Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Kasas Süresi الْقَصَصِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Kasas sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 88 âyettir. İsmini 25. âyette yer alıp Hz. Mûsâ’nın doğumundan Medyen’e gelişine kadar başından geçen olayları ifade eden “Kasas” kelimesinden alır. اَلْقَصَصُ (kasas), sözlükte hâdiseleri uygunluk sırasına göre zikretmek mânasına gelir. Mushaf tertibine göre 28, iniş sırasına göre 49. sûredir.

Ta, Sin, Mim! Bunlar, apaçık Kitab’ın ayetleridir. (*2)
طسم ﴿١﴾
Ta, Sin, Mim! Bunlar, apaçık Kitab’ın ayetleridir. (*2)
تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ ﴿٢﴾
Musa ve Fir’avn haberinden iman eden bir toplum için sana Hak ile okuyacağız.
نَتْلُو عَلَيْكَ مِن نَّبَإِ مُوسَىٰ وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٣﴾
Şüphesiz Fir’avn, yeryüzünde ululandı, (*4) halkını gruplara ayırdı; onlardan bir zümreyi zayıflatıyor, onların oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu, doğrusu o, bozgunculardan idi. (**4)
إِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْأَرْضِ وَجَعَلَ أَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَائِفَةً مِّنْهُمْ يُذَبِّحُ أَبْنَاءَهُمْ وَيَسْتَحْيِي نِسَاءَهُمْ ۚ إِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ ﴿٤﴾
İstedik ki gerçekten zayıf düşürülen kimselere ihsanda bulunalım, yeryüzünde onları önderler kılalım ve onları mirasçılar yapalım.
وَنُرِيدُ أَن نَّمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ أَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ ﴿٥﴾
Yeryüzünde onları güçlendirelim, Fir’avn, Haman ve askerlerine, onlardan, çekinmiş oldukları şeyi gösterelim.
وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِي الْأَرْضِ وَنُرِيَ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُم مَّا كَانُوا يَحْذَرُونَ ﴿٦﴾
Musa’nın annesine vahyettik ki, ‘Onu emzir, artık ne zaman onun hakkında korkarsan, o halde onu denize bırak, korkma ve üzülme! (*7) Şüphesiz Biz onu, sana iade edeceğiz ve onu, rasullerden kılacağız.’ (**7)
وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ أُمِّ مُوسَىٰ أَنْ أَرْضِعِيهِ ۖ فَإِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَأَلْقِيهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَافِي وَلَا تَحْزَنِي ۖ إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ ﴿٧﴾
Nihayet Fir’avn ailesi, kendilerine bir düşman ve keder olması için onu buldu; gerçekten Fir’avn, Haman ve askerleri hata yapıyorlardı! (*8-9)
فَالْتَقَطَهُ آلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا ۗ إِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِئِينَ ﴿٨﴾
Fir’avn’ın hanımı dedi ki: ‘Benim için ve senin için bir göz aydınlığı; onu öldürmeyin, umulur ki gerçekten bize faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz,’ onlar, (yaptıklarının) farkında değillerdi.
وَقَالَتِ امْرَأَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ ۖ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَىٰ أَن يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٩﴾
Musa’nın annesinin yüreği bomboş sabahladı; Mü’minlerden olması için onun kalbini şayet pekiştirmiş olmasaydık, doğrusu az kalsın onu açığa vuracaktı.
وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَىٰ فَارِغًا ۖ إِن كَادَتْ لَتُبْدِي بِهِ لَوْلَا أَن رَّبَطْنَا عَلَىٰ قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿١٠﴾
Kız kardeşine dedi ki: ‘Onu izle’ böylece onlar farkında olmadan, uzaktan onu gözetledi.
وَقَالَتْ لِأُخْتِهِ قُصِّيهِ ۖ فَبَصُرَتْ بِهِ عَن جُنُبٍ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١١﴾
Önceden sütannelerini ona haram etmiştik; bunun üzerine (kız kardeşi) dedi ki: ‘Sizin için ona bakacak ve ona nasihat verecek bir ev halkını göstereyim mi?’
۞ وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِن قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَىٰ أَهْلِ بَيْتٍ يَكْفُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ ﴿١٢﴾
Böylece onu, gözü aydın olması, üzülmemesi ve gerçekten Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilmesi için annesine geri döndürdük velakin onların çoğu bilmezler.
فَرَدَدْنَاهُ إِلَىٰ أُمِّهِ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَلِتَعْلَمَ أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٣﴾
Ne zamanki, onun kuvveti sağlam bir seviyeye ulaşınca ona hüküm ve ilim verdik; güzel davrananları, işte böyle mükâfatlandırırız. (*14)
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَاسْتَوَىٰ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا ۚ وَكَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ ﴿١٤﴾
(Musa), halkının habersiz olduğu bir zamanda şehre girdi, orada birbirleri ile dövüşen iki adam buldu, biri kendi taraftarlarından ve diğeri düşmandan olan; derken kendi taraftarı olan, düşmandan olan kimseye karşı yardım istedi. Bunun üzerine Musa, bir yumruk attı işini bitirdi; dedi ki: ‘Bu şeytanın işindendir, doğrusu o, apaçık saptırıcı bir düşmandır.’ (*15)
وَدَخَلَ الْمَدِينَةَ عَلَىٰ حِينِ غَفْلَةٍ مِّنْ أَهْلِهَا فَوَجَدَ فِيهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِ هَـٰذَا مِن شِيعَتِهِ وَهَـٰذَا مِنْ عَدُوِّهِ ۖ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذِي مِن شِيعَتِهِ عَلَى الَّذِي مِنْ عَدُوِّهِ فَوَكَزَهُ مُوسَىٰ فَقَضَىٰ عَلَيْهِ ۖ قَالَ هَـٰذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ ۖ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُّضِلٌّ مُّبِينٌ ﴿١٥﴾
Dedi ki: ‘Rabb’im, şüphesiz ben nefsime zulmettim, artık beni bağışla!’ bunun üzerine onu bağışladı, muhakkak ki O, Bağışlayan, Esirgeyendir. (*16)
قَالَ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي فَغَفَرَ لَهُ ۚ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ ﴿١٦﴾
Dedi ki: ‘Rabb’im, beni nimetlendirdiğin şeyler için artık suçlulara arka çıkmayacağım.’
قَالَ رَبِّ بِمَا أَنْعَمْتَ عَلَيَّ فَلَنْ أَكُونَ ظَهِيرًا لِّلْمُجْرِمِينَ ﴿١٧﴾
Böylece şehirde gözetleyerek korkuyla sabahladı; baktı, dün kendisinden yardım isteyen kimse yardım istiyor, Musa ona: ‘Gerçekten sen, apaçık bir azgınsın’ dedi.
فَأَصْبَحَ فِي الْمَدِينَةِ خَائِفًا يَتَرَقَّبُ فَإِذَا الَّذِي اسْتَنصَرَهُ بِالْأَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُ ۚ قَالَ لَهُ مُوسَىٰ إِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُّبِينٌ ﴿١٨﴾
Bunun üzerine ikisine düşman olan o kimseyi yakalamak isteyince (o adam) dedi ki: ‘Ey Musa, dün bir nefsi öldürdüğün gibi beni gerçekten öldürmek mi istiyorsun! Doğrusu sen, yeryüzünde ancak bir zorba olmak istiyorsun ve gerçekten ıslah edenlerden olmak istemiyorsun!’
فَلَمَّا أَنْ أَرَادَ أَن يَبْطِشَ بِالَّذِي هُوَ عَدُوٌّ لَّهُمَا قَالَ يَا مُوسَىٰ أَتُرِيدُ أَن تَقْتُلَنِي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْأَمْسِ ۖ إِن تُرِيدُ إِلَّا أَن تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْأَرْضِ وَمَا تُرِيدُ أَن تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِحِينَ ﴿١٩﴾
Şehrin uzak yerinden bir adam koşarak geldi, dedi ki: ‘Ey Musa, doğrusu ileri gelenler, seni öldürmek için emir verdiler, şimdi çık şüphesiz ben, sana öğüt verenlerdenim.’ (*20)
وَجَاءَ رَجُلٌ مِّنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ يَسْعَىٰ قَالَ يَا مُوسَىٰ إِنَّ الْمَلَأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ إِنِّي لَكَ مِنَ النَّاصِحِينَ ﴿٢٠﴾
Bunun üzerine korkuyla gözetleyerek oradan çıktı, dedi ki: ‘Rabb’im, zalimler toplumundan beni kurtar.’ (*21)
فَخَرَجَ مِنْهَا خَائِفًا يَتَرَقَّبُ ۖ قَالَ رَبِّ نَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ ﴿٢١﴾
Ne zaman ki Medyen tarafına yöneldi, dedi ki: ‘Umarım Rabb’im beni gerçekten dosdoğru yola iletir.’
وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسَىٰ رَبِّي أَن يَهْدِيَنِي سَوَاءَ السَّبِيلِ ﴿٢٢﴾
Ne zaman ki Medyen suyuna vardı, onun başında, insanlardan bir grubun, (hayvanlarını) sularken buldu; onların gerisinde (hayvanlarını) koruyan iki kadın buldu. Dedi ki: ‘Sizin durumunuz ne?’ dediler ki: ‘Çobanlar, çekilene kadar biz sulayamayız ve babamız büyük bir ihtiyardır.’
وَلَمَّا وَرَدَ مَاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ أُمَّةً مِّنَ النَّاسِ يَسْقُونَ وَوَجَدَ مِن دُونِهِمُ امْرَأَتَيْنِ تَذُودَانِ ۖ قَالَ مَا خَطْبُكُمَا ۖ قَالَتَا لَا نَسْقِي حَتَّىٰ يُصْدِرَ الرِّعَاءُ ۖ وَأَبُونَا شَيْخٌ كَبِيرٌ ﴿٢٣﴾
Böylece ikisi için suladı, sonra gölgeye çekildi, peşinden dedi ki: ‘Rabb’im, doğrusu ben, hayırdan bana indireceğin şeylere muhtacım.’ (*24)
فَسَقَىٰ لَهُمَا ثُمَّ تَوَلَّىٰ إِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ إِنِّي لِمَا أَنزَلْتَ إِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَقِيرٌ ﴿٢٤﴾
Derken o ikisinden biri, utangaç bir halde yürüyerek ona geldi; dedi ki: ‘Doğrusu Babam, bizim için sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor.’ Ne zaman ona gelip kıssayı ona anlatınca, dedi ki: ‘Korkma, o zalimler topluluğundan kurtuldun.’
فَجَاءَتْهُ إِحْدَاهُمَا تَمْشِي عَلَى اسْتِحْيَاءٍ قَالَتْ إِنَّ أَبِي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ أَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَا ۚ فَلَمَّا جَاءَهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَ قَالَ لَا تَخَفْ ۖ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ ﴿٢٥﴾
Onlardan (kızlardan) biri dedi ki: ‘Ey Babacığım, onu ücretle tut, gerçekten ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlüsü, güvenilirdir.’ (*26)
قَالَتْ إِحْدَاهُمَا يَا أَبَتِ اسْتَأْجِرْهُ ۖ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْأَمِينُ ﴿٢٦﴾
(Babaları) dedi ki: ‘Doğrusu ben, bu iki kızımdan birini sana gerçekten nikâhlamak istiyorum; böylece sekiz hac (*) bana ücretli ol diye! Artık şayet on’a tamamlarsan, işte o senin tarafındandır. Ben, gerçekten sana zorluk çıkarmak istemem, inşaAllah beni, salihlerden bulacaksın.’ (*27) (*27-28)
قَالَ إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أُنكِحَكَ إِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلَىٰ أَن تَأْجُرَنِي ثَمَانِيَ حِجَجٍ ۖ فَإِنْ أَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِندِكَ ۖ وَمَا أُرِيدُ أَنْ أَشُقَّ عَلَيْكَ ۚ سَتَجِدُنِي إِن شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّالِحِينَ ﴿٢٧﴾
(Musa) dedi ki: ‘Bu, benimle senin arandadır; hangi süreyi yerine getirirsem artık bana düşmanlık yoktur; Allah, söylediğimiz şeylere vekildir.’ (*28)
قَالَ ذَٰلِكَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ ۖ أَيَّمَا الْأَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّ ۖ وَاللَّهُ عَلَىٰ مَا نَقُولُ وَكِيلٌ ﴿٢٨﴾
Ne zaman ki Musa, süreyi tamamladı ve ailesiyle yola çıktı, Tur’un yan tarafında bir ateş fark etti; ailesine dedi ki: ‘Bekleyin, gerçekten bana bir ateş aşina oldu, umulur ki ondan size bir haber yahut ateşten bir kor getiririm, böylece ısınırsınız.’ (*29)
۞ فَلَمَّا قَضَىٰ مُوسَى الْأَجَلَ وَسَارَ بِأَهْلِهِ آنَسَ مِن جَانِبِ الطُّورِ نَارًا قَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَّعَلِّي آتِيكُم مِّنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ جَذْوَةٍ مِّنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٢٩﴾
Ne zaman ona gelince, vadinin sağ kıyısında, mübarek yerdeki bir ağaçtan seslenildi: ‘Ey Musa, şüphesiz Ben, âlemlerin Rabb’i Allah benim!’
فَلَمَّا أَتَاهَا نُودِيَ مِن شَاطِئِ الْوَادِ الْأَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ أَن يَا مُوسَىٰ إِنِّي أَنَا اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ ﴿٣٠﴾
Ve şimdi asanı at! Ne zaman ki küçük bir yılan gibi onun hareket ettiğini gördü, ardına dönüp kaçtı ve geriye dönmedi. ‘Ey Musa, gel ve korkma, şüphesiz sen güvende olanlardansın.’ (*31)
وَأَنْ أَلْقِ عَصَاكَ ۖ فَلَمَّا رَآهَا تَهْتَزُّ كَأَنَّهَا جَانٌّ وَلَّىٰ مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْ ۚ يَا مُوسَىٰ أَقْبِلْ وَلَا تَخَفْ ۖ إِنَّكَ مِنَ الْآمِنِينَ ﴿٣١﴾
Elini koynuna sok, kusursuz, bembeyaz çıksın; korkuya meyletme, işte bunlar, Rabb’inden iki delildir; Fir’avn’e ve onun ileri gelenlerine, (*32) şüphesiz onlar, fasıklar topluluğu oldular. (**32)
اسْلُكْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ وَاضْمُمْ إِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ ۖ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِن رَّبِّكَ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ ﴿٣٢﴾
(Musa) dedi ki: ‘Rabb’im, doğrusu ben, onlardan bir nefsi öldürmüştüm, bu nedenle korkuyorum beni öldürecekler diye.’
قَالَ رَبِّ إِنِّي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَأَخَافُ أَن يَقْتُلُونِ ﴿٣٣﴾
‘Ve Kardeşim Harun’u -ki o, dil bakımından benden daha güzel konuşur-onu benimle yardımcı gönder, beni tasdik etsin, zira, beni yalanlayacaklar diye korkuyorum.’
وَأَخِي هَارُونُ هُوَ أَفْصَحُ مِنِّي لِسَانًا فَأَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُنِي ۖ إِنِّي أَخَافُ أَن يُكَذِّبُونِ ﴿٣٤﴾
(Rabb’in): ‘Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size yetki vereceğiz, ayetlerimiz sayesinde size asla erişemeyecekler; ikiniz ve size tâbi olanlar galip geleceksiniz!’
قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِأَخِيكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ إِلَيْكُمَا ۚ بِآيَاتِنَا أَنتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ ﴿٣٥﴾
Ne zaman ki Musa, apaçık ayetlerimizle onlara geldi, dediler ki: ‘Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir, (*36) önceki atalarımızdan bunun hakkında bir şey işitmedik.’ (**36)
فَلَمَّا جَاءَهُم مُّوسَىٰ بِآيَاتِنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هَـٰذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّفْتَرًى وَمَا سَمِعْنَا بِهَـٰذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ ﴿٣٦﴾
Musa dedi ki: ‘Rabb’im, kimin kendi yanından hidayetle geldiğini ve yurdun sonunun kime olacağını en iyi bilendir; Şüphesiz zalimler iflah olamazlar.’
وَقَالَ مُوسَىٰ رَبِّي أَعْلَمُ بِمَن جَاءَ بِالْهُدَىٰ مِنْ عِندِهِ وَمَن تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِ ۖ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٣٧﴾
Fir'avn dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum, ey Haman, haydi ateş yak, benim için çamurun üzerinde şimdi bana yüksek bir bina yap, belki Musa'nın ilahına çıkarım ve doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum.’ (*38-39)
وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَـٰهٍ غَيْرِي فَأَوْقِدْ لِي يَا هَامَانُ عَلَى الطِّينِ فَاجْعَل لِّي صَرْحًا لَّعَلِّي أَطَّلِعُ إِلَىٰ إِلَـٰهِ مُوسَىٰ وَإِنِّي لَأَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِبِينَ ﴿٣٨﴾
O ve askerleri yeryüzünde haksızlıkla büyüklük tasladılar ve gerçekten onlar zannettiler ki bize döndürülmeyecekler. (*39)
وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ إِلَيْنَا لَا يُرْجَعُونَ ﴿٣٩﴾
İşte onu ve askerlerini yakaladık, bu yüzden denize attık; işte bak, zalimlerin akıbeti nasıl oldu! (*40)
فَأَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ ۖ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ ﴿٤٠﴾
Onları, ateşe çağıran önderler kıldık ve kıyamet günü onlara yardım edilmeyecektir. (*41)
وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ لَا يُنصَرُونَ ﴿٤١﴾
Bu dünyada onların ardına lanet taktık ve kıyamet günü onlar, çirkinleştirilenlerdendirler. (*42)
وَأَتْبَعْنَاهُمْ فِي هَـٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ هُم مِّنَ الْمَقْبُوحِينَ ﴿٤٢﴾
Andolsun ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa’ya Kitabı verdik; insanlar için basiret, hidayet ve rahmettir, ta ki onlar düşünsünler.
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ مِن بَعْدِ مَا أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ الْأُولَىٰ بَصَائِرَ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَّعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٤٣﴾
Musa’ya emri takdir ettiğimiz zaman sen, batı tarafında değildin ve şahitlerden de olmadın.
وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الْغَرْبِيِّ إِذْ قَضَيْنَا إِلَىٰ مُوسَى الْأَمْرَ وَمَا كُنتَ مِنَ الشَّاهِدِينَ ﴿٤٤﴾
Velakin Biz, nice nesiller yarattık; onların üzerine ömürler uzadı. Sen, Medyen halkı içinde yaşamadın ki onlara ayetlerimizi okusaydın velakin gönderenler biziz!
وَلَـٰكِنَّا أَنشَأْنَا قُرُونًا فَتَطَاوَلَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ ۚ وَمَا كُنتَ ثَاوِيًا فِي أَهْلِ مَدْيَنَ تَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَلَـٰكِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ ﴿٤٥﴾
(Musa’ya) seslendiğimiz zaman sen Tur’un yanında değildin velakin Rabb’inden bir rahmet olarak ki, senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarsın, ta ki onlar düşünsünler! (*46-47)
وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الطُّورِ إِذْ نَادَيْنَا وَلَـٰكِن رَّحْمَةً مِّن رَّبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أَتَاهُم مِّن نَّذِيرٍ مِّن قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٤٦﴾
Şayet ellerinin takdim ettiği şeyler sebebiyle onlara bir musibet isabet etmiş olsaydı: diyeceklerdi ki; ‘Rabb'imiz, şayet bize bir Rasul gönderseydin böylece ayetlerine tâbi olup Mü’minlerden olurduk.’ (*47)
وَلَوْلَا أَن تُصِيبَهُم مُّصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ ﴿٤٧﴾
Fakat ne zaman ki onlara, katımızdan Hak gelince dediler ki: ‘Musa’ya verilen şeyin benzeri verilseydi ya!’ Önceden Musa’ya verilen şeyi inkâr etmemişler miydi! Dediler ki: ‘İki büyü birbirine destek oldu’ ve dediler ki: ‘Şüphesiz biz, hepsini inkâr ederiz.’
فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِندِنَا قَالُوا لَوْلَا أُوتِيَ مِثْلَ مَا أُوتِيَ مُوسَىٰ ۚ أَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَا أُوتِيَ مُوسَىٰ مِن قَبْلُ ۖ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُوا إِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ ﴿٤٨﴾
De ki: ‘Öyleyse Allah katından bir kitap getirin ki, bu ikisinden daha doğru olsun, ben ona tâbi olayım; gerçekten doğrulardan iseniz.’ (*49)
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِّنْ عِندِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَىٰ مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿٤٩﴾
Artık şayet sana icabet etmezlerse o halde bil ki onlar, ancak hevalarına tâbi oluyorlar. Allah'ın hidayeti olmadan kendi hevasına tâbi olan kimseden daha sapık kimdir! Muhakkak ki Allah, zalimler toplumuna hidayet vermez. (*50)
فَإِن لَّمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءَهُمْ ۚ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِّنَ اللَّهِ ۚ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ ﴿٥٠﴾
Andolsun sözü onlara ulaştırdık, ta ki onlar düşünsünler!
۞ وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٥١﴾
Ondan önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, onlar, ona iman ederler. (*52)
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ مِن قَبْلِهِ هُم بِهِ يُؤْمِنُونَ ﴿٥٢﴾
Onlara okunduğu zaman derler ki: ‘Ona iman ettik, şüphesiz o, Hak’tır, Rabb’imizdendir; gerçekten biz ondan önce de Müslümanlardan idik.’ (*53)
وَإِذَا يُتْلَىٰ عَلَيْهِمْ قَالُوا آمَنَّا بِهِ إِنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّنَا إِنَّا كُنَّا مِن قَبْلِهِ مُسْلِمِينَ ﴿٥٣﴾
İşte onlara, sabretmelerinden (*54) dolayı mükâfatları iki defa verilir ve onlar, kötülüğü iyilikle savarlar ve onları rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler. (**54)
أُولَـٰئِكَ يُؤْتَوْنَ أَجْرَهُم مَّرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ ﴿٥٤﴾
Boş söz işittikleri zaman ondan yüzçevirirler (*55) ve derler ki: ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size; size selâm olsun, biz cahilleri istemeyiz.’ (**55)
وَإِذَا سَمِعُوا اللَّغْوَ أَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَا نَبْتَغِي الْجَاهِلِينَ ﴿٥٥﴾
Şüphesiz sen, sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin (*56) velakin Allah, dileyen kimseyi hidayete erdirir ve O, hidayete erecek olanları daha iyi bilir. (**56)
إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَـٰكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاءُ ۚ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ ﴿٥٦﴾
Dediler ki: ‘Şayet biz, seninle beraber hidayete tâbi olursak, yerimizden zorla alınırız.’ (*57) Onlara, güvenli Harem’i mekân (**57) vermedik mi; katımızdan rızık olarak her şeyin ürünleri ona toplanır velakin çokları bilmezler. (***57)
وَقَالُوا إِن نَّتَّبِعِ الْهُدَىٰ مَعَكَ نُتَخَطَّفْ مِنْ أَرْضِنَا ۚ أَوَلَمْ نُمَكِّن لَّهُمْ حَرَمًا آمِنًا يُجْبَىٰ إِلَيْهِ ثَمَرَاتُ كُلِّ شَيْءٍ رِّزْقًا مِّن لَّدُنَّا وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٥٧﴾
Kentlerden nicesini helak ettik ki yaşamlarında şımarmışlardı, işte o, onların meskenleri, onlardan sonra çok az dışında oturulmadı, varis olanlar biz olduk! (*58)
وَكَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ بَطِرَتْ مَعِيشَتَهَا ۖ فَتِلْكَ مَسَاكِنُهُمْ لَمْ تُسْكَن مِّن بَعْدِهِمْ إِلَّا قَلِيلًا ۖ وَكُنَّا نَحْنُ الْوَارِثِينَ ﴿٥٨﴾
Rabb’in, ayetlerimizi onlara okuyan bir Rasulü, onun başkentine gönderinceye kadar (*59) ülkeleri helâk etmez ve Biz, halkı zalimler olmadan ülkeleri helâk etmeyiz. (**59)
وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَىٰ حَتَّىٰ يَبْعَثَ فِي أُمِّهَا رَسُولًا يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا ۚ وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرَىٰ إِلَّا وَأَهْلُهَا ظَالِمُونَ ﴿٥٩﴾
Size verilen şeyler, ancak dünya hayatının metaı ve onun ziynetidir; (*60) Allah yanında olan ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır, artık akletmeyecek misiniz? (**60)
وَمَا أُوتِيتُم مِّن شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَزِينَتُهَا ۚ وَمَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ وَأَبْقَىٰ ۚ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٦٠﴾
O halde kendisine vadettiğimiz güzel bir vaade, nihayet ona muhakkak kavuşan kimse, (*61) dünya hayatının metaı ile kendisini faydalandırdığımız sonra o, kıyamet günü (ateşte) hazır bulundurulan kimse gibi mi olur! (**61)
أَفَمَن وَعَدْنَاهُ وَعْدًا حَسَنًا فَهُوَ لَاقِيهِ كَمَن مَّتَّعْنَاهُ مَتَاعَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ هُوَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنَ الْمُحْضَرِينَ ﴿٦١﴾
O gün onlara seslenir peşinden der ki: ‘Ortaklarım olarak önder edindiğiniz kimseler nerede?’
وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ فَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٦٢﴾
Üzerlerine söz hak olanlar derler ki: ‘Rabb’imiz, azdırdığımız kimseler bunlar; azdığımız gibi onları da azdırdık, Sen bizi kurtar, bize tapanlar değillerdi.’ (*63)
قَالَ الَّذِينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ رَبَّنَا هَـٰؤُلَاءِ الَّذِينَ أَغْوَيْنَا أَغْوَيْنَاهُمْ كَمَا غَوَيْنَا ۖ تَبَرَّأْنَا إِلَيْكَ ۖ مَا كَانُوا إِيَّانَا يَعْبُدُونَ ﴿٦٣﴾
Denir ki: ‘Ortak koştuklarınızı çağırın’ hemen çağırırlar, fakat onlara icabet etmezler ve azabı görürler; gerçekten onlar, hidayet bulsalardı ya!
وَقِيلَ ادْعُوا شُرَكَاءَكُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُمْ وَرَأَوُا الْعَذَابَ ۚ لَوْ أَنَّهُمْ كَانُوا يَهْتَدُونَ ﴿٦٤﴾
O gün onlara seslenir böylece der ki: ‘Rasullere ne cevap verdiniz?’
وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ فَيَقُولُ مَاذَا أَجَبْتُمُ الْمُرْسَلِينَ ﴿٦٥﴾
İşte o gün haberler onlara kör olmuştur, artık onlar, birbirlerine sormazlar.
فَعَمِيَتْ عَلَيْهِمُ الْأَنبَاءُ يَوْمَئِذٍ فَهُمْ لَا يَتَسَاءَلُونَ ﴿٦٦﴾
Ancak ne zamanki kim, tevbe edip (*67) iman eder ve salih amel işlerse, işte gerçekten kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir. (**67)
فَأَمَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَعَسَىٰ أَن يَكُونَ مِنَ الْمُفْلِحِينَ ﴿٦٧﴾
Ve Rabb’in, dilediğini yaratır ve mükemmel yapar, onların mükemmel olması mümkün değildir; Allah, şirk koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir. (*68)
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ ۗ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ ۚ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَىٰ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٦٨﴾
Rabb’in, onların göğüslerinin ne gizlediğini ve ne açığa vurduklarını bilir. (*69)
وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ ﴿٦٩﴾
O, Allah’tır, O’ndan başka ilah yoktur; (*70) başta da sonda da (**70) hamd O'nun içindir ve hüküm de O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. (***70)
وَهُوَ اللَّهُ لَا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ ۖ لَهُ الْحَمْدُ فِي الْأُولَىٰ وَالْآخِرَةِ ۖ وَلَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٧٠﴾
De ki: ‘Düşündünüz mü, şayet Allah, üzerinize geceyi Kıyamet gününe kadar ebedi kılsa, Allah’tan başka ışığı size getirecek ilah kimdir! Hâlâ işitmeyecek misiniz!’ (*71-72)
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن جَعَلَ اللَّهُ عَلَيْكُمُ اللَّيْلَ سَرْمَدًا إِلَىٰ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ إِلَـٰهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُم بِضِيَاءٍ ۖ أَفَلَا تَسْمَعُونَ ﴿٧١﴾
De ki: ‘Düşündünüz mü, şayet Allah, üzerinize gündüzü Kıyamet gününe kadar ebedi kılsa, Allah’tan başka size kendisinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir! Hâlâ anlamayacak mısınız!
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن جَعَلَ اللَّهُ عَلَيْكُمُ النَّهَارَ سَرْمَدًا إِلَىٰ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ إِلَـٰهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُم بِلَيْلٍ تَسْكُنُونَ فِيهِ ۖ أَفَلَا تُبْصِرُونَ ﴿٧٢﴾
Rahmetinden geceyi ve gündüzü var etti ki onda, dinlenesiniz ve O’nun fazlından arayasınız, (*73) ta ki şükredesiniz.’ (**73)
وَمِن رَّحْمَتِهِ جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٧٣﴾
O gün onlara seslenir peşinden der ki: ‘Ortaklarım olarak önder edindiğiniz kimseler nerede?’
وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ فَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٧٤﴾
Her ümmetten bir şahit çıkarırız (*75) peşinden deriz ki: ‘Delilinizi getirin’ artık bilirler ki Hak Allah’tır, uydurmuş oldukları şeyler onlardan sapmıştır. (**75)
وَنَزَعْنَا مِن كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا فَقُلْنَا هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ فَعَلِمُوا أَنَّ الْحَقَّ لِلَّهِ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٧٥﴾
Şüphesiz Karun, Musa’nın kavminden idi, ancak onlara azgınlık etti; ona, hazineler vermiştik ki, (*76) doğrusu onun anahtarları kuvvet sahibi bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona dedi ki: ‘Şımarma, şüphesiz Allah, şımarıkları sevmez.’ (*76-78) (*76-82)
۞ إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِن قَوْمِ مُوسَىٰ فَبَغَىٰ عَلَيْهِمْ ۖ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ ۖ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ ﴿٧٦﴾
Allah’ın sana verdiği şeyden (*77) ahiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana ihsan ettiği gibi ihsan et, (**77) yeryüzünde bozgunculuk isteme, şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.’ (*77-78)
وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ ۖ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا ۖ وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ ۖ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ ۖ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ ﴿٧٧﴾
Dedi ki: ‘Doğrusu bendeki bilgi sayesinde o bana verildi’ (*78) bilmedi mi ki şüphesiz Allah, ondan önceki kuşaklardan nicelerini helak etmiştir ki o kimseler, ondan daha kuvvetli ve çok kalabalıktılar; suçlulara günahlarından sorulmaz. (**78)
قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ عِندِي ۚ أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِن قَبْلِهِ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا ۚ وَلَا يُسْأَلُ عَن ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ ﴿٧٨﴾
Böylece süsü içinde kavminin karşısına çıktı; dünya hayatını isteyen kimseler dedi ki: ‘Keşke, Karun’a verilen şeyin benzeri bizim de olsa, doğrusu o büyük şans sahibi.’
فَخَرَجَ عَلَىٰ قَوْمِهِ فِي زِينَتِهِ ۖ قَالَ الَّذِينَ يُرِيدُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَا أُوتِيَ قَارُونُ إِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظِيمٍ ﴿٧٩﴾
İlim verilen kimseler dedi ki: ‘Yazık size, iman eden ve salih amel işleyen kimse için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır ve sabredenlerden başkası ona kavuşmaz.’
وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللَّهِ خَيْرٌ لِّمَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا وَلَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الصَّابِرُونَ ﴿٨٠﴾
Nihayet onu ve onun çevresini yere batırdık, artık onun, Allah’a karşı ona yardım edecek bir grubu da olmadı ve kendine yardım edenlerden de olmadı. (*81)
فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِن فِئَةٍ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنتَصِرِينَ ﴿٨١﴾
Daha düne kadar onun yerinde olmayı temenni eden kimseler, sabah dediler ki: ‘Demek Allah, kullarından dileyen kimseye rızkı genişletiyor ve takdir ediyor. Şayet Allah bize gerçekten lütfetmeseydi, bizi de elbette batırırdı; demek gerçekten kâfirler iflâh olmaz!’ 
وَأَصْبَحَ الَّذِينَ تَمَنَّوْا مَكَانَهُ بِالْأَمْسِ يَقُولُونَ وَيْكَأَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ ۖ لَوْلَا أَن مَّنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا لَخَسَفَ بِنَا ۖ وَيْكَأَنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ ﴿٨٢﴾
Bu ahiret yurdu; yeryüzünde böbürlenmek istemeyen kimselere ve bozgunculuk yapmayanlara onu veririz ve sonuç Muttakilerindir.
تِلْكَ الدَّارُ الْآخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لَا يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الْأَرْضِ وَلَا فَسَادًا ۚ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ ﴿٨٣﴾
Kim bir iyilikle gelirse işte onun için ondan daha hayırlısı vardır ve kim bir kötülükle gelirse artık kötülükleri yapan kimseler, yapmış oldukları şey dışında cezalandırılmaz. (*84)
مَن جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِّنْهَا ۖ وَمَن جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٨٤﴾
Şüphesiz ki, Kur’an’ı sana farz kılan, yeniden elbette seni döndürecektir. De ki: ‘Rabb’im daha iyi bilir kimin hidayete geldiğini ve kimin o apaçık bir dalalet içinde olduğunu!’ (*85)
إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَىٰ مَعَادٍ ۚ قُل رَّبِّي أَعْلَمُ مَن جَاءَ بِالْهُدَىٰ وَمَنْ هُوَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ ﴿٨٥﴾
Sen, Kitab’ın sana bırakılacağını gerçekten ummuyordun; ancak Rabb’inden bir rahmettir, o halde kâfirlere destek olma!
وَمَا كُنتَ تَرْجُو أَن يُلْقَىٰ إِلَيْكَ الْكِتَابُ إِلَّا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ ۖ فَلَا تَكُونَنَّ ظَهِيرًا لِّلْكَافِرِينَ ﴿٨٦﴾
Sana indirildikten sonra Allah’ın ayetlerinden seni uzaklaştırmasınlar, (*87) Rabb’ine davet et (**87) ve müşriklerden olma! (***87)
وَلَا يَصُدُّنَّكَ عَنْ آيَاتِ اللَّهِ بَعْدَ إِذْ أُنزِلَتْ إِلَيْكَ ۖ وَادْعُ إِلَىٰ رَبِّكَ ۖ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ ﴿٨٧﴾
Allah ile beraber başka bir ilaha çağırma. O'ndan başka ilah yoktur, O'nun yüzünden başka her şey helâk olacaktır, hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.
وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَـٰهًا آخَرَ ۘ لَا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ ۚ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ ۚ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٨﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi