Evrensel Mesaj Kur'an'ı Kerim Meali
Zuhruf Süresi الزُّخْرُفِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Zuhruf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 89 âyettir. İsmini 35. âyette geçen ve altın, mücevher mânasına gelen اَلزُّخْرُفُ (zuhruf) kelimesinden alır. Resmî tertibe göre 43, nüzûl sırasına göre 63. sûredir.

Ha. Mim. Apaçık Kitab’a andolsun. (*2)
وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ ﴿٢﴾
Şüphesiz Biz, Arapça bir okuma yaptık, (*3) ta ki akledesiniz.
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ﴿٣﴾
Ve şüphesiz o, katımızdaki ana (ümmü’l) kitaptandır; (*4) elbette yücedir, Hâkim’dir. (**4) (***4)
وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ ﴿٤﴾
Haddi aşanlar toplumusunuz diye size zikri yaymayı bırakalım mı!
أَفَنَضْرِبُ عَنكُمُ الذِّكْرَ صَفْحًا أَن كُنتُمْ قَوْمًا مُّسْرِفِينَ ﴿٥﴾
Öncekilere de kaç tane nebi gönderdik.
وَكَمْ أَرْسَلْنَا مِن نَّبِيٍّ فِي الْأَوَّلِينَ ﴿٦﴾
Onlara bir nebi gelmesin ki, onunla alay etmiş olmasınlar. (*7)
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن نَّبِيٍّ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ ﴿٧﴾
Bu yüzden onlardan daha güçlü olanları, vurarak helâk ettik (*8) ve öncekilerin örneği geçti. (**8)
فَأَهْلَكْنَا أَشَدَّ مِنْهُم بَطْشًا وَمَضَىٰ مَثَلُ الْأَوَّلِينَ ﴿٨﴾
Andolsun şayet onlara sorsan, kim yarattı gökleri ve yeri, elbette ‘Aziz, Âlim olan o ikisini yarattı’ diyecekler. (*9)
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ ﴿٩﴾
O ki, sizin için yeri düz yaptı ve size orada yollar var etti, ta ki hidayete eresiniz. (*10)
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ﴿١٠﴾
Ve O ki, ölçü ile suyu gökten indirendir, böylece onunla ölü bir beldeyi diriltti, (*11) işte böyle çıkarılacaksınız.
وَالَّذِي نَزَّلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَأَنشَرْنَا بِهِ بَلْدَةً مَّيْتًا ۚ كَذَٰلِكَ تُخْرَجُونَ ﴿١١﴾
Ve O ki, bütün o çiftleri yarattı (*12) ve sizin için gemiler ve hayvanlardan bineceğiniz şeyler var etti. (**12)
وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُم مِّنَ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ ﴿١٢﴾
Ki sırtlarına yerleşesiniz, sonra onlara yerleştiğiniz zaman Rabb’inizin nimetini anasınız ve: ‘Şanı yücedir, O ki, bunu bize boyun eğdirdi, biz onu bağlayan kimseler olmayacaktık.’ (*13)
لِتَسْتَوُوا عَلَىٰ ظُهُورِهِ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَـٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ ﴿١٣﴾
Ve şüphesiz biz, Rabb’imize döneceğiz.
وَإِنَّا إِلَىٰ رَبِّنَا لَمُنقَلِبُونَ ﴿١٤﴾
O’nun kullarından bir kısmını, O’nun yerine koydular, (*15) gerçekten insan elbette apaçık bir nankördür. (**15)
وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا ۚ إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ مُّبِينٌ ﴿١٥﴾
Yoksa yarattıklarından kızları (kendine) aldı ve oğlanlar en iyi olarak sizin mi! (*16)
أَمِ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَأَصْفَاكُم بِالْبَنِينَ ﴿١٦﴾
Onlardan birine, Rahman için örnek verdiği (*17) müjdelense, onun yüzü simsiyah kesilip asılır ve o, çok öfkelenir. (**17)
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُم بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَـٰنِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ ﴿١٧﴾
Süs içinde yetiştirilen kimse mi ve o, açık bir hasım değildir.
أَوَمَن يُنَشَّأُ فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُبِينٍ ﴿١٨﴾
Onlar, Rahman’ın kulları olan melekleri dişi yaptılar, (*19) onların yaratılışlarına şahit mi oldular! Onların şahitlikleri yazılacak ve sorulacaklardır. (**19)
وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَـٰنِ إِنَاثًا ۚ أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ ۚ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْأَلُونَ ﴿١٩﴾
Ve dediler ki: ‘Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık,’ onların bunda bir bilgileri yoktur, şüphesiz onlar, sadece yalan uyduruyorlar.
وَقَالُوا لَوْ شَاءَ الرَّحْمَـٰنُ مَا عَبَدْنَاهُم ۗ مَّا لَهُم بِذَٰلِكَ مِنْ عِلْمٍ ۖ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ ﴿٢٠﴾
Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de artık ona mı tutunuyorlar! (*21)
أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِّن قَبْلِهِ فَهُم بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ ﴿٢١﴾
Aksine, dediler ki: ‘Şüphesiz biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk ve elbette biz, onların izlerinde hidayet bulanlarız.’ (*22-24)
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَىٰ أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَىٰ آثَارِهِم مُّهْتَدُونَ ﴿٢٢﴾
İşte böyle, senden önce bir kente uyarıcı birini göndermiş (*23) olmayalım ki, oranın zenginleri dediler ki: ‘Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve gerçekten biz, onların izleri üzerinde ilerleyenleriz.’
وَكَذَٰلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَىٰ أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَىٰ آثَارِهِم مُّقْتَدُونَ ﴿٢٣﴾
Dedi ki: ‘Şayet size, atalarınızı o üzerinde bulduğunuz şeye Hidayet ile gelmişsem!’ dediler ki: ‘Doğrusu biz gönderildiğiniz o şeyi inkâr ediyoruz.’
۞ قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُم بِأَهْدَىٰ مِمَّا وَجَدتُّمْ عَلَيْهِ آبَاءَكُمْ ۖ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ ﴿٢٤﴾
Bunun üzerine onlardan intikam aldık; işte bak, yalanlayanların akıbeti nasıl oldu. (*25)
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ ۖ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ ﴿٢٥﴾
Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Şüphesiz ben, tapındığınız şeylerden uzağım. (*26)
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِّمَّا تَعْبُدُونَ ﴿٢٦﴾
O beni yaratan müstesna; işte O, beni hidayete iletecektir.’
إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ ﴿٢٧﴾
Onu, ardından gelecekler içinde onu kalıcı bir söz kıldı, ta ki onlar dönsünler.
وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿٢٨﴾
Doğrusu onları ve babalarını Hakkı açıklayan bir Rasul onlara gelinceye kadar onları faydalandırdım. (*29)
بَلْ مَتَّعْتُ هَـٰؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ حَتَّىٰ جَاءَهُمُ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُّبِينٌ ﴿٢٩﴾
Ne zaman ki onlara Hak gelince: ‘Bu sihirdir ve elbette onu inkâr ediyoruz' dediler. (*30)
وَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ قَالُوا هَـٰذَا سِحْرٌ وَإِنَّا بِهِ كَافِرُونَ ﴿٣٠﴾
Ve dediler ki: ‘Bu Kur'an, iki kentten, (*31) büyük bir adama indirilseydi ya!' (**31)
وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَـٰذَا الْقُرْآنُ عَلَىٰ رَجُلٍ مِّنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ ﴿٣١﴾
Onlar mı Rabb’inin rahmetini taksim ediyorlar! Dünya hayatında geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini, kimine derecelerle üstün kıldık ki, (*32) biri diğerini çalıştırsın. Rabb’inin rahmeti onların topladıkları şeylerden daha hayırlıdır. (**32)
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ ۚ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚ وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا ۗ وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ ﴿٣٢﴾
Rahman’ı inkâr eden kimseler, tek bir ümmet olup (iman eden) insanlar olmuş olsaydı, elbette onların evlerinin çatılarını gümüşten ve kendisinin üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.
وَلَوْلَا أَن يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَّجَعَلْنَا لِمَن يَكْفُرُ بِالرَّحْمَـٰنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِّن فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ ﴿٣٣﴾
Ve evlerine kapılar, mutlulukla üzerine oturacakları minderler. (*34-35)
وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ ﴿٣٤﴾
Ve süsler; doğrusu bütün bunlar, sadece dünya hayatının metaıdır (*35) ve Ahiret, Rabb’inin yanında muttakiler içindir. (**35)
وَزُخْرُفًا ۚ وَإِن كُلُّ ذَٰلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚ وَالْآخِرَةُ عِندَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ ﴿٣٥﴾
Ve kim Rahman’ın zikrini (*36) görmezden gelirse ona bir şeytanı göndeririz; (**36) artık o, onun yakını olur. (***36)
وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَـٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ ﴿٣٦﴾
Ve gerçekten onlar (şeytanlar), onları yoldan çevirirler, ancak onlar hidayette olduklarını zannederler. (*37)
وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ ﴿٣٧﴾
Nihayet Bize geldiği zaman der ki: ‘Ne olurdu ya benimle senin aranda iki doğu kadar bir uzaklık olsaydı, ne kötü bir ilişkiydi.’ (*38)
حَتَّىٰ إِذَا جَاءَنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ ﴿٣٨﴾
Bugün size bir fayda vermez, zira zulmettiniz, siz azapta ortaksınız.
وَلَن يَنفَعَكُمُ الْيَوْمَ إِذ ظَّلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٩﴾
Sen mi sağırlara işittireceksin yahut âmâ olanları ve apaçık bir dalalet (*40) içerisinde olan kimseyi hidayete erdireceksin! (**40)
أَفَأَنتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ أَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَن كَانَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ ﴿٤٠﴾
Şimdi, seni götürürsek artık gerçekten Biz, onlardan intikam alıcılar olacağız.
فَإِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَإِنَّا مِنْهُم مُّنتَقِمُونَ ﴿٤١﴾
Yahut o onlara vadettiğimizi sana gösteririz, bak gerçekten Biz, onlar üzerinde muktediriz. (*42)
أَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذِي وَعَدْنَاهُمْ فَإِنَّا عَلَيْهِم مُّقْتَدِرُونَ ﴿٤٢﴾
Öyleyse sen, o sana vahyedilene sımsıkı tutun, (*43) şüphesiz sen doğru yol (**43) üzerindesin. (***43)
فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ ۖ إِنَّكَ عَلَىٰ صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ ﴿٤٣﴾
Şüphesiz o, sana ve kavmine bir Zikirdir (*44) ve yakında sorulacaksınız. (**44)
وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَّكَ وَلِقَوْمِكَ ۖ وَسَوْفَ تُسْأَلُونَ ﴿٤٤﴾
Senden önce gönderdiğimiz rasullerimizden kimselere sor, Rahman’dan hariç kulluk edilecek ilahlar kılmış mıyız! (*45) (**45)
وَاسْأَلْ مَنْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رُّسُلِنَا أَجَعَلْنَا مِن دُونِ الرَّحْمَـٰنِ آلِهَةً يُعْبَدُونَ ﴿٤٥﴾
Andolsun Musa'yı ayetlerimizle Fir'avn'e ve ileri gelenlerine gönderdik sonra dedi ki: ‘Şüphesiz ben âlemlerin Rabb'inin elçisiyim.'(*46)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَقَالَ إِنِّي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٤٦﴾
Fakat ne zamanki onlara ayetlerimizle ulaştığında o zaman onlar, ona güldüler.
فَلَمَّا جَاءَهُم بِآيَاتِنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَضْحَكُونَ ﴿٤٧﴾
Onlara hiçbir ayet (mucize) göstermiş olmayalım ki o, diğerinden daha büyük olmasın ve onları azap ile yakaladık, ta ki onlar dönsünler. (*48-50)
وَمَا نُرِيهِم مِّنْ آيَةٍ إِلَّا هِيَ أَكْبَرُ مِنْ أُخْتِهَا ۖ وَأَخَذْنَاهُم بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿٤٨﴾
Dediler ki: ‘Ey sihirbaz, bizim için Rabb’ine dua et, sendeki ahid nedeniyle gerçekten biz, hidayete erenler olacağız.’ (*49-50)
وَقَالُوا يَا أَيُّهَ السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ إِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ ﴿٤٩﴾
Fakat ne zamanki onlardan azabı kaldırdık, o zaman onlar, sözlerinden dönüverdiler.
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِذَا هُمْ يَنكُثُونَ ﴿٥٠﴾
Fir'avn kavmine seslenip dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi, (*51) görmüyor musunuz! (**51)
وَنَادَىٰ فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَا قَوْمِ أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَـٰذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِن تَحْتِي ۖ أَفَلَا تُبْصِرُونَ ﴿٥١﴾
Yahut ben, şundan daha hayırlı (*52) (**52) değil miyim; ki o, aşağılık ve nerdeyse söz anlatamayacak durumda!’ (***52)
أَمْ أَنَا خَيْرٌ مِّنْ هَـٰذَا الَّذِي هُوَ مَهِينٌ وَلَا يَكَادُ يُبِينُ ﴿٥٢﴾
O halde onun üzerine altından bilezikler atılmalı yahut beraber olduğu yakınında bulunan melekler gelmeli değil miydi? (*53)
فَلَوْلَا أُلْقِيَ عَلَيْهِ أَسْوِرَةٌ مِّن ذَهَبٍ أَوْ جَاءَ مَعَهُ الْمَلَائِكَةُ مُقْتَرِنِينَ ﴿٥٣﴾
Böylece kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler, (*54) şüphesiz onlar, fasıklar kavmi idiler. (**54)
فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ ﴿٥٤﴾
İşte ne zaman ki Bizi kızdırdılar, Biz de onlardan intikam aldık, böylece onların hepsini boğduk. (*55)
فَلَمَّا آسَفُونَا انتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ ﴿٥٥﴾
Onları, sonradan gelecek ötekiler için bir örnek kıldık.
فَجَعَلْنَاهُمْ سَلَفًا وَمَثَلًا لِّلْآخِرِينَ ﴿٥٦﴾
Ne zamanki Meryem’in oğlu bir misal olarak anlatınca o zaman kavmi, ondan uzaklaştılar.
۞ وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلًا إِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ ﴿٥٧﴾
Ve dediler ki: ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı yoksa o mu!’ Tartışmaktan başka sana onu söylemediler, doğrusu onlar, kavgacı bir toplumdur.
وَقَالُوا أَآلِهَتُنَا خَيْرٌ أَمْ هُوَ ۚ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ إِلَّا جَدَلًا ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ ﴿٥٨﴾
Şüphesiz o, yalnızca kendisine nimet verdiğimiz ve onu İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. (*59)
إِنْ هُوَ إِلَّا عَبْدٌ أَنْعَمْنَا عَلَيْهِ وَجَعَلْنَاهُ مَثَلًا لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ ﴿٥٩﴾
Şayet dileseydik elbette sizin yerinize geçecek yeryüzünde melekler kılardık. (*60)
وَلَوْ نَشَاءُ لَجَعَلْنَا مِنكُم مَّلَائِكَةً فِي الْأَرْضِ يَخْلُفُونَ ﴿٦٠﴾
Şüphesiz o, Saat (Kıyamet) için bir bilgidir, öyleyse ondan şüphe etmeyin ve bana tâbi olun; bu, dosdoğru yoldur. (*61)
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ ۚ هَـٰذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ ﴿٦١﴾
Şeytan sizi alıkoymasın; şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. (*62)
وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُ ۖ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ ﴿٦٢﴾
Ne zamanki İsa, açık delillerle geldi, dedi ki: ‘Doğrusu size Hikmetle ve kendisinde ihtilafa düştüğünüz şeyin bir kısmını size açıklamak için (gönderildim); artık Allah’tan sakının ve bana itaat edin.’ (*63)
وَلَمَّا جَاءَ عِيسَىٰ بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُم بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُم بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ ۖ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ ﴿٦٣﴾
Şüphesiz Allah O’dur ki, Benim Rabb’imdir ve sizin de Rabb’inizdir, öyleyse O’na kulluk edin; bu, dosdoğru yoldur. (*64)
إِنَّ اللَّهَ هُوَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ ۚ هَـٰذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ ﴿٦٤﴾
Nihayet onların aralarından hizipler, ihtilafa düştüler; artık vay acıklı bir günün azabı nedeniyle zulmeden kimselere! (*65)
فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِن بَيْنِهِمْ ۖ فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ أَلِيمٍ ﴿٦٥﴾
Saat (kıyamet)ten başkasını mı gözetliyorlar, doğrusu ansızın başlarına gelecek ve onlar, farkında olmayacaklar.
هَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَن تَأْتِيَهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٦٦﴾
O gün, dostların bir kısmı bir kısmına düşmandır; muttakiler müstesna.
الْأَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ ﴿٦٧﴾
Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız. (*68)
يَا عِبَادِ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَا أَنتُمْ تَحْزَنُونَ ﴿٦٨﴾
Onlar, ayetlerimize iman etmiş ve Müslüman olmuşlardı. (*69)
الَّذِينَ آمَنُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا مُسْلِمِينَ ﴿٦٩﴾
Cennete girin, siz ve eşleriniz mutlu olacaksınız.
ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ ﴿٧٠﴾
Onlara, altından tepsiler ve kupalar dolaştırılır ve orada nefislerinin arzuladığı, gözlerin hoşlandığı şeyler vardır ve siz orada ebedi kalacaksınız. (*71)
يُطَافُ عَلَيْهِم بِصِحَافٍ مِّن ذَهَبٍ وَأَكْوَابٍ ۖ وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الْأَنفُسُ وَتَلَذُّ الْأَعْيُنُ ۖ وَأَنتُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿٧١﴾
İşte cennet, yapmış olduklarınız nedeniyle siz ona varis kılındınız. (*72)
وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٧٢﴾
Orada sizin için çokça meyveler vardır, onlardan yersiniz.
لَكُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ كَثِيرَةٌ مِّنْهَا تَأْكُلُونَ ﴿٧٣﴾
Şüphesiz günahkârlar, cehennem azabı içinde sürekli kalıcıdırlar. (*74)
إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَ ﴿٧٤﴾
Onlardan dinmeyecek ve onlar, orada huzursuzdurlar.
لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ ﴿٧٥﴾
Onlara zulmetmedik velakin onlar, zalimlerdi.
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَـٰكِن كَانُوا هُمُ الظَّالِمِينَ ﴿٧٦﴾
Bağırdılar: ‘Ey malik, Rabb’in bizi öldürsün,’ dedi ki: ‘Siz, kalıcılarsınız.’
وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ ۖ قَالَ إِنَّكُم مَّاكِثُونَ ﴿٧٧﴾
‘Andolsun Hak ile size geldik velakin çoğunuz Hakk’ı sevmediniz.’
لَقَدْ جِئْنَاكُم بِالْحَقِّ وَلَـٰكِنَّ أَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ ﴿٧٨﴾
Yoksa emri eğip büktüler mi, ancak Biz, kesin kararlı olanlarız.
أَمْ أَبْرَمُوا أَمْرًا فَإِنَّا مُبْرِمُونَ ﴿٧٩﴾
Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını gerçekten bizim işitmediğimizi mi sanıyorlar; bilakis onların yanlarındaki rasullerimiz yazıyorlar.
أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُم ۚ بَلَىٰ وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ ﴿٨٠﴾
De ki: ‘Şayet Rahman’ın bir evladı olsaydı, o takdirde ben, kulluk edenlerin ilki olurdum.’
قُلْ إِن كَانَ لِلرَّحْمَـٰنِ وَلَدٌ فَأَنَا أَوَّلُ الْعَابِدِينَ ﴿٨١﴾
Göklerin ve yerin Rabb’i, Arşın Rabb’i, onların vasfettiklerinden münezzehtir. (*82)
سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿٨٢﴾
Artık bırak onları, o vadedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar ve oynasınlar. (*83)
فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّىٰ يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ ﴿٨٣﴾
O ki, gökte de ilahtır ve yerde de ilahtır ve O, Hakim’dir, Âlim’dir. (*84)
وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاءِ إِلَـٰهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَـٰهٌ ۚ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ ﴿٨٤﴾
Yücedir ki, göklerin ve yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü O’nundur (*85) ve Saat’in ilmi O’nun yanındadır (**85) ve O’na döndürüleceksiniz. (***85)
وَتَبَارَكَ الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَعِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٥﴾
O’ndan başka çağırdıkları kimseler şefaate malik değillerdir; yalnız Hakka şahitlik eden kimseler ve onlar (doğru söyleyeceklerini) biliyorlar. (*86)
وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَن شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ ﴿٨٦﴾
Andolsun şayet onlara sorsan, ‘Kendilerini kim yarattı!’ ‘Elbette Allah’ derler; o halde nasıl iftira ediyorlar! (*87)
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ ۖ فَأَنَّىٰ يُؤْفَكُونَ ﴿٨٧﴾
O (Rasul): ‘Ya Rabb’i, gerçekten bunlar, iman etmeyen bir kavimdir’ dediğinde. (*88)
وَقِيلِهِ يَا رَبِّ إِنَّ هَـٰؤُلَاءِ قَوْمٌ لَّا يُؤْمِنُونَ ﴿٨٨﴾
(Rabb’i), şimdi onlara aldırma ve ‘selam’ de, artık yakında bileceklerdir. (*89)
فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌ ۚ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿٨٩﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi