Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Enbiyâ Süresi الْاَنْبِيَاءِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Mekke’de nazil olmuştur, 112 ayettir. İsmini, Nebiler anlamına gelen Enbiya kelimesinden almıştır. Sure, yüce Allah’ın Uluhiyetini ve O’nun Uluhiyetini kavimlerine anlatan rasullerin mücadelelerini verir. Mushaf tertibine göre 21. nüzul sırasına göre 73. suredir.

İnsanların hesapları yaklaştı ve onlar, gaflet içerisinde yüzçeviren kimselerdir. (*1)
اقْتَرَبَ لِلنَّاسِ حِسَابُهُمْ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ مُّعْرِضُونَ ﴿١﴾
Rab’lerinden yeni bir zikir onlara gelmesin ki, ancak onu dinliyorlar ve onlar, alaya alıyorlar. (*2) (**2)
مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مِّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ يَلْعَبُونَ ﴿٢﴾
Kalpleri eğlencededir ve zulmeden kimseler, fısıldaşmalarını gizleyerek: ‘Bu ancak sizin benzeriniz bir beşer değil mi? Siz, basiretli kimseler iken şimdi büyüye mi varacaksınız?’ (*3)
لَاهِيَةً قُلُوبُهُمْ ۗ وَأَسَرُّوا النَّجْوَى الَّذِينَ ظَلَمُوا هَلْ هَـٰذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ ۖ أَفَتَأْتُونَ السِّحْرَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُونَ ﴿٣﴾
De ki: ‘Rabb’im, gökte ve yerde (her) sözü bilir ve O, İşiten’dir, Bilen’dir.’ (*4)
قَالَ رَبِّي يَعْلَمُ الْقَوْلَ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ ۖ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ﴿٤﴾
Hatta dediler ki: ‘Karmakarışık hayaller, bilakis onu uydurmuş daha doğrusu o, şairdir; o halde (doğru söylüyorsa) öncekilere gönderildiği gibi bir ayet/mucize bize getirsin.’ (*5)
بَلْ قَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ بَلِ افْتَرَاهُ بَلْ هُوَ شَاعِرٌ فَلْيَأْتِنَا بِآيَةٍ كَمَا أُرْسِلَ الْأَوَّلُونَ ﴿٥﴾
Onlardan önce o helak ettiğimiz hiçbir kent iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecekler! (*6)
مَا آمَنَتْ قَبْلَهُم مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا ۖ أَفَهُمْ يُؤْمِنُونَ ﴿٦﴾
Senden önce yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik; (*7) şayet bilmiyorsanız artık zikir ehline sorun. (**7) (*7-8)
وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلَّا رِجَالًا نُّوحِي إِلَيْهِمْ ۖ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٧﴾
Onları, yemek yemeyen ceset yapmadık ve ebedi de değillerdi.
وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لَّا يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ ﴿٨﴾
Sonra onlara verdiğimiz söze sadık kaldık; böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık (*9) ve haddi aşanları helak ettik. (**9)
ثُمَّ صَدَقْنَاهُمُ الْوَعْدَ فَأَنجَيْنَاهُمْ وَمَن نَّشَاءُ وَأَهْلَكْنَا الْمُسْرِفِينَ ﴿٩﴾
Andolsun size bir kitap indirdik, onda şerefiniz var, artık akletmeyecek misiniz! (*10)
لَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ كِتَابًا فِيهِ ذِكْرُكُمْ ۖ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿١٠﴾
Zalim olan şehirlerden nicesini kırıp geçirdik (*11-15) ve ondan sonra başka toplumlar meydana getirdik. (**11)
وَكَمْ قَصَمْنَا مِن قَرْيَةٍ كَانَتْ ظَالِمَةً وَأَنشَأْنَا بَعْدَهَا قَوْمًا آخَرِينَ ﴿١١﴾
Artık ne zaman ki zorlu felaketimizi sezdiler, o zaman onlar, ondan kaçıyorlardı.
فَلَمَّا أَحَسُّوا بَأْسَنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَرْكُضُونَ ﴿١٢﴾
Kaçmayın, içinde şımartıldığınız şeylere ve meskenlerinize dönün, ta ki siz, sorulacaksınız!
لَا تَرْكُضُوا وَارْجِعُوا إِلَىٰ مَا أُتْرِفْتُمْ فِيهِ وَمَسَاكِنِكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْأَلُونَ ﴿١٣﴾
Dediler ki: ‘Eyvah bize; gerçekten biz, zalimlerden idik.’
قَالُوا يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ ﴿١٤﴾
İşte bu yalvarmaları onları, bastırıp biçilmiş ekin yapıncaya kadar devam etti.
فَمَا زَالَت تِّلْكَ دَعْوَاهُمْ حَتَّىٰ جَعَلْنَاهُمْ حَصِيدًا خَامِدِينَ ﴿١٥﴾
Göğü ve yeri o ikisi arasında bulunanları, oyuncular olarak yaratmadık.
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاءَ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ ﴿١٦﴾
Şayet doğrusu eğlence edinmek isteseydik, gerçekten yapacak kimseler olsaydık, elbette yanımızda onu edinirdik.
لَوْ أَرَدْنَا أَن نَّتَّخِذَ لَهْوًا لَّاتَّخَذْنَاهُ مِن لَّدُنَّا إِن كُنَّا فَاعِلِينَ ﴿١٧﴾
Bilakis Hakkı batılın üzerine koyarız, böylece onu iptal eder, işte o zaman o yok olur ve size yazıklar olsun, vasıflandırmalarınızdan dolayı! (*18)
بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ ۚ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ ﴿١٨﴾
Göklerde ve yerde kim varsa hep O'nundur. O'nun yanındaki kimseler, O'na kulluk etmekten büyüklük taslamazlar ve yorulmazlar. (*19) (*19-20)
وَلَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ وَمَنْ عِندَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَ ﴿١٩﴾
Gece ve gündüz azimlerini kırmadan tesbih ederler.
يُسَبِّحُونَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لَا يَفْتُرُونَ ﴿٢٠﴾
Yoksa yeryüzünde onları diriltecek ilahlar mı edindiler!
أَمِ اتَّخَذُوا آلِهَةً مِّنَ الْأَرْضِ هُمْ يُنشِرُونَ ﴿٢١﴾
Şayet (yer ve göğün) o ikisinde, Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı; arşın Rabb’i Allah, onların vasıflandırdıkları şeylerden yücedir. (*22)
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا ۚ فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿٢٢﴾
(O), yaptığı şeylerden sorulmaz ve onlar, sorulurlar.
لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ ﴿٢٣﴾
Yoksa O’ndan başka ilahlar mı edindiler!  De ki: ‘Şimdi delilinizi getirin.’ (*24) Bu, benimle beraber olan kimselerin ve benden önceki kimselerin delilidir/zikridir; bilakis onların çoğu Hakkı bilmiyorlar, bu nedenle onlar, yüzçeviren kimselerdir. (**24)
أَمِ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً ۖ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ ۖ هَـٰذَا ذِكْرُ مَن مَّعِيَ وَذِكْرُ مَن قَبْلِي ۗ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ الْحَقَّ ۖ فَهُم مُّعْرِضُونَ ﴿٢٤﴾
Senden önce hiçbir Rasul göndermedik ki, ‘Şüphesiz benden başka İlah yoktur’ diye vahyetmiş olmayalım; öyleyse bana kulluk edin! (*25) (**25)
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَـٰهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ ﴿٢٥﴾
Ve dediler ki: ‘Rahman, çocuk edindi.’ O, münezzehtir; (onlar), şerefli kılınmış kullardır. (*26)
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمَـٰنُ وَلَدًا ۗ سُبْحَانَهُ ۚ بَلْ عِبَادٌ مُّكْرَمُونَ ﴿٢٦﴾
Sözlü olarak O'nun önüne geçemezler ve onlar, O'nun emrini yaparlar.
لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُم بِأَمْرِهِ يَعْمَلُونَ ﴿٢٧﴾
Onların ellerinde bulunanı ve onların geride bıraktıklarını bilir; şefaat edemezler, gerçekten razı olduğu kimseler müstesna ve onlar, O’nun haşyetinden endişelenen kimselerdir. (*28)
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَىٰ وَهُم مِّنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ ﴿٢٨﴾
Ve onlardan kim derse ki: ‘Muhakkak ben, O’ndan başka bir ilahım,’ artık böylece onun cezası cehennemdir; işte böyle zalimleri cezalandırırız.
۞ وَمَن يَقُلْ مِنْهُمْ إِنِّي إِلَـٰهٌ مِّن دُونِهِ فَذَٰلِكَ نَجْزِيهِ جَهَنَّمَ ۚ كَذَٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ ﴿٢٩﴾
İnkâr eden kimseler, düşünmüyorlar mı ki, gerçekten gökler ve yer ikisi kapalı idi, böylece ikisinin net olarak görünmesini sağladık ve canlı her şeyi sudan yarattık. Hâlâ iman etmeyecekler mi! (*30-33)
أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا ۖ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ ۖ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ ﴿٣٠﴾
Onları sarsar diye sabit dağları yeryüzünde yarattık (*31) ve orada geniş yolları var ettik, ta ki onlar, hidayete ersinler. (**31)
وَجَعَلْنَا فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَن تَمِيدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا فِيهَا فِجَاجًا سُبُلًا لَّعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ ﴿٣١﴾
Göğü, korunmuş bir tavan yaptık ve onlar, o ayetlerden yüzçeviren kimselerdir. (*32)
وَجَعَلْنَا السَّمَاءَ سَقْفًا مَّحْفُوظًا ۖ وَهُمْ عَنْ آيَاتِهَا مُعْرِضُونَ ﴿٣٢﴾
Ve O’dur ki, geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yarattı; her biri bir yörüngede yüzmektedir. (*33)
وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ ۖ كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ﴿٣٣﴾
Senden önce hiçbir beşerî ölümsüz kılmadık, şimdi şayet sen ölürsen böylece onlar, ebedi mi kalacaklar.
وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ ۖ أَفَإِن مِّتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ ﴿٣٤﴾
Her nefis ölümü tadacak ve sizi imtihan edeceğiz, şer ile ve hayır (*35) ile deneyeceğiz (**35) ve Bize döndürüleceksiniz. (***35)
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ۗ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً ۖ وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ ﴿٣٥﴾
İnkâr eden kimseler, seni gördükleri zaman doğrusu seni ancak alaya alırlar: ‘Bu kimse mi ilahlarınız hakkında konuşuyor?’ Ve onlar, Rahman’ın vahyini/zikrini inkâr edenlerin kendileridir. (*36)
وَإِذَا رَآكَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِن يَتَّخِذُونَكَ إِلَّا هُزُوًا أَهَـٰذَا الَّذِي يَذْكُرُ آلِهَتَكُمْ وَهُم بِذِكْرِ الرَّحْمَـٰنِ هُمْ كَافِرُونَ ﴿٣٦﴾
İnsan, aceleci yaratılmıştır; ayetlerimi yakında size göstereceğim, ancak benden acele istemeyin. (*37)
خُلِقَ الْإِنسَانُ مِنْ عَجَلٍ ۚ سَأُرِيكُمْ آيَاتِي فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ ﴿٣٧﴾
Ve diyorlar ki: ‘Bu vadedilen ne zaman? Gerçekten doğru kimseler iseniz.’ (*38)
وَيَقُولُونَ مَتَىٰ هَـٰذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿٣٨﴾
İnkâr eden kimseler, bilmiş olsalardı ateşi yüzlerinden ve sırtlarından çeviremeyecekleri zamanı! Ve onlara yardım edilmeyecektir.
لَوْ يَعْلَمُ الَّذِينَ كَفَرُوا حِينَ لَا يَكُفُّونَ عَن وُجُوهِهِمُ النَّارَ وَلَا عَن ظُهُورِهِمْ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ ﴿٣٩﴾
Bilakis ansızın onlara gelecek, böylece onları şaşkına çevirecek, artık onu geri çeviremezler ve onlar, karşı da çıkamayacaklardır.
بَلْ تَأْتِيهِم بَغْتَةً فَتَبْهَتُهُمْ فَلَا يَسْتَطِيعُونَ رَدَّهَا وَلَا هُمْ يُنظَرُونَ ﴿٤٠﴾
Andolsun senden önceki rasullerle de alay edildi, fakat onlardan alay eden kimseleri, o alay etmiş oldukları şey kuşatıverdi. (*41)
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِّن قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ ﴿٤١﴾
De ki: ‘Gece ve gündüz Rahman’dan kim sizi koruyabilir?’ Aksine onlar, Rab’lerinin zikrinden yüzçevirenlerdir. (*42)
قُلْ مَن يَكْلَؤُكُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ مِنَ الرَّحْمَـٰنِ ۗ بَلْ هُمْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِم مُّعْرِضُونَ ﴿٤٢﴾
Yoksa Bizden başka onları koruyacak ilahları mı var! Onların, kendi nefislerine (bile) yardım etmeye güçleri yetmez ve onlara, Bizden bir dostluk olmaz. 
أَمْ لَهُمْ آلِهَةٌ تَمْنَعُهُم مِّن دُونِنَا ۚ لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَ أَنفُسِهِمْ وَلَا هُم مِّنَّا يُصْحَبُونَ ﴿٤٣﴾
Bilakis bunları ve atalarını faydalandırdık, nihayet onların ömrü uzadı; düşünmüyorlar mı ki Bizim, gerçekten onun etrafından azaltacağımızı, yeri bitireceğimizi! Şimdi galip gelenler onlar mı! (*44)
بَلْ مَتَّعْنَا هَـٰؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ حَتَّىٰ طَالَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ ۗ أَفَلَا يَرَوْنَ أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا ۚ أَفَهُمُ الْغَالِبُونَ ﴿٤٤﴾
De ki: ‘Şüphesiz ancak vahiyle sizi uyarıyorum; sağırlar, davet edildikleri zaman uyarıldıkları şeyi işitmezler.’ (*45)
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُم بِالْوَحْيِ ۚ وَلَا يَسْمَعُ الصُّمُّ الدُّعَاءَ إِذَا مَا يُنذَرُونَ ﴿٤٥﴾
Andolsun Rabb’inin azabından bir esinti onlara dokunsa, muhakkak derler ki: ‘Eyvah bize, şüphesiz biz, zalimlerden imişiz.’
وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ ﴿٤٦﴾
Kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; artık hiçbir nefse haksızlık edilmez, şayet hardalın tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz; hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (*47)
وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا ۖ وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا ۗ وَكَفَىٰ بِنَا حَاسِبِينَ ﴿٤٧﴾
Andolsun Musa ve Harun’a Furkan’ı, aydınlığı ve muttakiler için yol gösterici/zikri verdik. (*48)
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَىٰ وَهَارُونَ الْفُرْقَانَ وَضِيَاءً وَذِكْرًا لِّلْمُتَّقِينَ ﴿٤٨﴾
O kimseler, Rab’lerini görmeden (O’ndan) korkarlar ve onlar, (o Kıyamet) Saatin’den endişe eden kimselerdir. (*49)
الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالْغَيْبِ وَهُم مِّنَ السَّاعَةِ مُشْفِقُونَ ﴿٤٩﴾
Bu, ona indirdiğimiz mübarek bir zikirdir; şimdi siz onu inkâr edenler misiniz! (*50)
وَهَـٰذَا ذِكْرٌ مُّبَارَكٌ أَنزَلْنَاهُ ۚ أَفَأَنتُمْ لَهُ مُنكِرُونَ ﴿٥٠﴾
Andolsun İbrahim’e, daha önceden ona rüşdünü (seçebilme yeteneğini) vermiştik ve Biz, onu bilenler idik. (*51-65)
۞ وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِن قَبْلُ وَكُنَّا بِهِ عَالِمِينَ ﴿٥١﴾
O zaman Babasına ve kavmine dedi ki: ‘Bu heykeller nedir ki, siz ona tutunuyorsunuz.’
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَـٰذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ ﴿٥٢﴾
Dediler ki: 'Babalarımızı ona tapan kimseler bulduk.’
قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءَنَا لَهَا عَابِدِينَ ﴿٥٣﴾
Dedi ki: ‘Andolsun siz ve babalarınız apaçık bir dalalet içerisindesiniz.’
قَالَ لَقَدْ كُنتُمْ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ ﴿٥٤﴾
Dediler ki: ‘Sen bize Hak ile mi geldin, yoksa oyun oynayanlardan mısın?’
قَالُوا أَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ أَمْ أَنتَ مِنَ اللَّاعِبِينَ ﴿٥٥﴾
Dedi ki: 'Bilakis Rabb'iniz, göklerin ve yerin Rabb'idir; O ki, onları yaratmıştır ve ben buna şahitlik edenlerdenim.’
قَالَ بَل رَّبُّكُمْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الَّذِي فَطَرَهُنَّ وَأَنَا عَلَىٰ ذَٰلِكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ ﴿٥٦﴾
Allah'a and olsun ki siz, arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza muhakkak bir plan yapacağım.
وَتَاللَّهِ لَأَكِيدَنَّ أَصْنَامَكُم بَعْدَ أَن تُوَلُّوا مُدْبِرِينَ ﴿٥٧﴾
Derken onların büyüğü hariç, onları paramparça etti; ta ki onlar ona müracaat etsinler.
فَجَعَلَهُمْ جُذَاذًا إِلَّا كَبِيرًا لَّهُمْ لَعَلَّهُمْ إِلَيْهِ يَرْجِعُونَ ﴿٥٨﴾
Dediler ki: ‘Kim yaptı bunu ilahlarımıza, elbette o zalimlerden biridir.’
قَالُوا مَن فَعَلَ هَـٰذَا بِآلِهَتِنَا إِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِمِينَ ﴿٥٩﴾
Dediler ki: ‘Onları konuşan bir delikanlı duymuştuk, ona İbrahim deniliyormuş!'
قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْرَاهِيمُ ﴿٦٠﴾
Dediler ki: ‘Öyleyse getirin onu insanların gözü önüne, ta ki onlar şahitlik etsinler.’
قَالُوا فَأْتُوا بِهِ عَلَىٰ أَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَ ﴿٦١﴾
Dediler ki: ‘Sen mi yaptın bunu ilahlarımıza ey İbrahim?’
قَالُوا أَأَنتَ فَعَلْتَ هَـٰذَا بِآلِهَتِنَا يَا إِبْرَاهِيمُ ﴿٦٢﴾
Dedi ki: ‘Belki o yapmıştır, bu onların büyüğüdür, şimdi onlara sorun, şayet konuşurlarsa.’
قَالَ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَـٰذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِن كَانُوا يَنطِقُونَ ﴿٦٣﴾
Bunun üzerine kendi nefislerine döndüler; sonra dediler ki: ‘Hakikaten sizler zalimlersiniz.’
فَرَجَعُوا إِلَىٰ أَنفُسِهِمْ فَقَالُوا إِنَّكُمْ أَنتُمُ الظَّالِمُونَ ﴿٦٤﴾
Sonra kendi başlarına (düşüncelerine) döndüler: ‘Muhakkak sen de bilirsin ki bunlar konuşmazlar.’
ثُمَّ نُكِسُوا عَلَىٰ رُءُوسِهِمْ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا هَـٰؤُلَاءِ يَنطِقُونَ ﴿٦٥﴾
Dedi ki: ‘O halde siz Allah'ı bırakıp da size fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz!’ (*66-68)
قَالَ أَفَتَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنفَعُكُمْ شَيْئًا وَلَا يَضُرُّكُمْ ﴿٦٦﴾
‘Of size ve Allah'tan başka taptığınız şeylere; akletmeyecek misiniz siz!’
أُفٍّ لَّكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ ۖ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾
Dediler ki: ‘Onu yakın ve yardım edin ilahlarınıza, şayet yapacak kimseler iseniz.’
قَالُوا حَرِّقُوهُ وَانصُرُوا آلِهَتَكُمْ إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ ﴿٦٨﴾
Dedik ki: ‘Ey ateş, serin ve İbrahim’e esenlik ol!’ (*69)
قُلْنَا يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ ﴿٦٩﴾
Ona, bir düzen kurmak istediler, fakat onları, hüsrana uğrayanlar kıldık. (*70)
وَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَخْسَرِينَ ﴿٧٠﴾
Onu (İbrahim’i) kurtardık ve Lut'u, bir yere ulaştırdık ki, âlemler için orası bereketlidir. (*71)
وَنَجَّيْنَاهُ وَلُوطًا إِلَى الْأَرْضِ الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا لِلْعَالَمِينَ ﴿٧١﴾
Ve ona İshak’ı bahşettik ve Yakub’u da fazladan verdik ve hepsini salihlerden kıldık.
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ نَافِلَةً ۖ وَكُلًّا جَعَلْنَا صَالِحِينَ ﴿٧٢﴾
Onları, emrimizle hidayete ileten önderler kıldık ve onlara hayırlar yapmayı, namazı ikame etmeyi, (*73) zekâtı vermeyi vahyettik, (onlar), bize kulluk edenlerdi. (**73)
وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ ۖ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ ﴿٧٣﴾
Ve Lut, ona hüküm ve ilim verdik ve bir kentten onu kurtardık ki, iğrençlik yapıyorlardı; gerçekten onlar, çok kötü fasıklar kavmi idiler. (*74)
وَلُوطًا آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَت تَّعْمَلُ الْخَبَائِثَ ۗ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِقِينَ ﴿٧٤﴾
Onu, rahmetimizin içine koyduk; şüphesiz o, salihlerden idi.
وَأَدْخَلْنَاهُ فِي رَحْمَتِنَا ۖ إِنَّهُ مِنَ الصَّالِحِينَ ﴿٧٥﴾
Ve Nuh, önceden bize nida etmişti, bunun üzerine ona karşılık verdik, böylece onu ve ailesini büyük bir üzüntüden kurtardık.
وَنُوحًا إِذْ نَادَىٰ مِن قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ ﴿٧٦﴾
Ayetlerimizi yalanlayan kimselerin kavminden onu kurtardık, şüphesiz onlar, kötü bir kavim idiler, böylece onların hepsini boğduk. (*77)
وَنَصَرْنَاهُ مِنَ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٧٧﴾
Davud ve Süleyman, bir zaman bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı; o zaman bir kavmin koyunları, onu atıp dağıtmışlardı ve Biz, onların hükmüne şahitler idik. (*78)
وَدَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ إِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ إِذْ نَفَشَتْ فِيهِ غَنَمُ الْقَوْمِ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِدِينَ ﴿٧٨﴾
Bunun üzerine Süleyman’a onu kavrattık ve her birine hüküm ve ilim verdik; Davud ile beraber tesbih eden dağları ve kuşları boyun eğdirdik ve yapanlar Biz idik.
فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ ۚ وَكُلًّا آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا ۚ وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ ۚ وَكُنَّا فَاعِلِينَ ﴿٧٩﴾
Sizi sıkıntıdan koruması için sizin için elbise yapmayı ona öğretmiştik, artık siz şükrediyor musunuz? (*80)
وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَّكُمْ لِتُحْصِنَكُم مِّن بَأْسِكُمْ ۖ فَهَلْ أَنتُمْ شَاكِرُونَ ﴿٨٠﴾
Ve Süleyman’a, şiddetli esen rüzgârı (boyun eğdirdik), onun emriyle akıp giderdi yeryüzüne ki, orayı bereketli kılmıştık; Biz her şeyi bilenleriz. (*81)
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ عَاصِفَةً تَجْرِي بِأَمْرِهِ إِلَى الْأَرْضِ الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا ۚ وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِمِينَ ﴿٨١﴾
Ve şeytanlardan dalgıçlık yapan kimseler, onun için bundan başka işler de yapıyorlardı ve Biz onları koruyanlar idik.
وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَن يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظِينَ ﴿٨٢﴾
Ve Eyyub, bir zaman Rabb’ine nida etmişti: ‘Gerçekten bana zarar dokundu ve sen merhametlilerin en merhametlisisin!’
۞ وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَىٰ رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ﴿٨٣﴾
Böylece ona cevap verdik, onda zarardan ne varsa giderdik, ailesini ve onlarla beraber onların bir mislini tarafımızdan bir rahmet olarak ona verdik ve (bu), kulluk edenler için bir öğüttür.
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِن ضُرٍّ ۖ وَآتَيْنَاهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُم مَّعَهُمْ رَحْمَةً مِّنْ عِندِنَا وَذِكْرَىٰ لِلْعَابِدِينَ ﴿٨٤﴾
Ve İsmail, İdris, Zulkifl; hepsi de sabredenlerdendi. (*85)
وَإِسْمَاعِيلَ وَإِدْرِيسَ وَذَا الْكِفْلِ ۖ كُلٌّ مِّنَ الصَّابِرِينَ ﴿٨٥﴾
Onları rahmetimize soktuk, şüphesiz onlar salihlerdendi.
وَأَدْخَلْنَاهُمْ فِي رَحْمَتِنَا ۖ إِنَّهُم مِّنَ الصَّالِحِينَ ﴿٨٦﴾
Ve Zünnun (balık sahibi Yunus); kızarak gitmişti, ancak zannetti ki, gerçekten ona güç yetiremeyeceğiz, nihayet karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, Senin şanın yücedir, şüphesiz ben zalimlerden oldum!’ diye nida etti.
وَذَا النُّونِ إِذ ذَّهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَن لَّن نَّقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَىٰ فِي الظُّلُمَاتِ أَن لَّا إِلَـٰهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ ﴿٨٧﴾
Bunun üzerine ona cevap verdik ve onu sıkıntıdan kurtardık, işte Biz, Mü’minleri böyle kurtarırız.
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ ۚ وَكَذَٰلِكَ نُنجِي الْمُؤْمِنِينَ ﴿٨٨﴾
Ve Zekeriya o zaman Rabb’ine nida etmişti: ‘Rabb’im, beni tek bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın.’
وَزَكَرِيَّا إِذْ نَادَىٰ رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْنِي فَرْدًا وَأَنتَ خَيْرُ الْوَارِثِينَ ﴿٨٩﴾
Ona cevap verdik ve ona Yahya’yı bahşettik, eşini de onun için ıslah ettik. Gerçekten onlar, hayırlarda yarışır, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize gönülden saygı duyarlardı.
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيَىٰ وَأَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًا ۖ وَكَانُوا لَنَا خَاشِعِينَ ﴿٩٠﴾
Ve o (Meryem’i) ki, o iffetini korumuştu, böylece ruhumuzdan ona üflemiştik, onu ve Oğlu’nu, âlemler için bir ayet kıldık. (*91)
وَالَّتِي أَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فِيهَا مِن رُّوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَا آيَةً لِّلْعَالَمِينَ ﴿٩١﴾
Gerçekten bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir (*92) ve Ben, sizin Rabb’inizim; öyleyse bana kulluk edin. (*92-93)
إِنَّ هَـٰذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ ﴿٩٢﴾
Onlar, aralarında işlerini parçaladılar, hepsi Bize döneceklerdir.
وَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ ۖ كُلٌّ إِلَيْنَا رَاجِعُونَ ﴿٩٣﴾
Artık kim, salih amellerden işlerse ve o, Mü’min olursa, işte onun çalışması inkâr edilmeyecek ve şüphesiz Biz, onu yazanlarız.
فَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِسَعْيِهِ وَإِنَّا لَهُ كَاتِبُونَ ﴿٩٤﴾
Ve o helak ettiğimiz kent (onlara) haramdır, şüphesiz onlar, geri dönemezler.
وَحَرَامٌ عَلَىٰ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ ﴿٩٥﴾
Nihayet o zaman Ye’cuc ve Me’cuc’un (önü) açılır ve onlar, her tepeden kopup gelirler.
حَتَّىٰ إِذَا فُتِحَتْ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ وَهُم مِّن كُلِّ حَدَبٍ يَنسِلُونَ ﴿٩٦﴾
Vadedilen Hak, yaklaşmıştır, işte o zaman o inkâr eden kimselerin gözleri donup kalır: ‘Vah bize, gerçekten bundan gaflet içerisinde idik, bilakis biz, zalimlerdendik.’ (*97)
وَاقْتَرَبَ الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ الَّذِينَ كَفَرُوا يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَـٰذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ ﴿٩٧﴾
Şüphesiz siz ve Allah’tan başka itaat ettikleriniz cehennemin yakıtısınız, sizler, ona varacaksınız.
إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ أَنتُمْ لَهَا وَارِدُونَ ﴿٩٨﴾
Şayet ilahlar olsaydı, ona varmazlardı ve hepsi orada ebedi kalacaklar. (*99)
لَوْ كَانَ هَـٰؤُلَاءِ آلِهَةً مَّا وَرَدُوهَا ۖ وَكُلٌّ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿٩٩﴾
Onlar için orada inleme vardır ve onlar, orada işitmeyecekler.
لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَهُمْ فِيهَا لَا يَسْمَعُونَ ﴿١٠٠﴾
Şüphesiz öne geçmiş kimselere, onlar için Bizden güzellik vardır, işte onlar, ondan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır.
إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِّنَّا الْحُسْنَىٰ أُولَـٰئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ ﴿١٠١﴾
Onu, hissetmezler, işitmezler ve onlar, nefislerinin arzuladığı şeyler içerisinde ebedi kalırlar. (*102)
لَا يَسْمَعُونَ حَسِيسَهَا ۖ وَهُمْ فِي مَا اشْتَهَتْ أَنفُسُهُمْ خَالِدُونَ ﴿١٠٢﴾
En büyük korku, onları tasalandırmaz, melekler onları karşılarlar: ‘Bu, sizin gününüzdür, o ki, size vadedilmişti!’ (*103)
لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْأَكْبَرُ وَتَتَلَقَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ هَـٰذَا يَوْمُكُمُ الَّذِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ ﴿١٠٣﴾
O gün, isimleri saklarız, kitapların kayıtları saklandığı gibi; başlangıçta olduğu gibi önceki yaratılışına onu döndürürüz. (*104)
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ ۚ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُّعِيدُهُ ۚ وَعْدًا عَلَيْنَا ۚ إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ ﴿١٠٤﴾
Andolsun Tevrat’tan/Zikir’den sonra Zebur’da da yazmıştık, şüphesiz yeryüzüne, salih kullarım ona varis olacaklar. (*105)
وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ ﴿١٠٥﴾
Şüphesiz buna, kulluk edenler toplumu elbette ulaşacaktır.
إِنَّ فِي هَـٰذَا لَبَلَاغًا لِّقَوْمٍ عَابِدِينَ ﴿١٠٦﴾
Âlemler için rahmetten başka (bir sebeple) seni göndermedik. (*107)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ ﴿١٠٧﴾
De ki: ‘Şüphesiz bana vahyolunuyor ki ilahınız, gerçekten yalnızca tek bir ilahtır; artık siz Müslümanlar olacak mısınız?’
قُلْ إِنَّمَا يُوحَىٰ إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَـٰهُكُمْ إِلَـٰهٌ وَاحِدٌ ۖ فَهَلْ أَنتُم مُّسْلِمُونَ ﴿١٠٨﴾
Artık şayet yüzçevirirlerse o halde de ki: ‘Ben size eşit bir şekilde duyurdum ve gerçekten haber vereyim ki, vadedilen şeyin yakın mı uzak mı olduğunu (bilemem.)’
فَإِن تَوَلَّوْا فَقُلْ آذَنتُكُمْ عَلَىٰ سَوَاءٍ ۖ وَإِنْ أَدْرِي أَقَرِيبٌ أَم بَعِيدٌ مَّا تُوعَدُونَ ﴿١٠٩﴾
Şüphesiz O, sözün açığını da bilir ve gizlediğiniz şeyleri de bilir. (*110)
إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ مِنَ الْقَوْلِ وَيَعْلَمُ مَا تَكْتُمُونَ ﴿١١٠﴾
Ve doğrusu haber vereyim belki o, sizin için bir imtihandır ve bir zamana kadar faydalanmadır.
وَإِنْ أَدْرِي لَعَلَّهُ فِتْنَةٌ لَّكُمْ وَمَتَاعٌ إِلَىٰ حِينٍ ﴿١١١﴾
Dedi ki, ‘Rabb’im, Hak ile hükmet ve Rabb’imiz, çok merhametlidir, vasfettiğiniz şeylere karşı (O’ndan) yardım isteyenler olun.’ (*112)
قَالَ رَبِّ احْكُم بِالْحَقِّ ۗ وَرَبُّنَا الرَّحْمَـٰنُ الْمُسْتَعَانُ عَلَىٰ مَا تَصِفُونَ ﴿١١٢﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi