Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Sâd Süresi صۤ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Sād sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 88 âyettir. İsmini 1. âyetteki صٓ (Sād) harfinden alır. Hem Mushaf tertîbine göre hem de iniş sırasına göre 38. sûredir.

Sad, andolsun şerefli Kur’an’a! (*1)
ص ۚ وَالْقُرْآنِ ذِي الذِّكْرِ ﴿١﴾
Bilakis inkâr eden kimseler, bir gurur ve ayrılık içerisindedirler. (*2)
بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي عِزَّةٍ وَشِقَاقٍ ﴿٢﴾
Onlardan önceki nesillerden nicesini helâk ettik, böylece feryat ettiler; artık kaçma vakti geçmişti. (*3)
كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ فَنَادَوا وَّلَاتَ حِينَ مَنَاصٍ ﴿٣﴾
Onlardan bir uyarıcının kendilerine gelmesine gerçekten hayret ettiler ve o kâfirler dedi ki: ‘Bu yalancı bir sihirbazdır. (*4)
وَعَجِبُوا أَن جَاءَهُم مُّنذِرٌ مِّنْهُمْ ۖ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هَـٰذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌ ﴿٤﴾
İlahları bir tek ilah mı yaptı, gerçekten bu, acayip bir şeydir.’
أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَـٰهًا وَاحِدًا ۖ إِنَّ هَـٰذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ ﴿٥﴾
Doğrusu onların ileri gelenleri öne atıldı: ‘Yürüyün, ilahlarınız üzerinde sebat edin; elbette bu, istenilen şeydir. (*6)
وَانطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ أَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلَىٰ آلِهَتِكُمْ ۖ إِنَّ هَـٰذَا لَشَيْءٌ يُرَادُ ﴿٦﴾
Biz bunu öteki millette/dinde işitmedik, şüphesiz bu, ancak eski bir şeydir.’ (*7)
مَا سَمِعْنَا بِهَـٰذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَـٰذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ ﴿٧﴾
Zikir aramızdan ona mı indirildi; bilakis onlar, Zikri’mden şüphe içindedirler; aksine onlar, azabımı tatmadılar!
أَأُنزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِن بَيْنِنَا ۚ بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّن ذِكْرِي ۖ بَل لَّمَّا يَذُوقُوا عَذَابِ ﴿٨﴾
Yoksa Aziz, karşılıksız veren Rabb’inin rahmet hazineleri onların yanında mı! (*9)
أَمْ عِندَهُمْ خَزَائِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ الْعَزِيزِ الْوَهَّابِ ﴿٩﴾
Yahut göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mülkü onların mı; öyleyse (bu) sebepler sayesinde yükselsinler. (*10)
أَمْ لَهُم مُّلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ فَلْيَرْتَقُوا فِي الْأَسْبَابِ ﴿١٠﴾
Bir ordudur ki, hiziplerden oluşmuş, orada bozguna uğratılacaktır.
جُندٌ مَّا هُنَالِكَ مَهْزُومٌ مِّنَ الْأَحْزَابِ ﴿١١﴾
Onlardan önce Nuh kavmi, Ad ve kazıklar sâhibi Fir'avn da yalanlamıştı. (*12) (*12-14)
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَفِرْعَوْنُ ذُو الْأَوْتَادِ ﴿١٢﴾
Semud, Lut kavmi ve Eyke halkı; işte onlar da hiziplerdi. (*13)
وَثَمُودُ وَقَوْمُ لُوطٍ وَأَصْحَابُ الْأَيْكَةِ ۚ أُولَـٰئِكَ الْأَحْزَابُ ﴿١٣﴾
Şüphesiz hepsi, ancak rasulleri yalanladı, böylece cezamı hak ettiler.
إِن كُلٌّ إِلَّا كَذَّبَ الرُّسُلَ فَحَقَّ عِقَابِ ﴿١٤﴾
Bunlar da sadece bir tek çığlık gözetliyorlar; onun dışında hiçbir şey yoktur.
وَمَا يَنظُرُ هَـٰؤُلَاءِ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَّا لَهَا مِن فَوَاقٍ ﴿١٥﴾
Dediler ki: ‘Rabb’imiz, hesap gününden önce çok acil bizi parça parça et.’
وَقَالُوا رَبَّنَا عَجِّل لَّنَا قِطَّنَا قَبْلَ يَوْمِ الْحِسَابِ ﴿١٦﴾
Sabret, (*17) onların dedikleri şeylere ve güç sahibi Davud’u hatırla; doğrusu o, çok yönelirdi. (**17) (*17-20)
اصْبِرْ عَلَىٰ مَا يَقُولُونَ وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُودَ ذَا الْأَيْدِ ۖ إِنَّهُ أَوَّابٌ ﴿١٧﴾
Doğrusu Biz, dağlara boyun eğdirdik; (*18) akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi. (**18)
إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ ﴿١٨﴾
Toplanmış halde kuşlar da, hepsi ona yönelirdi.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً ۖ كُلٌّ لَّهُ أَوَّابٌ ﴿١٩﴾
Onun mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve ayırt edici bir hitabet verdik. (*20)
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ ﴿٢٠﴾
Sana davacıların haberi verildi mi; hani mihraba çıkmışlardı.
۞ وَهَلْ أَتَاكَ نَبَأُ الْخَصْمِ إِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَ ﴿٢١﴾
O zaman Davud’un yanına girmişlerdi, bu yüzden onlardan ürkmüştü; dediler ki: ‘Korkma, biz iki davacıyız, birimiz birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet ve aşırı gitme, bize eşit olan yolu göster.’ (*22)
إِذْ دَخَلُوا عَلَىٰ دَاوُودَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ ۖ قَالُوا لَا تَخَفْ ۖ خَصْمَانِ بَغَىٰ بَعْضُنَا عَلَىٰ بَعْضٍ فَاحْكُم بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَا إِلَىٰ سَوَاءِ الصِّرَاطِ ﴿٢٢﴾
Doğrusu bu kardeşimdir, onun doksan dokuz koyunu var; benim ise bir tek koyunum var, ancak dedi ki: ‘Onun sorumluluğunu bana ver’ ve konuşmada bana üstün geldi.
إِنَّ هَـٰذَا أَخِي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ فَقَالَ أَكْفِلْنِيهَا وَعَزَّنِي فِي الْخِطَابِ ﴿٢٣﴾
(Davud) dedi ki: ‘Andolsun senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir; şüphesiz karıştıranlardan birçoğu onların biri diğerine zulmeder, iman edip salih amel işleyen kimseler müstesna ve onlar da ne kadar azdır!’ Davud, gerçekten onu imtihan ettiğimizi sandı, bu yüzden Rabb’inden mağfiret diledi, eğilerek yüzüstü kapandı ve tevbe etti. (*24)
قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ إِلَىٰ نِعَاجِهِ ۖ وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنَ الْخُلَطَاءِ لَيَبْغِي بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَلِيلٌ مَّا هُمْ ۗ وَظَنَّ دَاوُودُ أَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَأَنَابَ ۩ ﴿٢٤﴾
Böylece ondan bunu bağışladık ve şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir yeri vardır.
فَغَفَرْنَا لَهُ ذَٰلِكَ ۖ وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَىٰ وَحُسْنَ مَآبٍ ﴿٢٥﴾
Ey Davud, şüphesiz Biz seni, yeryüzünde halife yaptık; (*26) öyleyse insanlar arasında Hak ile hükmet; hevana tâbi olma, sonra seni Allah yolundan saptırır; şüphesiz Allah yolundan sapan kimseler, onlar için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır. (**26)
يَا دَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ فَاحْكُم بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوَىٰ فَيُضِلَّكَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ ۚ إِنَّ الَّذِينَ يَضِلُّونَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ ﴿٢٦﴾
Göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri boşuna yaratmadık; bu, inkâr eden kimselerin zannıdır; (*27) bu yüzden ateşten dolayı vay inkâr eden kimselere! (**27)
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاءَ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ۚ ذَٰلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا ۚ فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ ﴿٢٧﴾
Yoksa Biz, iman edip salih amel işleyen kimseleri, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız, yoksa muttakileri günahkârlar gibi mi tutacağız! (*28)
أَمْ نَجْعَلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِدِينَ فِي الْأَرْضِ أَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّقِينَ كَالْفُجَّارِ ﴿٢٨﴾
Sana o Kitabı indirdik, mübarektir, onun ayetlerini düşünsünler ve temiz akıl sâhipleri öğüt alsınlar. (*29)
كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُولُو الْأَلْبَابِ ﴿٢٩﴾
Davud’a, Süleyman’ı ihsan ettik; ne güzel kuldu, şüphesiz o, (Bize) yönelirdi.
وَوَهَبْنَا لِدَاوُودَ سُلَيْمَانَ ۚ نِعْمَ الْعَبْدُ ۖ إِنَّهُ أَوَّابٌ ﴿٣٠﴾
Ona, akşamüstü safkan iyi cins atlar gösterildiğinde.
إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُ ﴿٣١﴾
Hemen dedi ki: ‘Şüphesiz benim mal sevgisine muhabbetim, Rabb’imi sevmemdendir;’ nihâyet perde ile gizlendi. (*32)
فَقَالَ إِنِّي أَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَن ذِكْرِ رَبِّي حَتَّىٰ تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ ﴿٣٢﴾
‘Onları bana geri getirin,’ yine bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
رُدُّوهَا عَلَيَّ ۖ فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْأَعْنَاقِ ﴿٣٣﴾
Andolsun Biz, Süleyman’ı denedik ve onu, tahtı üzerine ceset olarak bıraktık, sonra (Bize) yöneldi.
وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمَانَ وَأَلْقَيْنَا عَلَىٰ كُرْسِيِّهِ جَسَدًا ثُمَّ أَنَابَ ﴿٣٤﴾
Dedi ki: ‘Rabb’im, beni bağışla ve bana bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimseye nasip olmasın, (*35) şüphesiz Sen, çok lütfeden Sensin!’ (**35)
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَهَبْ لِي مُلْكًا لَّا يَنبَغِي لِأَحَدٍ مِّن بَعْدِي ۖ إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ ﴿٣٥﴾
Bunun üzerine rüzgârı ona boyun eğdirdik; o, emriyle yumuşak her yere çevirirdi.
فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاءً حَيْثُ أَصَابَ ﴿٣٦﴾
Ve şeytanları, her bina yapan ve dalgıcı.
وَالشَّيَاطِينَ كُلَّ بَنَّاءٍ وَغَوَّاصٍ ﴿٣٧﴾
Zincirle birbirine bağlanmış başkaları. (*38)
وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ ﴿٣٨﴾
Bu, Bizim lütfumuzdur, artık ihsan et yahut tut (verme,) hesapsızdır. (*39)
هَـٰذَا عَطَاؤُنَا فَامْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٩﴾
Şüphesiz onun, yanımızda yakınlığı ve güzel bir yeri vardır.
وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَىٰ وَحُسْنَ مَآبٍ ﴿٤٠﴾
Kulumuz Eyyub’u da an; o zaman Rabb’ine nida etmişti: ‘Doğrusu şeytan, bana bitkinlik ve elem dokundurdu.’
وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَىٰ رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ ﴿٤١﴾
Ayağınla hızla vur, bu yıkanacak bir serinlik ve içecek.
ارْكُضْ بِرِجْلِكَ ۖ هَـٰذَا مُغْتَسَلٌ بَارِدٌ وَشَرَابٌ ﴿٤٢﴾
Ona, bizden bir rahmet olarak ailesini ve onlarla beraber onların bir mislini bağışladık, (bu), akıl sahipleri için bir öğüttür.
وَوَهَبْنَا لَهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُم مَّعَهُمْ رَحْمَةً مِّنَّا وَذِكْرَىٰ لِأُولِي الْأَلْبَابِ ﴿٤٣﴾
Ve eline bir demet sap al, böylece onunla vur ve sakın yeminini bozma. Gerçekten Biz onu, sabreder bulduk, ne güzel kuldu, şüphesiz o, (Bize) yönelirdi.
وَخُذْ بِيَدِكَ ضِغْثًا فَاضْرِب بِّهِ وَلَا تَحْنَثْ ۗ إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا ۚ نِّعْمَ الْعَبْدُ ۖ إِنَّهُ أَوَّابٌ ﴿٤٤﴾
Kuvvet ve basiret sahibi kullarımız İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub'u an.
وَاذْكُرْ عِبَادَنَا إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ أُولِي الْأَيْدِي وَالْأَبْصَارِ ﴿٤٥﴾
Şüphesiz şerefli yurdu, halis olmalarından onlara tahsis ettik. (*46)
إِنَّا أَخْلَصْنَاهُم بِخَالِصَةٍ ذِكْرَى الدَّارِ ﴿٤٦﴾
Ve gerçekten onlar, yanımızda elbette seçkinlerden, hayırlılardandır. (*47)
وَإِنَّهُمْ عِندَنَا لَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ الْأَخْيَارِ ﴿٤٧﴾
İsmail’i, Elyesa'ı, Zülkifil'i de an; hepsi de hayırlılardandır.
وَاذْكُرْ إِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْكِفْلِ ۖ وَكُلٌّ مِّنَ الْأَخْيَارِ ﴿٤٨﴾
Bu, bir hatırlatmadır; şüphesiz muttakiler için gerçekten güzel bir gelecek vardır.
هَـٰذَا ذِكْرٌ ۚ وَإِنَّ لِلْمُتَّقِينَ لَحُسْنَ مَآبٍ ﴿٤٩﴾
Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri!
جَنَّاتِ عَدْنٍ مُّفَتَّحَةً لَّهُمُ الْأَبْوَابُ ﴿٥٠﴾
Orada (koltuklara) yaslanmışlardır, orada birçok meyve ve içecek isterler.
مُتَّكِئِينَ فِيهَا يَدْعُونَ فِيهَا بِفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ وَشَرَابٍ ﴿٥١﴾
Ve onların yanında yaşanacak görülmemiş bir saray vardır. (*52) (**52)
۞ وَعِندَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ أَتْرَابٌ ﴿٥٢﴾
Bu, hesap günü için size vadedilen şeydir!
هَـٰذَا مَا تُوعَدُونَ لِيَوْمِ الْحِسَابِ ﴿٥٣﴾
Şüphesiz bu, bizim rızkımızdır, onun hiç tükenmesi yoktur!
إِنَّ هَـٰذَا لَرِزْقُنَا مَا لَهُ مِن نَّفَادٍ ﴿٥٤﴾
Bu, gerçekten tuğyan edenler için en kötü dönüş yeridir. (*55)
هَـٰذَا ۚ وَإِنَّ لِلطَّاغِينَ لَشَرَّ مَآبٍ ﴿٥٥﴾
Cehennem! Ona atılırlar; işte kötü kalınacak yerdir! (*56)
جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا فَبِئْسَ الْمِهَادُ ﴿٥٦﴾
Bu (böyledir), artık o sıcakta ve karanlıkta yaşasınlar. (*57)
هَـٰذَا فَلْيَذُوقُوهُ حَمِيمٌ وَغَسَّاقٌ ﴿٥٧﴾
Ve daha başka bukağılardan çift çift var.
وَآخَرُ مِن شَكْلِهِ أَزْوَاجٌ ﴿٥٨﴾
Bu gruplar sizinle beraber sokulacaklar, onlara rahatlık yoktur, elbette onlar, ateşe yaslanacaklardır.
هَـٰذَا فَوْجٌ مُّقْتَحِمٌ مَّعَكُمْ ۖ لَا مَرْحَبًا بِهِمْ ۚ إِنَّهُمْ صَالُو النَّارِ ﴿٥٩﴾
Dediler ki: ‘Bilakis siz, size rahatlık yok, siz bize onu hazırladınız; işte kötü durulacak bir yer!’
قَالُوا بَلْ أَنتُمْ لَا مَرْحَبًا بِكُمْ ۖ أَنتُمْ قَدَّمْتُمُوهُ لَنَا ۖ فَبِئْسَ الْقَرَارُ ﴿٦٠﴾
Dediler ki: ‘Rabb’imiz, bunu bize kim hazırladıysa, ateşteki azabı ona iki kat artır!’ (*61)
قَالُوا رَبَّنَا مَن قَدَّمَ لَنَا هَـٰذَا فَزِدْهُ عَذَابًا ضِعْفًا فِي النَّارِ ﴿٦١﴾
Dediler ki: ‘Bize ne oldu ki, kötülerden kendilerini saymış olduğumuz adamları görmüyoruz. (*62)
وَقَالُوا مَا لَنَا لَا نَرَىٰ رِجَالًا كُنَّا نَعُدُّهُم مِّنَ الْأَشْرَارِ ﴿٦٢﴾
Onları alaya alırdık, yoksa gözler mi onlardan kaydı!’
أَتَّخَذْنَاهُمْ سِخْرِيًّا أَمْ زَاغَتْ عَنْهُمُ الْأَبْصَارُ ﴿٦٣﴾
Şüphesiz bu, kesin bir gerçektir, ateş halkının çekişmesidir.
إِنَّ ذَٰلِكَ لَحَقٌّ تَخَاصُمُ أَهْلِ النَّارِ ﴿٦٤﴾
De ki: ‘Şüphesiz ben ancak bir uyarıcıyım; Mutlak Galip Bir olan Allah'tan başka ilah yoktur. (*65)
قُلْ إِنَّمَا أَنَا مُنذِرٌ ۖ وَمَا مِنْ إِلَـٰهٍ إِلَّا اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ ﴿٦٥﴾
Göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabb’idir, Aziz’dir, Ğaffar’dır.’
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ ﴿٦٦﴾
De ki: ‘O, büyük bir haberdir.
قُلْ هُوَ نَبَأٌ عَظِيمٌ ﴿٦٧﴾
Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.’ (*68)
أَنتُمْ عَنْهُ مُعْرِضُونَ ﴿٦٨﴾
Benim hiçbir bilgim olmadı, mele-i â’lâda tartıştıkları zaman.
مَا كَانَ لِيَ مِنْ عِلْمٍ بِالْمَلَإِ الْأَعْلَىٰ إِذْ يَخْتَصِمُونَ ﴿٦٩﴾
Şüphesiz bana ancak vahyediliyor, şüphesiz ben, apaçık bir uyarıcıyım. (*70)
إِن يُوحَىٰ إِلَيَّ إِلَّا أَنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُّبِينٌ ﴿٧٠﴾
O zaman Rabb’in meleklere demişti ki: ‘Gerçekten Ben, çamurdan bir insan yaratacağım. (*71)
إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِّن طِينٍ ﴿٧١﴾
Artık onu düzenlediğim (*72) ve ruhumdan ona üflediğim (**72) zaman onun için hemen secdeye kapanın.’ (***72)
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ ﴿٧٢﴾
Bunun üzerine meleklerin hepsi topluca secde ettiler.
فَسَجَدَ الْمَلَائِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ ﴿٧٣﴾
Ancak İblis, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. (*74) (*74-75)
إِلَّا إِبْلِيسَ اسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ ﴿٧٤﴾
(Rabb’in) dedi ki: ‘Ey İblis, ellerimle (kudretimle) yarattığım o şey için secde etmekten seni men eden nedir? Büyüklendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?’ (*75)
قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَن تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ ۖ أَسْتَكْبَرْتَ أَمْ كُنتَ مِنَ الْعَالِينَ ﴿٧٥﴾
Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın ve onu çamurdan yarattın.’
قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِّنْهُ ۖ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ ﴿٧٦﴾
(Rabb’in) dedi ki: ‘Haydi çık oradan, artık gerçekten sen kovuldun.’
قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ ﴿٧٧﴾
‘Ve şüphesiz din gününe (*78) kadar lânetim senin üzerinedir!’ (**78)
وَإِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَتِي إِلَىٰ يَوْمِ الدِّينِ ﴿٧٨﴾
(İblis) dedi ki: ‘Rabb’im, öyleyse yeniden diriltilecekleri güne kadar bana yetki ver.’
قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِي إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿٧٩﴾
(Rabb’in) dedi ki: ‘Artık sen yetki verilenlerdensin.’
قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنظَرِينَ ﴿٨٠﴾
‘Bilinen vaktin gününe kadar.’
إِلَىٰ يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ ﴿٨١﴾
(İblis) dedi ki: ‘O halde Senin izzetine andolsun, onların tümünü saptıracağım. (*82) (**82)
قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٨٢﴾
Onlardan ihlaslı kulların hariç.’ (*83)
إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ ﴿٨٣﴾
(Rabb’in) dedi ki: ‘İşte Hak ve Hakkı söylüyorum.
قَالَ فَالْحَقُّ وَالْحَقَّ أَقُولُ ﴿٨٤﴾
Elbette cehennemi senden ve sana tâbi olan kimselerin hepsiyle dolduracağım!’ (*85)
لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنكَ وَمِمَّن تَبِعَكَ مِنْهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٨٥﴾
De ki: ‘Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum ve ben mükellef tutanlardan değilim.’ (*86)
قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُتَكَلِّفِينَ ﴿٨٦﴾
Şüphesiz o, âlemler için ancak bir öğüttür.
إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ ﴿٨٧﴾
Ve mutlaka bir süre sonra onun haberini bileceksiniz!
وَلَتَعْلَمُنَّ نَبَأَهُ بَعْدَ حِينٍ ﴿٨٨﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi