Asr Sûresi
Mart 25, 2020Giriş
Yüce Allah (cc), kâinatı, hayatı ve insanı belli bir düzen içerisinde yaratmış ve onlara uyacakları kuralları bildirmiştir. Bu kurallar çerçevesinde hareket edildiği sürece kâinatta düzen sağlanacak, insanlar huzurlu ve mutlu bir hayat süreceklerdir. Kâinattaki bütün diğer yaratılanlar, kendilerine öngörülen kurallar doğrultusunda hareket edip belli bir düzen içerisinde hayatlarını idame ettirirlerken insanlar, kendilerine indirilen kurallara aykırı hareket etmişlerdir. İnsanlar, kendilerine bildirilen kuralları hemen her dönemde değiştirdikleri ya da onlara uygun hareket etmedikleri için azgınlaşmışlar, şirk ve küfür içerisine girmişlerdir.
“Kesinlikle insan, kendisini yeterli gördüğünde azar.” (Alak, 6-7)
“İnsanı nutfeden yarattı, işte o zaman (insan) açıkça hasım kesildi.” (Nahl, 4)
İlk insandan bugüne kadar, hemen her dönemde insanlar, kendilerine bildirilen ilahi kuralları ya görmezden gelmişler ve onlara aykırı hareket etmişler ya da hevalarına uyarak bu kuralları değiştirmişlerdir. Bu nedenlerle insanlar, her dönemde yaptıkları isyan ve nankörlük neticesinde, Rab’lerinden kendilerine gönderilen belalarla dünya hayatında hüsrana uğramışlar, ahirette de çok acı bir azap göreceklerdir.
Kullarının her iki cihanda da hüsrana uğramalarını ve zelil düşmelerini istemeyen yüce Allah (cc), onlara her dönemde rasullerini göndermiş, onlarla beraber içinde Tevhidi esasların bulunduğu yeni kurallarını bildirmiştir. Kullarına karşı merhametli olan yüce Allah (cc), onların doğruyu bulmalarını, Hak ve hakikatler doğrultusunda Tevhidi esaslara uygun hareket etmelerini ve böylece hüsrandan kurtulmalarını istemiştir. Ancak kimi insanlar, bütün bu uyarılara rağmen yine de azgınlık yolunu seçmişler kendilerine inen ilahi mesaja aykırı hareket etmişlerdir.
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allâh, peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan Kitabı indirdi. Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o(Kitap hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allâh, kendi izniyle inananları, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allâh, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara, 213)
İnsanlar, tuğyan edip azdıkça yüce Allah (cc), onların kurtuluşu için elçilerini ardı ardına göndermiş, insanların hüsrandan kurtuluşunu sağlayacak ilkeleri bildirmiştir. Peygamber ve kitap gönderilmeyen dönemlerde ise Tevhid erleri ilahi mesajı insanlara hatırlatmışlar, onların kurtuluşa ulaşmalarını istemişlerdir.
İnsanın dünya hayatına gönderilişinden bugüne kadar hemen her dönemde uyarıcılar ve müjdeciler varola gelmiş, insanlık, her dönemde vahyi esaslardan haberdar olmuştur.
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)
Yüce Allah (cc) tarafından gönderilen elçiler, Hz. Muhammed (as) ile noktalanmıştır. Yüce Allah (cc), Hz. Muhammed (as)’dan sonra yeni bir Rasul göndermeyecektir. Hz. Muhammed (as)’dan sonra yeryüzü ilahi mesajdan habersiz kalmayacak, rasullerin görevlerini Tevhid eri olan Müslümanlar yerine getireceklerdir.
Tevhidi esasların insanlara her asırda duyurulması, yapılması gereken zorunlu bir görevdir. Çünkü her asırda insanlar yaşamakta ve bu insanların ilahi mesajdan haberdar olmaları gerekmektedir ki insanlar kıyamet gününde, ilahi mesajdan habersiz oldukları mazeretini ileri sürmesinler.
“Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de (vahyetmiştik). Ve Allâh Mûsâ’ya da konuşmuştu. Müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, elçiler geldikten sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın. Allâh üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (Nisa, 164-165)
Son Peygamber Hz. Muhammed (as)’dan sonra insanları uyarma ve Tevhidi esasları duyurma görevi, Allah Rasulü Hz. Muhammed (as)’ı örnek olarak alan Müslümanlara düşmektedir. Müslümanlar, öncelikle Tevhidi esasları, içerisinde yaşadıkları insanlara duyuracaklar, onları şirk ve küfrün karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına davet edeceklerdir.
Asr suresi, içerisinde Tevhidi esasların anlatılmadığı çağların ve Tevhidi esaslardan mahrum olan insanların hüsranda olduklarını ve bu hüsrandan kurtuluşun yollarını göstermektedir. Bu kurtuluşun ise, ancak gereği gibi Tevhidi esaslara iman edilmesi, iman edilen Tevhidi esaslar doğrultusunda hareket edilmesi (salih amel), insanlara hakkın anlatılması ve sabırla sonuna kadar mücadelede edilmesi ile mümkün olacağı bildirilmektedir.
Asr suresi, zarardan kurtuluş yolunu gösterirken burada en büyük sorumluluğun, Tevhidi esasları kavrayan Müslümanlara düştüğünü de ortaya koymaktadır. Müslüman davetçiler, insanların Tevhidi esaslardan haberdar edilmeleri ve onları, dünya hayatında karanlıklara, ahiret hayatında ise cehenneme sürükleyen tağuttan uzaklaşmaları için çalışmalıdırlar. Aksi halde insanlar, ilahi mesajdan habersiz olacaklar ve bugün olduğu gibi, tağuti sistemlerin peşine takılarak ziyana uğrayacaklardır.
Müslüman davetçilerin, davet görevlerini yapmaları kendilerinin de kurtuluşuna vesile olacaktır. Nitekim yüce Allah (cc), davetçilerin kurtuluşunun ancak hakkı ortaya koymaları, iyiliği emredip kötülükten menetmelerine bağlı olduğunu bildirmektedir.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 104)
Surenin Tefsiri
1-2- Andolsun asra, muhakkak ki insan ziyandadır.
Sure, asır üzerine yeminle başlamaktadır; burada üzerine yemin edilen asrın ne olduğu hemen ikinci ayette insanın belirtilmesi ile açığa kavuşmaktadır. Ancak ne yazık ki, asır üzerinde değişik yorumlar ve açıklamalar yapılmış ve böylece apaçık olan Kur’an’ın anlaşılmaz hale getirilmesi çalışmaları burada da ortaya konulmuştur.
Asrın değişik şekillerde açıklanması, Hakkın her asırda ortaya konulması gerçeğini gölgelemektedir. Asır insan ilişkisi beraber anıldığında doğal olarak insan bulunduğu asırda hüsrandan kurtulmak için ne yapılması gerektiğini araştıracak ve doğal olarak İslâm’ın kurtuluşu gösteren yoluna tabi olacaktır.
Hangi amaçlarla yapıldığını bilmediğimiz (niyet ve amaçlarını en iyi yüce Allah (cc) bilir,) asrın değişik yorumları şu şekillerde yapılmıştır. “Yemin olsun zamana/çağa/gündüzün iki ucuna/sabah namazına/ikindi vaktine/Asr-ı Saadet’e ki” şeklinde anlamlandırmışlardır ki bunlar, Kur’an’ın evrenselliğini bulandırmakta, insanların sorumluluklarını gereği gibi düşünmelerinin önünü tıkamaktadır.
Kur’an, her konuda olduğu gibi asır ifadesinin ne olduğu konusunu da apaçık bir şekilde ortaya koymuş, ikinci ve üçüncü ayetlerde belirtilen hususlarla bağlantısını sağlayarak açıklamıştır. Zaten apaçık olan Kur’an, insanlar daha iyi anlasınlar diye ayetleri tekrar tekrar anlatmaktadır.
“Biz Kur’an’da sözü türlü biçimlerde anlattık ki, anlasınlar. Fakat bu, onların sadece kaçışlarını artırıyor.” (İsra, 41)
Surede, asır ve insan ilişkisi kurularak insanın, ziyanda olduğu asır üzerine yemin edilerek belirtilmektedir. Bu asır ve insan ilişkisi, Kur’an’ın evrensel ve çağlarüstü özelliğini ortaya koymakta, hangi asırda olursa olsun, ilahi mesajdan uzaklaştığı ya da Tevhidi esaslar doğrultusunda hareket etmediği sürece insanın hüsrana uğrayacağı bildirilmektedir ki, tarihi süreçte bunların birçok örnekleri görülmüştür.
Kur’an’da, insanların nasıl ziyana uğradıkları çok açık bir şekilde belirtilmiş, ve bu durumlardan sakınılması istenmiştir. Bunlar, Kur’an’a ve peygambere iman etmeyenler, Kur’an’ın belirlediği esaslar doğrultusunda hareket etmeyenler, Kur’an’ın bir bölümünü alıp bir bölümünü terk edenler ve beşeri sistemlere tabi olanlardır. İşte bu konuda birkaç ayet:
“Kendilerine verdiğimiz Kitabı, gereğince okuyanlar var ya, işte onlar, ona inanırlar. Onu inkâr edenler ise ziyana uğrarlar.” (Bakara, 121)
“Kendilerine Kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar, ama kendilerini ziyana sokanlar inanmazlar.” (En’am, 20)
“İnsanlardan kimi de Allah’a bir kenardan, ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzûra kavuşur ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner. O, dünyâyı da, âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur.” (Hac, 11)
“Nûh: ‘Rabb’im, onlar bana karşı geldiler de malı ve çocuğu kendisinin ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan bir adama uydular.” dedi,” (Nuh, 21)
“Andolsun asra” bu asır, insanların yaşadıkları her zaman dilimi ve her çağdır. İnsanların yaşadıkları asra yemin edilerek dikkatler çekilmekte ve hemen arkasından “muhakkak ki insan ziyandadır” denilerek insanları, duyarlılıklarının zirvesine çıkarmaktadır.
İnsanlar, yaşadıkları zaman dilimine yapılan yeminle uyarıldıklarını, şayet kendilerine bildirilen ilahi esaslar doğrultusunda hareket etmezlerse, kesin bir şekilde ziyana uğrayacaklarını anlamaktadırlar. İşte bu uyarı, insanları sarsıp şok edecek ve ziyandan, hüsrandan kurtulmak için ne yapmaları gerektiği konusunda araştırma yapmaya sevk edecektir.
“Andolsun asra, muhakkak ki insan ziyandadır” asra yemin edilerek insanın ziyanda olduğu uyarısının hemen arkasından bu ziyandan kurtuluş yolunun gösterilmesi Kur’an’ın çok özel bir yöntemidir. Bu yöntem, verilecek bir haberin önce kötü yönünün anlatılması ile tüm dikkatler ona verilecek ve bundan sonra söylenecek her kelime pür dikkatle dinlenecektir. Verilen kötü haberin arkasından iyi bir haberin verilmesi ile o iyi haberin daha iyi kavranılması sağlanmış olacaktır.
“Andolsun asra, muhakkak ki insan ziyandadır” yüce Allah (cc), bu yemin ve arkasındaki bildirimle insanı derinden sarsarak onun, kurtuluşu ile ilgili haberi daha iyi kavramasını sağlamaktadır. İşte o zaman insan, kendisine sunulan kurtuluş reçetesini çok daha iyi anlayacak, kendisinden istenileni harfiyen yerine getirecek ve hayatında daha iyi uygulamaya çalışacaktır. Buna sosyal yaşamdan bir örnek verilecek olursa;
İnsan, hastalanmadan ilacın neye yarayacağını ve faydasını pek fazla önemsemez. Ancak hastalanacağını hissettiği ya da hastalandığı zaman o hastalığı önleyecek ya da iyileştirecek ilacın değerini çok daha iyi kavrayacak ve değerini bilecektir. İşte o durumda olan insan, zaman kaybetmeden hemen tedaviye başlayacak, ilacı prospektürde tarif edildiği gibi dikkatle uygulayacaktır. Bu nedenle Asr suresinde önce hastalık ortaya konulmakta, hemen arkasından bu hastalıktan kurtulmanın reçetesi verilmektedir.
“Andolsun asra, muhakkak ki insan ziyandadır” bu surede, Kur’an’da genel olarak verilen müjdeleyici ve uyarıcı ifadeleri yer değiştirmiş, uyarı başa alınarak uyarı ve müjde şekline dönüştürülmüştür. Bu durum, davet açısından oldukça önemli bir yöntemdir. Çünkü bu yöntemle önce insanın düşünce ve duyuları mükemmel bir şekilde uyarıldıktan sonra kurtuluşun yolu gösterilmektedir.
3- Ancak iman edip salih amel işleyenler, Hakkı ve Sabrı tavsiye edenler başka.
İşte her çağın insanını ziyandan, hüsrandan kurtaran, insanlık tarihi boyunca insanı yücelten, onu şirk ve küfür karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkaran, ona Rabb’inin rızasını kazandıran ve kurtuluş yolunu gösteren kılavuz.
“İman edip salih amel işleyenler, Hakkı ve Sabrı tavsiye edenler” bu, bir bütündür, tıpkı reçeteye yazılan birkaç ilacın beraber kullanılması gibidir. Nasıl ki reçeteye yazılan ilaçlar, beraber alındığında insana şifa verecek ve onun kurtuluşunu sağlayacaksa aynı şekilde iman, salih amel, Hakkı ve sabrı tavsiye etme de bir bütündür. Kurtuluş yolunu gösteren bu reçetenin biri alınıp diğeri bırakıldığında insan, hem dünyada, hem de ahirette ziyana uğrayacak, hüsran olacaktır.
“Sonra iman edip birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak.” (Beled, 17)
“İman etmek” yalnızca sözel olarak söylenen soyut, metafizik bir ifade değil, müşahhas bir eylem, bir yaşam tarzı ve dopdolu, hareketli, mücadele dolu bir hayattır. “İman etmek”, bedeni ve fikri bir devinim, şahsiyetli bir kimlik kuşanmak, onurlu bir kişiliktir ve davranış biçimidir. “İman etmek”, bir düşünüm, bir başkalaşım ve yepyeni bir kimlik, pasiflikten kurtulup aktif hale gelmek, duyarsızlıktan, nemelazımcılıktan duyarlı olmak ve sorumluluk yüklenmektir.
“İman etmek”, kula kulluktan, beşeri tağuti sistemlerin köleliğinden kurtulup alemlerin Rabb’ine özgür bir irade ile iltica etmektir. “İman etmek”, tağutu ve onun ortaya koyduğu sistemi reddedip sapasağlam Tevhid kulpuna yapışmak, yani “Lailahe illallah” Kelime-i Tevhidi bütün bir benlikle düşünce, söz ve davranış olarak söylemektir.
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
“İman etmek”, beşeri tağuti zulüm sistemlerinin karartıp zindana çevirdikleri dünyayı İslâm’ın nuru ile aydınlatıp karanlıklar içerisinde kalmış insanlığa yol gösterecek ışık olmaktır. “İman etmek”, küfür ve şirk düzenlerine karşı tavır alıp dikilmek, mazlumların yanında olmak, onların haklarını zalim despotlardan alıp hak sahiplerine vermektir. “İman etmek”, Allah yolunda mücadele edip küfre karşı, insanların ve insanlığın kurtuluşu için cihad etmektir.
“Allâh, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. kâfirlerin dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara, 257)
“İman etmek”, yüce Allah’ın emrettiklerini, hiçbir sıkıntı duymadan yapmak, nehyettiklerinden kaçınmak, eski alışkanlıkları, eski yaşam tarzını terkedip yeni bir hayata atılmak, yepyeni bir yaşantı içerisine girmektir. “İman etmek”, kim olduğunu bilmek ve yapılacakları bilinçli olarak yapmaktır.
“İman etmek”, yalnızca iki üç kelimelik bir sözü tekrarlamak değil, hayatın her alanında iman edildiği söylenilen esaslar doğrultusunda yaşamaktır. “İman etmek”, iman edilen Tevhidi esasları insanlara ulaştırmaya çalışmak, Hakkı tavsiye etmek, bu uğurda çekilen sıkıntılara sabretmektir. İşte bu yukarıdan beri anlatılanlar, salih ameldir.
“Hakkı tavsiye etmek” Tevhidi esaslara iman eden bir kimse, kendi yaşantısını bu esaslar doğrultusunda düzenledikten sonra, bu gerçekleri diğer insanlara ulaştırmakla sorumlu olduğunu bilecek ve bir an bile tereddüt etmeden bu gerçekleri başkalarına da tavsiye edecektir.
“Hakkı tavsiye etmek” Tevhidi esaslara iman eden bir kimse, iman ettiği esaslar doğrultusunda hayatını değiştirip Müslüman olan bir şahsiyet olacaktır. İşte bu Müslüman şahsiyet, kendisinin bildiği Tevhidi gerçekleri diğer insanlara da ulaştırmakla mükelleftir. Müslüman birey, bu mükellefiyeti her halükârda yerine getirilmelidir. Çünkü bu imani bir zorunluluk ve kurtuluş da ancak bu şekilde sağlanacaktır.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 104)
Yeryüzünde küfür ve şirk ortalığı kaplamışken, beşeri tağuti sistemler, İslâm’a ve Müslümanlara savaş açıp insanları kendilerine biat ettirip taptırırken, her türlü gayri meşru fiiller alenen işlenirken, sokakları fuhşiyat, hırsızlık, soygun ve ahlaksızlık kaplamışken, adaletsizlik ve zulüm, Hak ve adaletin yerini almışken, ilkel toplumlarda görülen putperestlik bugün kutsanırken, Müslüman olduklarını söyleyen kimselerin yerlerinde oturmaları elbette mümkün değildir. Çünkü toplumda varolan kötülüklere karşı çıkmayanlar, o kötülüklerin günahına ve o kötülükler için öngörülen cezalara ortak olacaklardır.
“Bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir). Bilin ki Allâh’ın azâbı çetindir.” (Enfal, 25)
İşte bu uyarı, iman edip salih amel işleyenleri, ister istemez harekete geçirecek ve kendi asırlarında yaşayan insanları, ilahi mesajdan haberdar etmeye çalışacaklardır. Bu çağrı, hem kendi nefislerinin kurtuluşu, hem de toplumun, dünyada tağuti sistemlerin şirk ve küfür karanlıklarından, ahirette de ebedi azaptan kurtarılması için bir gereklilik, bir farziyettir. Bu nedenle yüce Allah ve O’nun Rasulü, hayat verecek şeylere çağırıyor.
“Ey inananlar (elçi), sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allâh’ın ve Elçisinin çağrısına koşun ve bilin ki, Allâh, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O’nun huzûruna toplanacaksınız.” (Enfal, 24)
“Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten men edenler ve Allâh’ın sınırlarını koruyanlar. İşte o mü’minleri müjdele.” (Tevbe, 112)
“Hakkı ve Sabrı tavsiye edenler” Hakkın tavsiye edilmesi, Tevhidi esasları istemeyen, şirki ve küfrü yaşam tarzı edinenleri, ister istemez rahatsız edecektir. Onlar, Tevhidi esaslardan duydukları rahatsızlıklarını, Tevhid eri Müslümanlara saldırarak göstereceklerdir ki tarihi süreç, bunların örnekleriyle doludur. Tevhidi esaslara davet etmenin, davetçilere sıkıntı getireceğini bilen Hz. Lokman (as), oğluna şu tavsiyede bulunuyor.
“Yavrum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdendir.” (Lokman, 17)
“Hakkı tavsiye edilmesi,” karşısında şirki ve küfrü kendilerine yaşam tarzı olarak alan zalimler kuduracak, azgınlıklarında sınır tanımayacaklardır. Bunun üzerine her türlü çirkin ifade, iftira, hakaret, baskı ve zulümle saldırgan bir tutumla Tevhid eri Müslümanları yollarından alıkoymaya çalışacaklardır.
Tevhidi esaslara düşman olanların, Tevhid eri Müslümanlara saldırmaları, Hakkın tavsiye edilmesini, Tevhidi esasların duyurulmasını durduramayacak, Müslümanlar, kuşandıkları sabır zırhı ile daha bilenmiş bir şekilde Tevhidi esaslara çağrıyı sürdüreceklerdir. Çünkü Tevhid eri Müslümanlar, kendilerine bildirilen Tevhidi esasların aksine bir hareketin, kendilerini ziyana sokacağını ve ebediyen hüsrana uğrayacaklarını bilirler.
“Sabrı tavsiye etmek” Hakkı tavsiye etmek, Tevhidi esasları insanlara duyurmak, sabır gerektiren zorlu bir görevdir. Davet görevini üstlenen Tevhid eri Müslümanlar, bu görevi yerine getirirlerken hiçbir baskıya boyun eğmeyecek, hiçbir şeyden yılmayacak, her türlü zorluğa karşı sabırla mücadelelerini sürdüreceklerdir. İsterse davete hiç kimse icabet etmesin, davetçi Müslümanlar, yılmadan, usanmadan, durup dinlenmeden, gece gündüz demeden, gizli ve açık bir şekilde Tevhidi esasları anlatacaklardır.
Davet süreci, iman ettikten sonra ölünceye kadar devam eden uzun soluklu bir süreçtir. Yüce Allah (cc), davet sürecinin çok uzun soluklu bir görev olduğunu bildiği için elçilerine, Tevhidi esasların insanlara duyurulması sırasında, bütün zorluklara karşı sabredilmesi gerektiğini bildirmekte ve Hz. Yunus (as) gibi davetin, hangi gerekçe ile olursa olsun, terk edilmemesini istemektedir.
“Sen Rabb’inin hükmüne sabret, balık sâhibi (Yûnus) gibi olma.”
Bu uyarı doğrultusunda hareket eden Hz. Muhammed (as), müşriklerin kendisine ve arkadaşlarına karşı yaptıkları onca zulüm ve baskıya rağmen, Mekke’de onüç yıl boyunca durup dinlenmeden daveti ortaya koymuştur. Bu süre içerisinde davetine çok az kişi icabet etmesine, kendisi ve arkadaşları, onca sıkıntı çekmelerine, eziyet edilmelerine rağmen o, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamış, gevşememiş ve daveti bırakmamıştır.
“Onların dediklerine sabret ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl.” (Müzzemmil, 10)
Davet aşamasında, Müslüman davetçiler için mücadelenin en zorlu yanı, hiç kuşkusuzdur ki sabırdır. Müşriklerin yalan, iftira, hakaret ve saldırılarına, küfür ve şirk düzeninin baskı, işkence ve zulmüne, belamların gerçekleri ters yüz edip saptırma ve Hakkı gizleme faaliyetlerine, münafık ve fasıkların fitne ve fücurlarına karşılık vermeden, Kur’an’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket edip sabretmek.
Zorbaların tehdit, hakaret ve aşağılamalarına, Samiri soylu belamların yalan ve iftiralarına karşı ilahi emre uyarak sabretmek. Ta ki her şeyi yerli yerince yapan ve en güzel şekilde her şeyi düzenleyen yüce Allah’ın takdir ettiği zamana kadar sabretmek. İşte Müslümanlardan istenilen budur.
Sabretmek, zor olsa da, küfür ve şirk ehlinin yaptıkları dayanılmaz bir hal alsa da, kendilerine yapılanlara karşılık vermek için davetçi Müslümanların duyguları coşup kabarsa da, toplumu saran şirk ve küfrün, her tarafı saran karanlık bulutları karşısında boğazlarında düğüm olan hıçkırıklar zorlasa da, yutkundukça gözlerinden aşağıya peş peşe akan göz yaşlarını durdurmasalar da sabretmek. İşte Müslümanlardan istenilen sabır budur.
Kâfir zorbaların, yalancı belamların, müşrik, münafık ve fasıkların seviyelerine düşmeden sabretmek, Müslümanlar için hem ilahi bir buyruk, hem de onurlu bir duruştur. Ancak bu onurlu duruş sırasında sürekli bir şekilde bilenmek, bilgilenmek, olgunlaşmak, pişerek direnç kazanmak gerekir. Ta ki, dopdolu bir duruma gelinceye ve yüce Allah (cc) bir yol gösterinceye kadar sabrederek onurlu duruşu muhafaza etmek gerekir.
“Sabret, çünkü Allâh güzel davrananların ecrini zayi etmez.” (Hud, 115)
“Bugün ben, onlara sabretmelerinin karşılığını verdim; onlar (evet) işte kurtulup murâda erenler onlardır.” (Mü’minun, 111)
“Kendilerine bilgi verilmiş olanlar ise: ‘Yazık size, iman eden ve salih amel işleyen kimse için Allâh’ın sevâbı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşturulur.” (Kasas, 80)
Yüce Allah’ın rızasını ve müjdelediği cenneti kazanmak, makamların en yücesine ulaşmak için sabretmek. Bizden önce, bu zorlu yollarda onca çile ve sıkıntılara karşı sabreden önceki davetçilerle cennetlerde buluşmak için sabretmek. İşte bu konuda çok önemli bir uyarı,
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte inananlar: "Allâh’ın yardımı ne zaman?" diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allâh’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)
“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran, 142)
“Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)
Sabır, acı bir ilacın içilmesi gibidir ki, kullanıldığında acı, ancak sonunda şifa ve sıkıntılardan kurtuluş vardır. Yapılan hakaret ve iftiralara, saldırı ve baskılara, zulüm ve işkencelere karşı sabretmek, karşılık vermeden durmak elbette çok zor bir durumdur. Ancak alemlerin Rabb’i “Onların dediklerine sabret” diye emretti mi, Müslümanlar için akan sular durur ve psikolojik hiçbir sıkıntı, bedeni hiçbir rahatsızlık duymadan isteyerek huzur içerisinde sabretmek durumundadırlar.
“O halde sen de, azim (ve irâde) sâhibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret. O (kâfir)ler için acele etme…” (Ahkâf, 35)
“Sabretmek” Tevhidi mücadelenin, birey ya da devlet anlamında hedefine ulaşması ancak sabretmekle mümkün olabilir. Her türlü zorluk, çile, sıkıntı ve tepkiye karşı yalnızca Allah için sabredip mücadeleyi ve uyarı görevini, tahriklere, hevai arzu ve isteklere kapılmadan sürdürmekle istenilen amaca ulaşılabilir. Zaten yüce Allah’ın, davet görevini üstlenenlerden de istediği bundan başka bir şey değildir.
Sabır, ibadetlerin en zoru, ancak mükâfatların en güzelini getirici bir eylem, sevabı en fazla olan ibadetlerden birisidir. Bu mükâfatların en güzeli ise, yüce Allah’ın sabredenleri sevmesi, onları müjdelemesi ve sabredenlerle beraber olduğunu bildirmesidir. Bu müjde bile insanın sabretme ibadetini benliğinde sürekli yaşama isteğini artırıyor.
“Ey inananlar, sabır ve dua yardım isteyin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
“Allah’a ve Elçisine itâat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider. Sabredin, çünkü Allâh sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)
“Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok erenler çarpıştılar; Allâh yolunda başlarında gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allâh sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146)
Bu en güzel mükâfatları isteyen Müslümanlar, Hakkı ortaya koymakta ısrarla sabretmeli, Tevhidi esasları duyurmakta son nefeslerine kadar direnmelidirler ki, ziyandan kurtulsunlar, vaat edilen mükâfatlara ulaşabilsinler.
“Ancak iman edip salih amel işleyenler, Hakkı ve Sabrı tavsiye edenler” Kur’an’da, nüzul sırasına göre, Kalem suresinden itibaren kâfirlerden söz ederken çoğul ifadesi kullanılmaktadır. Bu durum iman edenler için Fatiha suresinde başlamakta ve yüce Allah (cc), iman edenlere hitap ederken “Ey iman edenler” ifadesini kullanmaktadır. Nitekim yüce Allah (cc), bu surede de “Ancak iman edip salih amel işleyenler, Hakkı ve Sabrı tavsiye edenler” diye buyururken yine çoğul kullanmıştır. Bunun nedeni, Müslümanların birey hareket etmemeleri ve mutlak anlamda cemaatleşmeleridir.
İslâmi yapılanma ya da diğer adıyla cemaatleşme, yüce Allah’ın emrettiği ve mutlak yapılmasını istediği bir durumdur. Müslümanlar, cemaatleşerek ateşten kurtulacaklar, huzur ve felaha ulaşacaklar, rahmet edilecekler ve bu surede de geçtiği üzere ziyandan ve hüsrandan kurtulacaklar.
İslâmi davetin sağlıklı bir şekilde yapılması, yeryüzünden fitnenin kaldırılıp Allah’ın dininin hakim kılınması ancak İslâmi bir yapılanma ve cemaatleşme ile mümkün olacaktır. İşte bütün bu ve daha birçok nedenle yüce Allah (cc) Müslümanların, kardeşlik, velayet ve sırdaşlık hukukunu oluşturmalarını istemektedir.
“Muhakkak mü’minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki size rahmet edilsin.” (Hucurat, 10)
“Mü’min erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Elçisine itâat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allâh dâimâ üstündür, hakimdir.” (Tevbe, 71)
“Yoksa siz, Allâh içinizden cihâd eden ve Allah’tan, Rasulünden ve mü’minlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allâh yaptıklarınızı haber almaktadır.” (Tevbe, 16)
İşte ancak bu kardeşlik, velayet ve sırdaşlık hukuku oluşturulduktan sonra Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine sarılacaklar ve ancak o zaman ateşten bir çukurun kenarından dönebileceklerdir. kurtulabileceklerdir.
“Ve topluca Allâh’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, kalplerinizi uzlaştırdı. O’nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allâh) sizi ondan kurtardı. Allâh size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Al-i İmran, 103)
İslâmi yapılanmanın yapılması imani bir zorunluluk ve yüce Allah’ın emrini yerine getirmekten dolayı bir ibadettir. Çünkü ancak bu durumda, Tevhidi esaslar insanlara daha iyi ulaştırılacaktır. Nitekim yüce Allah (cc) iman edenlerden, kendi içlerinden bir grubun davet görevini üstlenmesini emretmektedir.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 104)
“Ey inananlar, sabredin, direnin. Savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki, başarıya eresiniz.” (Al-i İmran, 200)
Tevbe suresi, 71. ayetinde de yüce Allah (cc), “Mü’min erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler,” buyurarak davetin Müslümanlarca yapılması gerektiğini vurgulanmıştır. İşte ancak bu durumda olan Müslümanlara “Allah rahmet edecektir.”
Son Bir Söz
Kur’an’da, Tevhidi esasların anlatıldığı surelere bakıldığında, hemen bütün Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin, büyük sıkıntılar ve zorluklar çektikleri, daveti ulaştırmaya çalıştıkları küfür ve şirk ehli kimseler ve zorba güçler tarafından baskı ve işkenceye maruz kaldıkları bildirilmektedir.
Günümüzde davet yaptıklarını sanıp İslâm düşmanı beşeri tağuti sistemlerin izin ve icazeti ile kurdukları vakıf, parti ve dernek gibi şirk ve küfür yuvalarında kümelenen Samiri soylu belamlar, Asr suresinin belirttiği “hakkı ve sabrı tavsiye edenler” hitabına mazhar olamazlar. Çünkü onlar, Hakkı tavsiye etmedikleri, Tevhidi esasları anlatmadıkları için herhangi bir sıkıntıya düşmüyorlar. Bu nedenle de “sabrı tavsiye edenler” den olmuyorlar. Öyle ya, sıkıntının olmadığı yerde sabır tavsiyesi de olmaz.
Tevhidi ilkeler doğrultusunda iman eden, Rab’lerinden kendilerine bildirilen esaslar doğrultusunda hareket edip salih amel işleyenler, Hakkı tavsiye edip bu uğurda başlarına gelen sıkıntı ve eziyetler karşı sabreden kimseler, Asr suresinde belirtilen ziyana düşmeyecekler ve kurtuluşa ereceklerdir.
Ne mutlu “İman edip salih amel işleyen, Hakkı ve Sabrı tavsiye eden ve böylece ziyandan ve hüsrandan kurtulanlara.”
Kurani Mücahede: 2011-03-20