Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Duhân Süresi الدُّخَانِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Duhân sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 59 âyettir. İsmini, 10. âyette geçen ve “duman” mânasına gelen اَلدُّخَانُ (duhân) kelimesinden alır. Resmî tertîbe göre 44, iniş sırasına göre 64. sûredir.

Ha. Mim. Apaçık Kitaba andolsun. (*2)
وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ ﴿٢﴾
Gerçekten Biz, mübarek bir gecede (*3) onu indirdik, şüphesiz Biz, uyarıcılarız. (**3)
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُّبَارَكَةٍ ۚ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ ﴿٣﴾
Onda, her hükmün emri, dağıtılır.
فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ ﴿٤﴾
Yanımızdan bir emirle, şüphesiz Biz (rasul) gönderenleriz,
أَمْرًا مِّنْ عِندِنَا ۚ إِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ ﴿٥﴾
Rabb’inden bir rahmet olarak. Şüphesiz O, İşiten, Bilen O’dur.
رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ ۚ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ﴿٦﴾
Göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabb’idir, gerçekten inanan kimseler iseniz. (*7)
رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِن كُنتُم مُّوقِنِينَ ﴿٧﴾
O’ndan başka ilah yoktur, (*8) hayat verir ve öldürür; sizin Rabb’iniz ve önceki atalarınızın da Rabb’idir. (**8)
لَا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ ۖ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ ﴿٨﴾
Bilakis onlar, şüphe içerisinde eğleniyorlar. (*9)
بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ يَلْعَبُونَ ﴿٩﴾
Artık o günü bekle ki gök, açık bir duman getirecektir. (*10)
فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَاءُ بِدُخَانٍ مُّبِينٍ ﴿١٠﴾
İnsanları kaplayacak, bu, acıklı bir azaptır.
يَغْشَى النَّاسَ ۖ هَـٰذَا عَذَابٌ أَلِيمٌ ﴿١١﴾
‘Rabb’imiz, azabı bizden kaldır, şüphesiz biz Mü’minleriz,’ (diyecekler.) (*12)
رَّبَّنَا اكْشِفْ عَنَّا الْعَذَابَ إِنَّا مُؤْمِنُونَ ﴿١٢﴾
Nerede onların öğüt almaları! Gerçekten onlara apaçık bir Rasul gelmişti.
أَنَّىٰ لَهُمُ الذِّكْرَىٰ وَقَدْ جَاءَهُمْ رَسُولٌ مُّبِينٌ ﴿١٣﴾
Sonra ondan yüz çevirdiler (*14) ve dediler ki: ‘Öğretilmiş bir mecnundur'. (**14)
ثُمَّ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَقَالُوا مُعَلَّمٌ مَّجْنُونٌ ﴿١٤﴾
Doğrusu Biz, azabı biraz kaldıracağız, şüphesiz siz, geri dönenler olacaksınız.
إِنَّا كَاشِفُو الْعَذَابِ قَلِيلًا ۚ إِنَّكُمْ عَائِدُونَ ﴿١٥﴾
O gün, büyük bir vuruşla (*16) vururuz; (**16) doğrusu Biz intikam alanlarız. (***16)
يَوْمَ نَبْطِشُ الْبَطْشَةَ الْكُبْرَىٰ إِنَّا مُنتَقِمُونَ ﴿١٦﴾
Andolsun onlardan önce Fir’avn kavmini de denedik, (*17) onlara değerli bir Rasul gelmişti. (**17)
۞ وَلَقَدْ فَتَنَّا قَبْلَهُمْ قَوْمَ فِرْعَوْنَ وَجَاءَهُمْ رَسُولٌ كَرِيمٌ ﴿١٧﴾
‘Gerçekten Allah’ın kullarını bana teslim edin, şüphesiz ben, sizin için güvenilir bir Rasulüm.’ (*18)
أَنْ أَدُّوا إِلَيَّ عِبَادَ اللَّهِ ۖ إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ ﴿١٨﴾
‘Ve Allah’a karşı ululanmayın, şüphesiz ben, size bir hüküm ile geldim.’ (*19)
وَأَن لَّا تَعْلُوا عَلَى اللَّهِ ۖ إِنِّي آتِيكُم بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ ﴿١٩﴾
‘Doğrusu ben, bana gerçekten hakaret etmenizden benim Rabb’ime ve sizin Rabb’inize sığındım.’ (*20) (**20)
وَإِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ أَن تَرْجُمُونِ ﴿٢٠﴾
‘Ve şayet iman etmiyorsanız, beni bırakın.’
وَإِن لَّمْ تُؤْمِنُوا لِي فَاعْتَزِلُونِ ﴿٢١﴾
Sonra o Rabb’ine dua etti, ‘Doğrusu bunlar, günahkâr bir kavimdir’ (dedi).
فَدَعَا رَبَّهُ أَنَّ هَـٰؤُلَاءِ قَوْمٌ مُّجْرِمُونَ ﴿٢٢﴾
Öyleyse geceleyin yürüt, doğrusu takip edileceksiniz.
فَأَسْرِ بِعِبَادِي لَيْلًا إِنَّكُم مُّتَّبَعُونَ ﴿٢٣﴾
Ve denizi durgun bırak, muhakkak onlar, boğulacak bir ordudur. (*24)
وَاتْرُكِ الْبَحْرَ رَهْوًا ۖ إِنَّهُمْ جُندٌ مُّغْرَقُونَ ﴿٢٤﴾
Nice bahçeler ve pınarları geride bıraktılar. (*25-28)
كَمْ تَرَكُوا مِن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ﴿٢٥﴾
Ekinler ve güzel yerleri.
وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ ﴿٢٦﴾
Ve nimetleri orada hoş vakit geçiriyorlardı.
وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ ﴿٢٧﴾
Böylece onu miras verdik başka bir topluma.
كَذَٰلِكَ ۖ وَأَوْرَثْنَاهَا قَوْمًا آخَرِينَ ﴿٢٨﴾
Onlara gök ve yer ağlamadı ve mühlet verilen kimseler olamadılar.
فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَالْأَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنظَرِينَ ﴿٢٩﴾
Andolsun İsrailoğullarını, aşağılayıcı azaptan kurtardık. (*30)
وَلَقَدْ نَجَّيْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مِنَ الْعَذَابِ الْمُهِينِ ﴿٣٠﴾
Fir’avn’dan; gerçekten o, üstünlük taslayan, haddi aşanlardan biri idi. (*31)
مِن فِرْعَوْنَ ۚ إِنَّهُ كَانَ عَالِيًا مِّنَ الْمُسْرِفِينَ ﴿٣١﴾
Andolsun onları, âlemler üzerine bir ilme göre seçtik. (*32)
وَلَقَدِ اخْتَرْنَاهُمْ عَلَىٰ عِلْمٍ عَلَى الْعَالَمِينَ ﴿٣٢﴾
Onlara ayetleri verdik, onda apaçık bir imtihan vardı. (*33)
وَآتَيْنَاهُم مِّنَ الْآيَاتِ مَا فِيهِ بَلَاءٌ مُّبِينٌ ﴿٣٣﴾
Doğrusu bunlar diyorlar ki:
إِنَّ هَـٰؤُلَاءِ لَيَقُولُونَ ﴿٣٤﴾
‘Gerçekten o, ancak ilk ölümümüzdür ve biz, diriltilen kimseler değiliz.
إِنْ هِيَ إِلَّا مَوْتَتُنَا الْأُولَىٰ وَمَا نَحْنُ بِمُنشَرِينَ ﴿٣٥﴾
Öyleyse babalarımızı getirin, şayet doğru kimseler iseniz.’ (*36)
فَأْتُوا بِآبَائِنَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿٣٦﴾
Onlar mı daha iyi yoksa Tubba kavmi mi! Onlardan önceki kimseleri helak ettik, doğrusu onlar, günahkârlar idiler. (*37)
أَهُمْ خَيْرٌ أَمْ قَوْمُ تُبَّعٍ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ ۚ أَهْلَكْنَاهُمْ ۖ إِنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِمِينَ ﴿٣٧﴾
Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları oyuncular olarak yaratmadık! (*38)
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ ﴿٣٨﴾
Onları, Haktan başka (sebeple) yaratmadık velakin onların çoğu bilmiyorlar.
مَا خَلَقْنَاهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٩﴾
Şüphesiz Hüküm günü, onların hepsine tayin edilmiş vakittir.
إِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ مِيقَاتُهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٤٠﴾
O gün dost dostundan bir şeyle fayda vermez ve onlar yardım edilen olmazlar. (*41)
يَوْمَ لَا يُغْنِي مَوْلًى عَن مَّوْلًى شَيْئًا وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ ﴿٤١﴾
Allah’ın rahmet ettiği kimse müstesna; şüphesiz O, Üstün’dür Rahmet eden O’dur.
إِلَّا مَن رَّحِمَ اللَّهُ ۚ إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿٤٢﴾
Şüphesiz Zakkum ağacı! (*43) (*43-50)
إِنَّ شَجَرَتَ الزَّقُّومِ ﴿٤٣﴾
Günahkârların yemeğidir. (*44-46)
طَعَامُ الْأَثِيمِ ﴿٤٤﴾
Erimiş maden gibi karınlarda kaynar.
كَالْمُهْلِ يَغْلِي فِي الْبُطُونِ ﴿٤٥﴾
Sıcak suyun kaynaması gibi.
كَغَلْيِ الْحَمِيمِ ﴿٤٦﴾
Tutun onu, öylece sürükleyin onu cehennemin ortasına. (*47)
خُذُوهُ فَاعْتِلُوهُ إِلَىٰ سَوَاءِ الْجَحِيمِ ﴿٤٧﴾
Sonra onun başının üstüne kaynar su azabından dökün! (*48)
ثُمَّ صُبُّوا فَوْقَ رَأْسِهِ مِنْ عَذَابِ الْحَمِيمِ ﴿٤٨﴾
Tat, zira sen kendince üstündün, şerefliydin.
ذُقْ إِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْكَرِيمُ ﴿٤٩﴾
Şüphesiz bu, sizin ondan şüphe ettiğiniz şeydir!
إِنَّ هَـٰذَا مَا كُنتُم بِهِ تَمْتَرُونَ ﴿٥٠﴾
Şüphesiz muttakiler, güvenli bir makamdadırlar. (*51)
إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي مَقَامٍ أَمِينٍ ﴿٥١﴾
Bahçeler içinde ve pınarlardadırlar.
فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ﴿٥٢﴾
İnce ipekten ve işlenmiş atlastan giyerler, karşı karşıya (otururlar).
يَلْبَسُونَ مِن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَقَابِلِينَ ﴿٥٣﴾
Böylece aynen yeni bir düzenleme ile onları eşleştirdik.
كَذَٰلِكَ وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍ عِينٍ ﴿٥٤﴾
Orada dua (şükür) ederler, herkes ile neşe içerisinde emniyettedirler.
يَدْعُونَ فِيهَا بِكُلِّ فَاكِهَةٍ آمِنِينَ ﴿٥٥﴾
Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar ve (Allah) cehennem azabından onları korur. (*56)
لَا يَذُوقُونَ فِيهَا الْمَوْتَ إِلَّا الْمَوْتَةَ الْأُولَىٰ ۖ وَوَقَاهُمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ ﴿٥٦﴾
Rabb’inden bir lütuf olarak; işte bu, büyük bir kurtuluştur.
فَضْلًا مِّن رَّبِّكَ ۚ ذَٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ﴿٥٧﴾
İşte gerçekten Biz onu, senin diline kolaylaştırdık, ta ki onlar düşünsünler. (*58)
فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٥٨﴾
Artık gözetle, şüphesiz onlar da gözetlemektedirler.
فَارْتَقِبْ إِنَّهُم مُّرْتَقِبُونَ ﴿٥٩﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi