Şubat 10, 2023 0

İsra Suresi (89-104. Ayetler)

Yazar: Ramazan Yılmaz

Kur’an, şartlanmış kimseler ve materyalist mantıkla anlaşılmaz
(*) Kur’an’ın anlaşılması konusu için Taha suresi giriş yazısına bakılabilir.
Kur’an, -iman etsin ya da etmesin- her aklı selim tarafından çok kolay anlaşılacak bir kitaptır. Kur’an’da verilen ayetler, normal bir insanın kolayca anlayabileceği bir kolaylıktadır. Önyargılarından sıyrılmış herkes, bu gerçeği apaçık görebilir.
Kur’an, ancak şartlanmış kimseler ve materyalist mantıkça anlaşılmaz, çünkü onlar, içerisinde bulundukları gayri İslâmî durumları ortaya çıkacak korkusu ile Kur’an’ı anlamak için okumuyorlar.
Kur’an, elbette salt Arapça dilini bilmekle ya da onu herhangi bir kitap gibi duyguları tatmin etmek için okumakla anlaşılmaz. Bu tür okumalarla bilgi elde edilebilir, ancak yüce Allah’ın rızasına uygun anlamak ve onu hayata aktarmak mümkün olmaz.
Yüce Allah (cc), gönderdiği Kitab’ı insanların anlamaları, ondan öğüt almaları için gönderdiği rasullerin şahsında ve doğada var olan görünür ayetlerle örnekler vererek mufassal bir şekilde açıklamıştır. Böyle apaçık anlaşılır bir Kitab’ı ise ancak kendi arzularını ölçü edinen, kimi çıkarlarının bozulacağını düşünen materyalist kimseler anlamak istemezler.
89- Andolsun bu Kur’an’da insanlar için her misali etraflıca anlattık, fakat insanların çoğu inkârdan başkasını kabul etmediler.
Her aklıselim insanın anlayabileceği kolaylıkta açıklanan Kur’an, hükümlerinin nasıl yaşanacağı konusunda Risalet önderlerinin yaşantı ve mücadelelerini örnek vermiştir. Bu gerçeklere rağmen iman etmeyenlere kendi yaşantılarından ve sahip oldukları değerlerden örnekler vererek onları uyarmıştır.
“De ki: ‘Düşünüyor musunuz, şayet Allah işitmenizi ve gözlerinizi alsa ve kalplerinizin üstünü mühürlese, Allah’tan başka onu size getirecek ilah kimdir?’ Bak, nasıl ayetleri etraflıca açıklıyoruz, sonra onlar uzaklaşıyorlar!” (En’am, 46)
“De ki: ‘O, Kâdir’dir, Yüce’dir; şüphesiz üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap gönderir yahut gruplara ayırıp sizi karıştırır, birbirinize ıstırap tattırırsınız.’ Bak, nasıl ayetleri etraflıca açıklıyoruz, tâ ki anlasınlar!” (En’am, 65)
İnkârın ne mantığı ne de kuralı vardır; inkârı bozuk bir karakter ve yaşantı haline getirenler, bütün bu apaçık örneklere rağmen küfür, şirk ve isyanlarında diretmekte, iman etmemek için olmadık şeyleri ileri sürmektedirler.
90-92- Ve dediler ki: ‘Yerden bir pınarı bize fışkırtıncaya kadar sana iman etmeyeceğiz. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden bir bahçen olmalı, onun arasında ırmaklar fışkırtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
Küfrün değer yargısı hep maddidir, kâfirler, her şeyi ona göre kabul ya da reddeder. Bu durum, geçmişte de günümüzde de böyledir; mal ve makam sahibi olmak, inkârcılar için üstünlük ve doğruluk sebebidir. Her dönemde Tevhidi esasları duyuran rasuller, bu üstünlük duygusu içerisinde bulunan kâfirler tarafından reddedilmişlerdir.
Kendilerine gönderilen ilahi mesajı kabul etmemek için direnen kâfirler, değişik mazeretlerle inkârlarında ısrar ediyor, küfürlerinden vazgeçmiyorlardı.
İnkârcıların, Rasul’ü ve getirdiği ilahi mesajı reddetmelerinin nedeni Rasul’ün, maddi varlık sahibi olmamasıydı.
“Ve dediler ki: ‘Bu Kur’an, iki kentten, büyük bir adama indirilseydi ya!” (Zuhruf, 31)
İnkârcılar, Kur’an’ın toplumda zengin görülen kişilere indirilmesini ya da Rasul’ün de varlık sahibi olmasını istiyorlardı.
İnkârcıların anladıkları dil ya maddi zenginlik ya da güç ve kuvvettir. Bu nedenle Rasul’den, kendilerini fiziki olarak aciz bırakacak şeyler istiyorlardı.
İnkâr, aklın devre dışı bırakıldığı, psikolojik bir hastalıktır, bu nedenle inkârcılara ne söylense söylensin, nasıl bir delil getirilirse getirilsin iman etmezler. İstedikleri şeyler, ellerine tutuşturulsa bile inkârcılar, küfürlerinde diretirler, iman etmezler.
“Şayet sana Kitab’ı kâğıtta (yazılı) indirseydik, böylece elleriyle ona dokunsalardı, inkâr eden kimseler kesinlikle derlerdi ki: ‘Doğrusu bu ancak apaçık bir sihirdir.” (En’am, 7)
“Bilakis onlardan her kişi istiyor ki, gerçekten açılan sahifeler verilsin.” (Müddessir, 52)
İman etmek istemeyen, küfür içerisinde bir hayat sürenlere, ne gösterilirse gösterilsin, iman etmezler. Bu inkâr ve azgınlık, tarihi süreçten günümüze kadar süregelmiş, günümüzde de bütün çirkefliği ile psikolojik bir rahatsızlık olarak devam etmektedir.
Müşrik ve cahil toplumlar, rasulleri olağanüstü bir ilah olarak görürler
İnkâr, bir hastalıktır, hele bu inkâr bilinçli bir şekilde yapılıyorsa işte onun hiçbir tedavisi yoktur. Bu hastalığa yakalananlara maddi, manevi hiçbir ilaç tesir etmez, çünkü onlar, tüm iyileştirici çarelere karşı kendilerini, açılmayacak şekilde kilitlemişlerdir. İnkârı bir yaşam tarzı olarak alanlar, görüp yaşadıkları onca lütuflara rağmen iman etmemek için direnir, küfürlerinde kalabilmek adına olmadık taleplerde bulunurlar.

Ocak 29, 2023 0

Kur’an, İslâm Devlet Yapısını Zorunlu Kılmaktadır

Yazar: Ramazan Yılmaz

Zulmün ortadan kaldırılması, mazlumlara yardım edilmesi devletin görevidir
İslâm, yüce Allah’a kulluğun esaslarını en ince detayına kadar açıklayan bir din; insanlar arasındaki adabı-ı muaşeret ve sosyal ilişkilerinin, ekonomik ve ticari hayatın, siyasal yönetimin nasıl olacağını en iyi şekilde düzenleyen sistem, zekât ve infak gibi sosyal bölüşümün esaslarını, evlenme, boşanma, yargılama biçimlerini, ceza hukuk kurallarını belirleyen, savaş ve barışın esaslarını bildiren bir devlet nizamıdır
Kur’an’da, İslâm’ın bir devlet nizamı olduğu ile ilgili birçok ayetle mevcuttur. Bunlardan bazıları: “Hükmün ancak Allah’a ait olduğunu”(12/40) “Bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm verenin olamayacağını”(5/50) “En güzel hükmü Allah’ın vereceğini”(95/8) “iman edenlerin iktidara getirileceğini”(24/55) “İktidardaki iman sahiplerinin namazı kılıp zekâtı vereceklerini, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacaklarını”(22/41) “Mü’minlerin, Allah yolunda savaşacaklarını, mazlumları koruyacaklarını”(4/75-76) “Böylece Mü’min kulların yeryüzüne varis olacaklarını” (22/105) bildiren ve hayattaki uygulamalarla ilgili yüzlerce hükmün bulunması, İslâm’ın bir devlet nizamı olduğunu ortaya koymaktadır
Ulû’l-Emr’in gerekli ve zorunlu olduğu Kur’an’da belirtilmekte, emir sahiplerinin varlığından söz edilmekte, Allah ve Rasulü’nden sonra Ulû’l-Emr’e itaatin zorunlu olduğu bildirilmektedir. Bu, Müslümanların onurlu ve güçlü bir şekilde mücadele etmeleri ve Kıyamet günü herkes, imam edindiği önderi ile hesap meydanına çıkacağı için bir zorunluluktur
“Ey iman eden kimseler, Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin ve sizden olan emir sahibine de! Ancak şayet bir şey hakkında çekişirseniz artık onu Allah’a ve Rasulü’ne döndürün. Gerçekten Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız bu, daha hayırlı ve esas itibarıyla daha güzeldir” (Nisa, 59)
Rasulullah (as) ümmetini uyarmış, bir Ulû’l-Emr’e itaatin imanî bir zorunluluk olduğunu, aksi halde böyle kimselerin, hiç iman etmeyen cahil kimseler gibi öleceklerini bildirmiştir
“Her kim de (Ulû’l-emr’e) beyat sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür” (Müslim, İmare, 58)
Yüce Allah’ın bildirdiği hükümler doğrultusunda Tevhidi esaslara uygun bir cemaat oluşturup İslâmî hükümlerin hayata uygulanması için çalışmayan, böyle bir cemaat içerisinde yer almayıp ölen bir kimse, yüce Allah’ın hükmüne aykırı hareket ettiğinden cahiliye ölümü ile ölecektir.
Ferdi ve fevri planda yapılan her hareket eksik, yetersiz ve etkisizdir. Oysa bir yapılanma içerisinde yapılan her hareket, söylenen her söz, güven verici ve etkilidir. Bu nedenle Risalet önderleri, cemaatleşmeye önem verdikleri için Tevhidi esasları insanlara duyurmalarının hemen akabinde insanlara şu çağrıda bulunmuşlardır
“O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin!” (Şuara, 108)
Yüce Allah (cc) Mü’minleri, -ancak organize bir bütünlük sağlamaları halinde- yeryüzünde iktidara getireceğini vadetmiştir
“Allah sizden iman edip salih amel işleyen kimselere vadetmiştir; onlardan önceki kimseleri halife yaptığı gibi yeryüzünde onları da halife yapacak, onlar için razı olduğu dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak, korkularını sonradan güvene çevirecektir. Onlar, Bana kulluk edecekler, hiçbir şeyi Bana şirk koşmayacaklar ve kim bundan sonra inkâr ederse işte onlar, fasıklardır.” (Nur, 55)
Yeryüzünde yüce Allah’ın hükümlerinin uygulanması, fitne olan beşerî sistemlerin yeryüzünden kaldırılmaları, ancak büyük bir gücün varlığı ile mümkündür. Bu güç ise, topluca Allah’ın ipine sarılıp kardeşlik ve velayet hukukunu oluşturarak cemaatleşen Müslümanlardır.
“Fitne olmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Artık gerçekten son verirlerse, artık şüphesiz Allah, yapmış oldukları şeyleri görendir” (Enfal, 39)
Kur’an’da geçen “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emrediyorsunuz, kötülükten men ediyorsunuz ve Allah’a iman ediyorsunuz.” (Al-i İmran, 110) ifadesi, insanlara Hakk’ı anlatıp onları zulümden kurtarmaktır ki bu, ancak güçlü bir yapılanma ile mümkündür. O yapılanma da ancak Kur’anî esaslara uygun oluşan İslâmî bir cemaattir
Zulmün ortadan kaldırılması, mazlumlara yardım edilmesi ancak İslâmî bir yapılanma ile mümkündür
Müslümanların nihai görevleri, yeryüzünde fitne olan, insanlara zulmeden beşerî zulüm sistemlerini kaldırarak yüce Allah’ın dinini egemen kılmalarıdır. Ancak bu durumda insanlar, beşerî sistemlerin baskı ve zulümlerinden kurtularak Rab’lerine gereğince iman ederek Tevhidi esaslara ulaşabilirler. Bu ise, ancak velayet hukukunun Müslümanlar arasında sağlanması, bir yapılanmanın oluşması ile mümkün olabilecektir.
Yeryüzünden fitnenin kaldırılması, zulmün yok edilmesi, ezilen mazlum insanlara yardım yapılması ancak İslâmî bir yapılanma ile mümkündür.
“Ne oldu size ki, Allah yolunda mustazaf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz! O kimseler diyorlar ki: ‘Rabb’imiz, o halkı zalim olan bu kentten bizi çıkar, bize yanından bir koruyucu ver, bize yanından bir yardımcı ver” (Nisa, 75)

Ocak 13, 2023 0

Batının ve Haçlıların, İslâm âlemine karşı intikam duygusu

Yazar: Ramazan Yılmaz

Emperyalizm, Erdoğan’ı ve diğer yerli işbirlikçilerini kullanarak İslâm topraklarını işgal edecektir

Batı emperyalizmi tarihine bakıldığında bunların, İslâm âlemine karşı yaptıkları savaşların temeli Haçlı Seferleri adı altında gerçekleştiği görülecektir. Özellikle İslâm’ın ortaya çıkışı ve yayılışı ile başlayan Haçlı Seferleri, asıl itibarı ile Feodalite ve Burjuvanın düzenledikleri emperyalist gayelere matuf gasp ve sömürü savaşlarıdır.

Feodalite ve Burjuvanın, dini kullanarak kiliseyi de yanlarına alarak İslâm âlemine karşı sürdürdükleri kin ve intikam savaşları, değişik tarihlerde zaman zaman şiddetlenmiş, kimi zaman ise alttan alta alevli bir ateş gibi yandığı halde, kimi nedenlerle üzeri küllenmiş görüntüsüne büründürülmüş, ancak hiçbir zaman sönmemiş, ortadan kalkmamıştır. Görülen o ki, emperyalizm ve emperyalist duygular var olduğu sürece de bitmeyecektir.

Haçlı Seferleri, saldırganlık ve savaş dönemlerinde askeri güç olarak varlık gösterirken, savaş olmadığı dönemlerde politik ve kültürel olarak devam etmiştir.

Osmanlı Devleti’nin, tüm batılı emperyalistlerin birleşip saldırarak yıkılmasından sonra Batı emperyalizmi, İslâm âlemine karşı sürdürdüğü kin ve düşmanlığını her vesile ile ortaya koymuş, içlerindeki İslâm’a karşı olan kinlerini, her vesile ile açıkça ifade etmişlerdir.

İslâm’a karşı olan kin ve düşmanlıklarını hiçbir zaman bırakmayan Haçlı seferlerinin günümüz organizatörü ABD emperyalizmi ve onun başındaki diktatörü Bush, İslâm topraklarına saldırı bahanesi oluşturmak için kendi gizli örgütleri CIA ve FBI’ın organize ettikleri 11 Eylül olayının hemen akabinde, Afganistan’a saldıracağını ve bunun bir Haçlı Seferi olacağını tüm dünya basını önünde şu ifadeleriyle açıklıyordu.

“Bu savaş, Müslümanlara karşı bir Haçlı seferidir.” (ABD diktatörü Bush)

ABD diktatörü, tarih boyunca Haçlıların Müslümanlar karşısında aldıkları yenilgilerin intikamını almayı, yukarıdaki sözleriyle ifade ederken emperyalist ve kâfir duygularını açığa vuruyordu.

Aslında tarih boyunca düzenlenen Haçlı seferlerini hiçbir zaman Hrıstiyanlar yapmamışlardı, yapılan savaşlar, Hrıstiyan-Müslüman çatışması olmamıştır. Hrıstiyan olan halk, Haçlı seferlerini, kendilerine karşı oluşan halkın tepkisini ve dikkatini dışarıya çevirmek, çıkar elde etmek, emperyalist emellerine ulaşmak için Feodalite ve Burjuvanın düzenlediklerini biliyorlardı.

Feodalite ve Burjuva, kiliseyi ve halkı yanlarına almak için düzenledikleri seferlere din kılıfı giydirmişler, bunun Müslümanların yayılmacılığına karşı bir Haçlı seferi olduğunu iddia etmişlerdi.

ABD emperyalizmi, yedeğine aldığı ve her vesile ile kullandığı Batılı eski burjuva kalıntısı devletleri ile Afgan doğal gazına ve Irak petrolüne çöreklenmek için, uyduruk bahanelerle savaşlar yapıyor, masum insanları, günahsız çocukları katlediyor ve bunun adına Haçlı Seferi adını koymuşlardı. Oysa aynı emperyalizm daha önce Kore’ye, Vietnam’a, Küba’ya ve halkı Hrıstiyan olan birçok ülkeye saldırmış, çeşitli bahanelerle Avrupa’da işgal üsleri kurmuştu. Ancak Hrıstiyan olan bu ülkelere açtığı savaşlara, ABD emperyalizmi, Haçlı seferleri olarak adlandırmamıştı.

Emperyalizm kural tanımaz, belli bir din ve millete tabi değildir. O, sömürü ve gasp için her türlü kılığa girer, her türlü değeri istismar eder. ABD, emperyalist ve sömürgeci bir ülke olarak kendi mantığı içinde dünyayı kendisi için bir sömürü alanı olarak görmektedir. Bu nedenle dünya halklarına karşı her türlü zulmü, zorbalığı yapmaktan çekinmemektedir.

Emperyalistlerin işbirlikçileri, Erdoğan ve Kemalist zorbalığın yöneticileridir

Emperyalizme destek veren çıkarcı ve yandaş ülkeler ile Kemalizm benzeri halklarından kopuk diktatör ve emperyalizmin uşağı kuklalar, emperyalizmin tüm sömürü ve zorbalığına yardım ederler. “Küfür tek millettir” bu nedenle zulüm ve sömürüde ortak olmaları doğaldır.

Kemalist zorbalığın Anadolu’yu, çeşitli hilelerle işgal etmesinden sonra M. Kamal ve yamağı İnönü, ABD emperyalizminin Ankara’yı işgal etmesini sağlamış, ABD emperyalizmi ile anlaşmalar yapmış, emperyalizmin manda sistemini kabul ederek ülkenin ABD tarafından yönetilmesini istemişlerdir.

İmzalanan Lozan anlaşması, tamamen Türkiye aleyhinde olmuş, İzmir’in birkaç metre uzağındaki adalar da dahil olmak üzere tüm Ege adaları Yunanistan’a verilmiş, Lozan zaferini, M. Kamal ve yamağı İnönü, Yunanistan’da Yunanlılarla birlikte coşku ile kutlarlarken, M. Kamal, Lozan zaferini, kendisini sahte kahraman ilan eden, bunun karşılığında, savaştan yoksulluk içerisinde çıkmış Anadolu halkında topladığı 450 ton altını İngilizlere vermiş, son Osmanlı Padişahını ülkeden sürdükten sonra İngiliz kralını törenle İstanbul’da karşılamıştır.

Emperyalizmin, Kemalist zorbalığın yöneticileri üzerindeki etkisi Menderes denilen vatan haini zamanında da devam etmiş, ülkede yapılan her türlü askeri sanayi gelişmesini, ABD bu kuklası eliyle kapattırmış ülkeyi kendisine muhtaç durumuna sokmuştur.

Ocak 6, 2023 0

İsra Suresi (76-88. Ayetler)

Yazar: Ramazan Yılmaz

Tevhidi mücadele zorluklarla dolu bir mücadeledir
Tevhidi mücadele, zorlukları içerisinde barındıran uzun soluklu, meşakkatli bir mücadeledir. Bu mücadeleyi ortaya koyanlar, hiçbir şekilde ve şartta taviz vermeden -canları da dahil- bu uğurda dünyevi tüm değerlerini ortaya koyabilmelidirler. Tevhidi esaslar uğruna tüm değerlerini vermeyi göze almayanlar, kendilerine, aile bireylerine bir şey olacağı kaygısı taşıyanlar, değil davetçi olmak Müslüman bile olamazlar.
Tevhidi mücadeleyi ortaya koyanlar, kâfir ve müşrikler tarafından her türlü acı, cefa, işkence görebileceklerini, cezaevine sokulacaklarını, yurtlarından sürüleceklerini ya da tüm değerlerini, sevdiklerini, aile ve yakınlarını bırakarak hicret edebileceklerini bilmelidirler.
76- Doğrusu neredeyse seni o yerde tedirgin edip oradan seni çıkaracaklardı; o zaman senden sonra çok az dışında kalamazlar.
77- Rasullerimizden senden önce gönderdiğimiz kimselerin sünnetidir; Bizim sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.
Tevhidi esasların, Risalet tarihinde ortaya nasıl konulduğu örneklerini yüce Allah (cc) Risalet önderlerinin mücadelelerinden kesitler vererek açıklamış, Sünnetullah’ta değişmezlik olamayacağı ilkesi gereğince her dönemde bunun aynı olduğunu bildirmiştir. Bu değişmez yasa, günümüzde de geçerlidir, Tevhidi esasları ortaya koyanların, buna göre hareket etmeleri yüce Allah’ın rızasının kazanılması açısından gereklidir.
Tevhidi mücadele, vahyin belirlediği ölçüler içerisinde ortaya konulduğu sürece yüce Allah (cc), Müslümanlara yardım edecek, bu ölçünün dışına çıkıldığında bu yardım kesilecek, vahyin gereklerini yerine getirmeyen, ondan taviz vermeye kalkışanlar, dünya ve Ahirette Rab’leri tarafından şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklardır.
Yüce Allah (cc), Tevhidi mücadelenin nasıl yapılacağını, kullarına çok açık bir şekilde bildirmiş, bildirilen bu esaslara göre hareket etmeleri durumunda rızasına ve vadettiği mükâfatlara ulaşılacağını bildirmiştir.
Yüce Allah’a kulluk, süreklidir
78- Güneşin batmasından gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve fecrin okumasını ki, şüphesiz fecrin okuması şahit olunandır.
Tevhidi mücadelenin esas olduğu yüce Allah’a kulluk, zamanla sınırlı değil günün yirmidört saatini içine alan, bir ömür boyunca devam eden bir kulluktur. İman edenler, her zaman, her durumda ve şekilde gece gündüz demeden Rab’lerine kulluk görevlerini ifa ederler.
“O ki, gerçekten öğüt almak isteyen yahut şükretmek isteyen kimse için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca yaratandır!” (Furkan, 62)
Yüce Allah’a kulluk yapmak zamanla ve belli şekillerle sınırlı değildir. Kur’an’da bildirilen konularda ve zamanlarda Mü’minler, Rab’lerine kulluk görevlerini ifa ederler, O’nun rızasını umar, azabından sakınırlar.
Hz. Nuh (as)’ın mücadelesinde apaçık bir örneği verilen yüce Allah’a daveti içine alan kulluk bilinci, gece gündüz Mü’mini harekete sevk eder.
“(Nuh) Dedi ki: ‘Rabb’im, şüphesiz ben kavmimi, gece gündüz davet ettim.” (Nuh, 5)
“Sonra gerçekten ben, onları açıkça davet ettim. Sonra elbette ben, onlara açıktan söyledim, gizli gizli söyledim.” (Nuh, 8-9)
Mü’min için yüce Allah’a kulluk, günün 24 saatini içine alır, bu süre içerisinde Mü’min, Rabb’ini tefekkür eder, insanları Tevhidi esaslara çağırır, infak yapar, namaz kılar.
Kâinatta var olan her şey, gece gündüz demeden, bıkıp usanmadan iştiyakla yüce Allah’a kulluk yapar, O’nu tesbih ederler.
“Göklerde ve yerde kim varsa hep O’nundur. O’nun yanındaki kimseler, O’na kulluk etmekten büyüklük taslamazlar ve yorulmazlar. Gece ve gündüz azimlerini kırmadan tesbih ederler.” (Enbiya, 19-20)
“Ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah’ı hatırlayan kimseler, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: ‘Rabb’imiz, bunu boşuna yaratmadın, Sen yücesin, bu yüzden bizi ateş azabından koru!” (Al-i İmran, 191)
Yüce Allah (cc), gündüzü davet, ibadet, infak ve tefekkürle geçiren kulların, akşam ve geceyi de aynı duyarlılıkla geçirerek Kendisine ibadet yapmalarını bildirmiştir
“Mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak eden kimseler, işte onların, Rab’leri indinde onlara mükâfat vardır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar” (Bakara, 274)
Yüce Allah’a karşı kulluk görevlerini gece gündüz demeden yerine getirenlere, Rab’leri yanında mükâfatları vardır ve onlar, Kıyamet gününün o dehşetli anlarında korkmazlar ve mahzun olmazlar
Gece vitir namazı, Kur’anî bir hüküm ve farzdır
Yüce Allah (cc), Kendisini tefekkür etmeleri, infak ve davet yapmaları konusunda olduğu gibi kullarından, gece gündüz ayırımı yapmadan namaz kılmalarını da istemiştir
79- Ve gecenin bir kısmını, onu böylece ibadetle geçir, senin için fazladan olarak, tâ ki Rabb’in seni övülmüş bir makama ulaştırsın
Kur’an üzerinde yapılan anlam ve kelime çarpıtmaları bu ayette de devam etmiş, meal ve tefsir yazarlarından bazıları, yüce Allah’ın, iman eden kullarından istediği gece (vitir) namazı ibadetini, yalnızca Rasulullah (as)’a has kılacak şekilde ayete anlam vermişlerdir
(*) Gece (Vitir) namazı konusunda ayrıca Müzzemmil, 1-4 ve 20, Secde, 15-16

Aralık 30, 2022 0

İslâm’da Miras Hukuku

Yazar: Ramazan Yılmaz

İslâm, hayatın her alanında olduğu gibi miras konusunda da en mükemmel ölçüyü ortaya koymuştur
İslâm’da Miras Hukuku, İslâm tarihi boyunca gerek Müslümanlar gerekse gayri Müslümler arasında tartışma konusu olmuştur. Özellikle İslâm düşmanları, İslâm’ın miras hukukunu dillerine dolayarak İslâm’a saldırmışlar, halen de bu konuyu gündemlerine alarak İslâm’a karşı saldırılarını sürdürmektedirler.
İslâm’ın ekonomik sistemini bilmeyen ya da bildikleri halde bilerek gerçekleri çarpıtan gayri İslâmî güçler, İslâm ekonomisinde kadın ve erkeğin eşit olmadıklarını, bu ekonomi sisteminde kadının ezildiğini öne sürerler. Oysa kadın ve erkek, İslâmî ekonomik sistemde eşit olmakla beraber bu eşitlikte ibre, erkek lehine değil kadın lehine bir görünüm arz etmektedir.
“Allah’ın, bir kısmınızı bir kısmınıza kendisiyle faziletli kıldığı şeyleri temenni etmeyin; erkeklere kazandıkları şeylerden bir pay ve kadınlara da kazandıkları şeylerden bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfundan isteyin; doğrusu Allah, her şeyi Bilen’dir.” (Nisa, 32)
İslâm ekonomi sisteminde kadın ve erkeğin, kendilerine ait malları ve kazançları vardır. Bu mal ve kazançların nasıl elde edildiklerine ve kazançların harcanmasına bakıldığında kadının daha kazançlı olduğu ve İslâm’ın kadını koruduğu çok açık bir şekilde görülecektir.
Kadınlar, mallarını mirastan, evlendiklerinde erkeklerden aldıkları mehirden ve kendilerine düğünde ya da başka vesilelerle verilen hediyelerden elde etmektedirler. Bu mallar, kadınların kendi malları olup üzerinde tasarruf etme hakkı yalnızca onlara aittir. Kadınlara ait olan malları, babaları, kardeşleri ve kocaları, kadınların izni ve rızası olmadan kullanamaz, üzerinde tasarruf hakkına sahip olamazlar.
İslâm düşmanları, İslâm’ın miras hukukunu dillerine dolayıp kadınlara ½ hisse verilmesini kınayarak kadınlara zulmedildiğini ileri sürmektedirler. Düşünülmeden yapılan bu haksız değerlendirme, İslâm’a karşı beslenen kin ve düşmanlığın göstergesi, kasıtlı ve boş bir iddiadır.
Elmalı’da şöyle bir rivayete yer verir. Rivayet ediliyor ki, cahiliye devrinde Araplar, “Mızrakları ile çarpışmayan ve yurdunu savunmayan mirasçı olamaz.” derler ve bundan dolayı kadınları, erkek ve kız çocukları, mirasçı olarak tanımazlarmış. Ensar’dan Evs b. Sabit (r. anh) vefat etmiş, hanımı Ümmü Kahle ile üç kızı kalmıştı. Vasileri olan amcazadeleri Süveyd ve Urfuta yahut Katude ve Arfece adında iki adam gelmişler. Cahiliye âdeti üzere vefat eden şahsın mirasını kendilerine almışlar. Hanımına ve kızlarına hiçbir şey vermemişler. Bunun üzerine kadın Ümmü Kahle, Rasulullah (as)’a durumu şikâyet etmiş, Rasulullah (as), “Haydi evine git, bakayım Allah ne ortaya koyacak.” buyurmuş, işte bu ayet bunun üzerine indi.
Bu açıklamayı, miras ayetinin iniş sebebinde de Ata, şöyle rivayet etmiştir: “Sâd b. Rabi’ (r. anh) şehit olmuş, iki kızı, bir hanımı, bir de kardeşi kalmıştı. Kardeşi, malın hepsini alıverdi. Kadın da Rasulullah (as)’a gelip, “Ey Allah’ın Resulü! İşte Sad’ın kızları, Sad öldürüldü, bunların amcası da mallarını aldı.” diye durumu arz etti.
Fahreddin Razi burada şöyle bir tarihî özet yapmıştır. Cahiliye halkı iki şey ile birbirinden miras alıyorlardı: Biri nesep, diğeri anlaşma. Nesep yönünden ne çocukları ne de kadınları mirasçı yapmazlardı. Ancak akrabalardan at üzerinde savaşmaya ve düşmana vurmaya ve ganimet almaya gücü yeten erkekleri mirasçı kılarlardı.
Antlaşmaya gelince: Bu iki şekilde olurdu ki birincisi, hilf (sözleşme) idi. Bir adam, diğerine: “Kanım senin kanın ve yıkılmam senin yıkılmandır. Sen bana mirasçı olursun, ben sana, sen benimle aranırsın ben de seninle” der. Bu şekilde anlaşma yaptılar mı hangisi arkadaşından önce ölürse sağ kalanın, şart gereğince ölenin malında hakkı olurdu.
İkincisi de evlat edinme idi. Bir adam başkasının oğlunu oğul edinir, ondan sonra bu oğlanın nesebi babasına değil, bu adama nispet edilir ve mirasçısı olurdu ki, bu evlat edinme de antlaşma çeşitlerinden bir çeşittir.
Allah Teâlâ, Muhammed Mustafa (as) hazretlerini Rasul olarak gönderdiği zaman her şeyden önce bunları cahiliyedeki durum üzere bıraktı. Hatta bazı âlimler demişlerdir ki, hayır yalnız terk değil, onaylamıştır ki; “Anne-baba ve akrabaların bıraktığı şeylerin her biri için yöneticiler kıldık…” (Nisâ, 4/33), ayeti nesep ile mirasçı olmayı; “sahip olduklarınızı, bağınız olan kimselere artık hisselerini onlara verin; …” (Nisâ, 4/33) ayeti, antlaşma ile mirasçı olmayı onaylamaktır. Cahiliyede mirasçı olmanın sebepleri böyle idi.
Fizilalil Kur’an, içinde yüce Allah’ın erkek ve kız çocuğu ve anne-babanın miras bölüşmesindeki paylarını belirleyen hükümleri inince insanların -veya bazısının- hoşuna gitmedi. “Kadına dörtte bir veya sekizde bir veriliyor, kız çocuğa yarısı veriliyor ve küçük çocuklara da veriliyor. Oysa bunlardan hiçbiri düşmanla savaşamaz ve ganimet toplayamaz” demeye başladılar.
Ardından “Bu konuyu hiç konuşmayın belki Rasulullah unutur ya da biz söyleriz de değiştirir” dediler.

Aralık 24, 2022 0

Rasulullah (as)’ı inkâr etmenin diğer bir yolu, hadisleri inkâr etmek

Yazar: Ramazan Yılmaz

Rasulullah (as)’ın hadislerini inkâr etmek, Kur’an’ı inkâr etmektir
Hz. Muhammed (as)’ın, Rasul olarak gönderildiği dönemde, dünyanın ve insanlığın geldiği korkunç nokta, düşünüp akleden, insanlığın kurtuluşunu, yeryüzünde barışın, huzurun, adalet ve güvenliğin tesis edilmesini isteyen fıtratı bozulmamış insanları derinden sarsıyor, bu zulmün kaldırılması için çare arıyorlardı. Bunlardan biri de Muhammed’ül-Emin olarak bilinen Hz. Muhammed (as) idi.
Yüce Allah (cc), ezilen, sömürülen, köleleştirilen mazlum insanlar ve doğruya talip olan, akleden, yeryüzünde barışın, adaletin, huzurun, güven ve mutluluğun tesis edilmesini isteyen kimseler için, Kıyamete kadar sürecek yaşamı düzenleyen kuralları içeren Kitabı’nı Hz. Muhammed (as) ile göndermiştir. Bu Kitab’ın, hayatta nasıl yaşanacağı, insanlara nasıl duyurulacağı konusunda ise Rasul olarak görevlendirdiği Hz. Muhammed (as)’ı en güzel örnek olarak vermiş, insanların tevbe edip Rab’lerine yönelerek kurtulmaları için onlara son bir şans daha vermiştir. Hz. Muhammed (as), rahmet elçisi olarak insanlık için son bir şanstır.
“Âlemler için rahmetten başka (bir sebeple) seni göndermedik.” (Enbiya, 107)
Yüzyılların getirdiği bir birikim olan, insanın beyninde kronikleşmiş, düşünce dünyasını istila edip karartmış materyalist değer yargılarını, bozuk felsefi inançları ve insanın her şeyin üstünde tuttuğu, ilah edinip peşinden koştuğu arzularını bir anda temizleyip insanı, materyalist felsefeden ve arzularının köleliğinden kurtarmanın öyle kolay bir şey olmadığını bilen Rasulullah (as), davetine çok yumuşak ifadelerle başlamış, insanları kırmadan doğruları kabule çağırmıştı. Çünkü o, bir rahmet elçisiydi.
Maddi değer yargılarının kölesi olan, yaşamları boyunca şiddet ve terör estirmekten başka bir şey bilmeyen zorbalara rahmetle hitap etmek onlara hakaret gibi gelir. Çünkü onların lugatında “rahmet” diye bir kavram yoktur. Zorbaların, tıpkı günümüzde olduğu gibi birbirlerine ve insanlara karşı muameleleri hep şiddetle olmuş, varlıklarını ancak bu şiddet sayesinde sürdürebilmişlerdir. Bu nedenle Hz. Muhammed (as)’ın rahmetle dolu mesajını hiç anlamadan, dinlemeden, anında reddetmişlerdi. Günümüzde de bu azgınlık ve inkâr, hiç değişmeden aynı şekilde devam etmektedir.
Mekkeli zorbaların Rasulullah (as)’ı reddetmelerinin ilk nedeni, kendilerini üstün görmeleriydi. Bu kendini üstün görme psikolojisi, tüm zorba diktatörlerin ve sömürgeci emperyalistlerin tedavisi mümkün olmayan hastalığıdır. Mekkeli zorbalar da aynı psikoloji ile Rasulullah (as)’ı küçümsüyor, onu reddediyorlardı.
Mekkeli zorbaların, rahmet elçisini reddedişlerinin ikinci nedeni, atalarının sömürüye, baskıya ve şiddete dayalı sistemlerini sürdürmeleri isteğiydi. Rasulullah (as), getirdiği mesajla, Tek bir İlah olan yüce Allah’a şirk koşmadan inanmalarını, insanların, sosyal statü, dil, renk, zenginlik, fakirlik ayırımı yapılmaksızın eşit olduklarını, sömürünün, köleliğin, kadın-erkek ayırımının kaldırıldığını, zenginlerin mallarında fakirlerin de haklarının bulunduğunu bildiriyordu.
Zorbalığı tek çıkar yol gören, sömürüyü, düzenlerinin temeli bilen, hayatları boyunca masum insanlara baskı yapıp onları köleleştiren, -tıpkı günümüz zorbalarında olduğu gibi- kan dökmedik günleri bulunmayan, kadını, bir insan olarak bile kabul etmeyen, kadınları, pazarlarda bir mal gibi alıp satan, taştan, betondan, ağaçtan yonttukları put ve heykellerin önünde zillet içinde boyun büküp ibadet eden Mekkeli müşrik zorbalara ağır geliyordu. Bu nedenlerle atalarının tâbi oldukları sömürüye dayalı sistemi bırakmak istemiyorlardı.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği şeye tâbi olun’ dendiği zaman, derler ki: ‘Bilakis atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz,’ ataları bir şey akletmeyenler ve Hidayeti bulamayanlar olsa da mı!” (Bakara, 170)
Rahmet elçileri zorbalara doğruları gösteriyor, ancak onlar her defasında bu doğruları reddediyorlar. İnsan düşünemeyince iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, Hakk’ı-batılı kolay kolay ayırdedemez.
Rasulullah (as)’ın hayatı mücadele ile geçmiştir
Rasulullah (as), tıpkı kendisinden önce geçen Risalet önderleri gibi hayatı, Tevhidi mücadelesini insanlara duyurmakla geçmiş, bu uğurda birçok sıkıntı ve eziyetlerle karşılaşmış, yurdundan kaçmak zorunda kalmış örnek bir Rasul’dür.
Tarihi süreçte, hemen bütün Risalet önderlerine karşı şirk cephesi düşmanlık yapmış, rasullere, hakaret, iftira ve yalanlayarak psikolojik, fiziksel saldırıda bulunarak, onları tutuklayarak işkence ederek fiziki olarak eziyetler yapmışlardır. Bu durum, Hz. Muhammed (as)’da da aynen vuku bulmuş, ona ve yanında bulunan iman edenlere her türlü eziyetler yapılmıştır.
“Sana söylenen, senden önceki rasullere söylenen gerçek olandan başka değildir; şüphesiz Rabb’in, mağfiret sahibi ve acıklı bir azabın sahibidir.” (Fussilet, 43)
Hz. Muhammed (as), şirk küfür bataklığında çırpınan insanları, şefkat ve merhametle Hakk’a davet etmiş, Tevhidi gerçekleri duyurmaya çalışmıştır.

Aralık 9, 2022 0

İsra Suresi (60-75. Ayetler) Kur’an, Mü’minlerin imanlarını artırır

Yazar: Ramazan Yılmaz

Kur’an, Mü’minlerin imanlarını, kalplerinde hastalık bulunanların ziyanını artırır
Yüce Allah (cc) iman edenlerden, indirdiği hükümlere teslim olmalarını isterken bu hükümlerden ancak kalplerinde hastalık bulunanların kuşku duyduklarını bildirmiştir. Bu surenin 59. ayetinde mucize konusu ortaya konulduktan sonra hemen takip eden 60. ayette iki çok önemli konuya değinilmektedir. Bu Kur’anî yöntem, Kur’an’ın birçok ayetinde ortaya konulmakta ve adeta kuşkucu inkârcıları şaşkına çevirip teşhir etmektedir.
Surenin 59. ayetinde, kelimelerin yerlerini değiştirerek Kur’an’da apaçık bir şekilde bildirilen mucize gerçeğini bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde inkâr eden meal ve tefsir yazarlarını ve onlardan etkilenen kimseleri, 60. ayet adeta şaşkına çevirmektedir. Bu şaşkınlığın nedeni, Rasul’e gösterilen görüntü ve lanetlenmiş olay ifadeleridir.
60- Bir zaman sana demiştik ki: ‘Doğrusu Rabb’in, insanları kuşatmıştır;’ sana gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur’an’da lanetlenen olayı, insanlar için imtihandan başka bir şey yapmadık ve onları korkutuyoruz, fakat o, onların ancak büyük tuğyanlarını arttırıyor.
Nedir Rasul’e gösterilen görüntü ve lanetlenmiş olay; neden hemen 59. ayetten sonra bunlara değinilmektedir diye konuya bakıldığında, yüce Allah (cc), “İnsanlar için imtihandan başka bir şey yapmadık ve onları korkutuyoruz, fakat o, onların ancak büyük tuğyanlarını arttırıyor.” buyurarak bunlarla insanları imtihan ettiğini bildiriyor.
Ayetlerin Muhkem ve Müteşabih olduğunu bildiren yüce Allah (cc), bunlarla vahye teslim olanlarla inkâr edenleri açığa çıkararak onları kendi nefislerine şahit tutmaktadır. Hemen her konu ve olayı, mufassal bir şekilde açıklayan Kur’an, bazı konuları da tabir yerinde ise üstü kapalı geçmektedir ki yüce Allah (cc), bunun hikmetini de şöyle açıklıyor.
“O ki, Kitab’ı sana indirdi; onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar, Kitabın anasıdır ve diğerleri müteşabihdir. Ancak kalplerinde sapma bulunan kimseler, fitne amacıyla ve onu tevil etmek isteyerek onun Müteşabih olanlarına tâbi olurlar; onun tevilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde ileri gidenler derler ki: ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır,’ akıl sahiplerinden başkası düşünmez.” (Al-i İmran, 7)
Gerçekten iman edenler, Rab’lerinden gelen gerçeklerden hiçbir kuşku duymadan onlara teslim olurlar. Ancak kalplerinde maraz bulunan münafıklar ile Hakk’ı inkâr eden kâfirler, vahyi anlamadıkları için gerçekleri kendilerine göre tevil ederek sapmakta, kuşku içerisinde bocalayıp durmaktadırlar. İşte kâfir ve münafıkların şaşkınlıklarını bildiren bir başka delil:
“Ateşin refakatçılarını, meleklerden başka yapmadık ve onların sayısını inkâr eden kimseler için imtihan yaptık ki, Kitap verilmiş kimseler yakinen iman etsin ve iman eden kimselerin de imanları artsın. Kitap verilmiş kimseler ve Mü’minler şüpheye düşmesinler; kalplerinde hastalık bulunan kimseler ve kâfirler de: ‘Allah, bu misalle ne bildirdi?’ desinler. Böylece Allah, dileyen kimseyi dalalete düşürür, dileyen kimseyi Hidayete erdirir. Rabb’inin askerlerini O’ndan başkası bilemez; O, insanlar için ancak bir öğüttür.” (Müddessir, 31)
“İlimde ileri gidenler: ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır’ diyerek teslim oldukları ayetlere münafık ve kâfirler: ‘Allah, bu misalle ne bildirdi?’ diyerek şaşkınlıklarını gösterirler, akabinde “fitne amacıyla ve onu tevil etmek isteyerek onun Müteşabih olanlarına tâbi olurlar.” Bu şüpheci inkârcılık hemen her dönemde ortaya çıkmıştır.
Günümüzde değişik isimlerle ortaya çıkan bu fitneciler, şaşkınlık içerisinde bocalamakta, Kur’an üzerinde oyunlar oynayarak, kelimelerin yerlerini değiştirerek ya da inkâr ederek vahyi gerçekleri kabul etmemektedirler.
Müddessir suresi, 30. ayetinde geçen “Onun üzerinde ondokuz vardır.” Ayetini alan bazı inkârcı kâfirler, 19 ifadesini kullanarak, bu sayıya uymayan Kur’an’ın bazı ayetlerini inkâr ederek küfre sapmışlardır. Yüce Allah (cc), onların şeytana tâbi olduklarını bildirmektedir.
“İnsanlardan kimi, Allah hakkında ilmi olmadan tartışır ve her asi şeytana tâbi olur.” (Hac, 3)
Yüce Allah (cc), “Doğrusu Rabb’in, insanları kuşatmıştır;” buyruğuyla insanları, her yönüyle kuşatmış, apaçık ayetlerini göndererek insanları, İblis ve yardımcılarına karşı uyarmıştır. Ayette devam eden ifadelerde insanları imtihan ettiğini bildirerek onların dikkatli olmalarını isteyen yüce Allah (cc), bu imtihanı kazanmanın yolunun, gönderdiği ayetlere teslimiyette olduğunu bildirmiştir.

Rasul’e gösterilen görüntü ve lanetlenmiş olay

Kasım 25, 2022 0

İsra Suresi (40-59. Ayetler)

Yazar: Ramazan Yılmaz

Samiri soylu bel’amlar, meallerinde ve söylemlerinde Kur’an’ı değiştirdiler
Günümüzde Kur’an tercümesi yaptıkları iddia edilenlerin neredeyse tümü, ne üzücüdür ki İslâm dinine, Tevhidi esaslara, Rasulullah (as)’a gereğince ya da hiç iman etmeyen kimselerdir. Tevhidi esasları bilen, Kur’an’ı düşünerek okuyan her aklıselim sahibi kimseler, bunların Samiri’nin günümüz temsilcileri olduklarını açık bir şekilde görebilecektir. Bu bel’amların, Allah’ın dini hakkında konuşma ve yazma hak ve salahiyetleri yoktur.
Samiri soylu bel’amların, birbirlerinden kopyalama yoluyla çıkardıkları meallerinde ve güncel söylemlerinde yüce Allah’a ve Rasulü’ne karşı savaş açmış olduklarını, “Tağutî sistemin en büyük destekçileri Samiri soylu bel’amlardır” videomuzda ayetlerle ve kendi sözleriyle beraber açıkladık.
Mealistler, Hz. Musa (as)’ın getirdiği Tevhidi ilkeleri çarpıtan Samiri gibi Hz. Muhammed (as)’ın getirdiği Tevhidi esasları, -sözel ve fiilen- inkâr eden, bu esasları gizleyen Samiri soylu bel’amlardır. Bunlar, tıpkı Kitap ehli sapıkları gibi dillerini eğip bükerek kelimelerin yerlerini değiştirdiler. Böylece yüce Allah’ın lanetini hak ettiler.
“Ancak ahitlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık; kelimelerin yerlerini değiştirdiler…” (Maide, 13)
Samiri soylu bel’amlar, Kur’anî kavramların yerlerini değiştirerek yüce Allah’a ve Rasulü’ne karşı savaş açmışlardır
Samiri soylu bel’amlar, kopyalama yolu ile çıkardıkları meallerde, ayetlerin anlamlarını çarpıttıkları gibi söz ve yazılarında da Kur’anî kavramların anlamlarını değiştirerek Kur’an’ı değiştirmeye kalkıştılar. Bunlar, Kur’an’ın apaçık bir şekilde bildirdiği kelimelerin yerlerini değiştirerek yüce Allah’a karşı savaş açmışlardır.
Bel’amlar, yüce Allah’ın üzerine iftira atarak tağuta oy vermenin Kur’an’a uymak olduğunu iddia ettiler, Kur’anî hükümleri değiştirerek puthaneyi Kâbe’ye benzettiler, yüce Allah’ın putperest dediği putperestlerin Müslüman olduklarını, yüce Allah’ın (hâşâ) gaybı bilmediğini söyleyerek küfür ve azgınlıklarında haddi aştılar, yüce Allah’ın reddedilmesini Kendisine iman etmenin temeli olduğunu bildirdiği tağutu reddetmeyip bütün güçleri ile tağutu sistemi destekleyerek yüce Allah’a karşı savaşmışlardır.
Kopyacı mealistler, tağutî sisteme iman eden, yüce Allah’ın reddedilmesini, Kendisine iman etmenin temel şartı olarak bildirdiği İslâm düşmanı tağutî Kemalist zorbalığı savunan, tağutî sistem tarafından Prof. Doçent gibi unvanlarla ödüllendirilen, tağutî sistemin şirk ve küfür yuvası vakıf ve derneklerin yöneticileri olan, sistemin hayatiyetini sürdürmesi için takipçilerini tağutî sistemi desteklemeye çağıran, Kur’anî ifade ile bel’am olan kimselerdir.
Mealistlere bakıldığında bunların, yüce Allah’ın Uluhiyet ve Rububiyetini, Tevhidi esasları anlatmadıkları, İslâm’ın anlaşılıp yayılması için çalışmadıkları apaçık bir şekilde görülebilir.
Kur’an tercümelerinin hemen tümüne yakını, birbirlerinden kopyalandığından ilk hatayı yapanın hatası aynen alınmıştır. Tercümelerin hemen tümüne yakını, Elmalı Hamdi Yazır’dan kopya edilmiş, ancak kimi ifadeler değiştirilerek verilmiştir.
Türkiye’deki mealistlerin atası, Elmalılı Hamdi Yazır’dır. Elmalı, kendi devletine bile ihanet eden, kendi devletini yıkmaya çalışan mason İttihat ve Terakki üyesi olduğu, İslâm düşmanı M. Kemal’in isteği ile meal yazdığı söylenmektedir. Diğer hemen bütün mealistler, Elmalı’nın mealini kopya etmişledir.
Hiç kimse, yüce Allah’a dinini öğretemez
Yüce Allah (cc), razı olduğu dini, bütün açıklığı ile ortaya koymuş, bu dinin nasıl yaşanacağı, insanlara nasıl ulaştırılacağı, iman edenlere ya da iman etmeyenlere karşı tavrın ne olacağı hususlarında rasullerini örnek olarak vermiş ve onlara tâbi olunmasını istemiştir.
Yüce Allah’ın bildirdiği kuralların dışındaki her düşünce, söz ve hareket, Mü’min ve Müslüman sıfatının kaybedilmesine, kâfir, müşrik, münafık ve fasık sıfatlarının kazanılmasına neden olur. Kişi, ister kendi arzularını isterse başka kişi ya da düşünceleri ilah edinsin, açık bir şekilde şirke düşer.
Şeytan, bazen Haktan görünerek kişiye, iman ettiği hükümlerin bir kısmını aldırır, bir kısmını terk ya da ihmal ettirir. Bu durum, kimi zaman bazı hususlarda aşırı hassasiyet ya da ihmal şeklinde, bazen de din adına uydurulan rivayetlerin, dindenmiş gibi alınması şeklinde ortaya çıkar.
Tevhidi kavramış Müslümanlar için en büyük tehlike, dini hassasiyet konusunda bir konuda yoğunlaşıp diğer konuları fazla önemsememeleridir. Bu durum, Müslümanlar için en büyük tehlikedir ve şeytanın giriş kapısıdır ki, şirke düşenlerin birçoğu, bu kapıdan girmiştir.
Bazı kimseler, daha iyi kulluk ve ibadet yapmak, yüce Allah’ı daha iyi razı edebilmek düşüncesiyle ya da sanki dinin sahibi kendileri imiş psikolojisi ile Kur’an’da bulunmayan, Rasulullah (as) tarafından söylenip yapılmayan kimi konular üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu onları, işlerine gelen ayetleri alıp işlerine gelmeyen ayetleri terk etmelerine neden olmuştur.

Kasım 11, 2022 0

İsra Suresi (22-39. Ayetler) Anne babaya isyan, yüce Allah’a isyandır!

Yazar: Ramazan Yılmaz

Anne babaya isyan, yüce Allah’a isyandır
Yüce Allah (cc), anne baba hakkına oldukça çok önem verir, bu konuda çocukları uyarır. Anne babaya teşekkürü Kendisine şükür ile beraber zikretmekte, anne babaya isyan edenlerin ziyana uğradıklarını bildirmektedir.
Yüce Allah (cc), bu bölümün hemen başında Kendisine şirk koşulmaması konusunda uyarmış, yapılan fiillerle şirkin ne anlama geldiğini açıklamış, Kendisi ile beraber başka bir ilah edinilmemesini bildirmiştir.
22- Allah ile beraber başka ilah edinme, sonra kınanmış, yüzüstü kalmış olursun.
Yüce Allah’tan başka tüm ilahları reddedenlerin ondan sonraki görevleri, hayatın tümünde vahyin belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmektir. Yüce Allah (cc) ile beraber ilah edinmemenin nasıl olacağını, iman eden kimsenin uyacağı hükümleri bildirerek açıklamıştır. Bu hükümlerin başında anne baba hakkına riayet gelmektedir.
23- Rabb’in, yalnız Kendisinden başkasına kulluk yapmamanıza ve ebeveyne iyilik etmenize kesinlikle hükmetti. Şayet ikisinden birisi yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa ulaşırsa o durumda ikisine ‘Öf’ deme, ikisini hor görme ve ikisine güzel söz söyle.
24- İkisine merhametinden tevazu kanadını indir ve de ki: ‘Ey Rabb’im, beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de ikisine merhamet et.’
Anne Baba Hakkı
Yüce Allah (cc), anne baba hakkına oldukça çok önem verir, bu nedenle bazı ayetlerde Kendisinden başka tüm ilahların reddedilmesini, yalnızca Kendisine kulluk yapılmasını bildirdikten sonra anne baba hakkına riayet edilmesini istemekte, anne babaya isyanı Kendisine karşı yapılmış olarak kabul etmektedir.
“Bir zaman Lokman oğluna, nasihat edip ona demişti ki: ‘Ey Evladım, Allah’a şirk koşma, şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.’
İnsana, anne babasını tavsiye ettik; annesi, bitkin düştükçe bitkin düşerek onu taşımıştır ve onun sütten kesilmesi de iki yıl içindedir. Muhakkak Bana ve annene babana şükret, dönüş Banadır.” (13-14)
“Ey Evladım, Allah’a şirk koşma, şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” hükmünden hemen sonra anne baba hakkının belirtilmesi, bu konuda aykırı hareket edenlerin, yüce Allah’a şirk koştuklarını ortaya koymaktadır. Bu konuya çok dikkat edilmesini isteyen yüce Allah (cc), annenin, nasıl zorluklar içerisinde kendilerini yetiştirdiğini hatırlatmaktadır.
“İnsana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye ettik; annesi onu güçlükle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihâyet güçlü çağına varıp kırk yaşına ulaşınca dedi ki: ‘Rabb’im, verdiğin nimete şükretmeğe beni yönelt, o ki, bana ve anneme, babama nimet verdin, razı olacağın salih ameller yaptır ve zürriyetimi de benim için ıslah eyle. Şüphesiz ben, sana yöneldim ve ben gerçekten Müslümanlardanım.’
İşte onlar, yaptıkları şeylerin en iyisini onlardan kabul ettiğimiz ve onların kötülüklerinden geçtiğimiz kimselerdir; cennet halkı içindedirler, o ki, onlara vadedilmiş olan doğru bir vaattir.” (Ahkâf, 15-16)
Anne babaya teşekkürü, kendisine şükürle beraber zikreden yüce Allah (cc), anne babalarına iyi davrananların Müslümanlar, anne babalarına isyan edenlerin ise kâfirler olduklarını bildirmektedir.
“O kimse ki, anne babasına: ‘Öf ikinize, benden önce nice nesiller gelip geçmişken siz ikiniz bana, muhakkak benim çıkarılacağımı mı vadediyorsunuz!’ dedi ve onlar, Allah’tan yardım isteyerek: ‘Yazık sana, iman et; muhakkak ki Allah’ın sözü gerçektir’ dediler. (O): ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir,’ (dedi.)
İşte onlar, üzerlerine söz hak olmuş kimselerdir; elbette onlardan önce geçen cin ve insan ümmetler içindedirler; gerçekten onlar, hüsrana uğrayanlardır.” (Ahkâf, 17-18)
İslâm, hayatın tümünü kapsayan kurallar bütünüdür; iman edenler, bu bütünün tümünü alıp yaşamakla mükelleftirler, aksi halde iman etmemiş, Rab’lerine nankörlük yapmış isyan eden kâfirlerden olmuşlardır. Bu kuralların en önemlilerinden biri de anne baba hakkıdır.
(*) İslâm’da Anne Baba Hakkının geniş açıklaması için Ahkâf suresi 15. ayetin açıklamasına bakılabilir.
Nefsin isteklerine dikkat etmek
Yüce Allah (cc), anne baba hakkından sonra insanı şirke sürükleyen ikinci konu olarak insanın kendi nefsini ilah edinmemesine dikkati çeker.
“Gördün mü o hevasını ilah edinen kimseyi, şimdi sen mi ona vekil olacaksın!” (Furkan, 43)
İnsan için en büyük düşman, hiç kuşkusuzdur ki kendi nefsidir; nefis, hemen her şeyden kendisine bir pay çıkarmaya çalışır. Bu öyle bir hal alır ki, kişi Allah için yaptıklarından bile kendisine bir pay çıkarır duruma gelir.
İnsan, yapıp ettiklerinden övünüp böbürlenir, kendisini beğenir ve yaptıkları ile kendisine bir konum çıkarmaya çalışır. Yüce Allah (cc), bu konuda insanları, nefislerinin isteklerine karşı sürekli uyarmaktadır.
25- Rabb’iniz, nefsinizde olan şeyleri en iyi Bilen’dir, eğer siz, salih kimseler olursanız, artık şüphesiz O, yönelenleri bağışlayandır.

Ekim 28, 2022 0

İsra Suresi (4-21. Ayetler) İsrailoğulları, azgınlıklarında sınır tanımayan bir kavim

Yazar: Ramazan Yılmaz

İsrailoğulları için ayrıca Bakara suresi, 47. ayetten sonraki açıklamalara bakılabilir
Yüce Allah’ın kendilerine olan onca lütuf ve ihsanına rağmen bozgunculuğu bozuk bir karakter haline getiren İsrailoğulları, her dönemde zillet damgasını yemişlerdir. İsrailoğulları, daha babaları Hz. Yakub (as) hayatta iken fitne, fücur, hasetlik ve kıskançlıklarını ortaya koymuşlar, öz kardeşlerini gözlerini kırpmadan öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
Hemen her dönemde ve toplumda fitne ve fücurlarını ortaya koyan İsrailoğulları, yaptıklarına karşılık her dönemde çok ağır bedeller ödemişler, ancak hiçbir şekilde uslanmamış, azgınlıklarını sürdürmüşler, bunun üzerine yüce Allah (cc), onları lanetlemiştir.
“…Onların üzerine zillet ve yoksulluk vuruldu ve Allah’tan bir gazapla kalakaldılar. Bu, şüphesiz onların, Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksızlıkla nebileri öldürmelerindedir. Bu, isyan etmeleri ve saldırgan olmalarındandır.” (Bakara, 61)
“Dediler ki: ‘Kalplerimiz örtülüdür,’ aksine inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir, şimdi ne de az iman ediyorlar.” (Bakara, 88)
“Ancak ahitlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık; kelimelerin yerlerini değiştirdiler, kendisiyle öğüt verilen şeyden pay almayı unuttular. Onlardan pek azı hariç, onların hainliklerine muttali olursun, aldırış etme; artık onlardan vazgeç ve aldırma, şüphesiz Allah, güzel davrananları sever.” (Maide, 13)
İsrailoğullarının tarihi, şirk, küfür, isyan ve azgınlıklarla doludur. Yüce Allah’ın her seferinde bağışlamasına ve bol nimetler verip yaşatmasına karşılık onlar, Rab’lerine isyan etmişler, O’ndan gelen gerçekleri kabul etmemiş, O’nun gönderdiği rasulleri öldürmüşlerdir.
“İşte anlaşmalarını bozmaları, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksızca nebileri öldürmeleri ve ‘Kalplerimiz örtülüdür’ demeleri nedeniyle bilakis onların inkârları sebebiyle Allah, o (kalplerinin) üzerini mühürlemiştir; artık pek azı hariç iman etmezler.” (Nisa, 155)
Bunca küfür, şirk, isyan ve azgınlık içerisinde bulunan İsrailoğullarının, tarihi süreçte çıkardıkları fitne ve fesat sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan birkaçı!
4- İsrailoğullarına Kitapta hüküm verdik ki, doğrusu siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz!
5- Artık vadedilen o ikisinden ilkinin zamanı geldiğinde, bizim kullarımızdan yiğit, çok güçlü, kuvvetli olanları üzerinize gönderdik; böylece meskenlerin aralarını araştırdılar. (Bu), yerine getirilmiş bir vaat idi!
İsrailoğullarının ortaya çıkışı
Yahudiler, Hz. Yakup (as)’dan dolayı Beni İsrail=İsrailoğulları olarak bilinirler. Geleneksel olarak dünyanın her yerindeki Yahudiler, büyük ölçüde İsrail diyarına yerleşmiş olan kadim İsrailoğullarının soyundan geldiklerine inanır. İsrailoğulları, ortak soylarının hepsi Hz. Hud (as)’ın kanından olan İbraniler, İshak ve Yakub üzerinden ataları, Hz. İbrahim’e kadar gider. Yahudi geleneğinde, İsrailoğullarının Hz. Yakub (as)’ın Mısır’a yerleşen on iki oğlunun (bunlardan birinin adı da Yehuda’dır) torunları olduklarına inanılır.
İsrailoğullarına, yüce Allah’ın olan ihsan ve lütfu, hiç kuşkusuzdur ki, Mısır’da hükümdar olan Hz. Yusuf (as) döneminde başlamıştır. İlk iki döneminde, Yahudi tarihi büyük ölçüde Bereketli Hilal olarak adlandırılan bölge ile aynıdır.
Bu tarih, Nil, Dicle ve Fırat nehirleri arasında uzanan topraklara yerleşen insanlar ile başlar. Mısır ve Babil’deki kadim medeniyet merkezleri, Arabistan çölleri ve Anadolu’nun dağları ile çevrili olan Kenaan ülkesi (daha sonra sırasıyla İsrail, Yehuda, Yahudiye Eyaleti, Coele-Suriye, Filistin, Levant ve nihayet tekrar İsrail adlarını almıştır) medeniyetlerin buluşma noktasıydı.
Eski zamanlarda kurulmuş ticaret yollarının kestiği bölge, Akabe Körfezi ile Akdeniz kıyılarında önemli limanlara sahipti. Özellikle Akdeniz kıyısındaki limanlar bölgeyi, Bereketli Hilal’de yaşayan diğer kültürlerin de etkisine açık hale getirmiştir.
Kendi öz kardeşlerine karşı haset ve kıskançlık duyguları ile dolu olan Hz. Yakub (as)’ın onbir çocuğunun devamı olan İsrailoğulları, haset ve kıskançlık duyguları ile dolu olan, öz babalarını bile kandırmaktan çekinmeyen, her vesile ile yalana başvuran bir toplumdur. Yüce Allah’ın ihsan ve lütuflarına karşı isyan eden İsrailoğulları, daha sonra II. Ramses olduğu belirtilen, Mısır Fir’avn’ı tarafından köle edilmişlerdir.
Kur’an’da bildirildiği üzere İsrailoğulları, Fir’avn döneminde oldukça zor bir kölelik hayatı yaşamışlar, en büyük zulüm ve işkencelere maruz kalmışlardır.
“Şüphesiz Fir’avn, yeryüzünde ululandı, halkını gruplara ayırdı; onlardan bir zümreyi zayıflatıyor, onların oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu, doğrusu o, bozgunculardan idi.” (Kasas, 4)
“O zaman Fir’avn ailesinden sizi kurtarmıştık; size azabın en kötüsünü uyguluyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı hayatta bırakıyorlardı ve bunda sizin için Rabb’inizden büyük bir imtihan vardı.” (Bakara, 49)

Ekim 14, 2022 0

İsra mucizesi, Kur’anî bir gerçektir! İsra Suresi (1-3. Ayetler)

Yazar: Ramazan Yılmaz

İsra mucizesi, Kur’anî bir gerçektir
Kur’an, genel yapısı ile insanı, maddi âlemden çıkarıp mana âlemine, müşahede edilen sınırlı ortamdan fizikötesi sınırsız âlemin içerisine çeker, insanı iki âlem içerisinde gezdirerek yüce Allah’ın azamet ve kudretini ortaya koyar, böylece insanın sağlam bir şekilde iman etmesini sağlar.
Kur’an’ın, evrensel ve çağlarüstü mesajını anlamak öncelikle maddi değer yargılarından sıyrılıp mana âleminin içerisine girmekle mümkündür. Maddi değer yargılarından sıyrılmayanlar, hiçbir zaman Kur’an’ın mesajını anlayamaz, onda geçen mucizevi hükümleri kavrayamazlar.
Kur’an’da geçen ve aklın sınırlarını aşan yüzlerce olayı, harikulade mucizeleri anlamak, maddi âlemin gerçeğini kavramakla mümkündür.
Yüce Allah (cc), maddi âlemden sıyrılıp mana âlemine girmek istemeyen ve bunda ısrar edenlerin, hiçbir zaman iman etmeyeceklerini, Kur’an’ı anlamayacaklarını bildiriyor.
“Kur’an okuduğun zaman seninle Ahirete iman etmeyen kimseler arasına örtülmüş bir perde koyarız. Onların kalpleri üzerine, gerçekten onu anlamalarını engelleyen bir örtü ve kulaklarına bir ağırlık koyarız. Kur’an’da, Rabb’ini tek olarak andığın zaman sırtları üzerine dönüp kaçarlar.” (İsra, 45-46)
Sahip oldukları beş duyunun dışında bir şey bilmeyen, bunların kapsam alanı dışına çıkmayan, her şeyi maddi değer yargıları ile değerlendirenler, mana âleminden gelen harika mesajları anlayamaz, anlayamayınca da iman edemezler. Çünkü iman etmek, müşahede etmekle değil, kalbin derinliklerindeki cevheri hareket ettirmekle mümkündür.
İsra suresi, mana ve madde âlemini birleştirerek insanların Rab’leri yüce Allah’a gereği gibi iman etmelerine ışık tutmakta, onları, her iki âlem içerisinde gezdirerek imanlarının kökleşmesini sağlamaktadır.
İsra suresi, öyle bir mesajla başlıyor ki, yalnız geçmişin değil, günümüz materyalist mantık sahiplerini şaşkına çevirmekte, adeta beyinlerine çivi saplarcasına şoke etmektedir. İman ile küfür arasında yalpalayan bu materyalistler, daha ne olduklarını anlamadan sure, birbiri ile bütünlük sağlayan konuları, gerçekten nasıl iman edileceği konusundaki gerçeği ortaya koyarak hükümlerini ardı ardına sıralamaktadır.
Vahye iman edilmesinin ya da iman edilmemesinin sonuçlarını ortaya koyan sure, Kur’an’ın yol göstericiliğine tabi olanların, nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğini bildirmekte, ona teslimiyetin nasıl olacağını, önceki iman edenlerin örneklerini vererek açıklamaktadır.
Sure, dünya ile Ahiret arasında kurduğu köprüden, hangi vasıtalar kullanılarak Ahirete geçileceğini belirtmiş, Kur’an’a gereği gibi sarılmakla, onu iyi anlamakla Ahirete yaraşır bir hayat sürmekle Ahirete ve umulanlara ulaşılabileceğini ortaya koymuştur.
İsra suresi, iman edenlerin, nasıl bir kişilik kuşanmaları gerektiğini, toplum içerisinde nasıl hareket edeceklerini ortaya koymuş, buna uyanların şahsiyet sahibi olacaklarını belirtmiştir. Belirtilen bu esaslar, iman edenlere yepyeni bir kimlik, onurlu bir şahsiyet kazandırmaktadır.
Sure, Rasulullah (as)’ın, dolayısıyla daveti üstlenenlerin, sınırlarını belirlemiş, bu sınırları aşmamaları konusunda uyarmıştır. Kur’an’a iman edenlerin, bundan zerre kadar şaşmamaları gerektiğini, iman edilen esaslardan, insanların hatırı için taviz verilmemesini, aksi halde bunun kendileri hakkında çok kötü sonuçlar doğuracağını ihtar etmiştir.
Surenin açıklaması
1- Yücedir O ki, kulunu bir gece, ayetlerimizden kendisine göstermemiz için Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya -ki, çevresini mübarek kılmışız- yürüttü; şüphesiz O, İşiten, Gören O’dur.
İmanî zafiyet içerisinde olanların, iman alanına giren konuları anlayıp değerlendirmeleri mümkün değildir. Gereği gibi iman etmeyenler, üzerlerindeki materyalist düşünceden kurtulmamışlar, olay ve olguları, taşıdıkları o materyalist değer ölçüleri ile değerlendirmektedirler.
Kur’an, iman alanına giren ve ancak iman etmekle anlaşılabilecek konu ve olaylar ile emir ve tavsiye niteliğindeki konularda iman edenlere seslenmekte, inkârcı toplumların helakiyle ilgili maddi ve müşahede edilebilir konularda ise, iman etmeyenlere örnekler vermektedir. Çünkü inkârcılar, ancak beş duyu ile algıladıklarına inanmaktadırlar.
Yüce Allah’a, meleklere, Ahiret gününe iman etmek, cin konusu, maddi değer yargıları ve duyu organları algılanacak şeyler değildir. Gaybi olan bu konular, tamamen iman etmekle ve kalbi olarak kabullenmekle mümkündür.
“Bu Kitap ki onda şüphe yoktur, Muttakiler için Hidayettir. O kimseler, gaybe iman ederler, namazlarını kılarlar ve onları rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve o kimseler, sana indirilen şeye ve senden önce indirilen şeylere iman ederler ve Ahirete de onlar, yakinen iman ederler.” (Bakara, 2-4)
Materyalist değer yargılarına sahip kimseler, gaybi olan konulara hiçbir şekilde iman etmezler. Çünkü onlar, şu dünya hayatının dış yüzünü bilirler, gaybi olan Ahireti bilmezler.
“Onlar, dünya hayatının görünüşünü bilirler ve onlar, Ahiretten gafil olanlar onlardır.” (Rum, 7)
Materyalist mantık sahipleri, İsra vb. konuları anlayamazlar

Eylül 30, 2022 0

Kasas Suresi (68-88) Hüküm ve üstünlük, yalnızca yüce Allah’a aittir

Yazar: Ramazan Yılmaz

Üstün olmak, insanları baskı altında tutarak onlara boyun eğdirmek ya da çeşitli yalanlarla insanları kandırarak onları itaat ettirmek değildir. Bu tür üstünlük taslamak, zorbalıktan ve azgınlıktan başka bir şey değildir.
Üstün olmak, üzerinde üstünlük taslanan insanları bizzat yaratmak, onların ihtiyaç duydukları hava, su, oksijen gibi temel ihtiyaçları, üzerinde yaşayacakları arzı yaratmak, hayatlarını sürdürecek rızıklarını vermek, onlara karşı merhametli davranmakla mümkündür. Bunları ise ancak âlemlerin Rabb’i yüce Allah yaratabilir.
“Şüphesiz Rabb’iniz Allah O’dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşı düzenledi; geceyi, hızlı olarak onun peşinde olan gündüze örter, güneş, ay ve yıldızlar, O’nun buyruğuna boyun eğmişlerdir. İyi bilin ki yaratma ve emir O’nundur, âlemlerin Rabb’i Allah, yücedir!” (A’raf, 54)
Yüce Allah’ın yarattıkları üzerinde üstünlük taslamak, her şeyden önce yüce Allah’a karşı isyan, azgınlık ve tuğyandır. Kendileri aciz ve zavallı olanların, insanlar üzerine üstünlük taslamaları, haddi aşmak, tuğyan, azgınlık ve tağutlaşmaktır. Yüce Allah (cc), haddi aşıp tuğyan ederek tağutlaşan bu azgınların kesinlikle reddedilmelerini emretmiş, bunları reddetmeyi Kendisine iman etmenin temeli olduğunu bildirmiştir.
Herhangi bir konuda yüce Allah’ın hükmüne uymamak, o konuda yüce Allah’ın üstünlüğünü kabul etmemek, o konudaki hükmü yetersiz görmek, görmezden gelmek yüce Allah’a açık bir şekilde şirk koşmaktır. Yüce Allah (cc), eksikliklerden münezzehtir, yücedir.
68- Ve Rabb’in, dilediğini yaratır ve mükemmel yapar, onların mükemmel olması mümkün değildir; Allah, şirk koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.
Hayatlarında, söz ve davranışlarında üstünlüğü yüce Allah’a vermeyenler, hayatları üzerinde başkalarını söz sahibi görenler, yüce Allah’ın hükümlerini inkâr eden kâfirlerdir. Bunlar, namaz kılıp Tevhidi esasları anlatsalar da bu esaslara tam teslim olmadıklarından yüce Allah’a şirk koşmuşlardır.
69- Rabb’in, onların göğüslerinin ne gizlediğini ve ne açığa vurduklarını bilir.
Yüce Allah’a gereği gibi iman etmek, O’ndan başka hüküm koyucu bir ilah tanımamak, Ulûhiyet, Rububiyet ve Meliklik sıfatlarını yalnızca O’na vermek, hayatı, O’nun bildirdiği hükümlere göre düzenlemek, her konu ve durumda O’na hamdetmek ve O’na dönülecek bilinci ile sürekli O’na yönelmektir.
70- O, Allah’tır, O’ndan başka ilah yoktur; başta da sonda da hamd O’nun içindir ve hüküm de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.
Dünya ve Ahiret, yalnızca yüce Allah’ındır; bu nedenle iman edenler, dünyada hayatlarını yalnızca O’na hasretmeli, O’ndan başkasına üstünlük vermemeli, kurtuluşun ancak O’nun hükümlerine teslim olmakta, O’na yönelmekte olduğunu bilerek hareket etmelidirler.
Şüphesiz dünya yüce Allah’ındır ve O, kâinattaki her şeyi düzenleyicidir. Oysa yüce Allah’a ortak tutulanların ne dünya hayatını düzenlemeye ne de yüce Allah’ın yarattığı şeylerden herhangi birini değiştirmeye güçleri yeter.
Gerçek üstün olan yüce Allah (cc), kullarını yaratmış, onlar için dünya hayatını yaşanacak bir mekân kılmış, rızıklarını temin etmeleri, dinlenip huzur duymaları için de geceyi ve gündüzü var etmiştir.
71- De ki: ‘Düşündünüz mü, şayet Allah, üzerinize geceyi Kıyamet gününe kadar ebedi kılsa, Allah’tan başka ışığı size getirecek ilah kimdir! Hâlâ işitmeyecek misiniz!’
72- De ki: ‘Düşündünüz mü, şayet Allah, üzerinize gündüzü Kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah’tan başka size kendisinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir! Hâlâ anlamayacak mısınız!
Hiçbir şeye güç yetirmeyen, yaratmayan, kendileri yaratılmış olan, rızıklandırmayan, üstelik insanlara, Rab’leri tarafından verilen rızıkları ellerinden alıp gasp eden, kendileri aciz ve eksik olan kişilerin, yüce Allah’ın kulları üzerinde üstünlük kurmaya çalışmaları, tuğyan ve azgınlıktır. Onlar, kendileri Rab’lerine isyan edip şirk koştukları gibi, boyun eğdirip kendilerine itaat ettirdikleri kimselerin de Rab’lerine şirk koşmalarına neden olmuşlardır.
İnsanları saptıranlar, kendileri insanlara merhamet etmedikleri gibi o insanların, Rab’leri katında ebedi bir azaba girmelerine de sebep olmuşlardır. Yüce Allah (cc), kullarından yalnızca kendisine nankörlük yapmamalarını, şükretmelerini istemiştir.
73- Rahmetinden geceyi ve gündüzü var etti ki onda, dinlenesiniz ve O’nun fazlından arayasınız, tâ ki şükredesiniz.’
Üstünlük, ancak Ulûhiyet, Rububiyet ve Meliklik sıfatlarının tek elde olması ile mümkündür. Bunların hiçbirine sahip olmayan kimselerin üstünlük iddiaları, bir yalandan başka bir şey değildir.
Ulûhiyet tek oluş ve üstünlüğü, üstünlük egemenliği, egemenlik otoriteyi, otorite hükmetmeyi, hükmetmek ceza ve mükâfat vermeyi ifade eder. Ulûhiyetin sözel ifadesi “La ilahe illallah” kelime-i Tevhiddir. Bu kutlu sözü söyleyenler, yüce Allah’ın Ulûhiyetini kabul etmiş, üstünlüğü, egemenliği O’na vermiş, O’nun tek otorite olduğunu, hükmün yalnızca O’na ait bulunduğunu söylemiş, hayatlarını buna uygun bir şekilde baştanbaşa değiştireceklerine söz vermişler demektir.