Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Kehf Süresi الْكَهْفِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Mekke’de nazil olmuştur. 110 ayettir. İsmini, Ashab-ı Kehf’in kıssasının geçtiği Kehf (Mağara) kelimesinden almıştır. Sure, Ashab-ı Kehf kıssasından başka yüce Allah’ın verdiği nimetlerle şımarıp Rabb’ine şirk koşan adamı, Hz. Musa (as) ile kendisine ilim verilen kişiyi, Hz. Zulkarneyn (as)’ın kıssasını konu edinmektedir. Mushaf tertibine göre 18. nüzul sırasına göre 69. suredir.

Hamdolsun Allah’a! O ki, kuluna Kitab’ı indirdi ve ona hiçbir pürüz koymadı. (*1)
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَىٰ عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجًا ۜ ﴿١﴾
Düzenleyerek Kendi katından, şiddetli belaya karşı uyarsın ve salih amel işleyen Mü’minleri müjdelesin, (*2) şüphesiz onlara güzel bir mükâfat vardır. (**2)
قَيِّمًا لِّيُنذِرَ بَأْسًا شَدِيدًا مِّن لَّدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا حَسَنًا ﴿٢﴾
Orada ebediyen yaşayacaklardır.
مَّاكِثِينَ فِيهِ أَبَدًا ﴿٣﴾
Ve: ‘Allah, çocuk edindi’ (*4) diyen kimseleri uyarsın.
وَيُنذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا ﴿٤﴾
Onların ve atalarının o hususta hiçbir bilgisi yoktur; onların ağızlarından büyük söz çıkıyor! Gerçekten onlar, ancak yalan söylüyorlar. (*5)
مَّا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ ۚ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ ۚ إِن يَقُولُونَ إِلَّا كَذِبًا ﴿٥﴾
Şimdi neredeyse sen, bu söze inanmıyorlar diye peşlerinden üzüntüden canına kıyacaksın! (*6)
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَىٰ آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَـٰذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا ﴿٦﴾
Şüphesiz Biz, yeryüzündeki şeyleri ona süs kıldık, onlardan hangisinin daha güzel amel işlediğini deneriz.
إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا ﴿٧﴾
Ve şüphesiz Biz onun üzerinde zayıf olanı yükselten olacağız. (*7)
وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا ﴿٨﴾
Yoksa gerçekten Ashab-ı Kehf ve Rakim’i, şaşılacak ayetlerimizden olduklarını mı sandın! (*9-22)
أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا ﴿٩﴾
Bir zaman gençler, mağaraya sığınmıştı; bunun üzerine dediler ki: ‘Rabb’imiz, tarafından bir rahmeti bize ver ve işimizde doğru yolda olmayı bize sevdir.’
إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا ﴿١٠﴾
Bunun üzerine seneler sayısınca mağarada kulaklarının üzerini örttük.
فَضَرَبْنَا عَلَىٰ آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا ﴿١١﴾
Sonra hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceğini ortaya çıkarmak için onları uyandırdık.
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَىٰ لِمَا لَبِثُوا أَمَدًا ﴿١٢﴾
Biz sana onların haberlerini hakkıyla anlatıyoruz; şüphesiz onlar, Rab’lerine iman etmiş gençlerdi ve onların hidayetlerini artırmıştık. (*13)
نَّحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُم بِالْحَقِّ ۚ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى ﴿١٣﴾
Onların kalplerini (birbirine) bağladığımız zaman kıyam ettiler, sonra dediler ki: ‘Rabb’imiz, göklerin ve yerin Rabb’idir, (*14) biz O’ndan başka ilaha davet edemeyiz, gerçekten o zaman haddi aşarak konuşmuş oluruz.’ (**14)
وَرَبَطْنَا عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَن نَّدْعُوَ مِن دُونِهِ إِلَـٰهًا ۖ لَّقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا ﴿١٤﴾
Bunlar, bizim kavmimiz, O’ndan başka ilahlar edindiler; onların, apaçık bir hüküm (*15) getirmeleri gerekmez miydi, (**15) işte Allah’a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kimdir! (***15)
هَـٰؤُلَاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً ۖ لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ ۖ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا ﴿١٥﴾
O halde onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden uzaklaştınız, öyleyse mağaraya sığının ki (*16) Rabb’iniz, size rahmetini açsın ve size işinizde ihtiyaçlarınızı düzenlesin. (**16)
وَإِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ فَأْوُوا إِلَى الْكَهْفِ يَنشُرْ لَكُمْ رَبُّكُم مِّن رَّحْمَتِهِ وَيُهَيِّئْ لَكُم مِّنْ أَمْرِكُم مِّرْفَقًا ﴿١٦﴾
Görseydin, güneş doğduğu zaman sağ yanlarından mağaralarına eğiliyor, battığı zaman soldan onları makaslayıp geçiyor ve onlar, onun boşluğundadırlar. Bu, Allah’ın ayetlerindendir; Allah, kime hidayet verirse, işte o, hidayet bulmuştur ve kimi dalalette bırakırsa artık onun için veli bir mürşit bulamazsın. (*17)
۞ وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَّزَاوَرُ عَن كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَت تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِّنْهُ ۚ ذَٰلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ ۗ مَن يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ ۖ وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُّرْشِدًا ﴿١٧﴾
Sen onları uyanık sanırdın; onlar, uyuyorlardı ve onları sağ yanlarına ve sol yanlarına çeviriyorduk, köpekleri, iki kolunu uzatmış, sabit duruyordu. Şayet onları görseydin, mutlaka dönüp onlardan kaçardın ve onlardan korku dolardın.
وَتَحْسَبُهُمْ أَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ ۚ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ ۖ وَكَلْبُهُم بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيدِ ۚ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا ﴿١٨﴾
Böylece aralarında birbirlerine sormaları için onları dirilttik; onlardan konuşan biri dedi ki: ‘Ne kadar kaldınız?’ Dediler ki: ‘Bir gün ya da günün bir kısmı (kadar) kaldık.’ Dediler ki: ‘Rabb’iniz, ne kadar kaldığınızı en iyi bilendir; şimdi, birinizi, şu kâğıt paranız ile şehre gönderin, böylece baksın hangi yiyecek daha temiz ise, ondan bir rızık size getirsin ve mutlaka nazik davransın ve sizi biri fark etmesin.’
وَكَذَٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَاءَلُوا بَيْنَهُمْ ۚ قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ ۖ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ ۚ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا أَحَدَكُم بِوَرِقِكُمْ هَـٰذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنظُرْ أَيُّهَا أَزْكَىٰ طَعَامًا فَلْيَأْتِكُم بِرِزْقٍ مِّنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا ﴿١٩﴾
Gerçekten onlar, eğer sizi fark ederlerse taşlarlar yahut kendi dinlerine döndürürler, o zaman ebediyen iflah olamazsınız. (*20)
إِنَّهُمْ إِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَن تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا ﴿٢٠﴾
Böylece onları fark ettirdik ki, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve şüphesiz Saatin/Kıyametin kendisinde şüphe olmadığını gerçekten bilsinler. O zaman onların (Ashab-ı Kehf’in) durumlarını (insanlar) aralarında tartışıyorlardı, sonra dediler ki: ‘Onların üstüne bina yapın.’ Rab’leri, onları en iyi bilendir! Onların durumlarına hâkim (vakıf) olan dedi ki: ‘Onlara uygun bir mescidi mutlaka yapmalıyız.’
وَكَذَٰلِكَ أَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُوا أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَأَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ فِيهَا إِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ أَمْرَهُمْ ۖ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِم بُنْيَانًا ۖ رَّبُّهُمْ أَعْلَمُ بِهِمْ ۚ قَالَ الَّذِينَ غَلَبُوا عَلَىٰ أَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِم مَّسْجِدًا ﴿٢١﴾
Diyecekler ki: ‘(Onlar) üçtür, dördüncüleri köpekleridir’ ve diyecekler ki: ‘Beştir, altıncıları köpekleridir,’ (bu), gaybe taş atmaktır ve diyecekler ki: ‘Yedidir, sekizincileri köpekleridir.’ De ki: ‘Rabb’in, onların sayısını en iyi bilendir;’ pek azı dışında onları bilen yoktur. Artık açık olan gerçek dışında onlar hakkında tartışma ve onlardan hiç kimseye onlar hakkında bir şey sorma!
سَيَقُولُونَ ثَلَاثَةٌ رَّابِعُهُمْ كَلْبُهُمْ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِ ۖ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ ۚ قُل رَّبِّي أَعْلَمُ بِعِدَّتِهِم مَّا يَعْلَمُهُمْ إِلَّا قَلِيلٌ ۗ فَلَا تُمَارِ فِيهِمْ إِلَّا مِرَاءً ظَاهِرًا وَلَا تَسْتَفْتِ فِيهِم مِّنْهُمْ أَحَدًا ﴿٢٢﴾
Bir şey için ‘Mutlaka ben, yarın bunu yapacağım’ deme. (*23)
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَٰلِكَ غَدًا ﴿٢٣﴾
Allah’ın gerçekten dilemesi müstesna ve unuttuğun zaman Rabb’ini hatırla ve de ki: ‘Umarım Rabb’im, bundan daha yakın bir doğruya iletir.’ (*24)
إِلَّا أَن يَشَاءَ اللَّهُ ۚ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَىٰ أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَـٰذَا رَشَدًا ﴿٢٤﴾
Onlar, mağarada üçyüz sene kaldılar ve dokuz (yıl) ilave ettiler.
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿٢٥﴾
De ki: ‘Allah, ne kadar kaldıklarını en iyi bilir; göklerin ve yerin gaybı (*26) O'nundur. Onu (gaybı) iyi görendir en iyi işitendir; onların, O'ndan başka bir velisi yoktur (**26) ve O, hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.’ (***26)
قُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثُوا ۖ لَهُ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۖ أَبْصِرْ بِهِ وَأَسْمِعْ ۚ مَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا ﴿٢٦﴾
Rabb’inin Kitabı’ndan sana vahyedilen (*27) şeyleri oku, (**27) O’nun kelimelerini değiştirebilecek yoktur ve O’ndan başka sığınılacak bulamazsın. (***27)
وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن كِتَابِ رَبِّكَ ۖ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَلَن تَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَدًا ﴿٢٧﴾
Sabret; (*28) nefsini, sabah akşam rızasını isteyerek Rab’lerine davet eden kimselerle beraber tut, (**28) dünya hayatının ziynetini isteyerek gözlerin onlardan sapmasın ve kalbini zikrimizden (***28) gafil kıldığımız, hevasına tâbi olan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme. (****28)
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ ۖ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا ﴿٢٨﴾
De ki: ‘Bu Hak Rabb’inizdendir; artık dileyen kimse şimdi iman etsin, (*29) dileyen kimse böylece inkâr etsin.’ (**29) Şüphesiz Biz, zalimlere bir ateş hazırladık ki, onun duvarı onları kuşatmıştır ve şayet yardım isteseler, yüzleri haşlayan erimiş maden gibi bir su ile yardım edilir; o ne kötü bir içecek ve ne kötü bir yardımdır! (***29)
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ ۖ فَمَن شَاءَ فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاءَ فَلْيَكْفُرْ ۚ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا ۚ وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ ۚ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءَتْ مُرْتَفَقًا ﴿٢٩﴾
Gerçekten iman edip salih amel işleyen kimseler, şüphesiz Biz daha güzel amel işleyen kimsenin mükâfatını zayi etmeyiz. (*30)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا ﴿٣٠﴾
İşte onlara, altlarından nehirler akan Adn cennetleri vardır; orada süsleri, altından bileziklerdir, ince ipek ve atlas kabartmalı yeşil elbiseler giyerler, orada koltuklara yaslanmışlar ne güzel bir mükâfat ve ne güzel bir dinlenme yeridir.
أُولَـٰئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ ۚ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا ﴿٣١﴾
Onlara şu iki adamı misal olarak anlat, ikisinden birine iki üzüm bağı vermiş ve ikisinin etrafını hurmalarla çevirmiş, aralarında ekin bitirmiştik. (*32-42)
۞ وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلًا رَّجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِأَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ أَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًا ﴿٣٢﴾
Her iki bağ yemişlerini vermiş, ondan hiçbir şey eksik etmemiş, aralarından bir de nehir akıtmıştık.
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ آتَتْ أُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِم مِّنْهُ شَيْئًا ۚ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًا ﴿٣٣﴾
Onun, çokça geliri vardı; bu nedenle arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki; ‘Ben malca senden fazlayım ve adamca da güçlüyüm.’ (*34) (*34-43) (**34-43)
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌ فَقَالَ لِصَاحِبِهِ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَنَا أَكْثَرُ مِنكَ مَالًا وَأَعَزُّ نَفَرًا ﴿٣٤﴾
Bağına girdi ve o, kendisine zulmetti; dedi ki: ‘Bunun ebediyen yok olacağını gerçekten zannetmiyorum.’ (*35)
وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ قَالَ مَا أَظُنُّ أَن تَبِيدَ هَـٰذِهِ أَبَدًا ﴿٣٥﴾
‘Ve Saatin/Kıyametin vuku bulacağını da zannetmiyorum, şayet Rabb’ime döndürülsem, elbette ondan daha hayırlısıyla değiştirilmiş olanını bulurum.’ (*36)
وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّدِدتُّ إِلَىٰ رَبِّي لَأَجِدَنَّ خَيْرًا مِّنْهَا مُنقَلَبًا ﴿٣٦﴾
Arkadaşı ona dedi ki: ‘O ki, seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra da seni bir adam olarak düzenleyene nankörlük mü ediyorsun?’ diyerek onunla tartıştı. (*37)
قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَكَفَرْتَ بِالَّذِي خَلَقَكَ مِن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ سَوَّاكَ رَجُلًا ﴿٣٧﴾
‘Lakin O Allah, benim Rabb’imdir ve hiç kimseyi Rabb’ime şirk koşmam!’ (*38)
لَّـٰكِنَّا هُوَ اللَّهُ رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِرَبِّي أَحَدًا ﴿٣٨﴾
‘Bağına girdiğin zaman: ‘MaşaAllah, kuvvet ancak Allah iledir,’ demiş olsaydın ya! Doğrusu mal ve evlatça beni daha az görüyorsun.’
وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاءَ اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ ۚ إِن تَرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا ﴿٣٩﴾
'Ancak umulur ki Rabb’im, senin bağından daha hayırlısını verir ve onun (senin bağının) üzerine gökten hesaplanmış (bir afet) gönderir de böylece kaygan düz bir alan oluverir yahut onun suyu yerin dibine çekiliverir, böylece aramaya güç yetiremezsin.’ (*40)
فَعَسَىٰ رَبِّي أَن يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِّن جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِّنَ السَّمَاءِ فَتُصْبِحَ صَعِيدًا زَلَقًا ﴿٤٠﴾
'Ancak umulur ki Rabb’im, senin bağından daha hayırlısını verir ve onun (senin bağının) üzerine gökten hesaplanmış (bir afet) gönderir de böylece kaygan düz bir alan oluverir yahut onun suyu yerin dibine çekiliverir, böylece aramaya güç yetiremezsin.’ (*40)
أَوْ يُصْبِحَ مَاؤُهَا غَوْرًا فَلَن تَسْتَطِيعَ لَهُ طَلَبًا ﴿٤١﴾
Ve onun ürünü kuşatıldı, böylece sabahleyin ona harcadığı şeyler için kıvranıp dönüyordu ve o (bahçesi) çardakları üzerine yıkılmıştı: ‘Ah, keşke ben, Rabb’ime kimseyi ortak koşmasaydım,’ diyordu.
وَأُحِيطَ بِثَمَرِهِ فَأَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلَىٰ مَا أَنفَقَ فِيهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَىٰ عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُشْرِكْ بِرَبِّي أَحَدًا ﴿٤٢﴾
Allah’tan başka ona yardım eden bir topluluğu da olmadı ve kendisine de yardım edici olmadı.
وَلَمْ تَكُن لَّهُ فِئَةٌ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مُنتَصِرًا ﴿٤٣﴾
Orada velayet Hak olan Allah’a aittir; O, mükâfat bakımından daha hayırlı ve akıbet olarak daha hayırlıdır. (*44) (**44)
هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلَّهِ الْحَقِّ ۚ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا ﴿٤٤﴾
Onlara dünya hayatının misalini anlat ki, gökten indirdiğimiz su gibidir; onunla yeryüzünün bitkisi birbiriyle kaynaşır, sonra rüzgârların savurduğu kırıntılar oluverir. Allah, her şeye muktedir olandır. (*45) (**45)
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ ۗ وَكَانَ اللَّهُ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًا ﴿٤٥﴾
Mal ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür, salih/iyi olanları, Rabb’inin yanında mükâfatça daha hayırlı ve ümit etmek bakımından daha hayırlıdır. (*46) (**46)
الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا ﴿٤٦﴾
O gün, dağları yürütürüz; yeri belirgin bir şekilde (açık) görürsün, onları toplamışız, artık onların hiçbirine farklı davranmadık. (*47)
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْأَرْضَ بَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أَحَدًا ﴿٤٧﴾
Ve saf halinde Rabb’ine arz olunurlar: ‘Andolsun, ilkin sizi yarattığımız gibi bize geldiniz; aksine siz, vadedileni size yapmayacağımızı iddia ediyordunuz!’ (*48)
وَعُرِضُوا عَلَىٰ رَبِّكَ صَفًّا لَّقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ ۚ بَلْ زَعَمْتُمْ أَلَّن نَّجْعَلَ لَكُم مَّوْعِدًا ﴿٤٨﴾
Kitap (önlerine) konulur; artık görürsün ki günahkârlar, onun içindeki şeylerden endişe duyarlar ve derler ki: ‘Eyvah bize, ne oluyor bu kitaba, küçük ve büyük bırakmamış, ancak hesaplamış!' Yaptıkları şeyleri hazır bulmuşlardır, Rabb'in kimseye zulmetmez. (*49)
وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَـٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا ۚ وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا ۗ وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا ﴿٤٩﴾
Meleklere: ‘Âdem için secde edin’ dediğimizde, hemen secde ettiler; (*50) cinlerden olan İblis hariç; (**50) böylece Rabb’inin emrinden saptı. Şimdi siz, benden başka onu ve zürriyetini dostlar mı ediniyorsunuz! Onlar, sizin düşmanınızdır; zalimler için ne kötü bir değişmedir! (***50)
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ ۗ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاءَ مِن دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ ۚ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا ﴿٥٠﴾
Onları, göklerin, yerin ve onları nefislerinin yaratılışında şahit tutmadım ve dalalete düşürenlerden yardımcı da edinmedim.
۞ مَّا أَشْهَدتُّهُمْ خَلْقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَا خَلْقَ أَنفُسِهِمْ وَمَا كُنتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلِّينَ عَضُدًا ﴿٥١﴾
O gün (Allah) der ki: ‘Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz kimseleri çağırın,’ derken onları çağırırlar, ancak onlara icabet etmezler, onların aralarına bir hücre koyduk.
وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَائِيَ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُم مَّوْبِقًا ﴿٥٢﴾
Günahkârlar, ateşi görürler, artık kanaat getirmişlerdir ki, gerçekten kendileri ona düşmüş olacaklar ve ondan uzaklaşacak bir yer bulamamışlardır.
وَرَأَى الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّوا أَنَّهُم مُّوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا ﴿٥٣﴾
Andolsun bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali etraflıca açıkladık, (*54) insan ise, her şeyi çok tartışır oldu. (**54)
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَـٰذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ ۚ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا ﴿٥٤﴾
Kendilerine hidayet geldiği zaman gerçekten iman etmekten ve yalnızca Rab’lerine istiğfar etmekten insanları alıkoyan şey, (*55) ancak öncekilerin yasasının onlara da gelmesi yahut onların karşılarına azabın gelmesi(ni beklemeleri)dir. (**55)
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءَهُمُ الْهُدَىٰ وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ إِلَّا أَن تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا ﴿٥٥﴾
Gönderilenleri, müjdeleyiciler ve uyarıcılar dışında göndermedik; inkâr eden kimseler, batılla geçersiz kılmak için Hakk’ın kendisiyle mücadele ediyorlar, (*56) ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay konusu edindiler. (**56)
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ ۚ وَيُجَادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ ۖ وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَمَا أُنذِرُوا هُزُوًا ﴿٥٦﴾
Rabb’inin ayetleriyle öğüt verilen, fakat ondan yüzçeviren ve ellerinin takdim ettiği şeyi unutandan daha zalim kimdir! Gerçekten Biz onların kalpleri üzerine örtü, onu anlamalarına karşın kulaklarının içine de ağırlık koyduk; şüphesiz onları hidayete çağırsan artık bu durumda ebediyen hidayete ermezler. (*57)
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ ۚ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا ۖ وَإِن تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَىٰ فَلَن يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا ﴿٥٧﴾
Senin Rabb’in, mağfiret eden rahmet sahibidir; şayet onları, kazandıkları ile cezalandırsaydı, elbette onlar için azabı çabuklaştırırdı; bilakis onlara vadedilmiş bir süre vardır ki, ondan başka sığınacak bir yer bulamayacaklardır.
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ ۖ لَوْ يُؤَاخِذُهُم بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ ۚ بَل لَّهُم مَّوْعِدٌ لَّن يَجِدُوا مِن دُونِهِ مَوْئِلًا ﴿٥٨﴾
Şu şehirler, ne zamanki zulmettiler, onları helak ettik ve belirlenen sürede onları yok ettik. (*59) (**59)
وَتِلْكَ الْقُرَىٰ أَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِم مَّوْعِدًا ﴿٥٩﴾
Bir zaman Musa (yanındaki) o gence demişti ki: ‘İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim.’
وَإِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّىٰ أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا ﴿٦٠﴾
‘Yahut uzun bir süre devam edeceğim.’ Fakat ne zamanki ikisinin birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular; ancak o yolunu tutup denizin içine kaçmıştı.
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا ﴿٦١﴾
Artık ne zamanki geçip gittiler, o gence (Musa), dedi ki: ‘Kahvaltımızı bize getir, andolsun bu yolculuğumuz sebebiyle yorgun düştük.’ 
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءَنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَـٰذَا نَصَبًا ﴿٦٢﴾
(O Genç), dedi ki: ‘Gördün mü, kayaya sığındığımız zaman bak, gerçekten ben, balığı unuttum ve gerçekten onu söylemeyi şeytandan başka onu bana unutturmadı ve o, acayip bir şekilde denizin içinde yolunu tuttu.’
قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ ۚ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا ﴿٦٣﴾
(Musa), dedi ki: ‘İşte aramış olduğumuz şey buydu;’ böylece izlerinin üzerini takip ederek geri döndüler.
قَالَ ذَٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ ۚ فَارْتَدَّا عَلَىٰ آثَارِهِمَا قَصَصًا ﴿٦٤﴾
Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki ona, katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِّنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا ﴿٦٥﴾
Musa ona dedi ki: ‘Sana öğretilen doğru şeylerden, bana öğretmen konusunda sana tâbi olabilir miyim?’
قَالَ لَهُ مُوسَىٰ هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَىٰ أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا ﴿٦٦﴾
(O da) dedi ki: ‘Gerçekten sen, benimle beraberliğe sabredip güç yetiremezsin.’ (*67-82)
قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٦٧﴾
‘Ve onun aslını anlamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin?’
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَىٰ مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا ﴿٦٨﴾
(Musa) dedi ki: ‘İnşaAllah, beni sabredici bulursun ve senin emrine asi olmam.’
قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاءَ اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا ﴿٦٩﴾
(O) dedi ki: ‘O halde şayet bana tâbi olacaksan artık sana söyleyinceye kadar bir şey hakkında bana soru sorma.’
قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّىٰ أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا ﴿٧٠﴾
Bunun üzerine (Musa’ya) izin verdi, nihâyet bir gemiye bindikleri zaman onu deldi. (Musa): dedi ki ‘Halkını boğmak için mi gemiyi onu deldin, gerçekten sen düşüncesizce bir şey meydana getirdin!’
فَانطَلَقَا حَتَّىٰ إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا ۖ قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا ﴿٧١﴾
(O da) dedi ki: ‘Demedim mi, gerçekten sen benimle beraber olmaya sabredip güç yetiremezsin!’
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٧٢﴾
(Musa) dedi ki: ‘Unuttuğum şeyden ötürü beni sorumlu tutma ve işimden dolayı güçlük çıkarıp baskı yapma.’
قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا ﴿٧٣﴾
Bunun üzerine izin verdi, nihâyet bir çocukla karşılaştılar, (O kul) hemen onu öldürdü. (Musa) dedi ki: ‘Bir can (karşılığı) olmaksızın masum bir canı mı öldürdün! Gerçekten sen, görülmemiş bir şey meydana getirdin!’
فَانطَلَقَا حَتَّىٰ إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُّكْرًا ﴿٧٤﴾
(O da) dedi ki: ‘Demedim mi, gerçekten sen benimle beraber olmaya sabredip güç yetiremezsin!’
۞ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٧٥﴾
(Musa) dedi ki: ‘Şayet bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma, doğrusu benim tarafımdan sana bir özür ulaşmıştır.’
قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي ۖ قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا ﴿٧٦﴾
Bunun üzerine izin verdi, nihâyet bir kasaba halkına vardıkları zaman oranın halkından yemek istediler, fakat onları misafir edinmeyi reddettiler; derken orada gerçekten yıkılmaya yüztutan bir duvar buldular; hemen onu ıslah ettiler. (Musa) dedi ki: ‘Şayet dileseydin ona karşılık bir ücret alırdın.’
فَانطَلَقَا حَتَّىٰ إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَن يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ ۖ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا ﴿٧٧﴾
(O kul), dedi ki: ‘Bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır, sana sabredip güç yetiremediğin şeylerin yorumunu haber vereceğim.’
قَالَ هَـٰذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ ۚ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا ﴿٧٨﴾
‘Şimdi gemi, denizde çalışan yoksulların idi, böylece onu kusurlu yapmak istedim, onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi gasp edip alan bir kral vardı.’
أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءَهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا ﴿٧٩﴾
‘Çocuğa gelince, onun annesi babası Mü’minlerdi, gerçekten onlara azgınlık ve küfre zorlamasından korktuk.’ (*80)
وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا ﴿٨٠﴾
‘Bu yüzden istedik ki gerçekten Rab’leri, ondan daha hayırlısını, daha temiz ve merhametçe daha yakın olanı karşılık olarak versin.’ (*81)
فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا ﴿٨١﴾
‘Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi, altında onlara ait bir hazine vardı ve babaları da salih biri idi. İşte Rabb’in istedi ki, ikisi güçlü çağlarına ulaşsınlar ve Rabb’inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar; kendi yetkimle onu yapmadım, işte bu, sabredip güç yetiremediğin şeylerin yorumudur.’ (*82)
وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَن يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ ۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ۚ ذَٰلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا ﴿٨٢﴾
Sana, Zülkarneyn’i soruyorlar, de ki: ‘Ondan size bir kıssa okuyacağım.’ (*83-98)
وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ ۖ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا ﴿٨٣﴾
Şüphesiz Biz yeryüzünde onu güçlendirdik ve her şeyin sebebini ona verdik.
إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا ﴿٨٤﴾
Böylece sebepleri takip etti.
فَأَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٨٥﴾
Nihayet güneşin battığı yere ulaştığında, balçıklı bir gözenin içine batarken onu buldu ve onun yanında bir kavme rastladı; dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn ya gerçekten azap edersin ya da gerçekten onları güzellikle tutarsın.’
حَتَّىٰ إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوْمًا ۗ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَن تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْنًا ﴿٨٦﴾
Dedi ki: ‘Şimdi kim zulmederse, artık ona azap edeceğiz, sonra Rabb’ine döndürülecek böylece O, görülmemiş bir azap edecektir.’
قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَىٰ رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُّكْرًا ﴿٨٧﴾
Amma kim iman eder ve salih amel işlerse, işte ona en güzel bir karşılık vardır ve ona, emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz. (*88)
وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَاءً الْحُسْنَىٰ ۖ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْرًا ﴿٨٨﴾
Bundan başka bir sebebi takip etti.
ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٨٩﴾
Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştığında, bir kavmin üzerine doğarken onu buldu, ona karşı da onlar için bir korunak yapmadık.
حَتَّىٰ إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَىٰ قَوْمٍ لَّمْ نَجْعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتْرًا ﴿٩٠﴾
İşte böyle onun yanındaki şeylerin bilgilerini muhafaza ettik.
كَذَٰلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا ﴿٩١﴾
Bundan başka bir sebebi takip etti.
ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٩٢﴾
Nihayet iki seddin arasına ulaştığında onların aşağısında bir kavme rastladı neredeyse hiç söz anlamıyorlardı.
حَتَّىٰ إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوْمًا لَّا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا ﴿٩٣﴾
Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc, yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir, bizim ve onların arasına bir set yapman kaydıyla sana bir vergi verelim mi?
قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلَىٰ أَن تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا ﴿٩٤﴾
Dedi ki: ‘Rabb’imin, kendisiyle beni güçlendirdiği şey daha hayırlıdır; şimdi kuvvetle bana yardım edin de sizinle onlar arasını doldurayım.’
قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا ﴿٩٥﴾
‘Demir kütlelerini bana getirin,’ nihayet ikisini denk getirip düzleyince dedi ki: ‘Üfleyin,’ nihayet ateş haline onu getirdiğinde dedi ki: ‘Getirin bana katranı, onun üzerine dökeyim.’
آتُونِي زُبَرَ الْحَدِيدِ ۖ حَتَّىٰ إِذَا سَاوَىٰ بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انفُخُوا ۖ حَتَّىٰ إِذَا جَعَلَهُ نَارًا قَالَ آتُونِي أُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًا ﴿٩٦﴾
‘Artık ona tırmanmaya gerçekten muktedir olamazlar.’
فَمَا اسْطَاعُوا أَن يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا ﴿٩٧﴾
Dedi ki: ‘Bu, Rabb’imden bir rahmettir; artık Rabb’imin vaadi geldiğinde onu yerlebir eder ve Rabb’imin vaadi hak olur.’
قَالَ هَـٰذَا رَحْمَةٌ مِّن رَّبِّي ۖ فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ رَبِّي جَعَلَهُ دَكَّاءَ ۖ وَكَانَ وَعْدُ رَبِّي حَقًّا ﴿٩٨﴾
O gün, onların bir kısmını bırakırız, parçalar halinde dalgalanırlar ve Sura üflenir, böylece onların hepsini toplarız. (*99)
۞ وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ فِي بَعْضٍ ۖ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا ﴿٩٩﴾
Cehennemi o gün kâfirlere gösterdikçe gösteririz.
وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِّلْكَافِرِينَ عَرْضًا ﴿١٠٠﴾
Benim zikrime (Kur’an’a) karşı gözleri kapalı kimselerdi ve dinlemeğe tahammül etmiyorlardı. (*101)
الَّذِينَ كَانَتْ أَعْيُنُهُمْ فِي غِطَاءٍ عَن ذِكْرِي وَكَانُوا لَا يَسْتَطِيعُونَ سَمْعًا ﴿١٠١﴾
İnkâr eden kimseler, gerçekten kullarımı benden başka veliler edineceklerini mi sandılar! Şüphesiz Biz cehennemi kâfirlere bir aşağılama olarak hazırladık.
أَفَحَسِبَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَن يَتَّخِذُوا عِبَادِي مِن دُونِي أَوْلِيَاءَ ۚ إِنَّا أَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ نُزُلًا ﴿١٠٢﴾
De ki: ‘Size haber vereyim mi amel olarak hüsrana uğrayanları.’ (*103-104) (*103-105)
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُم بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا ﴿١٠٣﴾
‘Kendilerinin dünya hayatındaki çalışmaları boşa giden kimselerdir ve onlar, kendilerinin gerçekten güzel iş yaptıklarını zannediyorlar.’
الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا ﴿١٠٤﴾
İşte onlar, Rab’lerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir, bu yüzden amelleri boşa çıkmıştır; (*105) artık onlar için kıyamet günü bir ehemmiyet takdir etmeyeceğiz. (*105-106)
أُولَـٰئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا ﴿١٠٥﴾
Bu, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve rasullerimi alay konusu edinmeleri sebebiyle cehennem onların cezasıdır. (*106)
ذَٰلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَرُسُلِي هُزُوًا ﴿١٠٦﴾
İman edip salih amel işleyen kimselere, Firdevs cennetleri onlar için bir konaklama yeridir. (*107-108)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًا ﴿١٠٧﴾
Orada süreklidirler, onu değiştirmek istemezler.
خَالِدِينَ فِيهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا ﴿١٠٨﴾
De ki: ‘Şayet Rabb’imin sözleri için deniz mürekkep olsa, doğrusu Rabb’imin sözleri tükenmeden önce elbette deniz tükenir ve şayet yardım için onun bir mislini daha getirsek de.’ (*109)
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا ﴿١٠٩﴾
De ki: ‘Şüphesiz ben sizin benzeriniz bir insanım; (*110) bana vahyediliyor ki, şüphesiz ilahınız bir tek ilahtır; artık kim, Rabb’ine kavuşmayı umuyorsa öyleyse salih amel işlesin ve Rabb’ine ibadette hiç kimseyi ortak etmesin.’ (**110)
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَىٰ إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَـٰهُكُمْ إِلَـٰهٌ وَاحِدٌ ۖ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا ﴿١١٠﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi