Press ESC to close

Taha Suresi

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

TAHA SURESİ

GİRİŞ

İslâm’ın Temel Kaynağı Kur’an’dır

Bir din ya da ideolojinin, bir düşünce ya da dünya görüşünün, insanlar tarafından kabul görmesi ancak onun, kolay ve anlaşılır olması, insanlara taşıyabileceklerinden fazla yük ve sorumluluk yüklememesi ile mümkündür. İslâm, tüm bu özellikleri içerisinde barındıran tek din ve sistemdir.

İslâm, hem sorumluluk, hem de görev ve yaptırımlar açısından, insanların kaldırabilecekleri ve yapabilecekleri kolaylıktadır. Bu durum, bizzat yüce Allah (cc) tarafından bildirilmektedir.

“Biz, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz; katımızda gerçeği söyleyen bir Kitap vardır, onlara asla haksızlık edilmez." (Mü’minun, 62)

Kullarına hiçbir konuda zorluk dilemeyen, onlara kaldıramayacakları hiçbir yük yüklemeyen yüce Allah (cc), onlarının anlamayacakları, kendisinden sıkıntı duyacakları bir Kitap da indirmemiştir. O, hiçbir tahsili olmayan, ancak okuma yazma bilen her insanın, kolaylıkla anlayabileceği bir Kitabı kullarına göndermiş ve hem okuma hem de anlama yönünden kolaylaştırmıştır.

“Andolsun Biz, Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?” (Kamer, 17)

Yüce Allah (cc) Kur'ân'ı, kolaylaştırmasının nedenini, insanların Kendisinden başkasına kulluk yapmamaları için yol gösterici olarak belirtmiştir.

“Ta ki Allah'tan başkasına kulluk yapmayasının, ben de, O'ndan size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (Hud, 2)

Kur’an, insanların, kolayca anlayıp uymaları, sorunlarını çözmeleri, huzurlu bir yaşam sürmelerini için kolaylaştırılmış ve yaşadıkları huzurlu hayat içinde Rab’lerine gereği gibi kulluk yapmaları için gönderilmiştir. Bu nedenle Kur’an, adaletle hükmeder ve insanlar arasındaki ihtilafları en iyi şekilde çözer ve onlara yol gösterir.

Kur’an’ın, sorunları çözebilmesi için öncelikle insanların ona iman etmeleri ve kendi heva ve arzularını ileri sürmeden verdiği hükme razı olmalıdırlar. İşte ancak o zaman toplumsal barış sağlanacak, insanlar arasında sevgi ve saygı unsurları oluşacaktır.

Kur’an’ı en doğru şekilde anlamanın yolu, öncelikle onun, yüce Allah (cc) tarafından indirildiğine, hiçbir şekilde ona beşer sözü katılmadığına gerçek anlamda iman etmekle mümkündür. Aksi halde Kur’an’ı anlamak mümkün olmayacaktır.

Kur’an, İman edenler için en doğru kaynaktır

Yüce Allah’a iman edip Tevhidi esaslara göre yaşamak isteyen mü’minler için en doğru kaynak Kur’an’dır. Mü’minler, tüm düşünce, söz ve davranışlarının nasıl olması gerektiğini en doğru şekilde ancak Kur’an’dan öğrenebilirler; bunun dışındaki kaynaklar, velev ki İslâm adına da yazılmış olsunlar, İslami prensipleri, Kur’an kadar doğru ve açık bir şekilde ortaya koyamaz, açıklayamazlar.

Yüce Allah (cc), doğru yolu en açık bir şekilde göstermiş, şirk koşmadan iman edilmesini, Tevhidi esasların kabul edilmesini istemiştir. İman dip hidayete ulaşmak isteyen bir kimse, Kur’ani esaslar doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Başka hiçbir kaynak insanı hidayete ve yüce Allah’ın belirlediği doğru yola iletmez.

“Kısa ve doğru yolu Allah gösterir; ama o yoldan sapan da var. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl, 9)

“Gerçekten bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amel işleyen mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsra, 9)

Bütün bu ilahi bildirimler de gösteriyor ki, doğru yolu bulmanın tek çaresinin Kur'an’a tabi olmaktan geçtiğidir. Bunun dışındaki her yol ve yöntem insanı yüce Allah’ın yoluna değil, sapıklık ve dalalete sürükleyecektir. Bu nedenle Allah adına ortaya çıktıklarını söyleyip şeytani yol ve yöntemlerle hareket eden kimseler, insanları ancak sapıklığa sürüklerler.

İslâmi esasların ve bu esaslara imân eden mü'minin ölçüsü ancak Kur'an'dır. Nasıl ki katı maddeler kilo, sıvı maddeler litre, uzunluk birimleri de metre ile ölçülüyorsa; mü'min olmanın, İslâm’ı gereği gibi yaşamanın, Tevhidi esasları hayata hâkim kılmanın, yüce Allah'ı hakkıyla tanımanın ve gerçekten iman etmenin temel ölçüsü de Kur'an'dır.

Kur’an, mü'minler için açık bir delil, doğru yolu gösteren bir hidayet ve ona uyulduğu sürece iman edenleri, yüce Allah'ın rahmetine kavuşturan bir Kitap’tır. Kur'an, kişinin, cahili ve materyalist düşünce kalıplarından kurtularak Müslümanca yaşayabilmesinin temel esaslarını belirler, ölçüler koyar ve belirlenen ölçülere göre hareket ederek davranışlarını düzeltenlerin Müslüman olduklarını beyan eder.

Kur’an’a iman, ancak onu yaşamakla mümkündür

Kur'an'a iman, sözel olarak: "Bütün ayetleri kabul ediyorum" demek değildir; ona iman etmek, hayatın her safhasında, onun belirlediği ölçülere uygun bir şekilde hareket etmek, onu hayatın şaşmaz kılavuzu olarak almaktır. İslâm, düşünce ile sınırlı olan bir din, bir sistem değil, düşünce ile beraber hayata da yön veren, yaşamı baştan sona değiştiren bir sistem, bir yaşama biçimidir. Bu nedenle hayatın tümü Kur’an ile düzenlenmediği sürece Kur’an’a iman, sözel bir iddiadan öte bir anlam ifade etmez.

Yüce Allah'ın kulundan, kulun da Rabb’inden razı olmasının temel şartı, Kur'an esaslarla tabi olmaktır. Geleneksel kültürün, İslâmi esasların yerini alarak din haline geldiği, toplumun, Allah'ın Kitabından çok bu geleneksel kültüre göre, yaşadığı günümüzde, mü'minler için Kur'an yegâne bir kılavuz, şaşmaz bir yol göstericidir.

"Ey insanlar, size Rabb'inizden bir öğüt, göğüslerde olana bir şifa ve mü'minler için bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 57)

Kur'an'a imân eden bir mü'min, onun öğüdüne uyarak davranışlarına yön verecek ve kalbinde oluşan toplumsal ve ferdi sıkıntılara çözüm bularak şifa bulacaktır. Toplumsal ve bireysel sıkıntılara çözüm getirip huzur ve güveni tesis edebilmek ancak Kur'an'ın gösterdiği biçimde hareket etmekle mümkündür.

Bir toplumda huzur ve güvenin tesis edilebilmesi ancak topluma hükmeden kanunların adil olması ile mümkündür. Bir kanunun adil olabilmesi için de kanun koyucunun, toplum fertlerinin üzerinde bulunması, koyduğu kanunlardan kendisinin yararlanmaması ve fertler arasında ayırım yapmaması gerekir. Beşer olarak insanların birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmadığına göre bu kanun koyucu ancak insanları yaratan âlemlerin Rabb’i yüce Allah’tır.

Kur’an, adalet ve eşitliğin kaynağıdır

Beşeri materyalist felsefede kanun koyucu insandır ve konulan kanunlarda onlara ayrı bir statü verilir, o yasalardan en çok kanun koyucular ve çevreleri yararlanırlar. Bu nedenle beşeri, materyalist sistemlerde adalet ve eşitlikten söz edilemez. Her çağda görüldüğü üzere beşeri sistemlerde kanun koyucular, önce kendilerini düşünmüşler ve çıkacak kanunların kendi lehlerine olmasını sağlamaya çalışmışlardır.

İslâm’da kanun koyucu yüce Allah’tır ve O, koyduğu hükümlerden Kendisi yararlanmadığı, hükümlerini, kulları için inzal ettiği için İslâm nizamında eşitlik ve adalet her zaman ön planda olmuştur.

"Allah ki, hak olarak Kitab'ı ve ölçüyü indirdi…" (Şura, 17)

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder…" (Nahl, 90)

Adaleti emreden yüce Allah (cc), kulları arasında adaleti sağlayacak hükümlerini indirmiştir. Rasulullah (as), İslâm’daki eşitlik ilkesini şöyle açıklamıştır: "İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler; üstünlük ancak takva iledir."

İslâmi esaslar karşısında, Arabın aceme, acemin Araba karşı herhangi bir üstünlüğü sözkonusu değildir; İslâm’da herkes, sosyal hayatta eşittir. İslâm nizamında kanun uygulayıcıları da, -Allah'a karşı sorumlu olduklarından dolayı- diğer fertler gibi kanun karşısında eşit ve aynı sorumluluklara sahiptirler.

Dünya hayatında mü’minler, yalnızca yüce Allah'ın indirdiği Kur'an'ı ölçülerden sorumludurlar. Bu nedenle onlar, yaptıkları ve yapacakları her hareketlerini, Kur'an'ın öğüdüne uygun bir şekilde yapmak zorundadırlar.

Yüce Allah (cc), gönderdiği hükümler doğrultusunda hareket etmeyen, toplumsal ve siyasal hayatı Kur’ani ölçülere göre düzenlemeyen kimseleri, azabın en kötüsüyle cezalandıracaktır.

Kıyamet gününde insanlar, mazaretler öne sürmesinler diye yüce Allah (cc), dünya hayatını düzenleyen bir Kitap göndermiştir. Bu Kitap, insanların tüm sorunlarına çözüm getiren, onlara en doğru yolu gösteren, huzur ve mutluluğa ulaştıran bir klavuzdur. Bu ilahi klavuzun belirlediği esaslara uygun hareket etmeyenler ise en büyük azaba gireceklerdir.

"Yahut: 'Eğer bize Kitâb indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz (diye), işte size de Rabb'inizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir! Ayetlerimizden, yüzçevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle cezalandıracağız." (En’am, 157)

Yüce Allah (cc), rızasına uygun yaşamak isteyen kulları için gönderdiği Kur'an'da hiçbir şeyi eksik bırakmamış, her şeyi apaçık bir şekilde açıklamıştır. Mü'minler, her türlü sorunlarını, Kur’an’a göre çözümleyecek, onu hakem edinecekler ve onun Rab'lerinden indirilen bir gerçek olduğu bilincinde hareket ederek hiçbir şekilde kuşku duymadan ona teslim olacaklardır.

"Elif, Lam, Ra! (Bu) bir kitabtır ki, hâkim ve haberdar olan tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır." (Hud, l)

"Allah, size Kitab'ı açıklanmış olarak indirmiş iken ben O'ndan başka bir hakem mi arayayım; kendilerine Kitap verdiklerimiz, O'nun gerçekten Rabb'in tarafından indirilmiş olduğunu bilirler, onun için hiç kuşkulananlardan olma." (En’am, 114)

Kitabın indiriliş gayesi, insanların yeryüzündeki yaşantılarını, Rab'lerinin rızasına uygun düzenlemek ve ihtilafa düşüldüğünde, hakkaniyet ölçüsüne uygun, ihtilafı çözüp doğru yolu göstermektir.

"Biz sana Kit'ab'ı, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun diye indirdik." (Nahl, 64)

İnsanlar bir tek ümmet idi, Allah nebileri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onunla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan Kit'ab'ı indirdi…” (Bakara, 213)

Bütün sorunların çözümünü içinde barındıran Kur'an'ı rehber edinen mü'minler, her işlerinde ve ihtilafa düştükleri konularda, doğru yolu gösteren Kur'an'a başvururlar, onun belirlediği ölçülere uygun hareket ederek sorunlarını çözüp rahmete ulaşırlar.

"İşte bu da mübarek Kitâb'tır, onu biz indirdik, ona uyun ve (Allah'tan) korkun ki size rahmet edilsin." (En’am, 155)

Yüce Allah'ın rahmetine ulaşmak ancak davranışların Kur'ani esaslara uygun olması ve her konuda bu esaslara başvurulması ile mümkündür. Böyle bir davranış, insanı Rabb’inin rızasına ve rahmete ulaştırır.

Mü’minler, ancak Kur’an ile hareket ederler

Mü’minler, Rab’lerine karşı kulluk görevlerinden tebliğ ve irşad çalışmalarına, bireysel hareketlerinden toplumsal sorumluluklarına, kendi nefisleri ile ilgili konulardan diğer insanlarla ilişkilerine, siyasi, hukuki, sosyal ve bireysel davranışlarına varıncaya kadar her konu ve durumda Kur’an’ın belirlediği esaslara göre hareket ederler.

Mü’minler, Kur’an’da delilini bulamadıkları hiçbir şeyi yapamazlar, hiçbir sözü sarfedemezler. Çünkü kıyamet günü tüm yapıp söylediklerinden, Kur’an’dan hesaba çekileceklerini bilirler. Bu nedenle de onlar, her söz ve fiillerini Kur’ani ölçüler içerisinde yerine getiriler.

“(O gün) her ümmeti toplanmış görürsün, her ümmet, kendi Kitabına çağırılır: ‘Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız! İşte Kitabımız, aleyhinize gerçeği söylüyor. Çünkü biz, yaptıklarınızı yazıyorduk.” (Casiye, 28-29)

Mü’minler, beşeri sistemlerin kanun ve kurallarına göre değil, iman ettikleri Kitaplarına göre hayatlarını düzene koyarlar. Onlar, Kur’an’ın en doğruya götürdüğünü ve ancak onunla Rablerini razı edebileceklerini bilirler. Bu nedenle hiçbir şekilde Kur’an dışı hareket edemezler, yol gösterici Kur’an’a uyarlar.

“De ki: ‘Mü’minleri sağlamlaştırmak ve Müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Ruhu'l-Kudüs Rabbinden gerçek olarak indirdi.” (Nahl, 102)

Kur’an’ı ölçü edinen Mü’minler, her söz ve hareketlerini mutlaka vahyi esaslara dayanmalı, Kur'an dışı iddialara karşın vahyi esaslara sarılmalıdırlar. Ancak bu durumda onlar, doğru yol üzerinde bulunabileceklerdir.

“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl, çünkü sen doğru yoldasın; o, sana ve kavmine bir Zikirdir ve yakında(ondan)sorulacaksınız.” (Zuhruf, 43-44)

İman, teslimiyeti esas alır ve hiçbir şekilde iman edilen esaslar dışında bir arayışı kabul etmez. Müşrikler ise, yüce Allah’a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen söylem ve hareketlerinde vahyin dışındaki kaynaklardan da hareket ederler. İşte bu nedenle bir esas üzerinde bulunmazlar ve sürekli hata yapar yanlışa düşerler. Oysa Mü’minler her zaman, her konuda belli bir bilgi üzere hareket ederler. İşte Mü’minlerle müşrikler arasındaki en önemli farklardan biri de budur.

“…De ki: ‘Ben ancak Rabb’imden bana vahyolunana uyuyorum; bu, Rabb’inizden gelen basiretlerdir ve iman eden bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!” (A’raf, 203)

“De ki: "İşte benim yolum budur; Allah'a basiretle davet ederim; ben ve bana uyanlar (böyleyiz). Allah'ın şanı yücedir, ben müşriklerden değilim.” (Yusuf, 108)

Mü’minler, Kur’an’dan daha üstün bir kitap bulunmadığını bilirler ve bunu şirk ve küfür ehline bildirerek onlara adeta meydan okurlar.

“De ki: ‘Eğer doğru iseniz, Allah katından bu ikisinden (Musa'ya ve bana inen Kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım." (Kasas, 49)

Mü'minler, Kur’an’ın, hiçbir kitapile kıyaslanamayacak derecede üstün olduğuna iman ettiklerinden onun dışındaki kitaplara öncelik vermenin insanı şirke düşürdüğünü bilirler.

Kur’an’ı yaşamanın en güzel örneği: Rasulullah (as)

Kendisinin, nasıl razı edilebileceğinin en kısa ve doğru yolunu gösteren, bunu en ince teferruatına kadar Kur’an’da belirten yüce Allah (cc), bunun nasıl gerçekleşeceği konusunda da, Rasulünün en güzel örnek olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle yüce Allah’ın razı etmek, ancak Rasulünün hayatını örnek almakla mümkündür.

"Andolsun Allah'ın Rasulünde sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmaya iman eden ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 21)

"Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur; kim Allah'a ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab, 36)

Yüce Allah (cc), hükümlerini bildirmiş, O’nun Rasulü de, bu hükümlerin uygulamasını hayatında yaşayarak göstermiştir. İman eden kimselere düşen sorumluluk, Allah ve Rasulü’nün belirledikleri hükümlere uymaktır. Bunun dışındaki her yol, her düşünce ancak sapıklıktır. Allah ve Rasulünün verdiği kararlara uymayanların imansız kimseler oldukları ve bunların cehenneme girecekleri de bildirmiştir.

“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)

“Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Elçi'ye karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız, ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa, 115)

Kur'an varoldukça Rasulullah (as)’ın en güzel örnek sünneti de yaşayacaktır. Bazı kimselerin, "Rasulullah yaşadığı çağda bir imamdı, yaşadı ve öldü; onun yaptıkları, o gün yaşayanları bağlar, bizi bağlamaz; bizi çağımızdaki imamın görüşleri bağlar; dolayısıyla başımızdaki imâmın emirlerine tabi olur, her şeyi yeniden kendimiz ele alır yorumlarız” iddiası, Kur'an'ı yeterince anlayamamaktan ve ondan habersiz oluşun ifadesidir.

Rasulullah (as) bir imamdı, bu doğru, ancak o, sıradan bir imam değil, Allah'ın gözetiminde olan Rasul bir imamdı. O, hata yaptığında hatası anında düzeltilip kıyamete kadar gelecek insanlara en güzel örnek olan, bir imamdır. Bu nedenle Rasul (as)’ı dışlayan, Kur’an’ı kabul edip Rasulün örnekliğini kabul etmeyen kimseler, aslında Kur’an’ı inkâr etmiş, küfre girmiş kimselerdir.

“Onlar ki, Allah'ı ve elçilerini inkâr ederler, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, ‘Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!’ derler; bu ikisinin arasında bir yol tutmak isterler; işte onlar gerçek kâfirlerdir, Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azâb hazırlamışızdır!” (Nisa, 150-151)

Rasulullah (as)'ın, Kur’an’ı uygulama biçimi, sorunlara getirdiği çözümler ve ortaya koyduğu hükümler de tıpkı Kur’an gibi iman edenleri bağlar. Bu, yüce Allah’ın emridir; Rasulullah (as) her ne kadar önceden yaşamışsa olsa da, yüce Allah (cc) onu, en güzel örnek durumuna getirmiş ve onun verdiği kararların mü’minler için bağlayıcı olduğunu bildirmiştir.

Kur’an, irşad kaynağıdır

Kur'an'ı, anlayarak okumayanlar, hem Rab’lerini razı edemezler, hem de kendilerini yüce Allah’ın rızasına ulaştıracak yol gösterici bir mürşit bulamazlar. Allah'tan başka mürşit arayanlar, ancak sapıklığı yol edinirler. Çünkü Allah'ın doğru yola iletmediğini, hiçbir kimse doğru yola iletemez. Mürşit; irşad eden (hidayet veren) olduğuna göre, peygamberlerin bile irşad etme yetkileri yoktur. Bu nedenle yegâne tek mürşit ancak Allah'tır.

İnsanın, neye, nasıl iman ettiğini, bu iman ettiği esasları nasıl yaşaması gerektiğini, Tevhidi esasların ne olduğunu, kimlere Müslüman, müşrik, münafık, fasık ve kâfir sıfatları verildiğini bilebilmesi, ancak Rabb’i tarafından gönderilen Kur’an’ı gereği gibi anlaması ile mümkün olabilir.

Mü’minlerin, her hareketinin iman ettikleri vahyi esaslara ve örnek edindikleri Rasulullah (as)’ın sünnetine uygun olması Kur'an’a iman etmenin ve Rasul (as)’a uymanın gerektirdiği imani bir zorunluluktur. Bu nedenle Müslümanlar, hiçbir şekilde ve şartta müşrikler gibi geleneksel kültürün din anlayışından, toplumsal bid’at ve hurafelerden, tağuti sistemin kanun ve kurallarından hareket edemezler.

Kur'an'ı anlamanın yolu

Kur’an okuyacak bir kimse, öncelikle Kur’an’ın, açık, anlaşılır bir Kitap olduğuna iman etmesi, Kur’an’da hiçbir çelişkinin bulunmadığını bilmesi, Kur’an’ın en doğruyu ortaya koyduğuna ve doğruya götürdüğüne güvenmesi gerekir.

Kur'an'dan sorumlu olduğunu, onun kendisine hitap ettiğini, muhatabının kendisi olduğunu bilen bir kimse, Kur'an'ı anlamak için gayret sarf edecek, bu gayret ve samimiyetini sürekli muhafaza edecektir. Samimi olmayan bir insan, hiçbir zaman Kur'an'ın muhatabı olduğunun farkında olmayacak, neye, nasıl iman ettiğini ve nasıl Müslüman olduğunu gereği gibi bilmeyecek, Hak ile batılı sürekli karıştıracaktır.

Kur'an'i kavramları çok iyi bilinmelidir. Kur'ani kavramlar, Kur'an'ın anlam anahtarlarıdır. Kur'an'da geçen ilâh, rab, din, ibadet, Müslüman, mü'min, kâfir, müşrik, münâfık, fasık, tağut, hüküm vb. kavramların anlamı bilinmeden Kur'an'ı anlamak ve onu hayatın gerçeklerine uygulamak mümkün olmayacaktır. Kur’an’ın net anlaşılması, ancak kavramların delalet ettiği manaların, çok iyi bilinmesi ile mümkündür. Kur’ani kavramların, ifade ettikleri anlamların net bilinmesi ile kişi, neye iman ettiğini ve neyi reddettiğini daha iyi anlayacaktır.

İçerisinde yaşanılan çağ ve toplum; Kur'an'ın nazil olduğu dönem ve toplum, o günkü mü’minlerle onların muhatapların düşünce ve yaşayışları çok iyi bilinmelidir. Kur'an'ı rehber edinen kimse, içerisinde yaşadığı toplumu, Tevhidi esaslara davet ettiği muhataplarının durumlarını, düşünce yapılarını çok iyi tanımalı, bugünkü davetçilerin konumu ile o günkü davetçilerin konumunu karşılaştırmalı, benzerlik ve farklılıklarını tesbit etmelidir.

Okunan Kur’ani hükümlere teslimiyet, iman etmenin en önemli göstergesidir. Teslim olunmadıktan sonra ne okunursa okunsun boştur; okunanların, okuyana hiçbir yararı dokunmayacaktır. Hatta yapılmayan şeyler okunduğunda dolayı Kur’an okuyan kimse, sorumluluk altına girmiş olacaktır. Kişi, Kur'an'ı, kendisini doğru yola iletip Rabb'ini razı etmesini sağlaması ve kendisinde varolan eksiklikleri gidermesi için okumalıdır ki faydasını görebilsin.

Bilinçli bir şekilde okunan Kur'an, okuyan kişi tarafından net anlaşılacak ve kişinin davranışları üzerinde etkili olacaktır. Bu şekilde okunan Kur'an, kişinin davranışlarını yönlendirecek ve kişiye Rabb'ini razı edici ameller işletecektir.

Kur'an, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır

Kur'an’da, insanların ihtiyaç duydukları her konu, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanmış, her kavram, her olay, anlaşılması için en ince noktasına kadar ele alınmış, olaylar arasında bağlantılar kurularak örnekler verilmiş, konular, tekrar tekrar anlatılarak, başka hiçbir kaynağa ihtiyaç bırakmayacak şekilde işlemiştir.

"Andolsun biz, bu sözü onların arasında çevirip çevirip anlattık ki öğüt alsınlar. Ama insanların çoğu, nankörlükte direnmektedir." (Furkan, 50)

"Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık. Ama insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür." (kehf, 54)

Kur’an’ın, bu apaçık anlatımına rağmen, Kur'an'ı okumayan birçok kimse, Kur’an’ın mesajını anlamamak için direnmekte ve onlara Kur’an okunduğu zaman kendilerine ayetleri okuyanlara düşman olmaktadırlar.

Kur’an, gerçekleri bütün açıklığı ile ortaya koyduğun için bazı kimseler, bulundukları konumun anlaşılmasını istemediklerinden, kendilerine Kur’an okuyanlara tepki göstermekte, onlara, sözel ve fiziksel olarak saldırmaktadırlar.

"Kendilerine apaçık ayetlerimiz okunduğuda kâfirlerin yüzlerinde hoşnutsuzluk belirdiğini anlarsın; neredeyse kendilerine ayetlerimizi okuyanların üzerine saldıracaklar. De ki: 'size bundan daha kötü bir şey haber vereyim mi? Varacağınız yer ateş! Allah onu kâfirlere vadetmiştir, ne kötü sonuçtur." (Hac, 72)

Kur’an okuyanlara saldırılmasının nedeni, kişilerin, Kur’an’daki sıfatlarının net olarak ortaya konulması ve Kur’an okuyan mü'minlerin, Kur'an'dan başka kaynak kabul etmemesidir. Kur’an’dan başka kaynaklardan birçoğu, İslâmi esasları, insanların yaşam tarzlarına göre tevil ettikleri için, bu kaynakları okuyan kimseler, kendilerine bir çıkış yolu bulmaktadırlar.

Kur’an’ın net anlaşılmasından ve yaşamlarının Tevhidi esaslara aykırı olduğunun bilinmesinden rahatsızlık duyan müşrikler, Kur'an'dan başka kaynaklar okunduğunda, o kaynaklarda kendilerine bir çıkış yolu bulduklarından, sevinerek söylenenleri kabul ederler.

"Bunun sebebi şudur; Tek Allah'a çağırıldığınız zaman inkâr ederdiniz. O'na ortak koşulunca inanırdınız; artık hüküm yüce, büyük Allah'ındır." (Mü’min, 12)

"Allah tek başına anıldığı zaman; âhirete inanmayanların kalbleri ürker. Ama ondan başkaları da anıldığı zaman, hemen sevinirler," (Zümer, 45)

"Kalblerine onu anlamalarına engel olacak kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Kur'an'da yalnız Rabb'ini andığın zaman arkalarını dönüp kaçarlar." (İsra, 46)

Ve Kur'an'i gerçeklere düşman olmanın asıl nedeni şudur:

"Onların çoğu, Allah'a eş koşmadan iman etmezler." (Yusuf, 106)

Mü'minler, "Rabb'imiz katındandır, hepsine inandık" (3/7) diyerek kendilerine bildirilen ilâhi mesajın tümünü kabul ederler. Kur'an doğrultusunda hareket etmek mü'minlerin imânını arttırır. Bu nedenle Kur’an’da bildirilen kurallara teslim olurlar ve verilen öğütlere uygun hareket ederek Müslüman olurlar. Ancak böyle şeriksiz bir iman ve şartsız bir teslimiyetle Müslüman olmanın temel ilkelerine ulaşılabilir ve Kur’ani anlamda şahsiyetli bir mü’min olma vasfı kazanılabilir.

Kur’an’ın bir bölümünü alanlar

İman eden bir kimse, kendi nefsine karşı olan sorumluluğundan, diğer nefislerle olan ilişkilerine, bireysel sorumluluklarından, toplum içindeki konumuna, ticaretinden siyasetine, evlenme ve boşanmasından ailesi ile ilişkilerine kadar, kısaca hayatını kapsayan tüm duygu, söz ve davranışlarında Kur’an’ı ölçü olarak almak zorundadır.

Günlük hayatın bir kısmında bazı ibadi hükümlere ve bazı Kur’ani söylemlere yer verip, diğer alanlarda beşeri hükümlerle ya da nefsani duygularla hareket etmek kuru bir iman iddiasından başka birşey değildir.

Ferdi bazı hareketlerinde ve namaz, hac, oruç gibi ibadetlerinde Kur'an'ın emrini kabul edip siyasi, ticari, hukuki, sosyal ve toplumsal konularda beşeri sistemlere göre hareket edenler, Kur'an'ın bir kısmını alıp bir kısmını bırakmışlardır ki, bunlar için hem dünyada hem de ahirette rezillik ve şiddetli bir azap vardır.

"…Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir; Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir." (Bakara, 85)

Kur’an, ayetlerinin bir kısmını alıp bir kısmını terk ederek sapmış olan kişilerin, iman edenleri de kendileri gibi saptıracaklarına dikkat çekmekte ve iman edenlerin bu konuda uyanık olmalarını istemektedir.

Mü'minler, hayatları ile ilgil her konuda Kur'an'ı esas alırlar ve Kur’an’ın verdiği her hükme, hiçbir sıkıntı duymadan teslim olurlar. Bu nedenle onlar, Kur’an’ı rehber edindikleri için mutlu ve huzurludurlar. Onlar, müşrikler gibi, Kitabın bir bölümüyle değil, bütününe göre hareket ederler, hayatlaını ona göre düzenlenlerler, onun emrettiği ölçülere uygun bir şekilde yüce Allah'ı birlemeye ve Tevhidi esaslara iman etmeye davet ederler.

"Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler sana indirilenden (dolayı) sevinirler; fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: 'Bana, yalnız Allah'a kulluk etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi; ben O'na davet ederim, dönüşüm de Onadır." (Rad, 36)

"De ki: 'Ben ancak Rabb'ime davet ederim ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam." (Cin, 20)

Kur’an, bir bütündür, ona iman edenler, onun tümünü almakla mükelleftirler. Kur’an’ın, bir bölümünü alıp bir bölümünü bırakmak, küfür ve şirktir. Hangi gerekçe ile olursa olsun, Kur’an’ın bir bölümünü alıp bir bölümünü bırakanlar, açık bir şekilde Rab’lerine isyan etmişlerdir.

Kur’an bir bütündür

İnsanların yeryüzündeki hayatlarını düzenleyen esasları içeren Kur’an, insanın, yaşadığı hayat içerisinde söyleyip yapacağı her şeye çözümler sunmakta, onun hayatına ait her konuda çözümleri içerisinde barındırmaktadır. Kur’an’a iman eden bir kimse, her konu ve durumda, Kur’an’ı esas alarak hayatını düzenlemelidir. İşte böyle bir davranış, Kur’an’a gerçekten iman etmek ve onu kabullenmektir.

Kur’ani hükümler bir bütündür; iman eden bir kimse, bu bütünlüğü olduğu gibi alarak hayatında fiili olarak yaşamalıdır. Mü’minler, bireysel ve sosyal ilişkilerini, Kur’ani esaslar doğrultusunda düzenlemeli, her türlü sorunlarını ve sıkıntılarını da Kur’ani hükümler doğrultusunda çözmelidirler.

“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan(sıkıntılar)a şifa ve iman edenlere yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 57)

Kur’an, insanın tüm duygu, düşünce ve sözlerini kontrol altına alıp düzenler, kendisine iman edenlerin, çevreleri ile olan ilişkilerinde yol gösterir, en güzel çözümleri sunar ve kendisine uyanları, huzur ve mutluluğa, hidayet ve rahmete ulaştırır.

“Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak Kitabı gerçekle indirdik; artık onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size verdiği (nimetler) içinde sizi denemek istedi. O halde hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.

Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyordur, zaten insanlardan çoğu, fasıktırlar.” (Maide, 48-49)

Mü'minler, Kur’an’da hiçbir çelişki bulunmadığına ve tüm sorunlarına çözümler getirdiğine, hayatı düzenleme konusunda en mükemmel Kitap olduğuna kesinlikle iman ederler ve Kur'an'ın kendileri için yol gösterici olduğunu bilirler.

“İşte bu Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.” (Bakara, 2)

“Kur'an'ı düşünmüyorlar mı; eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı, onda birbirini tutmayan çok şey bulurlardı.” (Nisa, 82)

“Bu (Kur'an), insanlara kanıtlardır; kesin olarak iman edenlere yol gösterici ve rahmettir.” (Casiye, 20)

Sonuç olarak Kur’an, tüm insanlara ve özellikle de iman edenlere yol gösterici olduğuna göre insanların, yeryüzündeki her fiiline çözümler getiriyor demektir. Bu da Kur’an’ın kapsayıcılığının ve bütüncül oluşunun apaçık göstergesidir.

Mü’minler, Kur’an’ın benzersiz ve beşeri yasalardan üstün olduğunu bilirler

Kendilerine bile fayda ve zarar verme gücüne sahip olmayan, her vesile ile beton ve tunçtan yapılmış putlara tapacak derecede ilkel ve kişilikten yoksun olan, yarına çıkma garantileri bile olmayan kişilerin, ileriyi görmeyen mantıkları ile insanların hayatlarını tanzim etmek için hazırladıkları yasalar, insanlara hiçbir şekilde huzur veremez. Aynı şekilde bu yasaları hazırlayanlar, açıkça ifade etmeseler de, insanlar üzerinde ilahlık iddia etmektedirler.

Beşeri güçlerin, yüce Allah karşısındaki durumunu zindan arkadaşlarına Hz. Yusuf (as) şöyle anlatmakta ve onlara, gerçek Rab’lerini ve hakikatleri hatırlatmaktadır.

“Ey benim zindan arkadaşlarım, çeşitli ilahlar mı iyi, yoksa herşeyi kahredici tek Allâh mı? Siz, O'nu bırakıp ancak sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere tapıyorsunuz; Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir, hüküm, yalnız Allah'ındır. O, yalnız kendisine tapmanızı buyurmuştur; işte doğru din budur, ama insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 39-40)

Yüce Allah (cc) tarafından indirilen Kur’an, kendisine uyanları da üstün ve şerefli kılar. Kur’an’ın gösterdiği yola tabi olanlar daima üstün ve şerefli insanlardır. Kur'an'ın dışında hiçbir güç, hiçbir otorite insana şeref veremez. Şerefli olmak ve toplum içinde şerefli yaşamak isteyenler, hayatlarını Kur'an'i ölçülere göre ayarlamalıdırlar.

“Kim şeref istiyorsa (bilsin ki) şeref tamamen Allah’ın yanındadır.” (Fatır, 10)

"Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabb'inin indirmesidir." (Şuara, 192)

Kur’an’ın, yalnızca insanların sorunlarına en ideal çözümleri getirmesi ile değil, insanlara verdiği değer ve onları yüceltmesi ile de en üstün Kitap’tır. Kendisine iman edenleri, kula kulluktan, zillet ve aşağılanmaktan kurtaran Kur’an, mü’minleri, gerçek insan onuruna yükseltmekte, onlara şerefli bir hayat vermektedir.

Şerefli olan yüce Allah (cc), şerefli bir kitap indirmiş ve bu kitaba tabi olanların şerefini arttırarak onları üstün kılmıştır. Tarih boyunca Hak-batıl mücadelesi, şerefli olan vahyi kabul edenlerle, zilleti şeref edindiklerini zannedenler arasında olmuştur. Ancak zafer daima Hakka tabi olanlar tarafından elde edilmiştir.

"Kaf, Şerefli Kur'an'a andolsun" (Kaf, 1)

"Kesinlikle, o şerefli bir Kur'an'dır." (Buruc, 21)

Mü'minler şerefli bir değere sahiptirler ve bu şerefe tabi oldukları sürece de üstündürler. Bu¬ üstünlük ve şerefin muhafaza edilmesi ancak her söz ve davranışın Kur’an’a uygun olması ve ne pahasına olursa olsun, ondan sapılmamasıdır. Kur’an’dan sapanlar, şerefsiz bir halde zillet içerisinde kalır, dünya ve ahirette sefih ve sefil olur.

Beşeri düşüncelerin yasaları, eksik ve çelişkilerle doludur; bunların, yüce Allah’ın indirdiği Kur’an’a denk olması hiçbir şekilde mümkün değildir. Kur’an’ın, üstün ve eşsiz olduğu gerçeğini yüce Allah (cc), şöyle açıklıyor.

“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin; Allah'tan başka bütün şâhidlerinizi de çağırın; eğer doğru iseniz.” (Bakara, 23)

“Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, deniz de (mürekkep olsa), arkasından yedi deniz ona yardım etse de yine Allâh'ın kelimeleri tükenmez; Allah üstündür, hâkimdir.” (Lokman, 27)

Üstün ve şerefli bir Kitab’a sahip olan mü’minler, beşeri sistemlerin yasa ve kurallarının, Kur'an'ın bir suresinin, hatta bir ayetinin dahi benzeri olamayacağını bilirler. Onlar, beşeri sistemlerin yetersiz olduğunun bilincinde olarak bu sistemlere ve yasalarına itibar etmezler, kendilerine indirilen Kur'an'la hükmederler ve insanların hevalarından çıkan sistemleri ve yöneticilerini reddederler. Bu konuda en güzel örnek, Hz. İbrahim (as)’ın Tevhidi duruşudur.

“İbrâhim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah'tan başka itaat ettiklerinizden uzağız, sizi tanımıyoruz; siz, bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir" demişlerdi…” (Mümtehine, 4)

Surenin açıklaması

Taha suresi, yerde ve göklerde egemenliğin, güç ve kuvvetin bütünüyle yüce Allah’a ait olduğunu, her şeyin yüce Allah’ın kontrolünde bulunduğunu bildirmektedir. O, Ulûhiyetin, yalnızca kendisinde bulunduğunu belirtmiş, kullarının, yeryüzündeki hayatlarını en iyi şekilde düzenleyecek, onlara yol gösterecek Kitab’ı indirmiştir.

Surenin ilk sekiz ayeti, surenin üzerine oturtulduğu temel esastır. Bu da, kulları için oldukça kolay anlaşılır bir kitap indirmesi ve beşinci ayette geçen “Rahmân Arş'a istivâ etmiştir.” hükmü ile özetlenmiştir. Rahman sıfatı gereğince yarattıklarının her halini bilen yüce Allah (cc), onların, her şeylerini düzenlemek için Kitab’ını indirmiş, “Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur; en güzel isimler O'nundur.” buyurarak yarattıkları üzerinde tek İlah olduğunu beyan etmiştir.

Taha suresi, yüce Allah’ın, insanların hayatlarını düzenlemek için gönderdiği Kitab’ın belirlediği esaslar doğrultusunda hareket edilmesi gerektiğini bildirmekte, iman edip salih amel işleyenlerin kurtulacaklarını, bu esaslar doğrultusunda hareket etmeyenlerin, şeytana tabi olduklarını ve cehenneme gideceklerini haber vermektedir.

Sure, Kur’ani esaslar doğrultusunda hareket etmeyenlerin, Kıyamet günü kör haşredileceklerini, çünkü bu kimselerin, dünya hayatında Kur’ani gerçekleri görmediklerini ve unuttuklarını bildirmektedir.

Surenin, neredeyse tümü, Hz. Musa (as)’ın, Fir’avn ile olan mücadelesine yer vermekte, iman eden sihirbazların, Fir’avn’e, nasıl onurlu bir şekilde karşı çıktıklarını ve Fir’avn’ın, bu mücadele sonunda zelil bir hale düşüp helak edildiğini bildirmektedir.

Surede, yüce Allah’ın düzenlediği yeryüzü düzenini bozan Fir’avn, azgınlaştığını ve bozgunculuğunu bırakması için elçiler gönderilerek uyarılmakta, aksi halde azaba gireceği bildirilmektedir.

Şu bir gerçektir ki, kim olursa olsun, yüce Allah’ın koyduğu düzeni bozamaz, bozgunculuk yapılması durumunda da Rahman olan âlemlerin Rabb’i, koyduğu düzeni tesis edecektir. Yüce Allah (cc), Kâinattaki düzeni bozmaya kalkışanları, kimi zaman gönderdiği elçiler eliyle, kimi zaman da, Fil suresinde belirtildiği üzere, diğer varlıklar vasıtasıyla helak edecek ve yeryüzü düzenini tesis edecektir. Çünkü O, istiva edendir.

İman eden bir kimsenin, hiçbir şekilde ve şartta, yüce Allah’tan başkasına itaat etmeyeceği konusunda, Fir’avn’ı hiçe sayan sihirbazları örnek veren yüce Allah (cc), Kendi emirlerini bırakıp başkalarının emrine göre hareket edenlerin, zelil düşeceklerini, Hz. Adem (as)’ın, İblis’e aldanmasını ve İsrail oğullarını örnek vermektedir.

Yüce Allah (cc), iman edenlerin, mutlak anlamda ve kesin bir şekilde Kur’ani esaslar doğrultusunda hareket etmelerini istemiş, bunun için onlara hiçbir zorluk yüklemeyecek Kitabını göndermiştir.

1-4- Tâ, Hâ. Biz bu Kur'ân'ı, sana güçlük çekesin diye indirmedik; ancak (Allah'tan) korkanlara bir öğüt (olarak) yeri ve yüce gökleri yaratan tarafından azar azar indirilmiştir.

Yüce Allah (cc), hem sorumluluk bağlamında, hem de kulluk görevleri konusunda kullarına zorluk dilememiş, onları sıkıntıya sokmamıştır. Gönderdiği Kitab’ında Kullarına, hiçbir zorluk dilemeyen yüce Allah (cc), Kitab’ını, anlamaları ve hayatlarına uygulamaları konusunda kolaylaştırmıştır.

Kur’an’ın buyrukları doğrultusunda yaşamak, insana herhangi bir sıkıntı vermez, aksine huzur ve mutluluk verir. Kur’anla hareket, iman edenlere iç huzuru ve mutluluğu sağlar, fiziksel, sosyal ve toplumsal rahatlıklar getirir. Bu ise, Kur’an’a iman ve salih amel ile olur ki bu, hiçbir şekilde insanın gücü üstünde değildir.

“İnanıp iyi işler yapanlar -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz- işte onlar cennet halkıdır, onlar orada ebedi kalacaklardır.” (A’raf, 42)

Salih amel, iman edilen Kur’ani esaslar doğrultusunda, yaşamın her alanında yapılan fiillerdir. Yarattığı kullarının her hallerini bilen yüce Allah (cc), onlara sıkıntı verecek hiçbir mükellefiyet vermemiştir. O’nun, yüklediği mükellefiyetler, kullarına, onur vermekte, onların kurtuluşu sağlamaktadır.

Yerin, göklerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin Rabb’i olan yüce Allah (cc), yarattıkları üzerinde yegâne hüküm koyucu en üstün Otorite, tek İlah’tır. Bu nedenle O, yaratmada, rızıklandırmada, yaşatmada ve hüküm koymada kullarının hiçbirine benzemez; bütün sıfatları ile kullarından üstündür.

5-8- Rahmân Arş'a istivâ etmiştir; göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar hep O'nundur; sözü açık (ve gizli) söylesen de muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir. Allah, O'ndan başka ilah yoktur; en güzel isimler O'nundur.

Yüce Allah (cc), yarattıkları üzerinde en üstün güçtür; yerde, göklerde ve bunlar arasında bulunan her şey O’nundur. Bu nedenle Kendisine ait olanların, her söz ve hareketini bilir. Ulûhiyet, bütünüyle O’na aittir, yarattıkları üzerinde O’ndan başka hüküm koyacak bir İlah yoktur.

“Rahmân Arş'a istivâ etmiştir.” Yüce Allah (cc), mekândan münezzehdir; O’na mekân vasfetmek, apaçık bir şekilde küfürdür. İstiva konusunu anlamayanlar, bunu dillerine dolayarak yüce Allah’a mekân izafe etmişlerdir. Peki, nedir istiva?

İstiva

Arapça’da, SVY harflerinden türetilmiştir; anlamı; düzenlemek, şekil vermek, düzene koymak, düzgün olmak, düzlük, tesviye etmek, eşit kılmak, müsavi olmak, denkleştirmek, kemale erdirmek, tamamlamak, tam, yerleşmek, kurulmak, dosdoğru, mutedil, orta demektir.

Kur’an’da, istiva kelimesinin geçtiği ayetlere bakıldığında, hemen hepsinde yerin, göklerin ve içindekilerin yaratılışlarından sözettiği görülür. Bu durum, istivanın ne anlama geldiği konusunda üzerinde durulacak önemli bir husustur.

Konu ile ilgili ayetlerde, yüce Allah’ın, yeri ve göğü yarattıktan sonra onları düzenlediği, geceyi, gündüzü, güneşi, ay’ı ve yıldızları emrine boyun eğdirdiği, yani düzene soktuğu, görevlerini verdiği ve “İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur; âlemlerin Rabbi Allah, uludur” (A’raf, 54) ayetiyle istiva’nın ne olduğunu açıklamaktadır.

Yüce Allah (cc), “sonra Arşa istivâ etti.” buyurduktan sonra hemen arkasından kâinatı düzene soktuğunu, emri tedbir ettiğini bildirmekte, buyruğuna boyun eğilmesini istemekte ve Kendi izni olmadan, hiçbir şeyin olamayacağını haber vermektedir. İstiva konusunun geçtiği ayetler, hemen hemen birbirinin aynısıdır. Bunlardan birkaçı!

“Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşa istivâ etti, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne uludur!” (A’raf, 54)

“Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti; emri tebdir icra eder (hüküm koyar). O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez; işte Rabbiniz Allah budur, O'na kulluk edin, düşünmüyor musunuz?” (Yunus, 3)

“De ki: ‘Siz mi arzı iki günde Yaratan'a nankörlük ediyor ve O'na eşler koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir; arza, üstünden ağır baskılar (dağlar) yaptı, onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını tam dört günde takdir etti, sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: ‘İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma) gelin’ dedi. ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 9-11)

“Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir; O, azizdir hâkimdir; göklerin ve yerin mülkü O'nundur; yaşatır, öldürür, O her şeyi yapabilir. O, ilktir, sondur, zahirdir, batındır, O, her şeyi bilendir. O'dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti; yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir, nerede olsanız, O sizinle beraberdir, Allah yaptıklarınızı görmektedir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur, bütün işler Allah'a döndürülecektir; geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü gecenin içine sokar. O, göğüslerin özünü bilir.” (Hadid, 1-6)

Verilen bütün bu örnek ayetlere ve benzerilerine bakıldığında yüce Allah’ın, Ulûhiyet ve Rububiyet sıfatlarını gereği olan durumların zikredildiği görülür. Aynı şekilde bu ayetlerde istiva’nın, bir yerde ikâmet etmek olmadığı, O’nun, yaratılıştan sonra yaratılanlara biçim verdiği, onları düzenlediği, yarattığı her şeye görevlerini bildirdiği ve emrine boyun eğilmesini istediği açık bir şekilde görülmektedir.

Yüce Allah (cc), kâinatı yarattıktan sonra onların, açık ve gizli olarak ne yapıp ne söylediklerini bilmektedir. Çünkü O, her şeyi gözetlemektedir.

“Elbette Rabbin gözetleme yerindedir.” (Fecr, 14)

Aynı şekilde SVY kökünden gelen kelimelere bakıldığında da istiva’nın, düzenleme, biçim verme olduğu net bir şekilde anlaşılacaktır.

“O ki, yarattı, düzenledi (fesevva).” (A’la, 2)

“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi (esteva); O, her şeyi bilir.” (Bakara, 29)

“O ki, seni yarattı, düzenledi (fesevva), sana ölçülü bir biçim verdi.” (İnfitar, 7)

Bu apaçık ayetlerden de anlaşılacağı üzere yüce Allah’ın, yarattıktan sonra yarattıklarını düzenlediği, onları şekillendirdiği görülmektedir. İstiva’nın, diğer bir anlamı da, düzlemek, dümdüz etmek ve düz yoldur.

“Yoksa siz de Elçinizden, daha önce Musa'dan istendiği gibi bir takım isteklerde bulunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz (o), (seva essebil) dümdüz yolu sapıtmıştır.” (Bakara, 108)

“Onu yalanladılar, deveyi kestiler. Rableri de, günâhları yüzünden azabı başlarına geçirip, orayı dümdüz (fesevva) etti.” (Şems, 14)

SVY kökünden, eşit, aynı, fark etmez kelimeleri de türetilmiştir. Buna göre,

“Kâfirlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için (sevaün) birdir; inanmazlar.” (Bakara, 6)

“Dediler ki: ‘Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce (sevaün) birdir.” (Şuara, 136)

İstiva’nın ne olduğu konusunda en güzel açıklamalardan biri de İmam cafer Sadık (r.aleyh)’a aittir o, kendisine istiva’nın ne olduğu sorusuna şöyle cevap vermiştir. “Her şeye eşit konumdadır; bir şey, başka bir şeye göre O’na daha yakın değildir; uzak bir şey O’na uzak olmaz ve yakın bir şey O’na yakın olmaz.” [el-Mîzan, c.8, s.210-211; c.2, s.504]

“Allah Azze ve Celle’nin bir şeyden veya bir şeyin içinde ya da bir şeyin üzerinde olduğunu iddia eden kimse yalan söylemiştir.”

“Allah Azze ve Celle’nin bir şeyden veya bir şeyin içinde ya da bir şeyin üzerinde olduğunu iddia eden kimse şirk koşmuştur.”

Emirü’l Müminin Hz. Ali (r.anh) şöyle buyurmuştur: “Celalet sahibi olan Allah mekânla vasfedilmez; O, olduğu gibidir ve olduğu gibi kalacaktır. Bir mekânda değildi ve bir yerden başka bir yere hareket etmedi; mekân onu kapsamaz, bilâkis her zaman sınırsız ve keyfiyetsizdi.”

“Allah'ın bir şeyden olduğunu iddia eden kimse, O'nu sonradan olma bir varlık konumuna indirmiş olur. Allah'ın bir şeyin içinde olduğunu ileri süren kimse, O'nu bir alanla sınırlandırmış olur. O'nun bir şeyin üzerinde olduğunu söyleyen bir kimse, O'nu taşınır bir şey durumuna düşürmüş olur.”

İmam Malik (r.aleyh), kendisine, “Rahman’ın Arş’a istivası nasıldır?” diye soran birisine; “Rahman Arş’a istiva etti, tıpkı Kendisini vasfettiği gibi; bu bakımdan ‘nasıl’ diye sorulmaz; çünkü ‘nasıl’ O’ndan kaldırılmıştır. Sen, çirkin (kötü) ve bid’at sahibi birisin. Çıkarın onu” diyerek adamı kovmuştur.

Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere istiva, düzenlemek, düzen vermek, üstünde olmak, eşit olmaktır ve yüce Allah’ın, yarattıktan sonra yarattıklarına eşit mesafede olmasıdır. Nitekim bu konuda Rasulullah (as) şöyle buyurmuştur. “Allah indinde insanlar, tarağın dişleri gibi eşittir; Arab’ın Acem’e, acem’in Arab’a bir üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva iledir.”

Yüce Allah (cc), istiva ettiğini bildirdiği diğer ayetlerde, Allah ve Rabb’in Arş’a istiva etti şeklinde Allah ve Rab isimlerini kullanırken Taha suresi 5. ayette “Rahmân Arş'a istivâ etmiştir” buyurarak rahman sıfatını kullanmaış ve 8. ayette de “Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur; en güzel isimler O'nundur.” Burada önemli bir husus dikkat çekmektedir; o da, Rahman sıfatını kullanmasıdır.

Hz. Musa (as)’ın, Tevhid mücadelesi

Taha suresinin devam eden ayetlerinde ve Hz. Musa (as)’a olan hitaplarında yüce Allah (cc), Rahman sıfatına vurgu yapmaktadır. Hz. Musa (as)’a elçilik görevinin verilmesi, ona yardım vadetmesi, daha bebek iken onun kurtarılması, Fir’avn’e karşı nasıl hareket edeceğini bildirmesi, insanlara yaratılışın, rızık verilmesinin hatırlatılması, sihirbazların, Müslüman olduktan sonra günahlarının bağışlanacaklarını umut ettiklerinin belirtilmesi ve iman edip salih amel işleyen kullarına cennetin ve nimetlerin verilmesi hep Rahman sıfatının bir gereği ve sonucudur.

9-10- Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani bir ateş görmüştü de ailesine: ‘Siz durun ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir kor getiririm yahut ateşin yanında bir yol gösteren bulurum’ demişti.

Yolda kalmış, şaşkınlık içerisinde bulunan kimselere yol göstermek, merhamet sıfatının bir gereğidir. Yüce Allah (cc), yolunu arayan Hz. Musa (as)’a, yolların en doğrusunu göstermiş ve onu, yol gösterici bir rehber olarak görevlendirmiştir.

Hz. Musa (as)’ın gördüğü ateş, öyle bir meşale idi ki bu, kıyamete kadar sönmeyen Tevhid meşalesidir ve o meşale, tüm çağları aydınlatarak insanlara yol göstermiştir. Nitekim yüce Allah (cc), bu aydınlatıcı meşaleyi şöyle açıklıyor.

“Andolsun biz, Musa'yı da, kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini hatırlat!’ diye ayetlerimizle birlikte göndermiştik; şüphesiz bunda sabreden, şükreden herkes için ayetler.” (İbrahim, 5)

Şu bir gerçektir ki, arayış içerisine giren herkes, kendisini aydınlığa çıkaracak, şaşkınlıktan kurtaracak bir yol, bir rehber bulacaktır. Nitekim toplumlarının içerisinde bulundukları putperest sapıklığa çare arayan Hz. İbrahim (as) ve Hz. Muhammed (as)’a da yüce Allah (cc) yol göstermiş ve onları içerisinde bulundukları sıkıntıdan kurtarmıştı.

“Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi?” (Duha, 7)

Artık insanlığın önünde, tüm çağları aydınlatan Kur’an bulunmaktadır; Kur’an’a sarılan herkes, mutlaka kendisini kurtaracak bir yol bulacak, sıkıntılarından kurtulup Rab’lerinin rahmetine ulaşacaklardır.

“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan(sıkıntılar)a şifa ve iman edenlere bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 57)

Hz. Musa (as), kendisi ile beraber insanlığı da kurtaracak o ateşin yanına geldiğinde insanlığı, özellikle de zillet içerisindeki İsrail oğullarını, fir’avn’ın zulmünden kurtarıp aydınlığa kavuşturmuş, ışığın sahibinin sesini duyma şerefine ulaşmıştır.

11- O(ateşin yanı)na gelince kendisine ‘Ey Musa!’ diye seslenildi; Ben, (evet) ben senin Rabb’inim! Pabuçlarını çıkar, çünkü sen, kutsal vadide, Tuvâ'dasın. Ben seni seçtim, şimdi vahyolunanı dinle.'

Saadetlerin, şereflerin en yücesi

Mü’min bir beşer için en büyük mutluluk, en büyük saadet, hiç kuşkusuzdur ki, Rabb’inin emrettiği ölçüler içerisinde bir hayat sürüp O’nun rızasını kazanmaktır. Mü’minler, bunun için her söz ve fiillerinde, Rab’lerinin rızasını gözeterek hareket ederler. Ancak Hz. Musa (as), bütün bu mutluluk ve saadetlerin üzerinde yüksek bir şerefe ulaşmış, bizzat Rabb’inin kendisine seslenmesine muhatap olmuştur.

“Ey Musa’ diye seslenildi; ‘Ben, (evet) ben senin Rabb’inim!” insanın, hayalinden bile geçiremeyeceği bir durumdur Rabbb’inin sözüne, seslenmesine mazhar olmak! Bu, hiçbir beşere nasip olmadığı gibi, peygamberlerin birçoğuna da nasip olmamıştır. Çünkü yüce Allah (cc), rasullerden bazıları ile aracılarla görüşmüş, bazılarına da rüyalarında yol göstermiştir. Bu nedenle Hz. Musa (as), çok istisnai bir şekilde Rabb’inin sesini müşerref duymuş, seslenmesine muhatab olmuştur.

“Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz; ancak vahiyle ya da perde arkasından konuşur veyahut izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. O, yücedir, hâkimdir.” (Şura, 51)

Yüce Allah (cc), elbette mü’min kullarına da seslenecek ve onları, kendi sesiyle selamlayarak şereflendirecektir; ancak bu, mü’minlerin, ahirette cennette bulundukları bir zamanda mümkün olabilecektir. Bunun için mü’minler, dünya hayatında, Rab’leri tarafından kendilerine gönderilen Kur’ani ölçüler içerisinde bir hayat sürmelidirler.

“Çok esirgeyen Rab’den (onlara) sözle selam (vardır).” (Yasin, 58)

14-16- Muhakkak ben, (evet) ben Allah'ım, benden başka ilah yoktur; Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. (Kıyâmet) Saat(i) mutlaka gelecektir; herkesin, peşinde koştuğu işlerle cezalanması için neredeyse onu gizleyeceğim; ona inanmayıp arzusuna uyan kimse, seni ondan alıkoymasın, sonra helak olursun!

Mülkün sahibi olan yüce Allah (cc), mülkünde, düzeni sağlaması için Hz. Musa (as)’ı elçi olarak görevlendirmiş, ona görevlerin en kutsalını tevdi etmiştir. Bu kutsal görevin en öncelikli maddesi, yüce Allah’a kulluk yapmak ve hiçbir nedenle bu kulluktan ayrılmamaktır. O’na kulluk yapmak istemeyenler, dünyada helak edilecekler, kıyamet gününde de aşağılık olarak cehenneme sürüleceklerdir.

“Rabbiniz buyurdu ki: ‘Bana dua edin, duanızı kabul edeyim; Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (Mü’min, 60)

Kulluk, yaratılış amacının gereğidir, yaratılan her şey, kendilerini yaratana kulluk yapmakla mükelleftirler. Kâinatta var olan her şey, yüce Allah’a kulluk yapmaktadır.

“Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: ‘İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma) gelin’ dedi. ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11)

Kullukta temel esas, istenerek yapılmasıdır; istenmeden yapılan kulluk boşa gidecektir. İstemeden kulluk yapanlar, Rab’lerine kulluk yapmaya tenezzül etmemiş kimseler olarak cezalandırılacaklardır. Akleden kimseler, neden, niçin yaratıldıklarını, Rab’lerinie karşı görev ve sorumluluklarını bildikleri için kulluk yapmaktan kaçınmazlar, Rab’lerine isteyerek kulluk ederler.

Sahip olunan her şey, davet için kullanılmalıdır

Yüce Allah’a kulluktan sonra mü’minlerin, yapacakları en önemli görevleri, yüce Allah’ın, Ulûhiyet ve Rububiyetine insanları iman etmeye ve Rab’lerine kulluk yapmaya davet etmektir. Bu kutsal görev, tüm Risalet önderlerinin öncelikli görevlevleridir.

Tevhidi esaslara davet eden kimseler, bu daveti, en iyi bir şekilde yapabilmeleri için kendilerini çok iyi eğitmeli, topluma gittiklerinde ve daveti onlara duyurduklarında sıkıntıya düşmemelidirler. Yüce Allah (cc), Hz. Musa (as)’ı davet ile görevlendirirken ona, daveti daha iyi ve kolay yapmasını sağlayacak donanımları da vermiştir.

17-23- Sağ elindeki nedir ey Musa? (Musa) dedi: ‘O, asa'mdır, ona dayanıyorum ve onunla davarıma yaprak silkeliyorum ve onda benim daha birçok ihtiyaçlarım var.’ (Rabb’i) buyurdu; ‘At onu yere ey Musa!’(Musa) attı, bir de ne görsün o, koşan kocaman bir yılan! (Rabb’i): ‘Al onu, korkma biz onu yine ilk durumuna sokacağız.’ dedi. ‘Elini böğrüne sok; bir hastalık olmadan, ayrı bir mucize olarak bembeyaz bir durumda çıksın ki, sana en büyük mucizelerimizden bazılarını göstermiş olalım.

Müslüman davetçiler, topluma Tevhidi esasları ulaştırmadan önce kendilerini çok iyi yetiştirmelidirler. Onlar, birey olarak kulluk görevlerini devam ettirirlerken, davetçi olarak da topluma sunacakları mesajı çok iyi anlamalı, algılamalı ve öğrenmelidirler. Bu konu, Müzzemmil suresinde geniş bir şekilde işlenmiştir.

Müslümanlar, her konu ve durumu, Tevhidi esasları insanlara ulaştırmak için kullanmalı, her vesile ile daveti insanlara ulaştırmalıdırlar. Normal hayatta önemsenmeyen, günlük hayat içerisinde farkına varılmayan sahip olunan birçok şey, Allah yolunda kullanıldığında bir anlam ifade edecek ve bir değer taşıyacaktır. Örneğin, çalışılan ya da sahip olunan işyerinde, ticari ilişkiler sürdürülürken bunun yanında Tevhidi konular gündeme getirilmeli, insanlara Ulûhiyet ve Rububiyetin yalnızca yüce Allah’a ait olduğu gerçeği anlatılmalıdır. İşte bu durumda, işyeri insan için adeta davet merkezi olacak, insanlar, İslâm’ın günlük yaşam içerisinde yaşanır bir hayat nizamı olduğunu görmüş olacaklardır.

Rızkın, yüce Allah’ın elinde bulunduğuna iman eden bir kimse, rızık ya da başka endişelerle Tevhidi esasları, Ulûhiyet ve Rububiyetin yalnızca yüce Allah’a ait olduğu gerçeğini gizleyemez. Belli endişelerle insanlara Tevhidi esasların anlatılmaması, Hakkın gizlenmesi olacaktır ki bu, küfür ve şirktir. Bu nedenle mü’minler, her ortamda, herkese Tevhidi esasları anlatacak, insanları, yüce Allah’ın Ulûhiyet ve Rububiyetini kabul etmeye davet edeceklerdir. Tıpkı Hz. Musa (as)’ın, korkup çekinmeden, Fir’avn’e Hakkı anlattığı ve onu iman etmeye davet ettiği gibi.

24- Şimdi sen Fir'avn'e git: çünkü o azdı.

Tevhidi esasların, insanlara ulaştırılması, hele bunun egemen zorba diktatörlere anlatılması oldukça zor bir görevdir. Bir de davet ulaştırılacak kişi, Fir’avn gibi zalim bir diktatör ise ve davetçi olan Hz. Musa (as) gibi, Fir’avn’ın kavminden birisini öldürmüş ve sisteme göre suçlu görülüyorsa, bu durumda davet görevi büsbütün zorlaşmaktadır. Ancak bu kutsal görevde, âlemlerin Rabb’i tarafından tevdi edilmiş, O’nun yardım vaadi alınmış ise, üstesinden gelinemeyecek zorluk, anlatılamayacak despot kalmayacaktır.

Müslüman davetçiler için en önemli ve öncelikli husus, Rab’lerine kesin bir şekilde iman edip güvenmeleridir. Bu güven, kalblerine tam yerleşmedikçe onlar, davet görevine talip olmamalıdırlar. Çünkü fikri planda ve ameli olarak yeterince olgunlaşmayan kimseler, karşılaştıkları zorluk ve sıkıntılara tahammül edemeyecekler ve belli bir noktadan sonra geri döneceklerdir. Bu ise onlara, Rab’leri indinde ağır sorumluluklar getirecektir.

Müslüman davetçiler, Hz. Musa (as)’ın kıssasında görüldüğü üzere, yüce Allah’a tam güvenip O’ndan başkasından korkmadıklarını anladıklarında davete başlamalıdırlar. Ancak o zaman onlar, yüce Allah’ın yardımı ile en zorlu kâfirlere diz çöktürecek, onları zelil durumuna düşüreceklerdir. Bunun yapılabilmesi için Müslümanların mutlaka her konuda, Kur’ani hareket etmeli, hevai söz ve hareketlerden kaçınmalıdırlar.

25-35- (Musa) dedi ki: ‘Rabbim, benim göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki, sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir vezir ver; kardeşim Hârûn'u, onunla arkamı kuvvetlendir, onu da işime ortak yap ki, seni çok tesbih edelim ve seni çok analım; şüphesiz sen, bizi görmektesin.

‘Rabbim, benim göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki, sözümü anlasınlar. Müslüman davetçiler, insanlara Tevhidi esasları anlatmadan önce, kalpleri tam mutmain olmalı, Kur’ani bilgi ile donanmalı, konuşma yeteneklerini geliştirmelidirler ki, insanların sordukları sorulara açık ve net cevap verebilsinler, sorular, tepkiler ve baskılar karşısında bunalıma girmesinler.

Bilgi, insanın, rahat olmasını, kendisinde bir güven duymasını, kişiler karşısında özgüven duygusuyla hareket etmesini, karşılaşılan sorular ve olaylar karşısında tutarlı olmasını sağlayacaktır. Bu nedenle Müslüman davetçilerin, tebliğ edecekleri Tevhidi esasları çok iyi kavramaları, nasıl bir sorumluluk yüklendiklerini çok iyi bilmeleri gerekir. Ancak böyle bir durumda, daveti rahat bir şekilde ortaya koyacaklardır.

“Bana ailemden bir vezir ver; kardeşim Harun'u, onunla arkamı kuvvetlendir, onu da işime ortak yap ki, seni çok tesbih edelim ve seni çok analım.” Tebliğ çalışmalarının, birden fazla kişi ile yapılması, davetin, insanlara daha rahat ulaşmasını ve davetçi Müslümanların, kendilerini güçlü hissetmelerini sağlayacaktır.

İnsanları, Tevhidi esaslara davet eden Müslümanlar, öncelikle bu konuda çalışan diğer Müslümanlarla farz olan birlikteliği oluşturmalı, birbirlerine çok güvenmelidirler. Ondan sonra yapılacak tebliğ daha etkili olacaktır. Kur’an, cemaatleşmeleri konusunda mü’minleri teşvik etmekte, cemaatleşmenin rahmet olduğunu, cemaatleşmeyenlerin içerisinde düştükleri durumlarını bildirmektedir.

Davetin, cemaatle yapılması konusunda Kur’an’da birçok örnek bulunmaktadır. Peygamberlerin, insanları yüce Allah’a imana davet ettikten sonra kendilerine tabi olmalarını istemeleri, Ashab-ı Kehf ile Kasabalılara giden davetçilerin durumları, cemaatleşmenin önemi ve gerekliliği konusu apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

“Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; Allah'tan korkun ve bana itaat edin.” (Şuara, 107-108)

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz; onlar, Rablerine inanmış gençlerdi; Biz de onların hidâyetlerini artırmış, kalblerinin birbirine bağlamıştık; kıyam ettiler: ‘Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, biz O'ndan başkasına ilah demeyiz, yoksa saçma söylemiş oluruz.' dediler." (Kehf, 13-14)

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 104)

“Allah'a ve Rasulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, gücünü gider; sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)

Bu ayetler, cemaatleşmenin faydalarını ortaya koymakta, dağılmanın tehlikelerine dikkatleri çekmektedir. Hz. Musa (as), daveti daha güçlü bir şekilde yapabilmek için yüce Allah’tan, kardeşini kendisine destekçi vermesini istemektedir.

36- (Allah) buyurdu: “Ey Musa, istediğin sana verildi.

Tevhidi esasları insanlara duyuran Müslüman davetçiler, Kur’ani ölçüler içerisinde hareket ettikleri sürece yüce Allah (cc) onlara yardım edecek, yollarını kolaylaştıracak ve onları, görevlerinde başarılı kılacaktır.

Müslüman davetçiler, kendilerinde özgüven duygusu tam oluştuktan sonra davet görevlerine başlamalı, hiçbir şekilde kendilerini gizlememeli, Tevhidi esasları açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Onlar için önemli olan husus, vahyi esaslardan başka bir şey söylememeleri ve ilahi mesajı olduğu gibi ortaya koymaları, insanları Rab’leriyle baş başa bırakmalarıdır.

“Musa dedi ki: ‘Ey Fir'avn, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim; Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek, benim üzerime borçtur; size Rabb’inizden açık bir delil getirdim, artık İsrâil oğullarını benimle gönder!” (A’raf, 104-105)

Müslüman davetçiler, daveti insanlara duyururlarken, açık ve net olmalı, ne istediklerini, neye talip olduklarını açık bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Bu, İslami davetin olmazsa olmaz gerçeğidir. Risalet tarihinde bütün elçiler ve onların takipçileri Tevhid erleri, toplumları karşısında net İslâmi kimlikleri ile çıkmışlar, insanları, neye davet ettiklerini ve nelerden sakındırdıklarını çok açık bir şekilde ifade etmişlerdir.

Hayatta tesadüf yoktur, her şey takdir edildiği şeklinde cereyan etmektedir

Kâinatın sahibi olan yüce Allah (cc), yeri, gökleri ve bunlar arasında bulunanları yarattıktan sonra bunları, kendi başlarına bırakmamış, her şeyi, belli bir ölçü içerisinde düzenlemiştir. Kâinattaki her şeye düzen veren yüce Allah (cc), en küçük bir canlıdan en büyüğüne kadar bütün varlıklara da görev ve sorumluluklarını bildirmiştir.

“…Gerçekten Rabbim dilediği şeyi çok ince düzenler; O, bilen, her şeyi yerli yerince yapandır.” (Yusuf, 100)

Her şeyi en ince bir şekilde düzenleyen istiva eden yüce Allah (cc), insanı da başıboş bırakmamış, onu, ne yapacağı, nelerden kaçınacağı konusunda bilgilendirmiştir. Rab’lerine isyan edenler, her istediklerini özgürce yapabileceklerini zannederler, ancak dilediğini, dilediği şekilde yapan yüce Allah (cc), kendisine isyan edenlerin hesabını bozarak onların isteklerini kursaklarında bırakacak ve bırakmaktadır da.

Zalim kardeşleri tarafından, ortadan kaldırılmak düşüncesi ile kuyuya atılan Hz. Yusuf (as)’ı, önce kuyudan, sonra zindandan çıkarıp Mısır’a hükümdar yapan yüce Allah (cc), aynı şekilde Hz. Musa (as)’ı da, sudan çıkarmış, zalim bir despotun helakına sebep olmasını sağlamıştır.

37-39- Zaten biz sana bir kez daha lutufta bulunmuştuk; (doğduğunda) annene vahyedileni vahyetmiştik: ‘Onu sandığa koy, suya at; su onu sahile bıraksın; onu benim de düşmanım onun da düşmanı olan biri alacaktır.’ Gözümün önünde yetiştirilmen için senin üzerine benden bir sevgi koydum.”

40- Kızkardeşin ona bakacak birini size göstereyim mi? diyordu; böylece seni annene geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin. Sen bir de adam öldürmüştün; o zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni iyice denemiştik. Medyen halkı arasında yıllarca kaldın, sonra belirlediğimiz bir vakitte bize geldin ey Musa!

Yüce Allah (cc), kendisini tek hüküm koyucu olarak gören Fir’avn’ı, küçük bir çocuğa bile bakamayacak duruma düşürmüş, Hz. Musa (as)’a kızkardeşini ve annesini yeniden lütfetmiştir. Fir’avn bu ilahi durumu anlamayacak kadar yoksun ve acizdir.

Elbette her şey, yüce Allah’ın takdir ettiği gibi olacaktır; O’nun bir hesabı vardır ve O, hesabında yanılmaz. Oysa zalimler, her zaman yanılmaya mahkûmdurlar. Nitekim böyle de olmuş ve kendisini, Mısır’ın en büyük rabbi ve ilahı gören Fir’avn’ı, sudan kurtardığı çocuğun vesilesi ile helak etmiştir.

“Zalimlerin yaptığından Allah'ı gafil sanma, O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim, 42)

Yüce Allah (cc), zalimlerin hesabını bozmakta, her şeyi takdir ettiği şekilde düzenlemektedir. Kendisini, her şeyi yapmaya muktedir gören Fir’avn, nasıl bir hiç olduğunu görmüş, çaresiz ve yardıma muhtaç bir duruma düşmüştür.

41-44- Seni kendim için seçtim; sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün, beni anmakta gevşeklik etmeyin. Fir'avn'e gidin, çünkü o azdı, ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.

Hz. Musa (as), elbette bir beşerdir ve her beşer gibi o da belli korku ve endişeler taşımaktadır. Bu nedenle Fir’avn’e, elçi olarak gönderildiğinde çekinmiş ve korkmuştur. O, davet ile görevlendirildiğinde korkularını dile getirmiş ve davetin sorumluluğunu almamak için adeta diretmiştir. Ancak yüce Allah (cc) tarafından kendisine yardım edileceğini öğrendikten ve kendisi tam mutmain olduktan sonra Fir’avn’e gitmiş, onu yüce Allah’a iman etmeye davet etmiştir. İşte yüce Allah (cc) ile Hz. Musa (as) arasına geçen diyalogdan bir kesit.

“Rabbin Musa'ya seslendi: ‘O zalim kavme, Fir'avn'ın kavmine git, korunmayacaklar mı?’

“(Musa): ‘Rabbim ben, onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum’ dedi.” (Şuara, 10-12)

“(Rabb’in): ‘Seni kendim için seçtim; sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün, beni anmakta gevşeklik etmeyin; Fir'avn'e gidin, çünkü o azdı; ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.’

“Dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.”

“(Rabb’in): ‘Korkmayın, ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm’ dedi.” (Taha, 41-46)

“( Musa): ‘Hem benim üzerimde onlara karşı işlediğim bir günah da var; onların beni öldürmelerinden korkuyorum.”

“(Rabb’in): ‘Kesinlikle ikiniz de ayetlerimizle gidin, biz sizinle beraberiz, dinliyoruz’ dedi.” (Şuara, 14-15)

“(Mûsâ): Rabbim, ben onlardan bir kişi öldürmüştüm, beni öldüreceklerinden korkuyorum’ dedi.”

“(Rabb’in): ‘Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir yetki vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde onlar size asla erişemeyecekler; ikiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz!” (Kasas, 33, 35)

‘Korkma, üstün gelecek sensin, sen’ dedik!” (Taha, 68)

“Onlara yardım ettik de üstün gelenler kendileri oldular.” (Saffat, 116)

Yüce Allah’ın buyruğu karşısında, hiç kimsenin, fikir ileri sürmeye, bu buyruğa itiraz etmeye, buyruğa aykırı hareket etmeye hakkı yoktur, olamaz da. O’nun buyruğu sözkonusu olduğunda, akan sular durur. Bu nedenle ne Hz. Musa (as)’ın, ne de bir başkasının, Rab’lerinin buyruğuna karşı gelmeye güçleri ve cesaretleri yoktur.

Müslüman davetçiler, en zalim diktatörlere, şirk ve küfrü şiar edinen kimselere ve hakkı batılla karıştıran Samiri soylu belamlara, yalnızca Rab’lerine güvenerek, Tevhidi esasları ulaştırmalı, onları yalnızca yüce Allah’ı ilah edinmeleri için davet etmelidirler. İşte o zaman, Hz. Musa (as)’a yardım eden yüce Allah (cc), onlara da yardım edecek ve zalimler karşısında onurlu bir duruş sergilemelerini sağlayacaktır.

47-48- Haydi, varın ona, deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz; İsrail oğullarını bizimle gönder, onlara azap etme; biz Rabbinden sana bir ayet getirdik, esenlik, hidâyete uyanlaradır. Bize, yalanlayıp yüz çevirenin, azaba uğrayacağı vahyolundu.’

Hüküm verilmiş, karar kesinleşmiştir; artık Hz. Musa (as)’ın, bu kararı tatbik etmekten başka çaresi yoktur. O, Rabb’ine güvenerek zalim Fir’avn’ın karşısına çıkmış, onu Rabb’ine iman etmeye ve Hidayete tabi olmaya davet etmiştir. Burada dikkat çeken en önemli husus, kendisini Mısır’ın, en büyük rabb’i olarak gören Fir’avn’e Hz. Musa (as)’ın, “Biz, Rabbinden sana bir ayet getirdik” demesidir.

Zalimler, Hakkın karşısında tutunamazlar

Kendisinden başka rab tanımayan Fir’avn, karşısında kendisinin bir Rabb’i olduğunu ve O’nun elçileri olduklarını söyleyen iki kişi görüyor. Bir başkası, buna benzer bir ifade kullansa Fir’avn o an, boynunu uçuracak, kolunu bacağını çaprazlama kesip kazıklara geçirecektir. Ancak o, şimdi karşısında pervasızca duran Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)’a karşı tamamen çaresiz kalmış, ne yapacağını bilmez bir duruma düşmüştür.

Fir’avn, Hz. Musa (as) karşısında öyle bir duruma ve şaşkınlık içerisine düşmüştü ki, ne Hz. Musa (as)’ın hata ile öldürdüğü kıptinin hesabını sorabildi, ne de karşısında korkusuzca duran Allah elçisine kızabildi; adeta dizlerinin bağı çözülmüş bir halde oturduğu yerden yalnızca bir iki kelime mırıldanabildi.

49- (Fir'avn): ‘Rabbiniz kimdir ey Musa?’ dedi.

Hz. Musa (as), Rabb’ine olan iman ve güveni sayesinde başı dik bir duruşla adeta Fir’avn’ın kalbine korku salmıştı. O, bir Risalet önderi olarak muhatabını, kim olursa olsun, yalnızca bir beşer olarak görmüş, ona davetini ulaştırmıştır. O, Fir’avn’ı da yalnızca bir beşer olarak görmüş, ona da herhangi bir üstünlük vermeden karşısında durmuş, davetini ulaştırmıştır.

50- ‘Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir.’ dedi.

Hakkın, açık bir şekilde ortaya konulması, davetçilerin, zalimler karşısında onurlu dik duruşları inkâr edenleri şaşkına çevirir. Fir’avn ve beraberindekiler, Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as) karşısında ne yapacaklarını bilmez bir halde şaşkınlık içerisinde kalmışlardı. Fir’avn gibi azılı birine karşı, askeri gücü, mali imkânları olmayan, üstüne üstlük Fir’avn’ın sarayında yetirmiş, onun ne denli zalim ve despot olduğunu bilen birisi, şimdi Fir’avn’ı, sıradan bir kişi görerek onu imana davet etmektedir. Fir’avn, şoke olmuş bir halde Hz. Musa (as)’ın karşısında adeta bocalamakta, ona sorular sormaktadır.

51- “(Fir'avn): ‘Peki ya ilk nesillerin hali ne olacak?’ dedi.

Şaşkına dönmüş, ne yapacapını bilmez bir duruma düşen Fir’avn, sorularla Hz. Musa (as)’ı köşeye sıkıştıracağını sanarak, sordukça soruyordu. Hz. Musa (as) ise, oldukça rahat bir şekilde Fir’avn’ın sorularını cevaplandırıyor ve ona, Rabb’inin emirlerini tebliğ ediyordu.

52-55- Dedi ki: ‘Onların bilgisi Rabbimin yanında bir Kitaptadır; Rabbim şaşmaz ve unutmaz.’ O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi; onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık yiyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sâhipleri için ibretler vardır, sizi topraktan yarattık, yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız.

Kalpler örtülü, kulaklar sağır ve akıl devre dışı olunca, ne anlatılırsa anlatılsın, fayda vermez. Kendisine anlatılan Rabb’inin ayetlerine ve örnekleri verilen doğadaki varlıklara rağmen Fir’avn, kör, sağır kesilmiş, küfür ve isyanında diretmiştir.

56- Andolsun biz o(Fir'av)n'a âyetlerimizin hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve direndi.

İnkârın, ne mantığı, ne de kuralı vardır; inkârcılar, bütün gerçekleri görmelerine rağmen, inat ve cehaletlerinden dolayı gerçekleri kabul edip tasdik etmezler, küfürlerinde direterek inkâr ederler. Bu durum, hemen her dönemde böyle olmuştur. Hz. İbrahim (as)’ın, gerçekleri söylemesi karşısında önce susan müşrikler, inat ve küfürlerinde direnerek Hakkı yalanlamaya devam etmişlerdir.

“Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Benim Rabb’im O'dur ki yaşatır, öldürür’ demişti. ‘Ben de yaşatır, öldürürüm’ dedi. İbrahim: ‘Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!’ deyince inkâr eden o adam şaşırıp kaldı. Allah, zâlim toplumu doğru yola iletmez.” (Bakara, 258)

“Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): ‘Hakikaten sizler haksızsınız’ dediler, sonra yine eski kafalarına döndürüldüler: ‘Sen de bilirsin ki bunlar konuşmazlar’ dediler.” (Enbiya, 64-65)

“Onlara açıkça görünen ayetlerimiz gelince: ‘Bu, apaçık bir büyüdür’ dediler; vicdanları, onlara kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler. Bak işte o bozguncuların sonu nasıl oldu.” (Neml, 13-14)

Her dönemde var olan bu kör inat ve inkâr, günümüzde de aynen devam etmekte, bazı kişiler, gerçekleri bilmelerine, birçoğu, Kur’an üzerinde araştırmalar yapmalarına, tefsir dersi vermelerine rağmen, şirk ve küfrü reddedip Tevhidi esaslara teslim olmamaktadırlar. Yüce Allah (cc), bu inkârcıların durumunu şöyle tanımlamaktadır.

“Onların durumu, tıpkı şuna benzer ki, bir ateş yakmak istedi, (ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah onların nurunu giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler dönmezler.” (Bakara, 17-18)

Ellerinde Kur’an gibi aydınlatıcı bir nur bulunan birçok inkârcı, bu nurdan yararlanmadıkları için kalpleri karardığı gözleri kör olduğu için gerçekleri görmezler. Bu inkârcılar, ellerinde Kur’an bulunmasına rağmen, onun nurunu görmemekte, onu sadece bir kitap olarak ellerinde bulundurmakta, onun hidayetinden mahrum kalmaktadırlar.

İnkârın, kuralı ve mantığı olmadığı gibi inkârcıların ahlak ve fazileti de yoktur. Onlar, üstesinden gelemedikleri, cevap vermekte aciz kaldıkları Tevhid erlerine ve getirdikleri ilahi mesaja iftira edip karalama yolunu seçerler.

57- Ve dedi ki, ‘Sen bizi büyünle yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin ey Musa?

Şu değişmez bir gerçektir ki, Tevhidi esaslar, bu esasların insanlara duyurulması, nasıl değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve böyle devam edecekse, aynı şekilde inkârın mantığı ve metodu da değişmeden günümüze kadar gelmiş ve hâlâ devam etmektedir.

Risalet önderlerine karşı çıkanların hepsi, Hakkı yalanlamak için öncelikle risalet önderlerini ve getirdikleri ilahi mesajı karalamışlardır. Elçilere, büyücü, deli diyen küfür ve şirk ehli, onların Rab’lerinden getirdikleri ilahi mesaja da büyü demişlerdir.

58- Biz de mutlaka sana o(se)nin (büyün) gibi bir büyü getireceğiz; sen şimdi seninle bizim aramızda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et; ne senin, ne de bizim caymayacağımız uygun bir yer olsun.

Müslümanlar, Tevhidi esasları insanlara ulaştırırlarken, öncelikle gündemi kendileri oluşturmalı, ortamı ve zamanı iyi tesbit etmeli, insanların hassasiyetlerini gözönünde bulundurmalıdır. Hz. Musa (as), sihirbazlarla karşılaşacağı günü kendisi tespit etmiştir; bu tespit ettiği gün ise, insanların kalabalık oldukları ve manevi duygularının en seviyede olduğu zamandır.

59- (Musa): ‘Buluşma zamanınız, Süs (bayram) günü ve insanaların toplanacağı kuşluk vakti olsun’ dedi.

Hz. Musa’ın, bayram gününü seçmesi çok anlamlıdır; çünkü o, böylece hem çok insana aynı anda tebliğ yapmış olacak, hem de Fir’avn’ı, halkın gözünde küçük düşürecektir. Aynı şekilde Hz. Muhammed (as)’ın, açık tebliğine başladığında, halkı bir tepenin yamacına toplaması ve özellikle panayırlarda davetini ortaya koyması da, Müslüman davetçiler için birer örnek vesikasıdır. Bu nedenle Müslümanlar, bulundukları kalabalık ortamlarda, Tevhidi esasları duyurmalı ki, aynı anda birçok insanın duymasını sağlamış olsunlar.

60- Fir'avn, dönüp gitti, hilesini (büyücüleri) topladı, sonra geldi.

61- Musa onlara: ‘Yazık size, Allah'a yalan uydurmayın, sonra (O), bir azap ile kökünüzü keser, doğrusu iftirâ eden perişan olmuştur!’ dedi.

62-64- (Büyücüler), işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli konuştular; dediler ki: ‘Bunlar iki büyücü, başka bir şey değil, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu, gidermek istiyorlar; onun için siz hilenizi toplayın, sonra sıra halinde gelin; bugün üstün gelen başarmıştır.

Küfür ve şirk ehlinin, Müslümanlara karşı kendi aralarından toplanmaları, kararlar almaları onları hiçbir şekilde endişelendirmemeli kaygılandırmamalıdır. Onlar, kendi gündemlerini oluşturmalı ve yalnızca Rab’lerinin kendilerine bildirdiği ölçüler içerisinde hareket ederek O’na güvenmelidirler.

65- (Büyücüler) dediler ki: ‘Ey Musa, ya sen at yahut önce atan biz olalım.’

Hz. Musa (as), muhatapları ile tartışırken öncelikle onlara söz hakkı vermiştir. Bu, onların, düşünce ve davranışlarının öğrenilmesi ve ona göre onlara cevap verilmesi önemli bir taktiktir! Hz. Musa (as), daha sonra onlara cevap vermiş ve üstün gelmiştir.

66-67- (Musa): ‘Hayır siz atın’ dedi; (attılar, Musa) bir de ne görsün; büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor, bu yüzden Musa, içinde bir korku duydu.

Küfür ve şirk cephesinin, Müslümanlara karşı kuracakları her türlü tuzak, ancak kendi ayaklarına dolanır. Onlar, biraz sonra ne olacağını bilmeden o anda hevalarının istediği doğrultuda hareket etmektedirler. Müslümanlar ise, gaybi bilen Rab’lerinin belirlediği ölçü içerisinde hareket etmekte, bu nedenle her zaman ve zeminde üstün gelmektedirler.

68-69- (Musa’ya): ‘Korkma, üstün gelecek sensin; sen, sağ elindekini at, onların yaptıklarını yutsun; çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir, büyücü de nereye varsa iflâh olmaz!’ dedik.

Müslümanlar, insanların heva ve heveslerinden uydurdukları hiçbir şeyin, Kur’ani esaslara karşı şeyin üstün gelemeyeceğini çok iyi bilmeli, her söz ve hareketlerinde mutlaka Kur’ani ölçüler içerisinde hareket etmelidirler. Kur’ani esaslar içerisinde Tevhidi esaslar ortaya konulduğu sürece Müslümanlar, daima üstün gelecekler; aksi halde küfür ve şirk unsurlarına karşı başarı elde etmeleri mümkün olmayacaktır.

Tevhidi esaslar ortaya konulduğunda, gerçek bütün açıklığı ile ortaya çıkacak, batıl olan her şey yok olup gidecektir.

“Gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları batıl oldu.” (A’raf, 118)

Akleden kimseler, gerçekleri görür görmez, hakkı teslim ederek üzerinde bulunduğu batıl yoldan döner. Sihirbazlar da bu gerçekleri görmüş ve hiç düşünmeden Rab’lerine yönelip iman etmişlerdir.

70- Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: ‘Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik’ dediler.

Gerçekler görüldüğünde, anında teslim olup iman etmek esastır ki, gerçek iman budur. Gerçeklerin ortaya çıkmasına rağmen, iman etmekte tereddüd eden, iman etmeyi geciktiren ya da başkalarının bu konudaki görüşlerine başvuran kimselere iman etmek nasip olmayabilir.

Yüce Allah (cc), insanların, kendilerine ulaşan gerçekleri araştırmalarına elbette izin veriyor, ancak gerçeğin O’ndan geldiği anlaşıldıktan sonra hiçbir şekilde ondan kuşkulanmasına izin vermiyor.

“Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce Kitabı okuyanlara sor; andolsun, sana Rabbinden hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma!” (Yunus, 94)

“Rabbinden gelen gerçektir; öyle ise kuşkulananlardan olma.” (Al-i İmran, 60)

Sihirbazlar, Rab’lerinden gelenin gerçek olduğunu, kendi yaptıkları büyüye hiç benzemediğini gördüklerinde, hiçbir kuşku duymadan ve daha birkaç dakika önce önünde zillet içerisinde eğilip takdirini aldıkları Fir’avn’e danışmadan hemen Rab’leri yüce Allah’a iman etmişlerdir.

71- (Fir'avn): ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O, size büyü öğreten büyüğünüzdür; öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım, hangimizin azabı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!’ dedi.

İman, hiçbir şekilde ve şartta beşerin iznine bağlı olmadığı gibi, Allah için yapılacak bir şeyde de beşerin izni sözkonusu olamaz. Bu anlamda, yüce Allah’a yapılacak ibadet ve davette, beşerin iznine başvurulamaz. Böyle bir izin, yüce Allah’a şirk koşmaktır. Risalet tarihinde hiçbir risalet önderi ve Tevhid eri, içerisinde yaşadıkları şirk ve küfür toplumlarından ya da o toplumları idare eden yöneticilerinden izin alarak iman etmemiş, insanlara tebliğ yapmamışlardır.

Beşeri sistemler, çıkardıkları yasalarla insanları, köleleştirerek kendilerine itaat ettirmek isterler. Bu nedenle insanların yapacakları her konu ve durumda kendilerinden izin alınmasını şart koşarlar, izin almayanları tehdit ederler, cezalandırırlar. İman eden bir kimse, hiçbir şekilde ve şartta, beşeri tağuti sistemlerden izin alamaz, onların yasalarına göre hareket edemez.

“Musa dedi: ‘Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbinize sığındım." (Mü’min, 27)

İman ve küfür birbirlerinin zıddıdır; bu nedenle iman edecek ve iman ettiği esaslar doğrultusunda yaşayarak Rabb’ine kulluk yapacak bir kimse, ancak iman ettiği esaslara göre hareket eder. Yüce Allah’ın, esaslarını belirlediği ve nasıl hareket edileceği ile ilgili ölçülerini bildirdiği iman, ibadet ve davet konusunda küfrün yasalarına göre hareket etmek, yüce Allah’ın koyduğu esasları reddetmektir ki bu, apaçık bir şekilde küfür ve şirk koşmaktır.

Hiçbir baskı, zorbalık, korku ve endişe, çıkar ve beklenti, iman eden bir kimseyi, küfre meylettirmemeli, küfrün kanun ve kurallarına göre hareket ettirmemelidir. Aksi halde imana şirk bulaştırılacak ve imandan sonra küfre dönülecektir.

Müslümanlar, her konuda olduğu gibi iman ve yüce Allah’a kulluk konusunda da tercihlerini çok iyi yapmalı, hiçbir şekilde ve şartta beşeri kuralları ve kural koyucuları Rab’lerine ve O’nun gönderdiği ilahi esaslara tercih etmemelidirler. Onlar, iman etme ve iman ettikleri esaslar doğrultusunda yaşama konusunda yüce Allah’tan başka hiç kimseden korkmamalı, bu konuda hiç kimseden izin almamalıdırlar.

72-73- Dediler ki: ‘Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz; yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. Biz, Rabbimize iman ettik ki (O) bizim günahlarımızı ve senin bizi yapmaya zorladığın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha hayırlı ve daha süreklidir.

Sihirbazlar, sihrin, büyünün ne olduğunu çok iyi bildikleri için, Hz. Musa (as)’ın yaptığı şeyin büyü olmadığını anladılar ve hiç tereddüt etmeden secdeye kapanarak iman ettiler. Onlar, daha birkaç dakika önce ilahlaştırdıkları Fir’avn’ın, yapacağı zulme aldırış etmeden gördükleri gerçekleri kabullenip asıl ilahları olan Rab’leri yüce Allah’ı tek İlah edindiler. Onların bu seçimi, bilinçli bir seçimdi, bu nedenle de Fir’avn’ın vereceği mükâfatı reddedip yapacağı zulüm ve baskıyı göze alarak Rab’lerine yöneldiler.

İman etmek, bilinçli bir tercihtir; iman eden bir kimse, neye nasıl iman ettiğini ve neyi inkâr ettiğini çok iyi bilmelidir. Bunun için de iman eden bir kimse, iman ettiği Tevhidi esasların kendisine ne kazandırdığını ve kazandıracağını, inkâr ettiği beşeri hükümleri, neden terk ettiğini çok iyi bilmelidir ki, daha sonra karşılaşacağı zorluk ve sıkıntılar nedeniyle yeniden küfre dönmesin.

İman ve küfür bir arada bulunmaz

İman ile küfrün, hiçbir ortak yanı yoktur; ikisi bir arada barınmaz, biri varsa diğeri yoktur, olmamalıdır. İman ile küfrü şirketleştirip bir arada tutmaya çalışanlar, asıl itibarı ile imandan çıkmış küfre girmişlerdir.

İman etmenin en temel şartı, hükmün, yüce Allah’a ait olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, Ulûhiyet, Rububiyet ve Melikliğin yalnızca O’na ait olduğunun bilincinde, hayatın her alanında düşünce, söz ve davranışın bu bilince göre düzenlenmesidir. Bu gerçeğe en küçük bir katkı, imanın şirke bulaşmasına ve küfre düşülmesine neden olur.

Yüce Allah (cc), iman ve küfrü, gönderdiği Kur’an’da net bir şekilde açıklamış, bu konuda risalet önderlerinin mücadelelerini ve onlara iman edenlerin durumlarını apaçık örneklerle vermiş ve insanların, seçimlerini ona göre yapmalarını bildirmiştir. Tevhidi esasların, ilk ve en öncelikli konusu, şirk ve küfrün reddedilmesi, şirk ve küfürde olanlara hiçbir şekilde meyledilmemesi ve dosdoğru bir şekilde iman edilmesidir.

İnsanların önünde iki yol vardır; Tevhidi esasların, ölçülerini belirleyip gösterdiği Hak yol ve beşeri sistemlerin ölçülerini belirlediği küfür, şirk, nifak ve fısk yolu. Bu iki yolun dışında üçüncü bir yol yoktur.

Hangi gerekçe ile olursa olsun, iman, ibadet ve davet konusunda, beşeri sistemlerin kanunlarına göre hareket edenler, tercihlerini küfürden yana koymuşlar, ulûhiyet, rububiyet ve meliklik sıfatlarını bu sistemlere vermişler, böylece şirke ve küfre girmişlerdir. Beşeri kuralların belirlediği yollardan birini tercih edenler, Rab’lerine suçlu olarak gidecekler ve kendilerine hazırlanmış cehenneme sürüleceklerdir.

74- Kim Rabbine suçlu olarak gelirse onun için cehennem vardır; orada ne ölür ne de yaşar.

Bu ayette, “orada ne ölür ne de yaşar.” buyruğu ile bir kez daha cehennemin ebedi oluşuna dikkatler çekilmiştir. Ayette vurgu yapılan önemli bir nokta da, ateşte sürekli kalacak kimselerin, mücrim yani günahkâr kimseler olduklarıdır. Bu günahkârlar, Kur’an’da üzerinde sıkça durulan büyük günahları işleyenlerdir.

Büyük günahlar, Kur’an’ı Kerim’de belirtildiği üzere,

Yüce Allah’a şirk koşmak, haksız yere bir canı öldürmek, tağuta ve tağuti sistemlere itaat, faizle iştigal etmek, zina yapmak, Allah’a ve Rasulüne iftira etmek,

Allah ve Rasulünün arasını ayırıp Rasulü inkâr, rasullerden bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek,

İman edilen esaslar doğrultusunda yaşamamak ya da bu esaslardan sıkıntı duymak, Hakkı batıla bulandırıp Tevhidi gerçekleri gizlemek,

Az bir değer karşılığında Allah’ın ayetlerini istismar edip çarpıtmak, bu ayetleri kullanarak para kazanmak,

Dünyevi değerleri, Allah ve Rasulünden ve O’nun yolunda cihat etmekten üstün tutmak, övünüp böbürlenmek,

Bu sayılan büyük günahları işleyenlerin, bu günahları işledikten hemen sonra hemen tevbe etmeleri halinde bağışlanacakları, aksi halde tevbe etmeden ölmeleri durumunda kesinlikle bağışlanmayacakları Kur’an’da bildirilmektedir.

Şirk, yüce Allah’ın yanında başka kimseleri güç ve otorite sahibi bilmek,

Yüce Allah’ın Ulûhiyet, Rububiyet ve Meliklik sıfatlarına, başkalarını ortak etmek, O’na ait sıfatlardan bir ya da birkaçının başkalarında da olabileceğine inanmak,

Tağutu reddetmemek, yüce Allah’ın hükümleri ile beraber beşeri hükümleri de kabul etmek,

Yüce Allah’tan başkasını, O’nu sever gibi sevmek, Allah’tan korkulduğu kadar başkalarından korkmak,

Allah ve rasulünün, koydukları hükmü bırakıp bireysel arzulara uymak,

Mü’minlerin tabi oldukları kanunları, yolları bırakıp başka yollara, kanunlara uymak.

Bu şirkleri işleyenler, tevbe etmeden ölmeleri durumunda suçlu kimseler olarak ebediyen cehennemde kalacaklardır.

“Eşkiya olan da ondan kaçınır; o da en büyük ateşe girer, sonra orada ne ölür, ne de yaşar.” (A’la, 11-13)

“Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklar, (azap) kendilerinden hiç hafifletilmeyecektir; onlar, azap içinde umutsuzdurlar! Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim idiler. (Cehennemin muhafızına): ‘Ey Mâlik, Rabbin bizim işimizi bitirsin, (bizi yok etsin) diye seslendiler; (Mâlik) ‘Siz, kalacaksınız’ dedi.” (Zuhruf, 74-77)

Rab’lerinin belirlediği esaslara uygun hareket edenler, Hak yolu tercih etmiş, iman edip salih amel işlemiş mü’minler olarak Rab’lerine gidecekler ve kendileri için hazırlanmış And cennetlerinde, ebedi kalmak üzere konulacaklardır. Bu, yüce Allah’ın, şirk ve küfürden temizlenen kulları için öngördüğü bir mükâfattır.

75-76- Kim de iyi işler yapmış bir mü'min olarak O'na gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır; altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri, orada sürekli olarak kalırlar; işte arınanların mükâfatı budur!

Cennet ile cehennem arasında, insanların konulacakları üçüncü bir mekân bulunmadığına göre insanlar, öngörülen iki yerden birine gideceklerdir. Bu iki yerden birini tercih etmek insanların kendi seçimleri ile olacaktır ve onlar, bu seçimlerini dünya hayatında yapıp ettikleri ile belirleyeceklerdir.

Kesin iman ve teslimiyet

Bir şeyi başarmanın en önemli basamağı o konuda kesin bir şekilde inanmaktır. Yüce Allah’a güvenip en zorlu bir diktatörün karşısına çıkan, onu rezil ve perişan eden Hz. Musa (as), yeni zorlu bir sınavla daha yüzyüze gelmişti. Koskoca denizden, hiçbir gemi ya da sandal olmadan, İsrail oğulları ile beraber karşıya geçecekti. Bu, normal şartlarda mümkün olmayan ve insanın aklının alamayacağı bir durumdu. Ancak bu hükmü veren yüce Allah (cc) olunca her şey bir anda tersine döner ve oluverir.

77-Andolsun biz Musa'ya: ‘Kullarımı geceleyin yürüt; (asanla suya) vur, denizde onlar için kuru bir yol (aç). (Fir'avn'ın) yetişme(sin)den korkma, (boğulmaktan) endişe etme.’ diye vahyetmiştik.

Her şeyi en iyi bilen ve en iyi düzenleyen yüce Allah (cc), iman eden kullarına bir kez daha lütfetmişti. Hz. Musa (as) karşısında rezil olup yenilen, kendi halkı önünde küçük düşen Fir’avn, çıkmaza girişinin verdiği azgınlıkla saldırgan bir tutum takınmaya başlamıştı, ancak yüce Allah (cc), ona bu fırsatı vermemiş, Hz. Musa (as) ve İsrail oğullarının geçtiği yerde, denizi yeniden kapatarak onu ve askerlerini boğmuştur.

78-79- Fir'avn, askerleriyle onların ardına düştü, denizde onları, örten dalgalar örttü. Fir'avn toplumunu saptırdı, doğru yola iletmedi.

Yüce Allah (cc), elbette kendisine iman edip güvenenlere ve yolunda mücadele edenlere, en zorlu zamanlarında yardım edicidir ki bu, O’nun, kullarına vaadidir.

“Ey iman edenler, eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz (O da) size yardım eder; ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed, 7)

Risalet tarihinde risalet önderleri ve Tevhid erleri, yüce Allah’a olan iman, güven ve teslimiyetleri nedeniyle O’nun yardım ve inayeti ile en zorlu müşriklerin, azgın diktatörlerin karşısına çıkıp hakkı anlatmışlar, onları, yüce Allah’a iman etmeye davet etmişlerdir. Bir zorluk ve sıkıntı ile karşılaştıklarında da yüce Allah (cc), onlara yardım etmiştir. Şimdi de azgınlığında sınır tanımayan Fir’avn’e karşı Hz. Musa (as)’a ve ona iman edenlere yardım etmiş, onları, Fir’avn’ın zulmünde kurtarmıştır.

80-81- Ey İsrâil oğulları, Biz sizi düşmanınızdan kurtardık ve Tûr'un sağ yanında size vadettik; üzerinize kudret helvasıyle bıldırcın indirdik; size verdiğimiz rızkın temizlerinden yeyin, ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner, kimin üstüne gazabım inerse o, düşmüş(mahvolmuş)tur.

Yeri, gökleri ve bunlar arasında bulunanları yaratıp düzene koyan (istiva eden) yüce Allah (cc), Rububiyet sıfatı gereği, onların rızıklarını da yaratmıştır. Kullarına karşı merhametli olan yüce Allah (cc), İsrail oğullarını, çok kötü duruma düşüren Fir’avn’ın zulmünden kurtarmış, onların onurlu birer insan olmalarını istemiş ve onlara her türlü nimetini ihsan etmiş, bu nimetlerin, ahiret hayatında da devam edeceğini vaadetmişti.

“Allah, İsrâil oğullarından söz almıştı ve içlerinden on iki başkan göndermiştik. Allah demişti ki: ‘Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz; elçilerime inanır, onlara yardım eder ve Allah'a güzel borç verirseniz, elbette sizin günâhlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım; bundan sonra sizden kim nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur.” (Maide, 12)

Kendilerine verilen nimetleri, ancak cahil, nankör ve doyumsuz kimseler inkâr ederler. Bunlar, verilen nimetlere şükretmek yerine azgınlık edip inkâr yolunu seçerler. Yüce Allah (cc), İsrail oğullarını, Fir’avn’ın zulmünden kurtarmış, onlara doğru yolu gösteren bir elçi göndermiş ve en güzel nimetleri onlara ihsan etmiştir. Ancak onlar, bunca lütfun değerini bilmemiş, Rab’lerine şükretmemişlerdir.

“Bir zaman da Musa, kavmi için su istemişti; ‘Asanla taşa vur’ demiştik, bunun üzerine taştan on iki göze fışkırmıştı; her bölük, kendi içecekleri pınarı bilmişti: ‘Allah'ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak saldırmayın.” (Bakara, 60)

Yüce Allah (cc), kupkuru çölde onlara en güzel nimetleri, pınarlardan akan soğuk suları ihsan ettikçe onlar, yapılan lütuflara şahit oldukları halde azgınlıklarında haddi aşmışlar, küfür ve isyanlarını sürekli kılmışlar, nankörlükte diretmişlerdir.

“Bulutu üstünüze gölgelik çektik, size kudret helvası ve bıldırcın indirdik: ‘Size verdiğimiz güzel rızıklardan yeyin’ (dedik), ama onlar bize değil, kendi kendilerine zulmediyorlardı. (Onlara), ‘Şu kente girin, oradan dilediğiniz yerde bol bol yeyin; secde ederek kapıdan girin ve ‘hitta (bizi affet)’ deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım, güzel davrananlara daha fazlasını da veririz.’ demiştik; derken o zâlimler, onu, kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı o zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik.” (Bakara, 57-59)

Azgınlıklarında, nankörlük ve küfürlerinde sınır tanımayan İsrail oğulları, Rab’lerinin kendilerine verdiği tertemiz nimetleri beğenmemiş, yerin bitirdiklerinden istemişlerdi. Onların bu tavrı, aldıkça daha fazlasını talep etme duygusu, insandaki doyumsuzluğun ve kanaatsızlığın apaçık bir göstergesidir.

"Hani siz demiştiniz ki: ‘Ey Musa biz bir yemeğe dayanamayız, bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği sebzesinden, acurundan, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın.’ (Musa): ‘İyi olanı, daha aşağı olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada size istediğiniz var’ demişti üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu; Allah'ın gazabına uğradılar; öyle oldu, çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı, isyana daldıkları, sınırı aştıkları için bunu hak ettiler.” (Bakara, 61)

Nankör kimseler, her dönemde var olagelmiş, Rab’lerinin verdiği nimetlere karşı şükretmek yerine nankörlük yaparak isyan etmişlerdir. Bu durum, bütün açıklığı ile günümüzde de devam etmektedir. Yüce Allah (cc), verdiği nimetlere nankörlük edip isyan edenleri, her dönemde değişik şekillerde cezalandırmıştır.

Günümüzde, Rab’lerinin kendilerine verdiği malı, fiziksel güç ve güzelliği, ilim ve bilgiyi Allah yolunda kullanmayıp nankörlük ederek isyan ve azgınlıklarında sınır tanımayanlar, tarihsel süreçteki seleflerini takip etmektedirler.

Yüce Allah’ın, kullarına olan lütuf ve ihsanı, kulları, nankörlük yapmadıkları sürece devam eder, ancak onların nankörlük yapmaları durumunda yüce Allah (cc), onlara gazap eder ve onları acı bir azaba sürükler. Salih amellerde bulunan kullarına da, bol nimetli cennetlerde o nimetlerini sürekli kılar.

Nimete şükretmek, iman ve hidayet işidir; bunu da ancak iman eden kimseler yapabilirler. Onlar, yoktan varedilişlerini, bir damla su iken eşrefil mahlûk oluşlarını, bir şey bilmez iken ilmi kaynağından alışlarını, insan olma, hidayete ulaşma onurunu bilir ve bunun, âlemlerin Rabb’i tarafından kendilerine bir lütuf olarak verildiğine iman ederler. Bu nedenle Mü’minler, Rab’lerine şükrederler; şükrettikçe de hem O’nun rızasını kazanırlar, hem de O’nun, ahirette kendilerine vereceği daha büyük nimetlere ulaşırlar.

82- Ve Ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hidayet bulan kimseye karşı çok bağışlayıcıyımdır.

Kendisine nankörlük yapıp isyan eden, şirk koşup küfre sapan kullarına karşı bile çok merhametli olan yüce Allah (cc), onları, yaptıkları isyan ve küfürlerinden dolayı derhal ceza vermemekte, rızıklarını kesmemekte, tevbe etmeleri için fırsat vermektedir.

“Eğer Allah, insanları, yaptıkları (her) haksızlıkla cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı; fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler, süreleri geldiği zaman da bir saat dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” (Nahl, 61)

İnsanların, birbirlerine yaptıkları onca zulüm ve haksızlık, işledikleri günahları, Rab’lerinin çok merhametli oluşu nedeniyle anında helak edilmemekte, onlara fırsatlar verilerek tevbe etmeleri istenmektedir. Yüce Allah (cc), hatalarını anlayıp tevbe edenlerin hem günahlarını bağışlamakta hem de ahirette onları mükâfatlandırmaktadır.

“Eğer size dünyada ve âhirette Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız yaygarada size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (Nur, 14)

İnsan, beşer olarak eksiklerle mücehhezdir; bu nedenle hata yapabilir, ancak hatada ısrar etmemeli, hatasında ısrar ederek onu, Rabb’ine isyana dönüştürmemelidir.

Saptırıcı kimseler, belamlar

Planlı ve programlı yapılan işlerde hata payı daima az ve hataların telafi edilmesi mümkün olabilir. Plansız işlerde hem daha büyük hata yapılabilir hem de hataların giderilmesi zor olur. Kavmi daha yeterince imani bir olgunluğa ulaşmadan Hz. Musa (as), alelacele Rabb’ine gidiyor, ancak geride hesap edemediği durumlar ortaya çıkıyor.

83- ‘Seni kavminden çabucak ayrıl(ıp gel)meğe sevk eden nedir ey Musa?’

84- ‘Onlar benim arkamdan geliyorlar ya Rabbi razı olman için sana çabuk geldim.’ dedi.

85- (Allah): ‘Ama biz senden sonra kavmini sınadık; Samiri onları saptırdı’ dedi.

Yüce Allah’ı razı etmek, elbette dünyevi bütün işlerden daha önemlidir; ancak O’nu razı edebilmek, belirlediği kurallara uygun hareket etmekle mümkündür. Hz. Musa (as), Rabb’inin rızası doğrultusunda görevini yapmanın huzuru içinde Rabb’ine gitmişti.

Her toplumda, insanları hakka davet edenler bulunduğu gibi toplumu saptıran kimseler de bulunmaktadır. Bu nedenle Hakka davet yapanlar, öncelikle bu saptırıcı unsurlara dikkat etmelidirler. Çünkü bu saptırıcılar, her fırsatta sürekli fitne üreterek insanları saptırmaya, yanlış yollara sürüklemeye çalışırlar. Bu nedenle de saptırıcı kimseler tespit edilip bunlarla ilgili önlemler alınmalıdır. Aksi halde istenmeyen durumlar ortaya çıkacak, onarılması zor tahribatlar meydana gelecektir.

86- Bunun üzerine Musa, çok kızgın ve üzgün bir halde kavmine döndü: ‘Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Süre mi size uzun geldi, yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız?’

Konulan hükümlere, belirlenen ölçülere, verilen sözlere sadık kalınmalıdır; bunlara aykırı hareket etmek insanı sapıklığa ve yanlışa sürükler. Hz. Musa (as)’a iman ettiklerini söyleyenler, gerçekte iman etmemiş, gönülden teslim olmamışlardır ki, daha o, içlerinde iken ve Fir’avn’ın zulmünün izleri üzerlerinde duruyorken yeniden küfre gönül açmışlar, eski sapıklıklarına dönmek istemişledir.

“İsrail oğullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar: ‘Ey Musa, (bak) bunların nasıl ilahları var, bize de öyle bir ilah yap’ dediler, (Musa): ‘Siz, gerçekten cahil bir toplumsunuz; şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır. Allah, sizi âlemlere üstün yapmış iken size Allah'tan başka bir ilah mı arayayım?’ dedi.” (A’raf, 138-140)

Sapıklık içerisine giren kimseler, bu sapıklıklarına her zaman kılıf uydurmuşlar, kendi mantıklarında yaptıklarını meşru göstermeye çalışmışlardır. Bu durum, bugün de aynen devam etmekte; beşeri küfür kanunlarına uyanlar, kendileri uygun mazeretler ileri sürerek içerisinde bulundukları şirk ve küfür halini örtbas etmeye çalışmaktadırlar.

87- ‘Kendi malımızla senin sözünden çıkmadık, fakat o milletin süs(eşyas)ından bize yükler yükletilmişti, onları (ateşe) attık, aynı şekilde Samiri de attı’ dediler.

88- (Samiri,) onlara, böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı, dediler ki, ‘Bu sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahıdır, fakat o unuttu.’

89- Onlar görmüyorlar mı ki o (buzağı) kendilerine bir söz söyleyemez; bir zarar ve yarar veremez?

Tüm sapmalar, iyi niyetlerle başlamış, daha sonra giderek katılaşarak dönülmez bir hal almıştır. Daha iyiye, daha güzele ulaşma düşüncesi, kimi zaman en kötü, en çirkin bir duruma neden olmuştur. Hz. Adem (as)’ın, cennette sürekli kalma ve ölümsüz olma düşüncesi, Rabb’inin belirlediği kurallar içerisinde olmadığı için onu, az daha Rabb’inin azabı ile yüzyüze getirecekti.

Günümüzde, daha iyi hizmet etme ya da İslâm’ı daha iyi anlatma düşüncesi ile küfrün belirlediği ölçüler içerisinde hareket edenler, Rab’lerinin belirlediği esaslar dışında çıkmışlar, tıpkı İsrail oğulları gibi, kendi elleri ile küfür ve şirke düşmüşlerdir. Bunlar da, tıpkı İsrail oğullarının dediğini demekte ve “Bizim amacımız, tağuti sistemin kanunlarını kullanarak İslâm’a hizmet etmektir” diyorlar.

Günümüz sapıkların uydurdukları mazeretleri, İsrail oğullarının ileri sürdükleri mazeretin hemen hemen aynısıdır. Onlar da, ‘Kendi malımızla senin sözünden çıkmadık, fakat o milletin süs(eşyas)ından bize yükler yükletilmişti, onları (ateşe) attık, aynı şekilde Samiri de attı.’ diyorlardı. Ancak sonuç itibarı ile İsrail oğulları, buzağıyı ilah edinirlerken, günümüz sapıkları da, yüce Allah’a ait olan hüküm koyma hakkını bu sistemlere vererek tağuti sistemleri ilah edinmişlerdir. Günümüz sapıkları da tıpkı İsrail oğulları gibi, tağuti sistemlerin, kendilerine bir fayda ve zarar vermeyeceklerini ve onları, Rab’lerinin azabından kurtaramayacaklarını bilmiyorlar.

Emanete ihanet edenler

Burada dikkat çeken önemli bir husus da İsrail oğullarının; ‘Kendi malımızla senin sözünden çıkmadık, fakat o milletin süs(eşyas)ından bize yükler yükletilmişti, onları (ateşe) attık,” sözüdür. İsrail oğulları, Mısırlıların kendilerine emanet olarak verdikleri altın ve gümüş gibi değerli eşyaları, sahiplerine vermeyerek gasp etmişlerdir. Emanete ihanet, İsrail oğullarının eskiden beri yaptıkları bir usulsüzlüktür.

“Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder; onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez. Onlar ‘Ümmilere karşı bize bir sorumluluk yoktur.’ dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah'a karşı bile bile yalan söylüyorlar.” (Al-i İmran, 75)

İsrail oğulları, insanları kendilerine verdikleri değerli eşyalarını, gayri meşru bir şekilde kullanarak kendi akıllarınca onu yememiş oluyorlar, ancak kötü amaçları için o malları kullandıklarını ifade ederek yaptıklarını meşru göstermeye çalışıyorlar.

Günümüzde de bazı kimseler, insanlardan topladıkları yardım paralarını, kendi sülfi emelleri ve mensup oldukları hiziplerin çıkarları için kullanarak kendilerince hayırlı bir iş yaptıklarını sanıyorlar; oysa bunların yaptıkları, İsrail oğullarının yaptıklarından farksızdır. Çünkü sonuç itibarı ile bunlar, insanların hayır için verdikleri paraları, Allah yolunda kullanmayıp insanlara ve emanetlerine bir şekilde ihanet ederek harcıyorlar.

Küfür ve şirke, zulüm ve haksızlıklara karşı susulmaz

Risalet önderleri ve Tevhid erlerinin mücadelelerinin ana omurgasını, Tevhidi esasları ortaya koyduktan sonra küfür, şirk, zulüm ve haksızlıklara karşı tavır almaları oluşturmuştur. Onlar, kendi toplumları içerisinde, bir taraftan insanları, Rablerini Bir’lemeye davet ederlerken diğer taraftan toplumda var olan yanlışlıklara, zulüm ve haksızlıklara tavır almışlar, karşı çıkmışlardır.

90- Önceden Hârûn, kendilerine: ‘Ey kavmim, andolsun siz bununla sınandınız, Rabbiniz, o çok esirgeyendir; bana uyun, buyruğuma itaat edin.’ demişti.

Mü’minler, toplum içerisinde hiçbir zaman pasif ve silik bir kişiliğe sahip olamazlar. Onlar, bulundukları her yerde, Hak ve Hakikatın temsilcileri oldukları bilincinde hareket edecekler, İslâm’a aykırı bir durumla karşılaştıklarında ona, söz ve davranış olarak müdahale edeceklerdir. Mü’minler, çevrelerinde cereyan eden olaylara karşı müdahil olmalarına rağmen şayet bir netice elde edemezlerse, bu durumda orayı terk etmeli, orada işlenen günahlara ortak olmamalıdır.

“(Allah) size Kitapta indirmişti ki, Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman onlar, başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz; şüphesiz Allah, bütün münafık ve kâfirleri cehennemde toplayacaktır.” (Nisa, 140)

Hz. Harun (as), bütün gücü ile İsrail oğullarının sapıklıklarına karşı çıkmış elinden geleni yapmıştır. Ancak küfür ve isyanı şiar edinen inatçı İsrail oğulları, ona saldırmış, birçok peygamberi öldürdükleri gibi onu da öldürmeye kalkışmışlardır.

“Musa, kavmine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız? Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Harun): ‘Anamın oğlu, bu insanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. (Ne olur) düşmanları üstüme güldürme, beni bu zalim kavimle beraber tutma!’ dedi.” (A’raf, 150)

Mü’minler, sapıklık karşısında hiçbir şekilde susmamalı, pasif olmamalı, köşesine çekilmemelidir. Hz. Harun (as), İsrail oğullarının sapıklıklarına karşı tavır almış, bununla denendiklerini söylemiştir. Ancak azgınlığı yol edinen İsrail oğulları, sapıklıklarında ısrar etmişler, küfür ve şirk içerisinde kalmayı yeğlemişlerdir.

91- Dediler: ‘Musa bize dönünceye kadar buna tapmaktan vazgeçmeyeceğiz.’

İsrail oğulları, bulundukları durumun yanlış olduğunu biliyor, ancak bu yanlıştan dönmek istemiyorlar. Yapılan bir yanlıştan tevbe ederek dönmek, ancak mü’min kimselerin yapabilecekleri bir erdemlilikdir.

Bulundukları durumun farkında bulundukları, peşinden gittikleri kişillerin nasıl olduklarını bildikleri halde sırf, kimi çıkarlar elde etmek, kimi duygularını tatmin etmek için durumlarını değiştirmeyenler, asıl itibarı ile içerisinde bulundukları şirk ve küfürde kalmakta ısrar eden İsrail oğullarından farksız kimselerdir. Bunlara, ne anlatılırsa anlatılsın, hiçbir fayda vermez bulundukları bataklık içinde çırpınıp dururlar.

Zulme müsamaha edilmez

Zulme, küfür ve şirke, hiçbir neden ve gerekçe ile müsamaha edilemez, edilmemelidir de! Bunun için gerektiğinde bir bedel de ödenebilir. Aksi halde zulüm, bir yangın gibi her yere sirayet eder; zalimler, nice mazlumların canını yakar, nice günahsızları yoldan çıkarırlar. Zulme göz yumanlar, bu mazlum ve günahsızların günahlarını da yüklenmiş olurlar, zalimlerle beraber azabı hak ederler.

“(Öyle) bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir); bilinki Allah'ın azabı çetindir.” (Enfal, 25)

Zalimlerin suçuna ortak olmamak için, onların karşısında olmak ve zulümlerine engel olmaya çalışmak gerekir. Hz. Harun (as), hayatını ortaya koyarak bu sapıklılığa karşı çıkmış, onları engellemeye çalışmıştır.

92-93- (Musa) ‘Ey Hârûn, onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu (da önlemedin)? Neden bana uymadın, buyruğuma karşı mı geldin?

94- (Hârûn): ‘Ey anamın oğlu, sakalımı, başımı tutma; ben senin 'İsrâil oğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın' diyeceğinden korktum.’ dedi.

Hz. Musa (as), kavminin içerisine düştüğü sapıklığa o denli üzülmüş, o denli kızmıştır ki, yapılan sapıklığa engel olmadığını düşündüğü Kardeşine saldırmaktan kendini alamamıştır. Ancak daha sonradan işin iç yüzünü öğrendiğinde, Kardeşine karşı yaptığı harekete üzülmüş ve Rabb’ine yönelerek dua etmiştir.

“(Musa): ‘Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin içine sok, merhametlilerin en merhametlisi sensin!’ dedi.” (A’raf, 151)

Mü’minler, bir konuyu araştırırlarken ya da bir konuda hüküm verirlerken, konu ile ilgili her detayı bilmeli, tarafları dinlemeli, deliller elde etmeli ve ondan sonra karar vermelidirler. Aksi halde bilmeden masum bir insana zulmedilebilir. Araştırmalar sonucunda muhakkak ki konu netleşecek ve gerçekler ortaya çıkacaktır.

95- (Musa, Samiri'ye): ‘Ey Samiri, senin amacın nedir?’ dedi.

96- (Samiri): ‘Ben, onların görmediklerini gördüm; Elçinin eserinden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.’ dedi.

Tarihi süreçte ve günümüzde bütün saptırıcılar, suret-i Haktan görünerek insanları saptırmışlardır. Samiri, nasıl ki, Elçinin eserinden bazı gerçekleri alarak, cahil kimseleri peşine takmış, onlara süslü vaadlerde bulunarak saptırmış ise, Samiri’yi örnek edinen günümüz belamları da, aynı yöntemle hareket ederek Rasulün getirdiği eser olan Kur’an’dan kimi ayetleri alıp insanları saptırmışlardır.

Tevhidi esaslara davet eden Hz. Musa (as)’ın, yanlış yolda olduğunu ve onun ilahının da buzağı olduğunu söyleyecek derecede küfür ve azgınlığında sınır tanımayan Samiri, İsrail oğullarının hoşuna giden bir put yaparak onları Rab’lerine isyan ettirmişti.

“(Samiri,) onlara, böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı, dediler ki, ‘Bu sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahıdır, fakat o unuttu.” (Taha, 88)

Samiri’nin yaptıklarının aynısını günümüz belamları da yapmakta, yüce Allah’ın birliğinden, O’nun hükümlerinden ve en güzel örnek Rasulullah (as)’ın Sünnetinden saptırmak için dillerini eğip bükerek değişik yalanlar ortaya atarak insanları kandırmaktadırlar. Bunlar, ayetleri, kendi sülfi emelleri için kullanıp çıkardıkları kitap, dergi ve kasetleri satarak insanların maddi ve manevi değerlerini sömürmektedirler.

Nefislerini ön plana çıkarıp geçici bir haz alma adına “nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.” diyerek Hakkı batılla bulayanlar, insanları davet ettikleri ve desteklenmesini istedikleri sistemlerle beraber yüce Allah’ın azabına çarpıtılacaklardır.

97- (Musa): ‘Git, artık hayat boyunca sen: 'Bana dokunmayın!' diyeceksin, sana vadedilen bir ceza var ki ondan asla şaşırılmayacaksın; şimdi durup taptığın ilahına bak, biz onu yakacağız, sonra onu ufalayıp denize savuracağız.’ dedi.

Tarihsel süreçteki saptırıcılarla günümüz saptırıcıları arasından, isimleri ve bulundukları zaman dışında hiçbir fark yoktur. Onlar, kendi dönemlerindeki rasullere iman eden insanları kandırırlarken günümüz saptırıcıları da Hz. Muhammed (as)’a ve getirdiği Tevhidi esaslara iman eden insanları saptırmak için çalışmaktadırlar.

Saptırıcılar, Samiri gibi yaptıklarından belki geçici bir zevk ve haz alabilirler, ancak sonuç itibarı ile dünya ve ahirette acı bir azaba müstehak olacaklar, hak ettikleri cezayı göreceklerdir. Allah yolundan insanları saptıranlara ve onlara uyanlara, hayatlarını Kur’ani esaslara göre değil de kendi hevalarına göre düzenleyenlere, elbette yüce Allah’tan büyük bir gazap ve acı bir azap vardır. Bu, yüce Allah’ın vaadidir.

“Buzağıyı (ilah olarak) benimseyenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir! İşte biz iftiracıları böyle cezalandırırız, ancak kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip iman edenler, muhakkak ki Rabbin, ondan sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir.” (A’raf, 152-153)

Yüce Allah (cc), yegâne tek İlah’tır

98- sizin İlahınız ancak Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur; O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır.

Muhakkak ki yüce Allah (cc), dünya ve ahirette tek İlah’tır. O’nun mülkünde ortağı yoktur, yaratıp düzenleyen, rızıklandırıp hüküm koyan, merhamet edip bağışlayan, her şeyi kontrolü altında tutan, yarattıklarının her hallerinden haberdar olandır.

“O, Allah'tır ki O'ndan başka İlah yoktur; görülmeyeni ve görüleni bilir, O çok esirgeyen, çok acıyandır. O, Allah'tır ki O'ndan başka İlah yoktur, Padişahtır, Mukaddestir, Selâm (esenlik), Mü'min (güvenilen), Müheymin (kollayıp koruyan), Aziz (üstün), cebbar, mütekebbirdir! Allah (müşriklerin) ortak koşmalarından yücedir. O, yaratan, var eden, biçim veren Allah'tır; en güzel isimler O'nundur, göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nun yüceliğini anarlar. O, aziz, hâkimdir.” (Haşr, 22-24)

“O ki (her şeyi) yarattı, düzenledi ve O ki, takdir etti, hedefini gösterdi ve O ki otlağı çıkardı, sonra da onu kupkuru, siyah bir çöpe çevirdi.” (A’la, 2-5)

“Rabbiniz o Allah'tır ki; gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşa istiva etti (düzenledi), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter, güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur; âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!” (A’raf, 54)

Bu ve daha yüzlerce ayette ortaya konulan bütün bu ilahi gerçeklere, yaşanan hayattaki delillere rağmen, yüce Allah’tan yüzçevirip insanları, O’ndan başka bir ilaha ve otoriteye yönlendirmek, apaçık bir sapıklık ve yüce Allah’a karşı isyan ve savaştır.

Belamlar, hangi gerekçe ile olursa olsun, insanları, yüce Allah’ın hükümünden başka bir hükmü kabule, başka otoriteleri tanımaya, tağuti sistemleri desteklemeye davet etmeleri, yüce Allah’tan başkasını ilah edinmişler, O’na karşı apaçık bir şekilde savaş ilan etmişlerdir.

İslâm’dan başka bir din ve sistem için mücadele edenler, onların hayatiyetlerini sürdürmelerine çalışanlar, bu din ve sistemlere destek olmaya, oy vermeye insanları teşvik edenler, küfre girmişler, tağut yolunda mücadele ederek Allah’a karşı savaş açmışlardır. Bu savaş, tağuti sistemlerin taraftarları ile Tevhidi esasları insanlara duyuran, yalnızca yüce Allah’a kul olmaya davet eden Müslümanlar arasındadır.

“İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğût yolunda savaşırlar; o halde şeytanın dostlarıyle savaşın, çünkü şeytanın tuzağı zayıftır.” (Nisa, 76)

Ulûhiyet, Rububiyet ve Meliklik, yalnızca yüce Allah’a aittir ve bu gerçeği kabul edenler, hayatlarını, Rab’lerinin indirdiği Kur’ani esaslara göre düzenmiş, Tevhidi esasları insanlara duyurarak bu gerçeği tasdik ettiklerini göstermiş olurlar. Aksi halde söylem bazında kalan ifadeler hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Tarihi süreç, bu gerçekleri kabul edip onun mücadelesini verenlerin örnekleri ile doludur.

99- Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz; gerçekten sana katımızdan bir Zikir verdik.

Yüce Allah (cc), Kendisine kulluğun, Tevhidi esaslara davetin nasıl yapılacağını, Hak batıl, Tevhid şirk mücadelesinde nasıl bir metod uygulanacağını, geçmiş rasullerin ve Tevhid erlerinin mücadelelerinden örnekler vererek apaçık bir şekilde açıklamıştır.

Geçmişte yapılan Tevhid şirk mücadelesini, iman edenler için örnek veren yüce Allah (cc), onların da, aynı metodu takip etmelerini istemiştir. Bu nedenle Kur’an dışındaki hiçbir mücadele yüce Allah’ın rızasına muvafık olmayacak, böyle bir mücadele yapanlar, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği yolu terk ettikleri için sorumlu olacaklardır.

100-101- Kim ondan yüz çevirirse o, kıyamet günü (ağır) bir günah yüklenecekdir; sürekli olarak o yükün altında kalacaklardır. Kıyâmet gününde bu, onlar için ne kötü bir yüktür!

Kabirde kalış süresi

Kur’an’da bildirilen sünnetullahtaki mücadele metodundan yüzçevirenler, çok ağır bir sorumluluğun, yani günahın altına girmiş olacaklar ve o günah altında ezilip kalacaklardır. Onların yüklendikleri günah, onlar için gerçekten çok kötü bir yüktür.

102-104- O gün Sûr'a üflenir ve o gün suçluları, gömgök (kör olarak) süreriz; kendi aralarında gizli gizli, ‘(kabirde) on günden fazla kalmadınız’ derler. Onların dediklerini biz daha iyi biliriz; en akıllıları ise: ‘Siz yalnız bir gün kaldınız’ der.

Burada, kabirde kalış süresi gerçeğine bir kez daha işaret edilmektedir; dikkat edilirse, aralarında konuşanlar, dünya hayatında ağır bir günah yüklenmiş kimselerdir; onlar, kabirde bir gün, hatta bir saatten fazla kalmadıklarını söylemektedirler.

“Saat başladığı gün suçlular, (kabirde) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler, işte onlar (dünyada da haktan) böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: ‘Andolsun siz, Allah’ın yazısınca ta yeniden dirilme gününe kadar kaldınız, işte bu, dirilme günüdür, fakat siz bilmiyordunuz!” (Rum, 55–56)

Ayette belirtildiği üzere suçlular, kabirde kalınan süre konusunda bir bilgi sahibi değildirler. Onların, kabirden kalkışlarında ifade ettikleri sözlerinden anlaşılacağı üzere kabirde herhangi bir azap görmedikleri de anlaşılmaktadır.

“Sûr'a üflendi; işte onlar kabirlerden Rablerine koşuyorlar; ‘Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahmân'ın vadettiği şey budur, demek peygamberler doğru söylemiş’ dediler, sadece bir tek ses olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler.” (Yasin, 51-53)

Kabir konusunun daha geniş açıklaması için, Yasin suresi, 51-53. ayetlerin tefsirine ve Kur’ani Kavramlar kitabımızda Kabir âlemi başlığına bakılabilir.

Kıyamet saati, gerçekten çok korkunç bir saattir! O gün, her şey, çok korkunç bir şekilde yerlerinden kopacak, güneş dürülecek, yıldızlar dökülecek, denizler kaynatılacak, dağlar, atılmış yün gibi savrulacak, insanlar, çıldırmış bir halde sağa sola kaçışacak ve nihayet her şey dümdüz olacaktır. Kıyamet konusunun geniş bir açıklaması için Tekvir ve Karia sürelerinin tefsirine bakılabilir.

105-107- Sana dağlardan soruyorlar; de ki: ‘Rabbim onları ufalayıp savuracak, yerlerini boş, dümdüz bırakacaktır; orada ne bir eğrilik ne de bir tümsek görmeyeceksin.’

Rahmân'ın huzurunda toplanma günü

İnsanı, kendisine kulluk yapması için yaratan yüce Allah (cc), onu, dünya hayatında başıboş bırakmamış, yaptığı her şeyi, söylediği her sözü, yaratılış gayesine uygun yapıp yapmadığını sorgulayacak, bunun sonucunda hak ettiğini kendisine verecektir. Bu nedenle herkes, o gün hakkında verilecek kararı bekleyecektir.

108- O gün (mahşerde) hiç pürüzü olmayan çağrıcıya uyarlar; Rahmân'ın huzurunda sesler kısılır, fısıltıdan başka bir şey işitemezsin.

Rab’lerini inkâr eden ve O’na iman eden herkes, dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere hesap gününde, Rahman olan Rab’lerinin huzurunda toplanacaklardır. Bu, herkes hakkında, adil bir şekilde karar verilecek gündür. Bu nedenle sesler kısılmış bir halde herkes, hakkında verilecek kararı beklemektedir.

Mü’minler, dünya hayatında tüm hesaplarını, sosyal siyasal ilişkilerini, Rab’lerinin huzurunda toplanıp hesap verecekleri güne göre yaparlar. Bu çok önemli günde pişmanlığın, özür dilemenin faydası olmayacak, iyi işler yapmak üzere dünyaya geri dönülmeyecektir. Yüce Allah (cc), huzurunda toplanacakları gün için önceden insanları sürekli uyarmış, dünya hayatlarındaki yaşantılarını buna göre düzenlemelerini istemiştir.

“Namazı kılın ve O'ndan korkun, varıp huzuruna toplanacağınız O'dur.” (En’am, 31)

“Ey iman edenler, aranızda gizli konuştuğunuz zaman günah, düşmanlık ve Rasule karşı gelme üzerinde konuşmayın; iyilik ve takva üzerinde konuşun ve huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun.” (Mücadele, 9)

Hayatın her alanında, bireysel ve toplumsal her işte temel ölçü, yapılan her şeyin bir gün yüce Allah’ın huzurunda toplanarak hesabının verileceği üzerine yapılmalıdır. Mü’minler, her söz ve işlerini Rab’lerinin huzuruna dönecekleri duyarlılığı ile yaparlar.

“Ey iman edenler (elçi), sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah'ın ve Rasulünün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O'nun huzuruna toplanacaksınız.” (Enfal, 24)

“Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalbleri korkudan ürpererek verirler.” (Mü’minun, 60)

Rab’lerini unutarak hesaplarını dünya hayatına göre yapanlar, ilişkilerini, kendi arzularına göre düzenleyenler, hiç gelmeyeceğini ummadıkları, bu nedenle yalanladıkları o gün ile karşılaşmışlardır. O gün, dünya hayatında ilah edindikleri kişilerle araları açılmış, tek başlarına kalmışlar ve gerçek İlahları olan Rab’lerinin huzuruna gelmişlerdir.

“Sonra onlar, gerçek İlahları olan Allah'a döndürülürler; doğrusu hüküm, yalnız O'nundur; O hesap görenlerin en çabuğudur.” (En’am, 62)

“Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar); nihayet kendilerine ansızın o saat gelip çatınca, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak: ‘Hayatta (iman etmekten) geri kalıp günah işlememizden ötürü vah bize’ dediler. Bakın, ne kötü şeyler yüklenip taşıyorlar!” (En’am, 31)

Dünyada, bir amirin, müdürün ya da daha yüksek makamda bulunan birisinin huzuruna çıkan kimseler, bunun için kılık kıyafet de dâhil her türlü hazırlığı yaparlarken, Rab’lerinin huzuruna çıkma konusunda bir hazırlık yapmamaları, açık bir şekilde Rab’lerini inkâr değilse bile O’nu önemsememe ve huzuruna çıkmayı düşünmemedir ki bu, sonuç olarak inkârdır.

“Onları bir araya toplayacağı gün, sanki onlar sadece gündüzün, görüşüp, tanıştıkları bir saati kadar dünyada kalmış olurlar. Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayıp, yola gelmemiş olanlar, en büyük ziyana uğramışlardır.” (Yunus, 45)

Yüce Allah’ın huzuruna çıkacağını düşünen kimseler, elbette bunun için hazırlık yapar, Rab’lerinin dünyada kendilerine bildirdiği Kitabın gereklerini yerine getirirler. Çünkü onlar, bu Kitaplarından kıyamet günü sorgulanacaklarını bilirler.

Yüce Allah’ın huzurunda, başlar öne eğilmiş bir halde herkes hakkındaki kararı bekleyecek, kimse konuşamayacak, yalnızca Rahmanın izin verdikleri konuşacaklardır.

109-111- O gün Rahmân'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez. O, onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar ise bilgice O'nu kavrayamazlar; bütün yüzler, o diri ve yöneticiye boyun eğmiştir; zulüm yüklenen perişan olmuştur.

Kur’an, her kavrama değişik anlamlar yükleyerek kavrama zenginlik kazandırdığı gibi şahitlik kavramına da değişik anlamlar yüklemiş, kimi zaman şahitlik, kimi zaman da şefaat diye tanımlanmıştır. Kur’an’ın bu anlatım zenginliğini kavramayanlar, çoğu zaman kavramların anlamlarını daraltarak kendi mantıklarınca anlamlar yüklemişlerdir.

Kur’an, şahitlik kavramını kimi yerde şefaat olarak tanımlarken, kimi yerde de insanların anladıkları anlamdaki şefaat olarak tanımlamıştır. İnsanların anladığı manada bir şefaatin olmadığını birçok ayetinde apaçık bir şekilde belirten Kur’an, bu anlamdaki bir şefaatin ancak yüce Allah (cc) tarafından yapılacağını bildirmiştir.

İnsanlar tarafından herhangi bir şefaatin yapılması sözkonusu değildir. Onlardan ancak yüce Allah’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseler, şahitlik yapacaklardır. Bu ayette ifade edilen şefaat, şahitlik anlamındadır. Aşağıdaki iki ayet, bu surede geçen şefaatin şahitlik anlamında bir şefaat olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

“O gün Rûh ve melekler, sıra sıra dururlar, ancak Rahmân’ın izin verdiği konuşabilir, o da doğruyu söyler.” (Nebe, 38)

“Yalnız Rahmân’ın huzûrunda söz almış olanlardan başkaları şefâat edemezler.” (Meryem, 87)

Kur’an’da, çok açık bir şekilde bazı kimseler tarafından yapılacağı iddia edilen bir şefaatin olmadığı belirtilmiş, insanlara yardım etme ve onların günahlarını bağışlama yalnızca yüce Allah’ın elinde bulunduğu haber verilmiştir. İnsanların insanlara şefaati ancak onlar hakkında şahitlik yapmalarıdır ki, o da yüce Allah’ın izin verdiği kimselerdir.

Yüce Allah (cc), kulları ile arasında herhangi bir aracı istememekte, herkesin, bizzat kendisinin yaptıklarından sorumlu olduğunu ve ancak bu durumda kurtuluşa ereceklerini bildirmektedir.

112- Kim iman ederek iyi olan işlerden yaparsa artık o, ne zulümden, ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.

Rab’lerinden kendilerine gönderilen Kitab’a iman edip hükümleri doğrultusunda yaşayanlar, Rab’lerini razı etmiş kimseler olarak yaptıklarının karşılığını alacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.

Kitab’ın kolay ve anlaşılır olması, onun insanlar tarafından daha rahat kabul edilmesini sağlayacak ve böylece iman edenler, adeta yaşayan kitap haline geleceklerdir. Kur’an, insanlar tarafından kolay anlaşılması için, insanların kullandıkları konuşma dili ile gönderilmiştir. Okuma yazma bilen herkes, okuduklarında anlayabilecekleri gibi, dinleyen kimseler de Kur’an’ın mesajını çok rahatlıkla anlayabilmektedirler. Bu nedenle ilk dönem Müslümanlarının çoğu, okuma yazma bilmedikleri halde diledikleri Kur’an’a iman etmişler ve hayatlarını onun hükümleri doğrultusunda düzenlemişlerdir.

113- Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki korunsunlar yahut (Kur'ân,) onlara bir hatırlama yaptırsın.

Surenin girişinde Kur’an’la ilgili çok geniş bir açıklama yapılmıştı; bu ayette Kur’an’ın, Arapça indirildiğine, uyarı ve hatırlatma olduğuna vurgu yapılarak insanlara yapacakları ve yapmayacakları şeyler hatırlatılmış, Kur’an’a uyulmaması sonucunda uğrayacakları akıbetin ne olacağı hususu onlara bildirilmiştir.

Kur’an, insanın hayatını düzene koyduğundan okunup geçilecek bir Kitap değildir. Bu nedenle okunan her ayet düşünülmeli, iman edenlerden ne istendiği, nelerin yapılması ya da yapılmaması konusunda hangi hükümleri içerdiği öğrenilmeli ve hayata aktarılmalıdır. Bunun aksine bir davranış kişiye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, onu sorumluluk altına da sokar. Bu nedenle yüce Allah (cc), uyarıyor.

114- Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir; sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'an'ı acele okumağa kalkma; ‘Rabbim, ilmimi artır!’ de.

Kur’an’ın verdiği mesaj, uyarı ve öğütler anlaşılmadan ve bu bildirilen hükümler doğrultusunda hayat düzenlenmeden yalnızca okuyup geçmek Kur’an’ı anlamamaktır. “sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'an'ı acele okumağa kalkma;” burada çok önemli bir uyarı vardır; okunan bir ayetin bildirdiği doğrultuda hareket etmeden acele ile Kur’an’ı okuyup hatim yapmanın doğru olmadığı bildirilmektedir. Nitekim yüce Allah (cc), bu konuda şöyle bir ikazda bulunmaktadır.

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz; yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında en sevilmeyen bir şeydir.” (Saf, 2-3)

“Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz; aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara,44)

Kur’an’ı, yalnızca okuyup geçmek, gereği yapılmadığı halde ayetlerini insanlara tavsiye etmek, insanları Kur’an’la uyarmak, kişiye ancak sorumluluk getirir. Böyle bir tutum içerisinde olanlar, ancak akılsız kimselerdir ki bunlar, yüce Allah (cc) indinde büyük bir sorumluluk altına girmişlerdir.

Kur’an, insanların hayatını Tevhidi esaslar doğrultusunda düzenlemek için gönderilmiştir. Bu amacın dışında Kur’an’ı yorumlamak, onu başka alanlarda kullanmak kişiye büyük bir sorumluluk getireceği gibi, Kur’an’ı, kendi arzuları için kullanan, ondan çıkar sağlayan kimselere yüce Allah (cc), lanet etmiştir.

“Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şey gizleyip, onu birkaç paraya satanlar var ya işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey koymuyorlar; kıyâmet günü Allah ne onlara konuşacak ve ne de onları temizleyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; onlar, hidâyet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azap satın almışlardır. Onlar ateşe, karşı ne kadar da dayanıklıdırlar(!)” (Bakara, 174-175)

Hz. Adem (as)

İnsanlık tarihinde, en eski mücadele, Tevhid-şirk mücadelesidir; öyle ki bu mücadele, insanın yaratılışı ile başlamış ilk büyük mücadeledir. İlk insan Hz. Adem (as)’ın yaratılışına ve ona bildirilen ilkelere karşı ilk mücadele, İblis (aleyhillane)nin, yaptığı itiraz ve yüce Allah’a isyanı ile başlamış, değişik isimler altında çeşitli yöntemlerle ve zaman zaman şiddetlenerek günümüze kadar süregelmiştir.

“Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: ‘Adem için secde edin!’ dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis etmedi, o secde edenlerden olmadı.” (A’raf, 11)

116- Meleklere: ‘Adem'e secede edin’ demiştik, secde ettiler, yalnız İblis diretti.

İnsanı, yaratan yüce Allah (cc), ona, uyacağı kuralları da bildirmiş, ancak insan, kendisine bildirilen hükümler konusunda gereken hassasiyeti göstermemiş, İblis’in oyununa gelmişti.

115-Andolsun biz, önceden Adem'e emretmiştik, unuttu, Biz onda bir azim bulmadık.

İblis’in, Hz. Adem ve eşine olan kin ve düşmanlığı, onlarla mücadelesi, Hz. Adem (as)'ın yaradılışından hemen sonra başlamış, yeryüzüne gönderildikten sonra da devam etmişti. Bu mücadele bugün Hak batıl, Tevhid şirk mücadelesi olarak devam etmektedir.

“(Allah) buyurdu: ‘Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ (İblis): ‘Ben, ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın’ dedi.” (A’raf, 12)

Kendini haklı ve üstün görme mantığı, İblis’i Rabb’ine isyan ettirmiş, küfür ve şirke düşürmüştür. İblis’in bu sakat mantığı, ondan sonra tüm beşeri sistemlerde ve Rab’lerine isyan eden kişilerde aynen devam etmiştir. Oysa üstünlük, yüce Allah’a gereği gibi iman etmekte ve O’nun bildirdiklerini aynen kabul edip hayat prensibi olarak yaşamaktadır. Rab’lerinin bildirdiklerini kabul edenler, her zaman ve her yerde üstündürler. İşte meleklerin bile cevap veremedikleri o muhteşem üstün olma durumu.

“Adem'e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘Haydi, doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin,’ dedi.” (Bakara, 31)

“(Allah) buyurdu: ‘Ey Adem, onların isimlerini bunlara söyle’ (Adem), onların isimlerini söyleyince (Allah): ‘Ben size, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri bilirim, dememiş miydim?’ dedi.” (Bakara, 33)

Yüce Allah (cc), Hz. Adem ve eşine, hükümlerine uydukları, konulan kuralları çiğnemedikleri sürece, cennette ebedi kalıp rahat bir hayat süreceklerini, hiçbir sıkıntı çekemeyeceklerini bildirmiş, İblis’in kendilerini aldatmalarına ve her türlü yalanlarına karşı uyanık olmalarını istemiştir.

117-119- Dedik ki: ‘Ey Adem, bu, senin ve eşinin düşmanıdır; sakın, sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun; şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksını ve sen susamayacaksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin.

“(Allah): ‘Ey Adem, sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yeyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz." (A’raf, 19)

Yüce Allah (cc), bildirdiği hükümlere iman edip ona uygun yaşayanlara, huzurlu ve mutlu bir hayat vadederken, hükümlerini tanımayan, bildirdiği kurallar doğrultusunda hareket etmeyenleri de, sahip oldukları onurlarını ellerinden alarak onları alçaltmıştır.

“(Allah) buyurdu: ‘Öyleyse oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir, çık, çünkü sen aşağılıklardansın!” (A’raf, 13)

İblis, Hz. Adem (as) ve eşine karşı bütün kin ve düşmanlığıyla hareket etmiş, onlara her türlü kötülüğü yapacağını açıkça bildirmiştir. İnsana bu denli düşman olan İblis (aleyhillane) ve yardımcıları, boş durmamış, insanları Allah yolundan ve Risalet önderlerinin metodlarından saptırmak için çeşitli sistemler içinde, değişik kılıf ve metodlarla günümüze kadar durmadan, dinlenmeden uğraşmış, halen uğraşmakta ve kıyamete kadar da uğraşacaklardır.

“(İblis) ‘şu benden üstün yaptığını gördün mü; şayet beni kıyamet gününe kadar ertelersen onun zürriyetine kumanda edeceğim, ancak pek azı hariç’ dedi.” (İsra, 62)

İblis, Hz. Adem (as)’ın yaratılışına itirazı sonucunda, yüce Allah’a isyan etmiş, bu isyanı, onun yüce Allah’ın rahmetinden kovulmasına ve lanetlenmesine neden olmuştur. Bunun üzerine iblis (şeytan), yüce Allah’a, insanları nasıl saptıracağını söylemiştir.

"Allah ona lanet etti ve o da dedi ki; ‘Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım; onları mutlaka saptıracağım, onları mutlaka boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim; hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim. Allah'ın yaratışını değiştirecekler.’ Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa, muhakkak ki o açık bir ziyana uğramıştır." (Nisa, 118-119)

"Öyle ise, beni azdırmana karşılık, and içerim ki ben de, onlar için senin doğru yolunun üstüne oturacağım; sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.’ dedi." (A’raf, 16-17)

Batılın, dalalet ve sapıklığın başı olan İblis (alleyhillane), ilk insan Hz. Adem (as)’a karşı takındığı kin ve düşmanlık neticesinde insanları Allah yolundan saptıracağına yemin etmiş, mücadelesini de bu kin ve düşmanlık doğrultusunda ortaya koymuştur.

İnsanların rahat etmelerini istemeyen İblis (aleyhillane), Hz. Adem (as) ve eşini aldatarak cennetten çıkmasına, onların yeryüzünde sıkıntılı bir hayat çekmelerine neden olmuştur. İblis, bir sinsi tavırla onlara yaklaşmış, sanki onların iyiliğini istiyormuş gibi davranarak onları kandırıp nimet yurdu cennetten çıkarılmalarını sağlamıştır.

120-121- Nihayet şeytan ona fısıldayıp: ‘Ey Adem, sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?’ dedi. O ağaçtan yediler, böylece kendilerine kötü yerleri göründü, üstlerini cennet yaprağıyle örtmeğe başladılar. Adem Rabbinin buyruğuna karşı geldi de şaşırdı.

Beşeri şeytani düzenler ve metodlar, insana huzur vermez

Yüce Allah (cc), kullarının iyiliğini istediği için onların, rahat ve huzurlu bir ortamda yaşayacakları kuralları koymuş, onlara, bu kurallara uymaları halinde kurtuluşa ereceklerini bildirmiştir. İnsanlar, yüce Allah’ın koyduğu kurallara göre hareket ettikleri sürece, dünya da huzurlu ve mutlu olacaklar, ahirette de cennete kavuşacaklardır.

İnsanlar, yüce Allah’ın koyduğu kuralları bırakıp şeytani kurallar olan beşeri sistemlerin kurallarına tabi oldukları zaman, dünya hayatında hiçbir zaman huzurlu ve mutlu olamayacakları gibi ahiret hayatında da azabın en şiddetlisine gireceklerdir.

Hz. Adem (as), yüce Allah’ın kendisine vaadettiği cennette sürekli kalma vaadini unutarak İblis’in, hile ve aldatmadan ibaret yalanlarına kanması sonucunda ebedi saadet yurdu olan cennette yaşamaktan mahrum olmuş, sıkıntılı bir hayat süreceği dünyaya gönderilmiştir. Hz. Adem (as), amacına ulaşmak için, yüce Allah’ın koyduğu kurallara göre hareket edecek yerde şeytanın sözlerine göre hareket etmiş ve alçalmıştır.

“Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı, ağacı tadınca çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: ‘Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?” (A’raf, 22)

İblis’in ortaya koyduğu metodla hareket eden Hz. Adem (as) melek olmak ya da ölümsüzleşerek ebediyyen yaşamak ve cennette kalmak için şeytanın, yalan ve sahtekarlığa dayanan yolunu (metodunu) seçmiş, yüce Allah’ın ebediyyen cennette kalması için kendisine gösterdiği yolu bırakarak basit bir metod olan şeytanın yalanlarıyla gayesine ulaşmak istemiş, ancak başarılı olamamıştır.

Hz. Adem (as), kendisine verilen nimetleri bir an unutmuş ve daha iyiye, daha güzele ulaşma isteği ve zannıyla kendisi için konulan metodu düşünmeden bırakmış, İblis’in metoduna tabi olmuştur. İblis’in metoduna tabi olmak, onu daha iyiye değil, aksine en kötü hale sürüklemiştir. Yüce Allah’ın bildirdiği hükümler dışında hareket etmek, hiçbir şekilde insanı yüceltmez, tam aksine onu küçük düşürür ve zelil eder.

Hak olmayan yollarla yüce Allah’ı razı etmek mümkün değildir; yüce Allah (cc), kullarının uyacakları kuralları belirlemiş, bu kurallara uyulması halinde Kendisini razı edeceklerini ve kurtuluşa erebileceklerini bildirmiştir. Hz. Adem (as), kendisine bildirilen kuralları bırakmış şeytanın metodu ile amacına ulaşmaya çalışmıştır. Ancak hedefine ulaşması mümkün olmamış, tam aksine hüsrana uğramıştır.

Hz. Adem (as)’ın başarılı olması elbette mümkün değildi; nasıl mümkün olsun ki, Rabbi onu uyardığı, yapması gerekeni kendisine söylediği ve izlemesi gereken yolu bildirdiği halde o, bunları dinlememiş gereğini yerine getirmemiş İblis’in metodunu izlemeye kalkışmıştır. Ancak sonuç itibarı ile Hz. Adem ve eşi hüsrana uğramışlardır.

“Derken şeytan onlar(ın ayağın)ı oradan kaydırdı, içinde bulundukları (nimet yurdu)ndan çıkardı; dedik ki: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin, yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." (Bakara, 36)

İnsanın yeryüzüne gönderilişi ile başlayan Hak-batıl mücadelesi, günümüze kadar şiddetlenerek sürmüş ve bütün şiddetiyle, hızından hiçbir şey kaybetmeden halen de devam etmektedir. Hak-batıl mücadelesinde her iki taraf da kendi inandıkları inanç metodlarıyla mücadelelerini sürdürmüşler, kendilerine tabi olanları, koydukları kurallara göre şekillendirmeğe çalışmışlardır.

Batılın, dalalet ve sapıklığın başı olan İblis (alleyhillane), ilk insan Hz. Adem (as)’a karşı takındığı kin ve düşmanlık neticesinde insanları Allah yolundan saptıracağına yemin etmiş, mücadelesini de bu kin ve düşmanlık doğrultusunda ortaya koymuştur.

“(İblis): ‘Rabbim, beni azdırmandan ötürü andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım.’ dedi.” (Hicr, 39)

Yeryüzünde Hakkın temsilcileri olan mü’minler, iman ettikleri Tevhidi ilkeler doğrultusunda ve Rab’lerinin kendilerine bildirdiği ilahi mesajın belirlediği metoda uygun bir şekilde mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Onlar, ne istediklerini açıkça ortaya koymuşlar ve insanların bu ilahi mesaja iman etmelerini istemişlerdir. Oysa batılın taraftarları, Hakk’ı getiren elçilere karşı sürekli bir şekilde yalanlar üreterek, iftira ve karalamalarda bulunarak mücadelelerini sürdürmüşler, insanları korkuya dayalı bir yöntemle kendilerine inandırmaya çalışmışlardır.

Yalana dayanan şeytani metoda karşılık mü’minler, İslâmi metodu açık ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Aksi halde İslâm’a girecek olanlar, şeytani metodla hareket edecek, bu durum¬da Allah'ı razı etmek yerine O’na isyan edeceklerdir.

"(Şeytan) onlara söz verir, umut verir, fakat şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir." (Nisa, 120)

Davası batıl olan İblis (aleyhillane), yalan, dolan ve sahtekârlığa dayanan metodunu ortaya koymuş, insanları saptırmaya yönelik davasını bu metodla günümüze kadar, insan türünden yardımcıları eliyle sürdürmüş, kıyamete kadar da sürdürecektir.

İnsana bu denli düşman olan İblis (aleyhillane) ve yardımcıları, hiçbir zaman boş durmamış, insanları Allah yolundan ve Risalet önderlerinin metodundan saptırmak için çeşitli sistemler içinde değişik kılıf ve metodlarla günümüze kadar durup dinlenmeden uğraşmış, halen uğraşmakta ve kıyamete kadar da uğraşacaklardır.

Tevhidi esasların değişmezliğine karşı batıl metodun değişkenliği

Tevhidi mücadele, yüce Allah’ın belirlediği esaslar doğrultusunda ortaya konulur ve hiç kimse tarafından değiştirilemez. Bu, yüce Allah’a olan iman ve teslimiyetin gereği ve sonucudur. Bunun dışındaki her yol ve yöntem batıl, sapıklık ve küfürdür. İblis’e tabi olan beşeri sistemler, kendi hevalarından belirledikleri ve esas itibarı ile yüce Allah’ın koyduğu hükümlere alternatif olan metodlarla Tevhidi esaslara karşı çıkarlar.

İblis ve taraftarlarının, her yolu deneyerek mü’minlerle mücadele etmelerine karşılık mü'minler, yüce Allah'ın emrettiği ölçülere uygun davranışlar ortaya koyarak hareket ederler ve hiçbir şekilde şeytan ve taraftarlarının metodlarıyla hareket etmezler. Mü’minler, Tevhidi esaslar dışındaki metodlarla mücadele etmeleri halinde şeytanın tuzağına düşeceklerini ve Haktan sapıp şeytanın oyuncağı olacaklarını bilirler.

Mü'minler, yüce Allah'ı razı etme ve Tevhidi mücadeleyi sürdürme konusunda Sünnetullahta cari olan ilahi metoda tabi olmakla mükelleftirler. Bu metodu bırakmak, İblis’in metoduna uymaktır ki bunun sonu ancak hüsrandır. Bunun en bariz örneği Hz. Adem (as)'ın cennetten kovuluşunda açıkça görülmektedir. Bu nedenle Kur’an, mü’minlerin tabi olacakları yolu, yüce Allah’ın belirlediğini bildirmiştir.

“Doğru yola iletmek bize aittir.” (Leyl, 12)

İlk insanın yaratılışı ile başlayan Hakkı batılla bulayarak gerçeği gizleme ve Hakkı anlamama mantığı, Tevhid şirk mücadelesinin her döneminde ortaya çıkmış, günümüze kadar bütün unsurlarıyla ve sinsiliği ile devam edip gelmiştir. Hakkı savunan ve Tevhidi esasları ortaya koyan Risalet önderleri ile Tevhid erlerine ve onlara tabi olan Müslümanlara karşı, şeytan (aleyhillane) ve onun insan cinsinden yardımcıları her dönemde muhalefet etmişlerdir.

Risalet önderleri, Tevhid erleri ve Müslümanlar, Hz. Adem (as)’dan bugüne kadar sürekli olarak Rab’lerinin kendilerine bildirdiği gerçekler ile hareket ederlerken, şeytan ve ona tabi olan batıl tarafları, Hakkı batılla bulamışlar, gerçekleri gizleyip kendi arzularını doğru kabul ederek ona uymuşlardır.

Yüce Allah (cc), insanlığın babası ve ilk önderi olan Hz. Adem (as)'ı yarattıktan sonra onun nasıl hareket edeceğiyle ilgili kuralları koymuş, bu kurallara göre hareket etmesi halinde cennette ebedi kalacağını ve hiçbir sıkıntı çekmeyeceğini kendisine bildirmiştir. Bununla beraber ona, İblis (aleyhillaney)'i düşman bilmesini ve ondan sakınmasını da söylemiştir. Ancak Hz. Adem (as), kendisine bildirilen kurallara uymayarak şeytanın nasihatlarına kulak vermişti. Hatalarını geç de olsa anlayan, Hz. Adem (as) ve eşi, pişman olmuşlar ancak artık iş işten geçmişti.

"Dediler: 'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A’raf, 23)

"(Allah) buyurdu: 'Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız! dedi."( A’raf, 24-25)

İblis, Hz. Adem (as) ve eşine gelecek vadederek kandırmış, onların elbiselerinden sıyrılmalarına, çirkin yerlerinin görünmesine neden olmuştu. Bugün aynı şeytani düzenbazlık, onun insan cinsinden taifesi tarafından aynen devam ettirilmektedir.

Bugün şeytanın yandaşları, insanları, çeşitli vaadlerle aldatarak onları, sanatçı, şarkıcı, artist olma yalanları ile kandırmış, kadınların örtülerini çıkarmalarına, yarıçıplak bir halde sokaklarda dolaşmalarına neden olmuştur. Günümüzde televizyon setlerinde, çıplaklık teşvik edilmekte, birçok televizyon kanalında kadınlar pazarlanmaktadır.

Yüce Allah (cc), Hz. Adem (as)’a ilk gerçekleri bildirmiş, onun neslinden gelecek insanları da, bildirdiği gerçekler doğrultusunda hareket etmeleri için uyarmıştır.

“Adem, Rabb’inden birtakım kelimeler aldı (tevbe etti,) bunun üzerine (Rabb’i) onun tevbesini kabul etti; şüphesiz O, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir.

Hepiniz oradan inin, yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.’ dedik” (Bakara, 37-39)

Yüce Allah (cc), Tevhidi mücadelede mü’minlerin, şeytana ve şeytani beşeri düzenlere dikkat etmeleri konusunda Hz. Adem (as)’ın örnekliğini verir. Hz. Adem (as)’ın durumu, Tevhidi mücadeleyi, Rab’lerinin belirlediği ölçülere göre değil de içerisinde yaşadıkları şeytani tağuti düzenlerin kurallarına göre yapmaya çalışanlar için apaçık bir örnekliktir.

Hedefe ulaşmanın yolu, ilahi mesaja uymaktır.

Kısa ve doğru yolu, yalnızca yüce Allah (cc) gösterir ve O, kullarının bu yola uymalarını ister. O’nun bildirdiği kurallardan hareket edip hayatlarını düzenleyenler, her zaman ve her durumda huzurlu ve mutludurlar.

“Kısa ve doğru yolu Allah gösterir; ama o yoldan sapan da var. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl, 9)

İnsanlar, yüce Allah’ın koyduğu kuralları bırakıp beşeri sistemlerin kurallarına tabi oldukları zaman dünya hayatında hiçbir zaman huzurlu ve mutlu olamayacakları gibi ahiret hayatında da azabın en şiddetlisine gireceklerdir.

Şu bir gerçektir ki, yüce Allah’ın bildirdiği hükümler dışında hareket etmek, hiçbir şekilde insanı yüceltmez, tam aksine onu küçük düşürür ve zelil eder. Yüce Allah (cc), İblis’in, Hz. Adem (as) ve eşine kötülük yapacağını bildiği için, Hz. Adem (as)’ı uyarmış, İblis’e karşı uyanık olmalarını istemiştir.

Yüce Allah (cc), verdiği emirlere, koyduğu kurallara ister bilinçli isterse bilinçsizce olsun, karşı çıkan, bu karşı çıkışlarına tevbe etmeyip devam eden kimseleri bağışlamaz; onları, küfre girdikleri için, tıpkı İblis aleyhillaneyi rahmetinden ve cennetinden çıkardığı gibi kovar. Yüce Allah (cc), kullarını, şeytan ve onun dostları olan beşeri tağuti sistemlere karşı uyarmış, uyanık olmalarını istemiştir.

“Ey Adem oğulları, şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yaptık.” (A’raf, 27)

Gönderdiği Tevhidi esasları, amacı dışında kullananları lanetleyen yüce Allah (cc), bunların sapık kimseler olduklarını ve ateşe atılacaklarını bildirmiş, mü’minleri uyararak Kur’ani hükümler doğrultusunda hareket etmelerini istemiştir. Hz. Adem (as)’ın, emrettiği hükmün dışındaki hareketini örnek veren yüce Allah (cc), mü’minlere bunu hatırlatarak onları, belirlediği hükümlere aykırı bir hareketten sakındırmaktadır.

“Andolsun Biz, önceden Adem'e emretmiştik unuttu; Biz, onda bir azim bulmadık.” (Taha, 115)

İndirdiği hükümlere uygun hareket etmemeyi Kendisine karşı gelmek şeklinde değerlendiren yüce Allah (cc), böyle yapanların, İblis’e uyacaklarını ve büyük sıkıntılar çekeceklerini bildirmektedir.

Yüce Allah (cc), emrettiği hususlara uymamanın nasıl bir sonuç doğurduğunu İblis’in örneğini vererek açıklanmış, İblis’in, Rabb’ine isyan ettikten sonra insanları nasıl aldatacağını haber vermiş ve onun, hangi yollarla insanları kandıracağını bildirmiş, bu konularda mü’minlerin duyarlı olmalarını istemiştir.

Yüce Allah’ın hükümlerinden yüz çevirmek, gereğini yapmamak, açıkça ifade edilmese bile, yüce Allah’a isyan, kibir ve azgınlıktır. İnsanlar, yüce Allah’ın hükümlerinden yüz çevirmekle yücelmeyecek, İblis’in durumunda görüldüğü üzere, tam aksine alçalacaklardır.

İlahi mesaja karşı çıkan kişilerin, kibirlenip böbürlenerek nasıl azdıklarını bildiren A’raf suresinde, şeytanın vasfı olan kibir, böbürlenme ve azgınlığı yol edinenlerin nasıl helak edildiklerini bildirmektedir. Şeytana ait olan kötü sıfatlarından iman eden kimselerin uzak durmaları gerekir.

Tarihi süreçte, şeytanı ve taifesi olan beşeri sistemleri dost tutanların ayakları kaymış, kaybedenlerden olmuşlardır. Kur’an’ı hayat düsturu olarak alan ve Kur’an gerçeğinden hareket eden müminler, kendilerine düşman olan şeytan ve dostlarını her dönemde düşman bilmişler, ondan ve taraftarlarından gelecek her türlü vesveseyi Kur'an süzgecinden geçirerek reddetmişlerdir.

"Muttakiler, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman hatırlarlar, hemen (gerçeği) görürler. (Araf, 201)

Hatadan dönmek fazilet, hatada ısrar zillettir

Müminler, Hz. Adem (as)'ın içerisine düştüğü durumu bildiklerinden, Allah'ın yasakladıklarından kaçınmak için azami dikkati sarfederler, hata ile bir kötülük işledikleri ve nefislerine zulmettikleri zaman hemen Allah'ı hatırlayarak tevbe ederler.

"Onlar, bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler; günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir! Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler" (Al-i İmran, 135)

İnsan, eksik oluşu nedeniyle hata yapabilir, yanlışa düşebilir; önemli olan bu hatayı anlayıp dönmek ve tevbe ederek yüce Allah’tan af dilemektir. Hz. Adem (as), şeytana aldanarak büyük bir hata yapmış, ancak hemen akabinde tevbe ederek af dilemiştir.

“(Adem ve eşi) dediler ki: ‘Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz!” (A’raf, 23)

Hz. Adem (as), yaptığı hataya kılıf uydurmaya çalışmamış, İblis’in kendisini aldattığını ileri sürmemiştir. O, İblis’i dinlemekle hata yaptığını ve hatanın kendisinde olduğunu kabul etmiştir. Yüce Allah (cc), kullarının, beşer oluşları nedeniyle hata yapabileceklerini, ancak hatada ısrar edilmemesini ve hemen tevbe edilmesini istemiştir.

122- Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti, doğru yola iletti.

Oysa İblis, yüce Allah’ın “Secde et” emrini yerine getirmeyerek Rabb’ine isyan ettiği gibi, yaptığı bu hatanın müsebbibi olarak da Hz. Adem (as)’ı göstermiş, hatasında ısrar ederek azgınlığı seçmiştir. Yüce Allah (cc) da, İblis’i lanetleyip alçaltmış, rahmetinden kovmuş, Hz. Adem (as) ve eşini de, içerisinde bulundukları nimet yurdundan çıkarıp yeryüzüne göndermiştir.

123- Dedi ki: ‘Hepiniz oradan inin, birbirinize düşmansınız; şimdi benden size bir hidâyet geldiği zaman kim benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez.

Vahyin belirlediği ölçüler içerisinde hareket edenler, dünya ve ahirette sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ancak vayhi bırakıp şeytana ve şeytani sistemlere uyanlar, her iki dünyada da sıkıntıya düşeceklerdir.

Yüce Allah (cc), koyduğu hükümlerin aksine bilinçli olarak hareket eden ve bundan pişmanlık duymadan İblis gibi ısrar eden kimseleri bağışlamayacak, bu isyankârları, dünya ve ahirette cezalandıracaktır. Bilerek suç işleyenler, kalem suresinde örnek verilen Bahçe sahipleri gibi affedilmeyecek, dünya ve ahirette cezalandırılacaklardır.

Bahçe sahipleri, mallarından infak etmenin, Allah'ın emri olduğunu bildikleri ve içlerinden biri bu mükellefiyetlerini hatırlattığı halde, bunu yapmayarak Allah'ın emri¬ne karşı gelmişlerdi. Yüce Allah (cc) da bahçelerini yok ederek onlara, dünyevi bir ceza vermiş, hatalarını anlayıp pişman olmalarına rağmen ahirette de onlara büyük bir ceza olacağını bildirmiştir.

"Yazık bize, biz azgınlarmışız; belki Rabb’imiz, bize onun yerine ondan daha iyisini verir; biz Rabb'imize yönelir, O'ndan umarız’ dediler." (Kalem, 31-32)

"İşte azap böyledir, ahiret azabı ise daha büyüktür, keşke bilselerdi. (Kalem, 33)

Yüce Allah’ın indirdiği ilahi hükümleri terk edip beşeri tağuti sistemlerin kurallarına göre hareket edenler, kendilerine hatırlatıldığı ve kendilerinin de gittikleri yolun yanlış olduğunu bildikleri halde bunda ısrar etmekte, tevbe edip Tevhidi esaslara göre hareket etmemektedirler. İşte bunlar için de dünya ve ahirette acı bir azap vardır.

Ayetleri inkâr etmek, körlüktür

İman etmek, bilinçli bir seçim ve kabuldür! İman edenler, neye iman ettiklerini, iman ettikleri esasların kendilerinden ne istediğini, nasıl bir yaşantı sürmeleri gerektiğini bilirler ve ona göre hareket ederler.

İnkâr edenler, bu inkârın kendilerine neye mal olacağını düşünmezler. Çünkü inkârın, belli bir mantığı yoktur ve inkârcılar, körü körüne inkâr ederler. Dünya hayatlarında, kendilerine gelen gerçeklerin hakikatini görüp iman etmeyen inkârcıları yüce Allah (cc), kıyamet günü kör olarak haşredecektir.

124-125- Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim var; Kıyâmet günü onu kör olarak (yüce Divâna) süreriz. Rabbim der, niçin beni kör sürdün, oysa ben görür idim?

Rab’lerinin gönderdiği Tevhidi esaslara iman etmeyenler, iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen bu esaslar doğrultusunda hayatlarını düzene koymayanlar, Kur’ani hükümleri bırakıp beşeri şeytani sistemlere uyanlar, her iki dünyada da sıkıntıya düşeceklerdir.

Kur’an, gören ile kör olanı, ayetleri kabul ve inkâr şeklinde açıklamakta, gören kimselere iman edenleri, kör olanlara da inkârcıları örnek vermekte ve bunların bir olamayacaklarını bildirmektedir.

“Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (bunu inkâr eden) kör gibi olur mu? Ancak sağduyu sâhipleri öğüt alır.” (Rad, 19)

Kur’an, iman ve inkârı, çok değişik tanımlarla açıklamakta, iman için nur, ışık, aydınlık, basiret ve görme; inkârı da, karanlık, zulmet, kapkara ve körlük olarak belirtmektedir. Böylece yüce Allah (cc), iman edenlerin, dünya hayatında basiret sahibi gören kimseler olduklarını belirtirken inkâr edenleri de körler olarak tanımlamaktadır.

“Doğrusu size Rabbinizden basiretler geldi, artık kim görürse yararı kendisine, kim de kör (inkârcı) olursa zararı kendisinedir; ben sizin üzerinize bekçi değilim.” (En’am, 104)

Bir kimsenin, neden kör olarak haşredildiğini, kör olmanın ne demek olduğunu Kur’an çok açık bir şekilde belirtmekte ve inkârcı körleri üç grup halinde tasnif etmektedir; bunlar, kendilerine gelen ayetleri kabul etmeyenler, görmezden gelenler ve kabul ettiklerini iddia etmelerine rağmen o ayetlerin uygun yaşamayanlardır. Ayetleri inkâr edenleri yüce Allah (cc) şöyle tanımlıyor.

“İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; inanmazlar. Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir; onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 6-7)

“Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; dönmezler.” (Bakara, 18)

Kendilerine apaçık ayetler gönderilmesine rağmen bu ayetleri görmezden gelenler ve gereğini yapmayanlar da Kur’an’da kör ve sağırlar olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle yüce Allah (cc), kâfirlerin kör olduklarını bildirmektedir.

“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalbleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var fakat onlarla görmezler; kulakları var fakat onlarla işitmezler; işte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık ve işte gâfiller onlardır!” (A‘raf, 179)

Bu inkârcılar, dünyada kendilerine gönderilen Kur’an’ı bırakıp unuttukları ve hevalarını ilah edinip peşinden gittikleri için, kıyamet günü onlara rahmet edilmeyecektir.

126- (Allah) buyurur ki: ‘Nasıl sana ayetlerimiz geldiği zaman sen, onları unuttuysan bugün de sen öyle unutulursun’

“İçlerinden sana kulak verip dinleyenler de vardır fakat sağırlara sen mi duyuracaksın! Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa! İçlerinden sana bakanlar da var, ama körleri sen mi yola götüreceksin! Hele sezgileriyle de görmüyorlarsa!” (Yunus, 42-43)

Kur’an, ayetlere karşı umursamaz bir tavır takınanları da körler olarak tanımlanmış ve onların, tıpkı ayetleri inkâr edenler gibi kalpleri katılaşmış kimseler oldukları ve bu nedenle hidayete gelmeyecekleri bildirilmiştir.

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde onlardan yüz çeviren ve ellerinin öne sürdüğü(günâhlarını)nı unutandan daha zâlim kim olabilir! Biz onların kalbleri üzerine, onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koymuşuz; onları doğru yola çağırsan da, bu halde asla hidayeti bulmazlar, (kördürler).” (Kehf, 57)

Kur’an’da, görmek fiili, düşünmek ve akletmekle eş anlamlı kullanılmıştır. Bu nedenle gerçekleri düşünüp akletmeyen kimselerin, kör oldukları belirtilmiştir.

“Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki (önce geçenlerin başlarına gelenleri görüp) düşünecekleri kalbleri, işitecekleri kulakları olsun; zira gözler kör olmaz, fakat (asıl) göğüslerdeki kalbler kör olur.” (Hac, 46)

Göğüslerdeki kalbin kör olması insanı, kör sağır eder ve anlamaz bir hale sokar. İnkâr edenlerin, kalpleri perdeli olunca düşünme yetenekleri de işlemez hale gelir ve onlara ne anlatılırsa anlatısın işitmezler.

“Bu, onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın, inkâr eden kavmi doğru yola iletmeyeceğinden ötürü böyledir. Onlar, Allah'ın kalblerini kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir; işte gâfiller onlardır.” (Nahl, 107-108)

Dünya hayatında Rab’lerinin ayetlerine karşı kör ve sağır olanları yüce Allah (cc), ahiret hayatında da kör, sağır ve dilsiz yapar ve onları cehenneme sürer.

“Allah kime hidâyet ederse, işte doğru yolu bulan odur, kimi de sapıklıkta bırakırsa artık onlar için O'ndan başka veliler bulamazsın; Kıyâmet günü onları, yüzükoyun, kör, dilsiz ve sağır bir halde süreriz aaracakları yer cehennemdir, ateş her dindikçe, onlara çılgın alevi artırırız.” (İsra, 97)

İsraf etmek, ayetlere inanmamak

Yüce Allah (cc), ayetlerini inkâr edenleri, kör, sağır ve dilsiz olarak vasıflandırdığı gibi onların, israf eden kimseler olduklarını da bildirmektedir.

İsraf konusu, A’raf suresinde geniş biçimde açıklanmıştır; İsraf; Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, haddi aşmak, aşırı gitmek, gasp etmek, orta yolu bırakıp ifrata kaçmak, yüce Allah’ın koyduğu hükümler dışında hareket etmek, zulüm ve haksızlıkta sınır tanımamak, yüce Allah’ı hatırlamamak ve unutmaktır. İsraf fiilini işleyen kimselere müsrif denir. Yüce Allah (cc), israf edenleri ve ayetlerine iman etmeyenleri beraber zikreder.

127- İşte isrâf eden ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız; elbette âhiretin azâbı daha çetin ve daha süreklidir.

Yüce Allah (cc), isrâf eden ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları, daha önce nasıl cezalandırdığını, inkârcılara örnek olarak vererek onların, ibret almalarını istemektedir. Ancak ibret almak, akıl sahiplerine özgü bir haslettir; akletmeyenler, hiçbir şeyden ibret almazlar ve kendilerinden önce geçenlerin uğradıkları akıbete uğrarlar.

128-129- Meskenlerinde dolaştıkları, kendilerinden önce yaşamış nice nesilleri yok edişimiz onları hâlâ yola getirmedi mi! Elbette bunda akıl sâhipleri için ibretler vardır. Eğer Rabbin tarafından söylenmiş bir söz ve belirtilmiş bir süre olmasaydı, gerekli olurdu.

Yüce Allah (cc), elbette tüm inkârcı müşrik ve kâfirleri helak etmeye muktedirdir. Ancak O, Rahman sıfatı gereği onlara fırsat vermekte ve düşünüp iman etmelerini istemektedir. Kendilerine gösterilen bu rahmete rağmen inkârcılar, küfür ve şirklerinde diretmekte, iman etmemek için bahaneler ileri sürmektedirler.

130- Onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini överek tesbih et; gece saatlerinden bir kısmında ve gündüzün taraflarında da tesbih et ki memnun olasın!

Yüce Allah’a kulluğun başında vakitli olarak kılınması emredilen namaz gelmektedir. Kıyam, kıraat, rükû ve secdesiyle namaz, yüce Allah’a karşı kulluğun en temel esasıdır. Bu nedenle yüce Allah (cc), kullarının, günün belli saatlerinde, Kendisine yönelip namaz kılmalarını istemektedir.

“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde Allah'ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın, çünkü namaz, mü'minlere vakitli olarak farz kılınmıştır.” (Nisa, 103)

Duanın belli bir zamanı ve şekli yoktur; yürürken, otururken, yan üstü yatarken her halükârda dua edilebilir. Ancak namaz, hem vakit olarak, hem de şekil olarak farz kılınmıştır. Gerçek iman edenlerin, Rab’lerine karşı kulluğun en temel göstergesi olan namazı, kimi dünyalık mal için tehir etmeleri, kılmamaları mümkün değildir.

İman eden bir mü’minin, diğer insanların, yaşam tarzlarına özenerek, daha fazla mal kazanmak adına, namazı terk etmesi, iman esasları ile bağdaşmaz. Yüce Allah (cc), bu konuda kullarını uyararak vereceği mükâfatın daha hayırlı olduğunu bildirmektedir.

131- Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme; Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.

Çoluk çocuk endişesi, fakirleşme korkusu, daha fazla kazanma hırsı mü’minleri, Rab’lerine ibadet etmekten hiçbir şekilde alıkoymamalıdır. Onlar namazı, hayatlarının merkezine almalı, diğer tüm davranışlarını ona göre düzenlemelidirler. Mü’minler, rızkın, yüce Allah’ın elinde bulunduğunu, her şeyi kendilerine Rab’lerinin verdiğini bilerek hareket etmeli, namazlarını kılıp kulluk görevlerini yerine getirmelidirler. Namaz konusunda ailelerini de teşvik etmelidirler.

132- Ailene namazı emret, kendin de namaz kılmaya devam et; Biz senden rızık istemiyoruz, seni biz besliyoruz, sonuç takva(sâhipleri)nindir.

“Namaz, dinin direği(temeli)dir, onu terk eden dinini yıkmıştır” hadisi, yerinde ve doğru bir sözdür. Bu nedenle Mü’minler, kendileri namazlarına devam ettikleri gibi, ailelerine de namazı emretmeli, kıldırmalıdırlar.

Namazın terki, yüce Allah’a isyan bayrağını açmaktır; çünkü Rab’lerinin huzurunda durma erdemini göstermeyenler, hevalarını ilah edinmiş ve Allah’tan başka bir ilah edinmişlerdir demektir. Kişi, ister tembellik, ister, iş güç endişesi, isterse başka korku ve nedenlerle namazını terk etmesi, namazını terk etmesine neden olan o şeyleri, yüce Allah’tan daha çok değerli görmesidir ki bu, yüce Allah’a apaçık bir isyan, şirk ve küfürdür.

Kur’an, insanların düşünüp anlayacakları bir şekilde açıklanmıştır. Rablerine kulluk yapmak isteyenler, başka hiçbir kaynağa ihtiyaç duymadan Kur’an’ın belirlediği esaslar doğrultusunda kulluk görevlerini yerine getirirler.

133- Dediler ki: ‘Rabbinden bize bir ayet (mucize) getirmeli değil mi?’ Onlara, önceki Kitap'larda bulunan kanıt gelmedi mi?

Kur’an’ı yetersiz görenler, açık bir şekilde küfre girmiş sapmışlardır. Bunlara dünya hayatında bir süre mühlet verilir, sonra acı azaba sürüklenirler. İnkârcı kâfir ve müşriklere verilen mühlet, onların, kıyamet günü bir mazeret ileri sürmelerine de fırsat vermemektedir.

134- Şayet onları, ondan önce bir azap ile helâk etseydik: ‘Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!’ derlerdi.

Kalpleri katılaşmış küfür ve şirk ehlinin inat ve zorbalığına karşı mü’minlerin yapacakları şey, Rab’lerine tevekkül edip sabretmek, zorba inkârcıları, yüce Allah’a havale etmektir.

135- De ki: ‘Herkes gözetlemektedir; gözetleyin, düzgün yolun sâhipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, bileceksiniz!’

Ancak verilen mühleti değerlendirip iman etmeyenler ve günahlarından pişmanlık duyup tevbe etmeyenler için acı bir son ve cehennem vardır.

“Onlara mühlet veriyorum; doğrusu benim tuzağım sağlamdır.” (Kalem, 45)

Kıyamet günü, herkes, kendilerine verilen mühletten ve gönderilen elçilerden sorulacaklar, ancak o gün, pişmanlıkları onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır.

“Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şâhidiz’ dediler; dünyâ hayâtı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şâhidlik ettiler.” (En’am, 130)

Yüce Allah (cc), kıyamet günü pişmanlık duyulmaması için kullarının ne yapmaları gerektiğini bildirmekte, bu bildirilenler doğrultusunda hareket edildiği zaman onların mutlu bir hayat süreceklerini haber vermektedir.

 

mucahede@mucahede.com: 2014-09-26

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir