١١٤﴾
Sabret, (*115) şüphesiz Allah, Muhsinlerin ecrini zayi etmez. (**115)
وَاصْبِرْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ ﴿١١٥﴾
Sizden önceki nesillerden bakiyye sahiplerinden, yeryüzünde bozgunculuk (*116) yapmaktan men etmiş olsaydı ya; onlardan, kendilerini kurtardığımız kimselerden pek azı müstesna. Zulmeden kimseler, o içerisinde bulundukları refahın peşine takıldılar ve günahkâr kimselerden oldular. (**116)
فَلَوْلَا كَانَ مِنَ الْقُرُونِ مِن قَبْلِكُمْ أُولُو بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِي الْأَرْضِ إِلَّا قَلِيلًا مِّمَّنْ أَنجَيْنَا مِنْهُمْ ۗ وَاتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مَا أُتْرِفُوا فِيهِ وَكَانُوا مُجْرِمِينَ ﴿١١٦﴾
Rabb’in, halkı ıslah olmuş o beldeleri, zulüm ile helâk edecek değildi.
وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرَىٰ بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ ﴿١١٧﴾
Şayet Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı ve (onlar) ihtilaf etmeyi bırakmazlar. (*118)
وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً ۖ وَلَا يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ ﴿١١٨﴾
Rabb’inin rahmet ettiği kimseler müstesna, bunun için onları yarattı, Rabb’inin, andolsun cehennemi, cinlerden ve insanlardan tümüyle dolduracağım sözü tamamlanmıştır. (*119)
إِلَّا مَن رَّحِمَ رَبُّكَ ۚ وَلِذَٰلِكَ خَلَقَهُمْ ۗ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ ﴿١١٩﴾
Rasullerin haberlerinden sana her şeyi anlatıyoruz; onda, senin kalbini sağlamlaştıracak şeyler vardır. Sana, bunun içerisinde Hak, nasihat ve Mü’minler için öğüt/zikir geldi. (*120)
وَكُلًّا نَّقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَكَ ۚ وَجَاءَكَ فِي هَـٰذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرَىٰ لِلْمُؤْمِنِينَ ﴿١٢٠﴾
İman etmeyen kimselere de ki: ‘Durumunuza göre yapın, şüphesiz biz de yapıyoruz.’
وَقُل لِّلَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ اعْمَلُوا عَلَىٰ مَكَانَتِكُمْ إِنَّا عَامِلُونَ ﴿١٢١﴾
‘Gözetleyin, doğrusu biz de gözetleyenleriz!’
وَانتَظِرُوا إِنَّا مُنتَظِرُونَ ﴿١٢٢﴾
Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir (*123) ve o bütün işler O’na döndürülür, o halde O’na kulluk et ve O’na tevekkül et, Rabb’in, yaptığınız şeylerden gafil değildir. (**123)
وَلِلَّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الْأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ ۚ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿١٢٣﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi