Sure Hakkında
Tâhâ Süresi
طٰهٰ
Tâhâ Süresi
طٰهٰ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Mekke’de nazil olmuştur, 135 ayettir, 130-131. ayetleri Medine’de nazil olmuştur. İsmini, ilk ayette geçen Hurufu mukattaadaki Ta. Ha. harflerinden almıştır. Sure, yüce Allah’ın Hz. Musa (as) ile diyaloğunu ve onu Rasul olarak Fir’avn’e gönderilişini konu alır. Mushaf tertibine göre 20. nüzul sırasına göre 45. suredir.
Ta, Ha, bu Kur'an'ı sana sıkıntı çekmen için indirmedik. (*2)
مَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لِتَشْقَىٰ
﴿٢﴾
Yeri ve yüce gökleri yaratan kimsenin indirmesidir. (*4)
تَنزِيلًا مِّمَّنْ خَلَقَ الْأَرْضَ وَالسَّمَاوَاتِ الْعُلَى
﴿٤﴾
Göklerde ne varsa, yerde ne varsa ve ikisi arasında ne varsa ve toprağın altında ne varsa O’nundur! (*6)
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرَىٰ
﴿٦﴾
Doğrusu sözü açıklasan, sonra gerçekten onu, sır olarak gizlesen de bilir. (*7)
وَإِن تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى
﴿٧﴾
Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, en güzel isimler O'nundur. (*8)
اللَّهُ لَا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ ۖ لَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَىٰ
﴿٨﴾
Bir zaman bir ateş görmüştü, ailesine hemen dedi ki: ‘Oturun (burada), gerçekten ben, bir ateş fark ettim, umarım ondan size bir meşale getiririm yahut ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.’
إِذْ رَأَىٰ نَارًا فَقَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَّعَلِّي آتِيكُم مِّنْهَا بِقَبَسٍ أَوْ أَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى
﴿١٠﴾
Ne zaman ki ona geldiğinde ‘Ey Musa!’ diye seslenildi.
فَلَمَّا أَتَاهَا نُودِيَ يَا مُوسَىٰ
﴿١١﴾
‘Şüphesiz Ben, Ben senin Rabb’inim! Şimdi ayakkabılarını çıkar; şüphesiz sen mukaddes vadide Tuva’dasın.’
إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى
﴿١٢﴾
‘Ve Ben seni seçtim, şimdi vahyedilen şeyleri dinle.’ (*13)
وَأَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحَىٰ
﴿١٣﴾
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَـٰهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
﴿١٤﴾
‘Şüphesiz Saat gelecektir; her nefsin, çaba sarf ettiği şeylerin karşılığını alması için onu gizlemekteyim.’
إِنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ أَكَادُ أُخْفِيهَا لِتُجْزَىٰ كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعَىٰ
﴿١٥﴾
‘Bu yüzden ona iman etmeyen kimse ve hevasına tâbi olan, seni ondan alıkoymasın, sonra helak olursun!’ (*15)
فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَن لَّا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ فَتَرْدَىٰ
﴿١٦﴾
Dedi ki: ‘O, asamdır, ona dayanıyorum ve onunla davarıma kuru ot (topluyorum) ve onda benim başka ihtiyaçlarım var.’
قَالَ هِيَ عَصَايَ أَتَوَكَّأُ عَلَيْهَا وَأَهُشُّ بِهَا عَلَىٰ غَنَمِي وَلِيَ فِيهَا مَآرِبُ أُخْرَىٰ
﴿١٨﴾
Hemen onu attı, işte o zaman o, hızla hareket eden bir yılan! (*20-23)
فَأَلْقَاهَا فَإِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعَىٰ
﴿٢٠﴾
Dedi ki: ‘Al onu ve korkma; onu ilk haline döndüreceğiz.’
قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ ۖ سَنُعِيدُهَا سِيرَتَهَا الْأُولَىٰ
﴿٢١﴾
‘Elini bağrına sok; kusuru olmaksızın bembeyaz çıksın, başka bir ayettir.’
وَاضْمُمْ يَدَكَ إِلَىٰ جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ آيَةً أُخْرَىٰ
﴿٢٢﴾
اذْهَبْ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَىٰ
﴿٢٤﴾
(Allah) buyurdu: ‘Ey Musa, muhakkak sana istediğin verildi.’
قَالَ قَدْ أُوتِيتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسَىٰ
﴿٣٦﴾
‘Andolsun biz sana başka bir defa daha lütfetmiştik.’
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً أُخْرَىٰ
﴿٣٧﴾
‘O zaman annene ilham edilecek olan şeyi ilham etmiştik.’ (*38)
إِذْ أَوْحَيْنَا إِلَىٰ أُمِّكَ مَا يُوحَىٰ
﴿٣٨﴾
‘Muhakkak onu sandığın içine bırak, sonra onu denize it; böylece deniz onu sahile bıraksın, benim düşmanım ve onun düşmanı onu alsın; üzerine benden bir sevgi bıraktım ki, belirlediğim üzere hareket etsin.’
أَنِ اقْذِفِيهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِفِيهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ لِّي وَعَدُوٌّ لَّهُ ۚ وَأَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِّنِّي وَلِتُصْنَعَ عَلَىٰ عَيْنِي
﴿٣٩﴾
‘O zaman Kızkardeşin giderek ‘Şimdi ona bakacak birini size göstereyim mi?’ diyordu; böylece seni annene geri döndürdük ki, gönlü ferah olsun ve üzülmesin. Sen bir nefsi de öldürmüştün; sonra seni kederden kurtarmış ve seni bir deneyişle denemiştik. Böylece Medyen halkı arasında senelerce kaldın, sonra bir takdir üzerine geldin ey Musa!’
إِذْ تَمْشِي أُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَىٰ مَن يَكْفُلُهُ ۖ فَرَجَعْنَاكَ إِلَىٰ أُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ ۚ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا ۚ فَلَبِثْتَ سِنِينَ فِي أَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلَىٰ قَدَرٍ يَا مُوسَىٰ
﴿٤٠﴾
‘Sen ve kardeşin, ayetlerimle gidin ve bana itaatte gevşeklik etmeyin.’
اذْهَبْ أَنتَ وَأَخُوكَ بِآيَاتِي وَلَا تَنِيَا فِي ذِكْرِي
﴿٤٢﴾
‘İkiniz gidin Fir’avn’e, gerçekten o tuğyan etti.’
اذْهَبَا إِلَىٰ فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَىٰ
﴿٤٣﴾
‘Bu yüzden ona yumuşak söz söyleyin, ta ki o, öğüt alsın yahut korksun.’
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَىٰ
﴿٤٤﴾
Dediler ki: ‘Rabb’imiz, gerçekten biz korkuyoruz, bize aşırı davranır yahut iyice azar diye.’
قَالَا رَبَّنَا إِنَّنَا نَخَافُ أَن يَفْرُطَ عَلَيْنَا أَوْ أَن يَطْغَىٰ
﴿٤٥﴾
Dedi ki: ‘Korkmayın, şüphesiz ben ikinizle beraberim, işitir ve görürüm.’
قَالَ لَا تَخَافَا ۖ إِنَّنِي مَعَكُمَا أَسْمَعُ وَأَرَىٰ
﴿٤٦﴾
‘Artık ona varın, böylece deyin ki, şüphesiz biz, senin Rabb’inin rasulleriyiz, artık İsrailoğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme! Doğrusu biz sana, Rabb’inden ayetle geldik, esenlik, hidayete tâbi olan kimselerin üzerinedir.’ (*47)
فَأْتِيَاهُ فَقُولَا إِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَأَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْ ۖ قَدْ جِئْنَاكَ بِآيَةٍ مِّن رَّبِّكَ ۖ وَالسَّلَامُ عَلَىٰ مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَىٰ
﴿٤٧﴾
‘Gerçekten biz, bize hakikaten vahyolundu; şüphesiz azap, yalanlayan ve yüzçeviren kimsenin üzerinedir.’
إِنَّا قَدْ أُوحِيَ إِلَيْنَا أَنَّ الْعَذَابَ عَلَىٰ مَن كَذَّبَ وَتَوَلَّىٰ
﴿٤٨﴾
(Fir’avn) dedi ki: ‘Ey Musa, öyleyse sizin Rabb’iniz kimdir?’
قَالَ فَمَن رَّبُّكُمَا يَا مُوسَىٰ
﴿٤٩﴾
Dedi ki: ‘Rabb’imiz o dur ki, her şeye yaratılışını veren, sonra hidayet edendir.’
قَالَ رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَىٰ كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَىٰ
﴿٥٠﴾
(Fir’avn) dedi ki: ‘O halde ilk nesillerin durumu nedir?’ (*51-52)
قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْأُولَىٰ
﴿٥١﴾
Dedi ki: ‘Onun ilmi, Rabb’imin yanında bir kitaptadır; Rabb’im, şaşırmaz ve unutmaz.’
قَالَ عِلْمُهَا عِندَ رَبِّي فِي كِتَابٍ ۖ لَّا يَضِلُّ رَبِّي وَلَا يَنسَى
﴿٥٢﴾
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّن نَّبَاتٍ شَتَّىٰ
﴿٥٣﴾
Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın, şüphesiz bunda idrak sahipleri için ayetler vardır.
كُلُوا وَارْعَوْا أَنْعَامَكُمْ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِّأُولِي النُّهَىٰ
﴿٥٤﴾
Sizi ondan yarattık ve ona döndüreceğiz ve ondan son kez sizi çıkaracağız.
۞ مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَفِيهَا نُعِيدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً أُخْرَىٰ
﴿٥٥﴾
Andolsun ayetlerimizin hepsini ona gösterdik, fakat yalanladı ve reddetti.
وَلَقَدْ أَرَيْنَاهُ آيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَأَبَىٰ
﴿٥٦﴾
Dedi ki: ‘Sihrinle toprağımızdan bizi çıkarmak için mi bize geldin, ey Musa?’
قَالَ أَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ أَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسَىٰ
﴿٥٧﴾
فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِّثْلِهِ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَّا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَا أَنتَ مَكَانًا سُوًى
﴿٥٨﴾
Dedi ki: ‘Süslenme (bayram) günü, buluşma vaktimizdir ve elbette insanların toplanacağı kuşluk vaktidir.’ (*59)
قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزِّينَةِ وَأَن يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى
﴿٥٩﴾
Bunun üzerine Fir’avn, dönüp gitti, hemen düzenini topladı, sonra geldi.
فَتَوَلَّىٰ فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ أَتَىٰ
﴿٦٠﴾
Musa onlara dedi ki: ‘Yazık size, Allah’a karşı yalan uydurmayın, bir azap ile mülkünüzü keser; elbette iftira eden kimse, hüsrana uğrar.’ (*61)
قَالَ لَهُم مُّوسَىٰ وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُم بِعَذَابٍ ۖ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرَىٰ
﴿٦١﴾
Bunun üzerine onlar, işlerini aralarında tartıştılar ve gizlice konuştular.
فَتَنَازَعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ وَأَسَرُّوا النَّجْوَىٰ
﴿٦٢﴾
Dediler ki: ‘Doğrusu bu ikisi, iki sihirbazdır, doğrusu toprağınızdan sihirleriyle sizi çıkarmak ve örnek yolunuzu gidermek istiyorlar.
قَالُوا إِنْ هَـٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَن يُخْرِجَاكُم مِّنْ أَرْضِكُم بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرِيقَتِكُمُ الْمُثْلَىٰ
﴿٦٣﴾
Şimdi hilenizi toplayın, sonra sırayla gelin ve elbette üstün gelen kimse bugün kurtulmuştur.’
فَأَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفًّا ۚ وَقَدْ أَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلَىٰ
﴿٦٤﴾
Dediler ki: ‘Ey Musa ya ister sen at ya da ister önce atan kimse biz olalım’
قَالُوا يَا مُوسَىٰ إِمَّا أَن تُلْقِيَ وَإِمَّا أَن نَّكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَلْقَىٰ
﴿٦٥﴾
Dedi ki: ‘Bilakis atın’ işte o zaman onların ipleri ve asalarının sihirleri ona, gerçekten hızlı hareket ediyor izlenimini verdi.
قَالَ بَلْ أَلْقُوا ۖ فَإِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ إِلَيْهِ مِن سِحْرِهِمْ أَنَّهَا تَسْعَىٰ
﴿٦٦﴾
Bu yüzden Musa korktu, kendisinde bir ürperti hissetti.
فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُّوسَىٰ
﴿٦٧﴾
Dedik ki: ‘Korkma, şüphesiz üstün gelecek sensin sen!’
قُلْنَا لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَىٰ
﴿٦٨﴾
‘Sağ elindeki şeyi at, yaptıkları şeyleri kapsın; şüphesiz yaptıkları şeyler, sihirbazın hilesidir ve sihirbaz, nereye varsa iflah olmaz.’
وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا ۖ إِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍ ۖ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَىٰ
﴿٦٩﴾
Bunun üzerine sihirbazlar, secdeye kapandılar; dediler ki: ‘Harun ve Musa’nın Rabb’ine iman ettik!’ (*70)
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَىٰ
﴿٧٠﴾
(Fir'avn) dedi ki: ‘Size gerçekten izin vermeden önce ona iman ettiniz! Şüphesiz o, elbette büyüğünüzdür, size sihir öğreten kimsedir; öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarında çarmıha gereceğim, hangimizin azabı daha çetin ve daha kalıcıdır bileceksiniz!’ (*71)
قَالَ آمَنتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ ۖ فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُم مِّنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَىٰ
﴿٧١﴾
Dediler ki: ‘Seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratan kimseye tercih etmeyeceğiz, öyleyse hükmünü ver, neye hüküm vereceksen, şüphesiz ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin.’
قَالُوا لَن نُّؤْثِرَكَ عَلَىٰ مَا جَاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا ۖ فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ ۖ إِنَّمَا تَقْضِي هَـٰذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
﴿٧٢﴾
إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَا أَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِ ۗ وَاللَّهُ خَيْرٌ وَأَبْقَىٰ
﴿٧٣﴾
Şüphesiz bir kimse, Rabb’ine günahkâr gelirse, artık gerçekten onun için cehennem vardır; orada ölemez ve yaşayamaz. (*74-76)
إِنَّهُ مَن يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِمًا فَإِنَّ لَهُ جَهَنَّمَ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَىٰ
﴿٧٤﴾
Ve kim, Mü’min olarak O’na gelirse, gerçekten salih amel işlerse, işte onlar, yüksek dereceler onlarındır.
وَمَن يَأْتِهِ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَأُولَـٰئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلَىٰ
﴿٧٥﴾
جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ۚ وَذَٰلِكَ جَزَاءُ مَن تَزَكَّىٰ
﴿٧٦﴾
Andolsun Musa'ya vahyettik: ‘Muhakkak kullarımı geceleyin yürüt, böylece vur, onlar için denizde kolay bir yol aç; erişilmekten korkma, endişe etme.’
وَلَقَدْ أَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَرِيقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًا لَّا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشَىٰ
﴿٧٧﴾
Derken Fir'avn, askerleriyle onların peşinden gitti, sonra denizde onları, örten şey örttü. (*78)
فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُم مِّنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ
﴿٧٨﴾
Fir’avn, kavmini dalalete düşürdü ve hidayete iletmedi. (*79)
وَأَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدَىٰ
﴿٧٩﴾
Ey İsrailoğulları, gerçekten düşmanınızdan sizi kurtardık ve Tur’un sağ yanında (*80) size vadettik ve size, kudret helvası ve bıldırcın indirdik.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ قَدْ أَنجَيْنَاكُم مِّنْ عَدُوِّكُمْ وَوَاعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْأَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَىٰ
﴿٨٠﴾
Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve o konuda tuğyan etmeyin, sonra gazabım üzerinize çöker; kimin üzerine gazabım çökerse işte gerçekten o, yıkılıp gitmiştir. (*81)
كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا فِيهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبِي ۖ وَمَن يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَبِي فَقَدْ هَوَىٰ
﴿٨١﴾
وَإِنِّي لَغَفَّارٌ لِّمَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدَىٰ
﴿٨٢﴾
Seni kavminden (önce) acele ettiren nedir ya Musa?
۞ وَمَا أَعْجَلَكَ عَن قَوْمِكَ يَا مُوسَىٰ
﴿٨٣﴾
Dedi ki: ‘İşte onlar beni izliyorlar, Rabb’im, razı olman için sana acele geldim.’
قَالَ هُمْ أُولَاءِ عَلَىٰ أَثَرِي وَعَجِلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضَىٰ
﴿٨٤﴾
(Rabb’i) dedi ki: ‘Fakat Biz, senden sonra kavmini gerçekten denedik, Samiri onları dalalete düşürdü.’ (*85)
قَالَ فَإِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِن بَعْدِكَ وَأَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ
﴿٨٥﴾
Bunun üzerine Musa, kavmine çok kızgın, üzüntülü halde döndü! Dedi ki: ‘Ey kavmim, Rabb’iniz, güzel bir vaadi size vadetmedi mi, zaman size uzun mu geldi yoksa Rabb’inizden bir gazabın üzerinize muhakkak çökmesini mi istediniz, bu yüzden mi bana verdiğiniz söze muhalefet ettiniz?’
فَرَجَعَ مُوسَىٰ إِلَىٰ قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا ۚ قَالَ يَا قَوْمِ أَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًا ۚ أَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ أَمْ أَرَدتُّمْ أَن يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَخْلَفْتُم مَّوْعِدِي
﴿٨٦﴾
Dediler ki: ‘Sahip olduklarımızla senin ahdine muhalefet etmedik velakin o kavmin ziynetlerinden yükler yüklenmiştik, işte onu (ateşe) attık, sonra böylece Samiri de attı.’ (*87)
قَالُوا مَا أَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلَـٰكِنَّا حُمِّلْنَا أَوْزَارًا مِّن زِينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذَٰلِكَ أَلْقَى السَّامِرِيُّ
﴿٨٧﴾
Nihayet onlara bir buzağı cismini çıkardı, onun böğürmesi vardı; sonra dediler ki: ‘Bu, sizin ilahınız ve Musa’nın ilahı, ancak o unuttu!’
فَأَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَّهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هَـٰذَا إِلَـٰهُكُمْ وَإِلَـٰهُ مُوسَىٰ فَنَسِيَ
﴿٨٨﴾
Peki, görmüyorlar mı ki, onlara sözle karşılık vermiyor ve onlara zarar ve fayda vermeye malik değil.
أَفَلَا يَرَوْنَ أَلَّا يَرْجِعُ إِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا
﴿٨٩﴾
Andolsun önceden Harun onlara demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu siz, onunla denendiniz ve şüphesiz Rabb’iniz, Rahmandır; o halde bana tâbi olun ve emrime itaat edin.’
وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هَارُونُ مِن قَبْلُ يَا قَوْمِ إِنَّمَا فُتِنتُم بِهِ ۖ وَإِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمَـٰنُ فَاتَّبِعُونِي وَأَطِيعُوا أَمْرِي
﴿٩٠﴾
Dediler ki: ‘Musa, bize dönünceye kadar sürekli kalıcılar olarak ondan ayrılmayacağız.’
قَالُوا لَن نَّبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِفِينَ حَتَّىٰ يَرْجِعَ إِلَيْنَا مُوسَىٰ
﴿٩١﴾
(Musa) dedi ki: ‘Ey Harun, dalalete düştüklerinde onları gördüğün zaman seni engelleyen neydi.’
قَالَ يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا
﴿٩٢﴾
Dedi ki: ‘Anamın Oğlu, sakalımı ve başımı tutma, gerçekten ben: ‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın ve sözümü gözetmedin diyeceksin diye endişelendim!’
قَالَ يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي ۖ إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْلِي
﴿٩٤﴾
(Musa) dedi ki: ‘Peki, senin problemin neydi Ey Samiri?’
قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ
﴿٩٥﴾
Dedi ki: ‘Onların görmedikleri şeyleri gördüm; Rasul’ün naklettiğinden kavradığımı hemen kavradım, böylece onun bir kısmıyla kendi nefsimi kandırdım.’
قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَٰلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي
﴿٩٦﴾
(Musa) dedi ki: ‘O halde çekip git, artık gerçekten senin: ‘Dokunmayın’ diyeceğin bir hayatın olacak ve şüphesiz senin için vaat edilene karşı çıkamayacaksın! Bak, ilahına ki, ısrarla ona tutunmuştun; andolsun onu yakacağız, sonra elbette onu imha edip denizde yok edeceğiz.’ (*97)
قَالَ فَاذْهَبْ فَإِنَّ لَكَ فِي الْحَيَاةِ أَن تَقُولَ لَا مِسَاسَ ۖ وَإِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَّن تُخْلَفَهُ ۖ وَانظُرْ إِلَىٰ إِلَـٰهِكَ الَّذِي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًا ۖ لَّنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفًا
﴿٩٧﴾
Gerçekten sizin ilahınız Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur; ilmen, her şeyi kuşatmıştır.
إِنَّمَا إِلَـٰهُكُمُ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ ۚ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا
﴿٩٨﴾
Böylece önceki haberlerden sana anlatıyoruz ve gerçekten tarafımızdan bir kitap/zikir sana verdik.
كَذَٰلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاءِ مَا قَدْ سَبَقَ ۚ وَقَدْ آتَيْنَاكَ مِن لَّدُنَّا ذِكْرًا
﴿٩٩﴾
Kim ondan yüzçevirirse, artık gerçekten o, Kıyamet günü bir yük yüklenecek.
مَّنْ أَعْرَضَ عَنْهُ فَإِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وِزْرًا
﴿١٠٠﴾
Onda, ebediyen kalacaktır, Kıyamet günü onlar için ne kötü bir yüktür.
خَالِدِينَ فِيهِ ۖ وَسَاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حِمْلًا
﴿١٠١﴾
O gün, Sur’a üfürülür ve o gün günahkârları mosmor bir halde toplarız. (*102)
يَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ ۚ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًا
﴿١٠٢﴾
Onlar aralarında fısıldaşırlar, doğrusu ancak on (gün) kaldınız.
يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا عَشْرًا
﴿١٠٣﴾
Biz, onların dedikleri şeyleri daha iyi biliriz; inanç bakımından onların örneklik teşkil edenleri, o zaman derler ki: ‘Doğrusu ancak bir gün kaldınız.’ (*104)
نَّحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ إِذْ يَقُولُ أَمْثَلُهُمْ طَرِيقَةً إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا يَوْمًا
﴿١٠٤﴾
Sana dağlardan soruyorlar; artık de ki: ‘Rabb’im onları toz haline getirip savuracak.’ (*105) (*105-106)
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنسِفُهَا رَبِّي نَسْفًا
﴿١٠٥﴾
O gün, kendisinde eğrilik olmayan Çağrıcıya uyarlar, Rahman için sesler kısılmıştır, hışıltıdan başka bir şey işitemezsin. (*108-109)
يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُ ۖ وَخَشَعَتِ الْأَصْوَاتُ لِلرَّحْمَـٰنِ فَلَا تَسْمَعُ إِلَّا هَمْسًا
﴿١٠٨﴾
O gün şefaat fayda vermez; Rahman’ın, kendisine izin verdiği ve kendisinin sözünden razı olduğu kimse müstesna. (*109)
يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَـٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا
﴿١٠٩﴾
Onların ellerinde bulunanı ve onların geride bıraktıklarını bilir ve onlar onu ilmen tam anlamıyla bilemezler.
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا
﴿١١٠﴾
Yüzler, Diriye, Baki olana boyun eğmiştir ve gerçekten zulüm yüklenen kimse, hüsrana uğramıştır.
۞ وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِ ۖ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا
﴿١١١﴾
Ve kim, salih amellerden yaparsa ve o, Mü’min ise, artık zulümden ve hakkının yenilmesinden korkmaz.
وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا
﴿١١٢﴾
Böylece Arapça bir okuma olarak onu indirdik ve onda vadedilenleri etraflıca açıkladık, ta ki onlar korunsunlar yahut onlarda bir düşünme meydana getirir. (*113)
وَكَذَٰلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا
﴿١١٣﴾
فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ ۗ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَىٰ إِلَيْكَ وَحْيُهُ ۖ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا
﴿١١٤﴾
Andolsun önceden Âdem’i mükellef tutmuştuk, fakat unuttu ve onda bir azim bulmadık.
وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَىٰ آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا
﴿١١٥﴾
O zaman meleklere demiştik ki: ‘Âdem için secde edin’ hemen secde ettiler, ancak İblis yapmadı. (*116)
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَىٰ
﴿١١٦﴾
Bunun üzerine dedik ki: ‘Ey Âdem, gerçekten bu, sana ve eşine düşmandır, sakın ikinizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun.’
فَقُلْنَا يَا آدَمُ إِنَّ هَـٰذَا عَدُوٌّ لَّكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقَىٰ
﴿١١٧﴾
‘Şüphesiz senin için orada acıkmayacaksın ve çıplak kalmayacaksın.’
إِنَّ لَكَ أَلَّا تَجُوعَ فِيهَا وَلَا تَعْرَىٰ
﴿١١٨﴾
‘Elbette sen orada (cennette) susamayacaksın ve güneşte kalmayacaksın.’
وَأَنَّكَ لَا تَظْمَأُ فِيهَا وَلَا تَضْحَىٰ
﴿١١٩﴾
فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَىٰ شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَىٰ
﴿١٢٠﴾
Nihayet ikisi ondan yediler, sonra ikisinin avret yerleri onlara göründü ve cennet yaprağını üstlerine yapıştırmaya başladılar, Âdem Rabb’ine asi oldu böylece saptı.
فَأَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ ۚ وَعَصَىٰ آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَىٰ
﴿١٢١﴾
Sonra o yere kapandı; Rabb’i bunun üzerine tevbesini kabul etti, onu hidayete iletti. (*122)
ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَىٰ
﴿١٢٢﴾
(Rabb’i) dedi ki: ‘Birbirinize düşman olarak oradan inin, nihayet benden size bir hidayet geldiğinde artık kim, hidayetime tâbi olursa işte o, dalalete düşmez ve bedbaht olmaz.
قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا ۖ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ ۖ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَىٰ
﴿١٢٣﴾
Ve kim benim zikrimden yüzçevirirse, işte gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör haşrederiz.’ (*124)
وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَىٰ
﴿١٢٤﴾
Der ki: ‘Rabb’im, niçin beni kör haşrettin; doğrusu ben gören birisiydim.’
قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَىٰ وَقَدْ كُنتُ بَصِيرًا
﴿١٢٥﴾
(Rabb’i) der ki: ‘Öyledir, ayetlerimiz sana gelmişti, fakat sen, onları ihmal ettin ve işte bugün de sana değer verilmez.’ (*126)
قَالَ كَذَٰلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا ۖ وَكَذَٰلِكَ الْيَوْمَ تُنسَىٰ
﴿١٢٦﴾
İşte böyle, haddi aşan (israf eden) kimseleri ve Rabb’inin ayetlerine iman etmeyenleri cezalandırırız ve elbette ahiret azabı daha şiddetli ve daha kalıcıdır. (*127)
وَكَذَٰلِكَ نَجْزِي مَنْ أَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِن بِآيَاتِ رَبِّهِ ۚ وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَشَدُّ وَأَبْقَىٰ
﴿١٢٧﴾
Meskenlerinde dolaştıkları kendilerinden önceki nesillerden kaç tanesini helak etmemiz onları hâlâ hidayete iletmedi mi, şüphesiz bunda akıl sahipleri için ayetler vardır.
أَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فِي مَسَاكِنِهِمْ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِّأُولِي النُّهَىٰ
﴿١٢٨﴾
Rabb’inden önceden bir söz olmasaydı, belirtilmiş bir ecel elbette kaçınılmaz olurdu. (*129)
وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَأَجَلٌ مُّسَمًّى
﴿١٢٩﴾
فَاصْبِرْ عَلَىٰ مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا ۖ وَمِنْ آنَاءِ اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَىٰ
﴿١٣٠﴾
وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَىٰ مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ ۚ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَىٰ
﴿١٣١﴾
وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلَاةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا ۖ لَا نَسْأَلُكَ رِزْقًا ۖ نَّحْنُ نَرْزُقُكَ ۗ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَىٰ
﴿١٣٢﴾
Dediler ki: ‘Rabb’inden bir ayet (mucize) bize getirmiş olsaydı ya;’ önceki sahifelerde bulunan açık deliller onlara gelmedi mi!’
وَقَالُوا لَوْلَا يَأْتِينَا بِآيَةٍ مِّن رَّبِّهِ ۚ أَوَلَمْ تَأْتِهِم بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْأُولَىٰ
﴿١٣٣﴾
Şayet gerçekten Biz, ondan önce bir azap ile onları helak etseydik, elbette derlerdi ki: ‘Rabb'imiz, şayet bize bir Rasul gönderseydin, böylece gerçekten rezil olmadan ve aşağılanmadan önce senin ayetlerine tâbi olsaydık.’ (*134)
وَلَوْ أَنَّا أَهْلَكْنَاهُم بِعَذَابٍ مِّن قَبْلِهِ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ مِن قَبْلِ أَن نَّذِلَّ وَنَخْزَىٰ
﴿١٣٤﴾
De ki: ‘Herkes beklemektedir, o halde siz de bekleyin; artık yakında bileceksiniz düzgün yolun sahipleri kimdir ve hidayette olan kimdir!’ (*135)
قُلْ كُلٌّ مُّتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُوا ۖ فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ أَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدَىٰ
﴿١٣٥﴾
Dipnotlar:
Yer işaretiniz eklendi