Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Neml Süresi النَّمْلِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Neml sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 93 âyettir. İsmini 18. âyette geçen ve “karıncalar” mânasına gelen اَلنَّمْلُ (neml) kelimesinden alır. Sûrenin, Hz. Süleyman ve Sebe’ melikesi kıssasına geniş yer vermesi sebebiyle “Süleyman sûresi” ve Hüdhüd adlı kuştan bahsedilmesi sebebiyle de “Hüdhüd sûresi” isimleri de vardır. Mushaf’taki resmi sırası itibarıyla 27, iniş sırasına göre ise 48. sûredir. İçinde tilâvet secdesi bulunmaktadır.

Ta. Sin! Bunlar Kur’an’ın ve apaçık Kitabın ayetleridir. (*1)
طس ۚ تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ وَكِتَابٍ مُّبِينٍ ﴿١﴾
Mü’minler için hidayet (*2) ve müjdedir. (**2)
هُدًى وَبُشْرَىٰ لِلْمُؤْمِنِينَ ﴿٢﴾
O kimseler, namazı kılarlar, (*3) zekâtı verirler (**3) ve onlar, ahirete yakinen iman ederler. (***3)
الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿٣﴾
Şüphesiz ahirete iman etmeyen kimselerin amellerini onlara süsledik, (*4) artık onlar, başıboş gezinip dururlar.
إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ أَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَ ﴿٤﴾
İşte onlar o kimselerdir ki, azabın en kötüsü onlaradır ve onlar ahirette de hüsrana uğrayanlardır. (*5)
أُولَـٰئِكَ الَّذِينَ لَهُمْ سُوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِي الْآخِرَةِ هُمُ الْأَخْسَرُونَ ﴿٥﴾
Şüphesiz sana Kur’an’ın verilmesi, Hâkim, Âlim tarafındandır.
وَإِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْآنَ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ عَلِيمٍ ﴿٦﴾
Bir zaman Musa ailesine demişti ki: ‘Gerçekten ben bir ateş fark ettim, size ondan bir haber getireyim yahut size yanan bir ateş parçası getireyim, umulur ki ısınırsınız.’
إِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِأَهْلِهِ إِنِّي آنَسْتُ نَارًا سَآتِيكُم مِّنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ آتِيكُم بِشِهَابٍ قَبَسٍ لَّعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٧﴾
Ne zaman ki oraya geldi: ‘Ateşin yakınındaki kimse ve onun çevresindeki kimse mübarek kılınmıştır; âlemlerin Rabb’i Allah, eksikliklerden münezzehtir.’ diye seslenildi.
فَلَمَّا جَاءَهَا نُودِيَ أَن بُورِكَ مَن فِي النَّارِ وَمَنْ حَوْلَهَا وَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٨﴾
‘Ey Musa, gerçek şu ki Ben, Aziz, Hâkim olan Allah’ım!’
يَا مُوسَىٰ إِنَّهُ أَنَا اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ﴿٩﴾
‘Asanı at!’ Ne zamanki onun, canlanır gibi titreştiğini gördü arkasına döndü ve geri dönmedi: ‘Ey Musa korkma, şüphesiz Benim, rasuller benim yanımda korkmaz.’ (*10)
وَأَلْقِ عَصَاكَ ۚ فَلَمَّا رَآهَا تَهْتَزُّ كَأَنَّهَا جَانٌّ وَلَّىٰ مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْ ۚ يَا مُوسَىٰ لَا تَخَفْ إِنِّي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَ ﴿١٠﴾
‘Ancak kim zulmeder, sonra ardından kötülüğü iyilikle değiştirirse artık elbette Ben bağışlayıcı, merhamet ediciyim.’
إِلَّا مَن ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُوءٍ فَإِنِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ ﴿١١﴾
‘Elini bağrına sok, kusursuz bembeyaz çıksın; (*12) Fir’avn’e ve onun kavmine (göstereceğin) dokuz ayetin içindedir; şüphesiz onlar, fasıklar kavmi oldular.’ (**12) (***12)
وَأَدْخِلْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ ۖ فِي تِسْعِ آيَاتٍ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَقَوْمِهِ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ ﴿١٢﴾
Ne zamanki onlara görünen ayetlerimiz ulaştı, dediler ki: ‘Bu, apaçık bir sihirdir.’ (*13)
فَلَمَّا جَاءَتْهُمْ آيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هَـٰذَا سِحْرٌ مُّبِينٌ ﴿١٣﴾
Onu reddettiler ve onu yakinen biliyorlardı, onlar, nefislerine zulmettiler ve büyüklendiler. İşte bak nasıl oldu bozguncuların akıbeti!
وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَا أَنفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّا ۚ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ ﴿١٤﴾
Andolsun Davut’a ve Süleyman’a bir ilim verdik ve dediler ki: ‘Hamdolsun Allah’a, O ki, Mü’min kullarından çoğuna bizi üstün kıldı.’ (*15)
وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ عِلْمًا ۖ وَقَالَا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي فَضَّلَنَا عَلَىٰ كَثِيرٍ مِّنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِنِينَ ﴿١٥﴾
Ve Süleyman, Davud’a varis oldu, dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize her şeyden verildi; şüphesiz bu, elbette O’nun apaçık bir lütfudur.’ (*16)
وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُودَ ۖ وَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنطِقَ الطَّيْرِ وَأُوتِينَا مِن كُلِّ شَيْءٍ ۖ إِنَّ هَـٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبِينُ ﴿١٦﴾
Süleyman için cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ona ordular toplandı, böylece onlar sevk ediliyorlardı.
وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ ﴿١٧﴾
Nihayet karınca vadisine geldiklerinde, dişi bir karınca: ‘Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları fark etmeden sizi kırıp geçmesinler.’
حَتَّىٰ إِذَا أَتَوْا عَلَىٰ وَادِ النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١٨﴾
(Süleyman) bunun üzerine onun sözüne tebessüm edip güldü (*19) ve dedi ki: ‘Rabb’im, nimetine (**19) şükretmeyi bana lütfeyle; o ki bana, anne babama nimet verdin ve razı olacağın salih amel yapayım, rahmetinle beni salih kullarının arasına koy.’ (***19)
فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِّن قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَىٰ وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ ﴿١٩﴾
Kuşları denetledi, sonra dedi ki: ‘Neden ben Hüdhüd’ü göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu!’
وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ أَمْ كَانَ مِنَ الْغَائِبِينَ ﴿٢٠﴾
‘Ona çetin bir azapla azap edeceğim ya da onu keseceğim yahut bana açık bir delil getirecek.’
لَأُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَدِيدًا أَوْ لَأَذْبَحَنَّهُ أَوْ لَيَأْتِيَنِّي بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ ﴿٢١﴾
Derken bekledi, çok geçmedi (geldi) hemen dedi ki: ‘Kendisine aşina olmadığın bir şeye aşina oldum ve Sebe’den sana kesin bir haber getirdim.’ (*22-44)
فَمَكَثَ غَيْرَ بَعِيدٍ فَقَالَ أَحَطتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِهِ وَجِئْتُكَ مِن سَبَإٍ بِنَبَإٍ يَقِينٍ ﴿٢٢﴾
‘Gerçekten ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum, kendisine her şeyden verilmiş ve onun, büyük bir tahtı var.’
إِنِّي وَجَدتُّ امْرَأَةً تَمْلِكُهُمْ وَأُوتِيَتْ مِن كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظِيمٌ ﴿٢٣﴾
‘Onu ve onun kavmini, Allah’tan başka güneşe secde ederlerken buldum ve şeytan, onlara amellerini süslemiş, böylece onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden onlar, hidayet bulmuyorlar.’ (*24)
وَجَدتُّهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِن دُونِ اللَّهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ ﴿٢٤﴾
‘Allah’a secde etmiyorlar; O ki, göklerde ve yerde gizleneni çıkaran, gizlediğiniz şeyleri ve açıkladığınız şeyleri bilendir.’ (*25)
أَلَّا يَسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ﴿٢٥﴾
Allah, O’ndan başka ilah yoktur, O, büyük Arşın Rabb’idir. (*26)
اللَّهُ لَا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ ۩ ﴿٢٦﴾
Dedi ki: ‘Bakacağız, doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mısın!’ (*27)
۞ قَالَ سَنَنظُرُ أَصَدَقْتَ أَمْ كُنتَ مِنَ الْكَاذِبِينَ ﴿٢٧﴾
‘Bu mektubumu götür, böylece onu onlara bırak sonra onlara yakın dur bak gör, ne tepki verecekler!’
اذْهَب بِّكِتَابِي هَـٰذَا فَأَلْقِهْ إِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ ﴿٢٨﴾
Kadın (Belkıs) dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, doğrusu bana değerli bir mektup bırakıldı.’
قَالَتْ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ ﴿٢٩﴾
‘Şüphesiz o, Süleyman’dan ve gerçekten o, Rahman ve Rahim Allah’ın adı iledir.’ (*30)
إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ ﴿٣٠﴾
‘Yalnız bana karşı ululanmadan, bana Müslüman olarak gelin (diyor).’
أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ ﴿٣١﴾
Kadın (Belkıs) dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, bana işimde bir fikir verin, siz beni onaylamadan ben bir işe karar vermem.’
قَالَتْ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّىٰ تَشْهَدُونِ ﴿٣٢﴾
Dediler ki: ‘Biz, kuvvet sahibi ve şiddetli harp ehliyiz; emir senindir, artık bak ne emredersen!’
قَالُوا نَحْنُ أُولُو قُوَّةٍ وَأُولُو بَأْسٍ شَدِيدٍ وَالْأَمْرُ إِلَيْكِ فَانظُرِي مَاذَا تَأْمُرِينَ ﴿٣٣﴾
Kadın (Belkıs) dedi ki: ‘Doğrusu hükümdarlar, bir şehre girdikleri zaman orayı bozguna uğratırlar ve halkın şerefli olanlarını zelil kılarlar ve işte öyle yaparlar.’
قَالَتْ إِنَّ الْمُلُوكَ إِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً أَفْسَدُوهَا وَجَعَلُوا أَعِزَّةَ أَهْلِهَا أَذِلَّةً ۖ وَكَذَٰلِكَ يَفْعَلُونَ ﴿٣٤﴾
‘Ve doğrusu ben, onlara bir hediye göndereyim, sonra bakayım elçiler ne ile dönecekler.’
وَإِنِّي مُرْسِلَةٌ إِلَيْهِم بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ ﴿٣٥﴾
Ne zamanki (elçiler) Süleyman’a geldi, dedi ki: ‘Siz, mal ile bana yardım etmek mi istiyorsunuz; hâlbuki Allah, size verdiğinden daha hayırlısını bana vermiştir, bilakis hediyenizle siz sevinirsiniz.’
فَلَمَّا جَاءَ سُلَيْمَانَ قَالَ أَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍ فَمَا آتَانِيَ اللَّهُ خَيْرٌ مِّمَّا آتَاكُم بَلْ أَنتُم بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ ﴿٣٦﴾
‘Onlara dön, artık gerçekten onlara, onların ona karşı koyamayacakları ordularla geliriz, onları oradan zelil ve küçük düşürülmüş halde çıkarırız.’
ارْجِعْ إِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُم بِجُنُودٍ لَّا قِبَلَ لَهُم بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُم مِّنْهَا أَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ ﴿٣٧﴾
(Süleyman) dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, teslim olmuş kimseler olarak onlar gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?’
قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَن يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ ﴿٣٨﴾
Cinlerden bir ifrit dedi ki: ‘Ben, doğrusu sen makamından kalkmadan önce onu sana getirebilirim ve gerçekten benim ona gücüm yeteceğine eminim.’
قَالَ عِفْرِيتٌ مِّنَ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن تَقُومَ مِن مَّقَامِكَ ۖ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ ﴿٣٩﴾
Onun yanında, Kitap’tan ilmi olan kimse dedi ki: ‘Ben, sen gözünü kırpmadan önce onu sana getirebilirim;’ derken ne zamanki onu yanında yerleşmiş gördü, dedi ki: ‘Bu, Rabb’imin lütfundandır; beni imtihan ediyor, (*40) şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim (**40) ve kim şükrederse artık gerçekten o kendisi için şükreder ve kim nankörlük ederse işte şüphesiz Rabb’im, zengindir, ikram edendir.’ (***40)
قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ ۚ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِندَهُ قَالَ هَـٰذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ ۖ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ ۖ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ ﴿٤٠﴾
Dedi ki: ‘Onu tanınmaz hale koyun, bakalım doğruyu bulacak mı yoksa doğruyu bulmayan kimselerden mi!’
قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنظُرْ أَتَهْتَدِي أَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذِينَ لَا يَهْتَدُونَ ﴿٤١﴾
Ne zaman ki Kadın geldi: ‘Senin tahtın böyle miydi?’ denildi; dedi ki: ‘O, tıpkı onun gibi ve bize ondan önceden bilgi verilmişti ve biz, Müslümanlardan olmuştuk.’
فَلَمَّا جَاءَتْ قِيلَ أَهَـٰكَذَا عَرْشُكِ ۖ قَالَتْ كَأَنَّهُ هُوَ ۚ وَأُوتِينَا الْعِلْمَ مِن قَبْلِهَا وَكُنَّا مُسْلِمِينَ ﴿٤٢﴾
Allah’tan başka tapmış olduğu şeyler onu alıkoymuştu, doğrusu o, inkâr eden bir kavimden idi.
وَصَدَّهَا مَا كَانَت تَّعْبُدُ مِن دُونِ اللَّهِ ۖ إِنَّهَا كَانَتْ مِن قَوْمٍ كَافِرِينَ ﴿٤٣﴾
Ona: ‘Saraya gir’ denildi; ne zaman ki onu görünce hareketli derin su sandı ve o bacaklarını sıvadı, (Süleyman) dedi ki: ‘Şüphesiz o, zümrütten sıvanmış bir saraydır.’ Kadın dedi ki: ‘Rabb’im muhakkak ki ben, nefsime zulmetmişim ve Süleyman’la beraber âlemlerin Rabb’i Allah’a teslim oldum.’
قِيلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَ ۖ فَلَمَّا رَأَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَن سَاقَيْهَا ۚ قَالَ إِنَّهُ صَرْحٌ مُّمَرَّدٌ مِّن قَوَارِيرَ ۗ قَالَتْ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٤٤﴾
Andolsun Semud’a kardeşleri Salih’i gönderdik, Allah’a kulluk etsinler (*45) diye; işte o zaman onlar, hasım iki fırka oldular. (*45-52)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَىٰ ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ ﴿٤٥﴾
Dedi ki: ‘Ey kavmim, neden iyilikten önce kötülükte acele ediyorsunuz; Allah’tan mağfiret dileseniz ya, ta ki merhamet edilesiniz.’ (*46)
قَالَ يَا قَوْمِ لِمَ تَسْتَعْجِلُونَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ ۖ لَوْلَا تَسْتَغْفِرُونَ اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٤٦﴾
Dediler ki: ‘Seninle ve beraberindeki kimselerle uğursuzluk gördük.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz Allah katındadır, bilakis siz, imtihan edilen bir kavimsiniz.’ (*47)
قَالُوا اطَّيَّرْنَا بِكَ وَبِمَن مَّعَكَ ۚ قَالَ طَائِرُكُمْ عِندَ اللَّهِ ۖ بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تُفْتَنُونَ ﴿٤٧﴾
Şehirde dokuz kişilik bir grup vardı, yeryüzünde bozgunculuk yapar, ıslah etmiyorlardı.
وَكَانَ فِي الْمَدِينَةِ تِسْعَةُ رَهْطٍ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ ﴿٤٨﴾
Dediler ki Allah’a andolsun: ‘Muhakkak gece ona ve ailesine gidelim, sonra onun velisine diyelim, ailesinin öldürülüşüne şahit olmadık ve elbette biz, doğru olanlarız.’
قَالُوا تَقَاسَمُوا بِاللَّهِ لَنُبَيِّتَنَّهُ وَأَهْلَهُ ثُمَّ لَنَقُولَنَّ لِوَلِيِّهِ مَا شَهِدْنَا مَهْلِكَ أَهْلِهِ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ ﴿٤٩﴾
Ve hileli bir plan yaptılar, Biz de bir planla plan yaptık, onlar farkında değillerdi. (*50)
وَمَكَرُوا مَكْرًا وَمَكَرْنَا مَكْرًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٥٠﴾
Bak, nasıl oldu planlarının akıbeti, doğrusu Biz, onları ve kavimlerini topluca yerlebir ettik.
فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ مَكْرِهِمْ أَنَّا دَمَّرْنَاهُمْ وَقَوْمَهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٥١﴾
İşte bunlar, zulümleri nedeniyle viran olan onların evleridir. Şüphesiz bunda, bilen kimselerin kavmi için bir ayet vardır. (*52)
فَتِلْكَ بُيُوتُهُمْ خَاوِيَةً بِمَا ظَلَمُوا ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ ﴿٥٢﴾
Ve iman eden ve sakınan kimseleri kurtardık.
وَأَنجَيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ﴿٥٣﴾
Ve Lut, o zaman kavmine dedi ki: ‘Siz, o fuhşiyatı mı işliyorsunuz ve siz görüyorsunuz!’
وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُونَ ﴿٥٤﴾
‘Siz, gerçekten kadınlardan başka şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz! Bilakis siz, cahil bir kavimsiniz!’ (*55)
أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاءِ ۚ بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ ﴿٥٥﴾
Fakat kavminin cevabı, ‘Lut’un ailesini şehrinizden çıkarın, çünkü onlar, temiz kalmak isteyen insanlarmış’ demekten başka olmadı.
۞ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَن قَالُوا أَخْرِجُوا آلَ لُوطٍ مِّن قَرْيَتِكُمْ ۖ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ ﴿٥٦﴾
Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık, karısı hariç; onu, geride kalanlardan takdir ettik. (*57)
فَأَنجَيْنَاهُ وَأَهْلَهُ إِلَّا امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِرِينَ ﴿٥٧﴾
Onların üzerlerine yağmur yağdırdık; işte uyarılanların yağmuru ne kötüdür! (*58)
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا ۖ فَسَاءَ مَطَرُ الْمُنذَرِينَ ﴿٥٨﴾
De ki: ‘Hamd Allah’a ve selam, O’nun kullarından temiz kimseler üzerinedir. Allah mı hayırlı yoksa ortak koştukları mı!’ (*59)
قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ وَسَلَامٌ عَلَىٰ عِبَادِهِ الَّذِينَ اصْطَفَىٰ ۗ آللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٥٩﴾
Yahut kimdir gökleri ve yeri yaratan, size gökten su indiren, böylece onunla görkemli bahçeler bitirdik, doğrusu onun bir ağacını bitirmeniz sizin için mümkün değil! Allah ile beraber bir ilah mı var! Aksine onlar, sapan bir kavimdir. (*60-61)
أَمَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنزَلَ لَكُم مِّنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَنبَتْنَا بِهِ حَدَائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍ مَّا كَانَ لَكُمْ أَن تُنبِتُوا شَجَرَهَا ۗ أَإِلَـٰهٌ مَّعَ اللَّهِ ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌ يَعْدِلُونَ ﴿٦٠﴾
Yahut kimdir yeri durulacak yer kılan, onun arasında ırmaklar var eden, ona sabit dağlar yapan (*61) ve iki deniz arasına engel koyan! Allah ile beraber bir ilah mı var! Aksine onların çoğu bilmiyorlar. (**61)
أَمَّن جَعَلَ الْأَرْضَ قَرَارًا وَجَعَلَ خِلَالَهَا أَنْهَارًا وَجَعَلَ لَهَا رَوَاسِيَ وَجَعَلَ بَيْنَ الْبَحْرَيْنِ حَاجِزًا ۗ أَإِلَـٰهٌ مَّعَ اللَّهِ ۚ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٦١﴾
Yahut kimdir, darda kalana icabet eden, kendisine dua ettiği zaman kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan! Allah ile beraber bir ilah mı var! Pek az düşünüyorsunuz! (*62)
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاءَ الْأَرْضِ ۗ أَإِلَـٰهٌ مَّعَ اللَّهِ ۚ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ ﴿٦٢﴾
Yahut kimdir, karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren ve kimdir, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen! Allah ile beraber bir ilah mı var! Allah ortak koştukları şeylerden yücedir. (*63)
أَمَّن يَهْدِيكُمْ فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَن يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ ۗ أَإِلَـٰهٌ مَّعَ اللَّهِ ۚ تَعَالَى اللَّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٦٣﴾
Yahut kimdir, başlangıçta yaratan, sonra onu iade eden ve kimdir, gökten ve yerden sizi rızıklandıran! (*64) Allah ile beraber bir ilah mı var! De ki: ‘Gerçekten doğrulardan iseniz delilinizi getirin.’ (**64)
أَمَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَمَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ ۗ أَإِلَـٰهٌ مَّعَ اللَّهِ ۚ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿٦٤﴾
De ki: ‘Göklerde ve yerde Allah'tan başka gaybı kimse bilmez ve ne zaman dirileceklerinin farkında değillerdir.’ (*65)
قُل لَّا يَعْلَمُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَيْبَ إِلَّا اللَّهُ ۚ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ ﴿٦٥﴾
Doğrusu, ahiret hakkındaki onların bilgileri idrak ettikleridir, bilakis onlar ondan bir şüphe içindedirler, aksine onlar, onda kördürler.
بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْآخِرَةِ ۚ بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّنْهَا ۖ بَلْ هُم مِّنْهَا عَمُونَ ﴿٦٦﴾
İnkâr eden kimseler dediler ki: ‘Biz ve babalarımız toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi çıkarılacağız?’ (*67) (*67-68)
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَإِذَا كُنَّا تُرَابًا وَآبَاؤُنَا أَئِنَّا لَمُخْرَجُونَ ﴿٦٧﴾
‘Andolsun bu, bize ve önceden atalarımıza vadedildi; şüphesiz bu, ancak öncekilerin yazdıklarıdır.’ (*68)
لَقَدْ وُعِدْنَا هَـٰذَا نَحْنُ وَآبَاؤُنَا مِن قَبْلُ إِنْ هَـٰذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ ﴿٦٨﴾
De ki: ‘Yeryüzünde gezin, bakın görün suçluların akıbetinin nasıl olduğunu.’
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ ﴿٦٩﴾
Sen, onlara üzülme ve planladıkları şeylerden de sıkılma.
وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُن فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ ﴿٧٠﴾
Diyorlar ki: ‘Şayet doğrulardan iseniz bu vadedilen ne zaman?’ (*71)
وَيَقُولُونَ مَتَىٰ هَـٰذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿٧١﴾
De ki: ‘Acele ettiğinizin bir kısmı sizin ardınıza belki gerçekten takılmış olabilir.’
قُلْ عَسَىٰ أَن يَكُونَ رَدِفَ لَكُم بَعْضُ الَّذِي تَسْتَعْجِلُونَ ﴿٧٢﴾
Şüphesiz Rabb’in, insanlara karşı lütuf sâhibidir velakin onların çoğu şükretmiyorlar. (*73) (**73)
وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ ﴿٧٣﴾
Ve şüphesiz Rabb’in, onların sinelerinin gizlediği şeyleri, açıkladıkları şeyleri elbette bilir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ ﴿٧٤﴾
Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın. (*75)
وَمَا مِنْ غَائِبَةٍ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ ﴿٧٥﴾
Şüphesiz bu Kur’an, İsrailoğullarının, kendisinde ihtilaf ettikleri şeylerin çoğunu onlara anlatmaktadır.
إِنَّ هَـٰذَا الْقُرْآنَ يَقُصُّ عَلَىٰ بَنِي إِسْرَائِيلَ أَكْثَرَ الَّذِي هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿٧٦﴾
Ve gerçekten o, Mü’minler için hidayet ve rahmettir.
وَإِنَّهُ لَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ ﴿٧٧﴾
Muhakkak Rabb’in, onlar arasında hükmünü icra edecektir; O, Aziz’dir, Âlim’dir.
إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُم بِحُكْمِهِ ۚ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ ﴿٧٨﴾
O halde Allah’a tevekkül et, (*79) şüphesiz sen, apaçık Hak üzerindesin. (**79)
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ ۖ إِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُبِينِ ﴿٧٩﴾
Elbette sen, ölülere işittiremezsin ve arkalarını döndükleri zaman sağırlara daveti işittiremezsin. (*80)
إِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتَىٰ وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاءَ إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ ﴿٨٠﴾
Ve sen, onlardan dalaletteki körleri hidayete erdiremezsin; (*81) doğrusu sen ancak ayetlerimize iman eden kimselere işittirirsin işte onlar, Müslümanlardır. (**81)
وَمَا أَنتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَن ضَلَالَتِهِمْ ۖ إِن تُسْمِعُ إِلَّا مَن يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُم مُّسْلِمُونَ ﴿٨١﴾
Onların üzerinde o söz vukua bulduğunda, onlar için yerden bir dabbe çıkarırız da onlara: ‘Gerçekten insanların, ayetlerimize kesin iman etmemiş olduklarını’ söyler.
۞ وَإِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ أَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِّنَ الْأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِآيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ ﴿٨٢﴾
O gün her ümmetten, ayetlerimizi yalanlayan bir grubu toplarız; sonra onlar alıkonulurlar.
وَيَوْمَ نَحْشُرُ مِن كُلِّ أُمَّةٍ فَوْجًا مِّمَّن يُكَذِّبُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ يُوزَعُونَ ﴿٨٣﴾
Nihayet (Rab’leri) geldiği zaman der ki: ‘İlmen kendisini kavramadığınız ayetlerimi yalanladınız mı, yoksa ne yapıyordunuz!’ (*84)
حَتَّىٰ إِذَا جَاءُوا قَالَ أَكَذَّبْتُم بِآيَاتِي وَلَمْ تُحِيطُوا بِهَا عِلْمًا أَمَّاذَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٨٤﴾
Zulmetmeleri nedeniyle onların üzerine o söz gerçekleşti; artık konuşmazlar.
وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِم بِمَا ظَلَمُوا فَهُمْ لَا يَنطِقُونَ ﴿٨٥﴾
Görmediler mi, şüphesiz biz geceyi kendisinde istirahat etmeleri için ve gündüzü (*86) aydınlık yaptık; şüphesiz bunda, iman edenler toplumu için ayetler vardır. (**86)
أَلَمْ يَرَوْا أَنَّا جَعَلْنَا اللَّيْلَ لِيَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٨٦﴾
Sura üflendiği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde bulunan kimseler, dehşete kapılırlar ve hepsini toplayıp O’na gelirler. (*87)
وَيَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ فَفَزِعَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَمَن فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَن شَاءَ اللَّهُ ۚ وَكُلٌّ أَتَوْهُ دَاخِرِينَ ﴿٨٧﴾
Gördüğün dağları hareketsiz sanırsın; onlar, sürüklenir, hareket edip akarlar; Allah’ın yasasıdır ki O, her şeyi sağlam yapar, şüphesiz O, yaptığınız şeylerden haberdardır. (*88)
وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ ۚ صُنْعَ اللَّهِ الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ ۚ إِنَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَفْعَلُونَ ﴿٨٨﴾
Kim, bir iyilikle gelirse işte ona, ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o gün korkudan emindirler. (*89)
مَن جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِّنْهَا وَهُم مِّن فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ ﴿٨٩﴾
Ve kim, bir kötülükle gelirse işte onlar, yüzleri üzerinde ateşe yuvarlanırlar; yapmış olduğunuz şeyler dışında mı cezalandırılıyorsunuz! (*90)
وَمَن جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٠﴾
De ki: ‘Ben şüphesiz, bu şehrin Rabb’ine kulluk yapmakla emrolundum; (*91) O ki, onu kutsal kıldı ve her şey O’nundur! Bana, Müslümanlardan olmam emredildi.’ (**91)
إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَـٰذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ ۖ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ ﴿٩١﴾
Ve elbette Kur’an okumam (*92) (emredildi); şimdi kim hidayete ererse artık o, kendisi için hidayete erer (**92) ve kim dalalete düşerse (***92) o takdirde de ki: ‘Şüphesiz ben, ancak uyarıcılardanım!’ (****92)
وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ ۖ فَمَنِ اهْتَدَىٰ فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ ۖ وَمَن ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنذِرِينَ ﴿٩٢﴾
Ve de ki: ‘Allah’a hamdolsun, yakında ayetlerini gösterecek böylece siz onları tanıyacaksınız; Rabb’in, yaptıklarınız şeylerden gafil değildir!’
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا ۚ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi