بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
MERYEM SURESİ
GİRİŞ
Bir hareketin, sürekliliği ve başarıya ulaşabilmesi, ancak samimi, güvenilir, akıllı ve yetenekli kimselerin varlığı ile mümkündür. Dünya tarihinde büyük başarılar ve devrimler, tarihin seyrini değiştiren buluşlar, akıllı ve yetenekli kişilerin çalışmaları ve gayretleri ile olmuştur. Nice büyük başarılar da, akılsız ve yeteneksiz kişilerin beceriksizlikleri sebebi ile yok olup gitmiştir.
Nice büyük imparatorluklar, ileriyi görmeyen, egolarını tatminden başka bir şey düşünmeyen, arzularının esiri olan kişilerin ellerinde yıkılıp tarihin derinliklerinde kaybolup gitmiştir.
Sahip oldukları değerleri, her şeyin üstünde tutan, soy-sop hastalığı taşımayan, taşıdıkları sorumluluğun bilincinde olan akıllı, ileri görüşlü kimseler, üzerinde bulundukları nimetin ve değerlerin sürekliliğini isterler. Bu nedenle kendilerinden sonra bu değerleri ve nimetleri koruyup kollayacak, daha da geliştirip yüceltecek yetenekli kişileri yetiştirirler; ancak bu, her zaman için mümkün olmayabiliyor.
Her önder, oluşturduğu yapının korunmasını ve devamlılığını ister. Bu nedenle kendisinden sonra bu yapıyı koruyup kollayacak ve devamını sağlayacak güvenilir kişileri yerine getirmeye çalışır. Tarihi süreçte bazı kimseler, kavmiyetçilik ve kan akrabalığı tutkusundan kendilerini kurtaramadıkları için, sırf akrabadır diye birçok yeteneksiz kişileri yerlerine bırakmışlar, ancak bu yeteneksiz kimseler, kısa bir süre içerisinde ya ihtiraslarının esiri olduklarından ya beceriksizliklerinden ya da yeteneksizliklerinden kendilerine bırakılan yapıyı yıkmışlardır.
Tarih, beceriksiz ve yeteneksiz, şehevi arzularından, kendi ihtiraslarından başka bir şey düşünmeyen kişilerin, bozuk yönetimleri sonucunda yerle yeksan olan nice imparatorlukların, büyük devletlerin örnekleri ile doludur.
Kutlu insanlardan meydana gelen Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin döneminden hemen sonra İslâm Devletini idare edenlerin, hırs ve ihtirasları, kavim kabile duyguları ile hareket ederek yerlerine yeteneksiz akrabalarını getirmeleri neticesinde İslâm Devleti yerini, kabile mantığına dayanan sultanların idarelerindeki devletler almış, İslâm ümmeti, birbirine düşman kamplara ayrılmıştır.
Son örneği, yakın tarihimizdeki Osmanlı İmparatorluğudur; üç kıtaya hükmeden imparatorluğun yıkılışının temelinde yine beceriksiz, kabiliyetsiz, şehvet düşkünü, akıldan noksan imparatorların idareye gelmesi yatmaktadır.
Sorumlu oldukları insanların yönetiminin daha iyi olmasını isteyen Risalet önderlerinden bazıları, kendilerinden sonra insanların idaresini üstlenecek kimseleri yerlerine bırakmak istemişlerdir. Bunlara Hz. İbrahim (as), Hz. Zekeriyya (as) ve Hz. Musa (as) örnek verilebilir. Bunlar, yüce Allah’a dua edip O’ndan yardım istemişlerdir.
Hz. İbrahim (as) yüce Allah’a, neslinden bazı kimseleri, insanlara önder yapması ve Beyt’ül Haram’a bıraktığı çocuklarına, insanların meyletmeleri için dua etmiştir.
“Bir zaman Rabbi İbrahim'i, birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da’ dedi. (Rabbi): ‘zalimlere ahdim ermez’ buyurdu.” (Bakara, 124)
“Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını, namazı kılsınlar diye senin Haram Evinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim; artık Sen de insanlardan birtakım gönüllülere onları sevdir ve onları çeşitli meyvelerle besle ki şükretsinler.” (İbrahim, 37)
Hz. Musa (as) da, Tur’a çıktığında yerine kardeşi Harun (as)’ı bırakarak oluşturduğu yapının korunmasını istemiştir.
“Musa ile otuz gece sözleştik ve buna on gece daha kattık, böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a dedi ki: ‘Kavmim içinde benim yerime geç ıslah et, bozguncuların yoluna uyma.” (A’raf, 142)
Toplumu yönetenler, idare ettikleri toplumu ıslaha çalışmalı, toplumu adil bir şekilde yönetmeli, insanlar arasında ayırıp yapmamalı, taraf tutmamalı, insanların yüce Allah’a kulluk görevlerini yapmalarını kolaylaştırmalıdırlar. Bu nedenle yöneticiler, oldukça duyarlı, hassas ve adil olmalıdırlar. Yöneticilerin, adil olmayışı, yeteneksiz ve tarafgir davranması, toplumun bozulmasına, toplumda tefrikanın oluşmasına neden olur.
Bir toplum içerisinde bozguncu, ırkçı ve tarafgir kimseler bulunuyorsa, akraba dahi olsalar, bunlar, kesinlikle idareye getirilmemeli, yönetimde bunlara yer verilmemelidir. Çünkü bunlar, toplumun bozulmasına, halk arasında huzursuzluğun, kargaşa ve anarşinin çıkmasına neden olacaklardır. Bu nedenle Allah rasulleri, bu hassasiyetlerini koruyarak hareket etmişler, kendilerinden sonra idareyi ele alacak kimselerin, yüce Allah’ın rızası doğrultusunda insanları yönetecek kişiler olmalarını istemişlerdir. Bunlardan biri de Hz. Zekeriyya (as)’dır.
Yaşlandığını ve artık toplumu idare edecek bir gücü kendisinde bulamadığını anlayan Hz. Zekeriyya (as), yerine geçecek birisini aramaya başlar. Ancak çevresindeki akrabalarının ve içerisinde bulunduğu toplumun durumunu çok iyi bildiğinden bunlardan hiç birisinin topluma yararlı olamayacağını düşünür. Bunun üzerine Rabb’ine yönelerek O’ndan yerine geçecek hayırlı birisini ister.
Yüce Allah (cc), elbette her samimi duayı kabul eden, karşılıkların en iyisini verendir. O, Hz. Zekeriyya (as)’ın duasına icabet ederek onun bile hayal edemediği, edemeyeceği güzellikte bir mükâfatı ona lütfetmiş, kısır olan hanımına, bir oğlan çocuğu hediye etmiştir. Yüce Allah (cc), zorda kalan ve Kendisine yönelen kullarının dualarına anında karşılık vermekte ve onları sıkıntılarından kurtarmaktadır.
Elbette yüce Allah (cc) için hiçbir güçlük yoktur; O, bir şeye “Ol” dedi mi, o şey anında oluverir. Yeter ki, O’na yönelenler, ihlas sahibi ve dualarında samimi olsunlar. Kâinatın Rabb’i olan yüce Allah (cc), dilediği bir şeyi, dilediği yerde ve zamanda hemen halk ederek vücuda getirir.
Meryem suresi, kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan yüce Allah’ın, Kendisine yönelen kullarının dualarına icabet ettiğini ve dualarını kabul ettiğini, Hz. Zekeriyya (as)’ın duasını örnek vererek ortaya koymaktadır.
Sure, yüce Allah’ın, zorda kalan kullarına nasıl yardım ettiğini, Hz. Meryem (as)’ın durumu vererek açıklarken, aynı zamanda O’nun, dilediği bir şeyi yoktan nasıl var ettiğini de Hz. İsa (as)’ın yaratılışı ile ortaya koymuştur.
Surenin Açıklaması
1- Kâf hâ yâ 'ayn sâd.
*Hurufu mukatta harflerinin anlamını, Kalem suresinin ilk ayetinin açıklanmıştı.
Dua; yüce Allah’ı zikretmek ve O’nun, kullarını zikretmesi ve bağışlaması
2- Bu, Rabbinin, kulu Zekeriyya'ya rahmetini anıştır.
Yüce Allah (cc), Kendisinine yönelerek zikreden kullarını, Kendisinin de onları zikredeceğini, “Rabb’inin, kulu Zekeriyya'ya rahmetini anıştır” ifadesi ile ortaya koymaktadır. O, kendisine yönelip dua eden kullarına rahmet ettiğini ve edeceğini bildirerek, kullarının kendisine dua etmelerini istemektedir.
“Öyle ise Beni anın ki, ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152)
Meryem suresi, insanların, samimi bir şekilde yüce Allah’a dua edip O’ndan yardım istemeleri halinde O’nun, kullarına yardım edeceğinin örnekleri ile doludur. Şu Kur’ani bir gerçektir ki, kim Allah’a yönelirse O da, o kuluna icabet eder ve her kim Rabb’ine içten, samimi bir şekilde dua ederse O da, dua eden kulunu karşılıksız bırakmaz. Bu yüce Allah’tan kullarına verilmiş bir sözdür.
“Kullarım, sana benden sorar(lar)sa, Ben (onlara) yakınım; dua eden, bana dua ettiği zaman onun duasına karşılık veririm; o halde onlar da bana karşılık versinler, bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar.” (Bakara, 186)
Kulun, samimi bir iman ve Rabb’ine kesin bir güven içerisinde yapacağı duaya, yüce Allah (cc), karşılık vereceğini bildirmiş, kullarının, Kendisine dua etmelerini istemiştir. Dua etmek, yüce Allah’ın büyüklüğünü tanımak, yüceliğini tasdik etmektir. Dua etmemek ise, büyüklenmek, böbürlenmek ve kibirli olmaktır ki, yüce Allah (cc), böbürlenip büyüklenenleri sevmez; böylelerini, aşağılık olarak cehenneme sürecektir.
“Rabbiniz buyurdu ki: ‘Bana dua edin, duanızı kabul edeyim; Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (Mü’min, 60)
Dua, kulun, kul olduğunun, eksik, noksan ve aciz oluşunun, Rabb’ine iman edişinin, O’na muhtaç olduğunu belirtmesinin apaçık bir göstergesidir. Rab’lerine dua etmeyenler, Rab’lerini inkâr eden kimselerdir ki, onların yeri ancak cehennemdir.
“De ki: ‘Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi ne yapsın; yalanladınız, bu yüzden cezalandırılmanız gerekecektir.” (Furkan, 77)
Dua, imani bir eylemdir; kişinin yüce Allah’a iman ettiğini ve O’na, her konuda yöneldiğini, söz ve tavırları ile Rabb’ine arz etmesidir. Dua etmeyenler, O’na iman etmediklerini ortaya koyan müstağni kimselerdir.
Dua, yüce Allah’ı zikretmektir ki O, dua edenlerin Kendisini zikrettiklerini ve Kendisinin de onları zikredeceğini bildirmektedir. Buna örnek olarak da Hz. Zekeriyya (as)’ın zikredişini vermekte ve Kendisinin de Hz. Zekeriyya (as)’ı zikrederek zikreden kullarını nasıl zikrettiğini ortaya koymaktadır.
Dua eden kul, Rabb’ine bir ihtiyacını arz emekte, kendisine verilen nimetlere karşılık O’na hamd etmektedir. Hangi nedenle olursa olsun, dua eden kimseler, Rab’lerine şükretmişlerdir. Dua etmeyen kimseler ise, Rab’lerine şükretmeyen, nankör kimselerdir.
Verilen nimetlere, kullarının hamd edişlerine örnek olarak yüce Allah (cc), Hz. Süleyman (as) ve Hz. Davut (as)’ı örnek vermektedir. Onlar kendilerini, ilim vererek yükselten Rab’lerine dua ile şükretmekte, nankörlük yapmamaktadırlar.
“Andolsun biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik de onlar: ‘Bizi iman eden kullarından birçoğuna üstün kılan Allah'a hamdolsun.’ dediler.” (Neml, 15)
Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca: ‘Ey karıncalar dedi, yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler.’ (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek: ‘Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok.’ dedi.” (Neml, 15-19)
Kulun, kendisine Rabb’i tarafından verilen nimetlere şükretmesi, onun için bir ibadet olduğu gibi aynı zamanda nankör bir kul olmadığını da Rabb’ine bildirmesidir. Bu nedenle kullar, kendi bedenlerine bahşedilen güzelliklere ve nimetlere şükretmeleri gerektiği gibi, Rab’lerinin kendilerine Hidayet verip imana kavuşturduğu ve sağlıklı oldukları için ve sahip oldukları eşleri, çocukları ve onların sağlıklı oluşları için, ellerinde bulunan, az olsun çok olsun, mallar için de şükretmeleri, kendilerine verilenleri inkâr etmediklerini ifade etmeleridir.
Zorda kalınması durumunda, yüce Allah’a yönelip dua etmekle ilgili Kur’an’da, birçok örnek mevcuttur. Yakalandığı ağır bir hastalıktan kurtulmak isteyen Hz. Eyyüb (as) ile Fir’avn’dan kaçan Hz. Musa (as)’ın, çaresizlik içerisinde Rab’lerinden yardım istemeleri, ihtiyaç durumunda yüce Allah’a dua etmeye örnek davranışlardır.
Hz. Eyyüb (as), çok ağır bir hastalıkla yıllarca mücadele etmiş, ancak bundan hiçbir şekilde şikâyetçi olmamış, gücünün tükendiği ana kadar sabretmiş, ondan sonra Rabb’ine yönelerek O’ndan yardım istemişti. Hz. Eyyüb (as),’ın Rabb’inden yardım istemesi artık dayanma gücünü yitirdiği bir zamandı.
Hz. Eyyüb (as), zaten her durumda Rabb’ine yönelip O’na dua ediyor, şükrediyordu. O, hastalığı konusunda da yine O’na yönelmiş, Rabb’i de ona yardım etmişti.
“Eyyüb’u da an; o, Rabbine: ‘Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin!’ diye dua etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş, kendisine bulaşan derdi kaldırmıştık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir öğüt olarak ailesini ve onlarla beraber bir katını daha vermiştik.” (Enbiya, 83-84)
“Ayağını (yere) vur, işte yıkanacak ve içilecek serin (bir su) (dedik).” (Sad, 42)
Yüce Allah (cc), kullarının, bir mücadele sonucunda, güçlerini aşan durumlarda kendisine yönelip yardım istemeleri halinde merhameti gereği onlara yardım edicidir. “Ol” demekle her şeyi anında olduran yüce Allah (cc), insanların ummadıkları yerden onlara yardım eder. O, zor durumda olan Hz. Eyyüb (as)’a da yardım etmiş ve bir kaynak suyu ile onun muzdarip olduğu hastalığına şifa vermiştir.
Mısır’da, hata ile bir Kıpti’yi, kazaen öldürdükten sonra Medyen’e doğru kaçan Hz. Musa (as), ne yapacağını bilmez bir halde, bir çeşmenin yakınındaki bir ağacın gölgesine oturmuş, koyunlarını sulayan diğer çobanlardan çekindikleri için, koyunlarını bir türlü sulamayan iki genç kızın beklediklerini görmüştü. Yerinden kalkıp onların koyunlarını sulayıp yeniden ağacın altına gelip gölgesinde oturmaya başlamıştı.
Gidecek bir yeri bulunmayan Hz. Musa (as)’ın karnı da acıkmış ve yiyecek hiçbir şeyi de yoktu; çaresizlik içerisinde Rabb’ine yalvarmaya başladı.
“(Musa) onların (koyunlarını) da suladı, sonra gölgeye çekildi: ‘Rabbim, doğrusu bana indireceğin bir hayra muhtacım’ dedi.” (Kasas, 24)
Kullarını en iyi bilen ve gören, kullarına karşı merhameti sonsuz olan yüce Allah (cc), Hz. Musa (as)’ın duasını kabul etmiş, onu, içerisinde bulunduğu çaresizlikten kurtarmıştı.
“Derken o iki kızdan biri utana utana yürüyerek ona geldi: ‘Babam seni çağırıyor, bizim için (koyunları) sulamanın ücretini verecek’ dedi. (Musa), o(kızların babaları)na gelip (başından geçen) hikâyeyi anlatınca o: ‘Korkma, o zalim kavimden kurtuldun’ dedi.
O(kız)lardan biri: ‘Babacığım, bunu (çoban) tut işte, çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü, güvenilirdir’ dedi. O zat, (Musa'ya) dedi ki: ‘Bana, sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer (süreyi) on(yıl)a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik)dir. Ben sana zahmet vermek istemem, inşaAllah beni iyilerden bulacaksın.” (Kasas, 25-27)
Kullarına karşı çok merhametli olan yüce Allah (cc), bu rahmet ve merhametinin, yalnızca peygamberler için değil, bütün kulları için geçerli olduğunu, onları, günahlarından tevbe edip kendisine yönelmeleri halinde bağışlayacağını bildirmektedir.
Allah, bütün günahları bağışlar
Yüce Allah (cc), kendisine yapılan her samimi müracaatı kabul ettiğini ve hangi günah olursa olsun bağışlayacağını haber vermiştir.
“Onlar, Allah ile beraber başka ilaha yalvarmazlar; Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur; Kıyamet günü onun için azap kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir olarak kalır, ancak tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenler, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
Kim tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbul bir kimse olarak Allah'a döner. ” (Furkan, 68-70)
Yüce Allah’ın, kullarına karşı bağışlaması ve merhameti o denli büyüktür ki O, kendisine şirk koşup isyan edenleri, indirdiği hükümlere aykırı hareket edenleri bile bağışlayacak büyüklükte ve yüceliktedir. Müşrik, günahkâr kullarını, kendisine yönelip dua ederek tevbe etmeleri halinde bağışlayacağını bildiren yüce Allah (cc), onların geçmiş günahlarını da iyiliklere değiştirmekte ve onları makbul birer kul olarak kabul etmektedir.
“(Tarafımdan) de ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar; çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 53)
Tevbe kapısını, kulları için sonuna kadar açık bırakan yüce Allah (cc), günahkâr kullarının bunu değerlendirmelerini, tevbe kapısından girecek kişilerin nasıl hareket edeceklerini de bildirerek buna uygun hareket etmelerini istemektedir. Tevbenin kabul edilmesi ve yüce Allah’ın, tevbe edenleri bağışlaması, onların Kur’an’a yönelmeleri ve ona uymaları ile mümkündür.
Yüce Allah’ın, kullarının tevbelerini kabul edip onları bağışlaması, ancak onların, tevbelerinde samimi olmaları ve iş işten geçmeden işledikleri günahlarından pişmanlık duyup tevbe etmeleri ile mümkündür.
“Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez; ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.” (Zümer, 54-55)
Tevbe ve yüce Allah’a yönelip dua etmek, ölüm ya da ölümün işaretleri gelmeden önce yapılmalı, tevbenin kabul edilmesi için de mutlaka Kur’an’a yönelinmeli ve Kur’an’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket edilmelidir. İşte ancak bu durumda yüce Allah (cc), kullarına karşı bağışlayıcı olacak ve onları affedecektir.
“Ve onlar bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler; günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir ve onlar, hatalarında bile bile ısrar etmezler.” (Al-i İmran, 135)
Tevbe, hata yapıldığı ve hatanın farkına varıldığı anda hemen yapılmalı, hatada ısrar edilmemeli ve yüce Allah’a yönelip bağışlamak için dua edilmelidir. Nitekim Hz. Davut (as) da böyle yapmış ve hata yaptığını anladığı anda Rabb’ine yönelerek tevbe etmiş, yüce Allah da onu bağışlamıştır.
“Allah'a göre, şu kimselerin tevbesi makbuldür ki, cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler; Allah, işte onların tevbesini kabul eder; Allah bilendir, hâkimdir.” (Nisa, 17)
Bilmeden, herhangi bir hata ya da günahın işlenmesi durumunda derhal tevbe edip yüce Allah’tan bağışlanma dilenmesi durumunda yüce Allah’ın, bağışlayıcı olduğu ile ilgili olarak Kur’an’da, Hz. Yunus (as)’ın tevbesi, Rabb’ine yönelerek dua etmesi ve Rabb’i tarafından bağışlanması örnek olarak verilir.
Hz. Yunus (as), yaptığı Tevhidi çağrıya, insanların icabet etmemesine kızarak içerisinde bulunduğu toplumu terk edip gitmişti. Onun, yüce Allah’ın izni olmadan, davet yerini terk etmesi üzerine Rabb’i onu bir imtihan sürecinden geçirmiş, yaptığı hatayı anlayan Hz. Yunus (as), çaresizlik içerisinde Rabb’inden bağışlanması için dua etmişti.
“Zünnun'u (Yunus ibn Matta'yı) da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı; nihayet karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum!’ diye dua etmişti. Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık; işte biz, Mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiya, 87-88)
Samimiyetle yapılan yöneliş ve duaları, yüce Allah (cc) kabul etmekte ve en güzel karşılıkları vermektedir. Yeter ki insan, yaptığı hatanın ve acziyetinin bilincinde olsun ve hatasında ısrar etmesin.
Yüce Allah (cc), Kendisine dua edenlere en güzel karşılığı verendir
Hz. Yunus (as)’ı, tevbe edip dua etmesi üzerine bağışlayan yüce Allah (cc), onu bulunduğu zor durumdan kurtardığı gibi ona, mükâfat olarak da çok daha büyük bir kavmi vermiş ve o kavme hidayet vererek Hz. Yunus (as)’ı sevindirmişti.
“Ve o (Zünnun)u yüz bin insana ya da daha fazla olanlara elçi gönderdik; iman ettiler, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.” (Saffat, 147-148)
Kendisine dua eden Hz. Süleyman (as)’a, hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve hükümranlık nasip eden yüce Allah (cc), cin ve şeytanlar da dâhil olmak üzere, yeryüzünde bulunan her şeyi ona boyun eğdirmişti.
“‘Rabbim, beni affet bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülk ver; çünkü Sensin o çok lütfeden, Sen!’ dedi. Biz, rüzgârı ona boyun eğdirdik; onun buyruğuyla, onun istediği yere tatlı tatlı eserdi ve şeytanları; her bina ustasını ve dalgıcı; zincirlerle birbirine bağlanmış başkaları(nı.)” (Sad, 35-38)
“Süleyman'a da fırtınayı (boyun eğdirmiştik); onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi; Biz her şeyi biliriz.(Enbiya, 81)
“Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize her şeyden bir pay verildi.’ Dedi; işte bu, açık bir lütuftur, Süleyman'a cinlerden insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı, hepsi bir arada düzenli olarak sevk ediliyordu.” (Neml, 16-17)
Hz. Eyyüb (as)’ı, yaptığı dua sonucunda, duçar olduğu amansız hastalıktan kurtaran yüce Allah (cc), ona da en güzel mükâfatları ihsan etmişti.
“Eyyub'u da an; o, Rabbine: ‘Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin!’ diye dua etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş, kendisine bulaşan derdi kaldırmıştık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir öğüt olarak ailesini ve onlarla beraber bir katını daha vermiştik.” (Enbiya, 83-84)
Hz. Zekeriyya (as)’ın da duasını kabul eden yüce Allah (cc), ona da mükâfatların en güzelini bağışlamıştı.
“Zekeriyya'yı da (an); Rabbine: ‘Rabbim, beni tek bırakma! Sen, vârislerin en iyisisin’ diye dua etmişti; onun duasını da kabul ettik ve ona Yahya’yı armağan ettik, eşini de kendisi için ıslah ettik. (çocuk doğurmağa elverişli bir hale getirdik). Gerçekten onlar, hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi.” (Enbiya, 87-88)
Dua etmek, hayatın her safhasında, her an ve durumda olmalıdır; bu öyle bir yönelme ve dua olmalı ki, hayatın tümünü kuşatmalıdır. Yüce Allah (cc), kullarının hayatın her anında Kendisine yönelmelerini istemekte ve Mü’minlerin hayatlarının her anında kendisine yöneldiklerini bildirmektedir.
“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde Allah'ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın; çünkü namaz, Mü’minlere vakitli olarak farz kılınmıştır.” (Nisa, 103)
Müslümanlar, yüce Allah’a yönelme hususunda hiçbir sıkıntı duymazlar ve hiçbir sıkıntı ile karşılaşmasalar bile her konu ve durumda Rab’lerine yönelirler. Yüce Allah’a yönelmek, Müslümanlar için ibadettir, bu nedenle onlar, yürürken, otururken ve yanları üzere yatarlarken sürekli Rab’lerini tefekkür ederler.
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: ‘Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru’ (derler)” (Al-i İmran, 191)
Hayatın her anında Rab’lerine yönelen Mü’minler, sıkıntı anlarında yüce Allah’a yönelmenin müşriklere mahsus bir hal olduğunu bilirler. Onlar, iyi günlerinde de sıkıntılı günlerinde de Rab’lerine yönelirler ve bundan huzur duyarlar. İşte ancak o durumda gerçek mü’min olurlar.
Samimiyetsiz ve yalnızca zora düşüldüğünde yapılan dua
Dua, her durumda ve her zaman için yapılmalı ve duada samimi olunmalıdır. Sıkıntıya düşüldüğü anda yapılan ve o anı kurtarmaya yönelik olan dua, ihlaslı olmayan bir duadır. Kullarına karşı merhametli olan yüce Allah (cc), kullarının samimiyetsizliği ve duadan sonra tevbelerinde durmamaları durumunda onları, acı bir azaba sürükler.
Hayatlarını, küfür ve şirk içerisinde geçiren müşrikler, ancak zorda kaldıkları ve ilah edindiklerinin kendilerine bir fayda vermediğini anladıkları anda yüce Allah’a yönelirler, fakat yüce Allah (cc) onlardan sıkıntılarını kaldırıp rahata kavuştuklarında eski şirk ve küfürlerine dönerler.
“(Denizde) onları, gölgeler gibi dalga(lar) sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar; fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı döner; zaten bizim ayetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.” (Lokman, 32)
“İnsana bir zarar dokundu mu hemen içtenlikle Rabbine yönelerek dua eder, sonra (Rabbi) ona kendisinden bir nimet verdi mi; önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler koşmağa başlar. De ki: ‘Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın!” (Zümer, 8)
Duada samimiyetsizlik ve tevbeden dönme, yüce Allah’a karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık ve nankörlüktür. Bu nedenle yüce Allah (cc), böyle kimselere, dünya hayatında biraz mühlet verir, sonra onları acı bir azap ile cezalandırır.
Hz. Zekeriyya (as), Rabb’ine teslim olan bir abide
İsrail oğullarının, azgınlıkta sınır tanımadığı bir dönemde, yüce Allah’a olan iman ve güveni sayesinde, en zor zamanlarında bile zerre miktarı taviz vermeden mücadele eden Hz. Zekeriyya (as), her durumda olduğu gibi, yaşlandığı zamanda da yalnızca Rabb’ine sığınmış, O’ndan yardım istemiştir.
Yüce Allah (cc), sadakat ve samimiyetle Kendisine yönelip dua eden ve rızasından başka bir şey istemeyen Hz. Zekeriyya (as)’ın, nasıl içten dua ettiğini ve Kendisinin de ona yardım ettiğini bildirmektedir.
3-6- O, Rabbine gizli bir seslenişle yalvarmıştı: ‘Rabbim, bende kemik gevşedi, baş, ihtiyarlık aleviyle tutuştu. Rabbim, sana dua ile hiçbir zaman bahtsız olmadım; doğrusu ben, arkamdan yerime geçecek yakınlarımdan korktum; karım da kısır, katından bana yerime geçecek bir veli lütfet ki (o), bana ve Yakup oğullarına mirasçı olsun, Rabbim, onu beğendiğin bir insan yap.’
İnsanın, Rabb’ine halini arz edip O’ndan yardım istemesi, çok önemli bir husustur. Dua eden kul ile Rabb’i arasında herhangi bir perde yoktur; münacat direkt O’na yapılmakta ve O, kulunun samimiyetini, düşünce ve duygularını, yüzündeki hüznü, mimiklerini ve her halini görmektedir. Bu nedenle yüce Allah (cc), kendisine çevrilen elleri boş bırakmaz, duayı anında kabul edip karşılığını verir.
“Orada Zekeriyya Rabbine dua etmiş: ‘Rabbim, bana katından temiz bir nesil ver, Sen duayı işitensin’ demişti.” (Al-i İmran, 38)
Yüce Allah (cc), Hz. Zekeriyya (as)’ın da duasına karşılık vermiş ve ona, hayırlı bir evlat nasip etmişti.
"Zekeriyya, mabette durmuş namaz kılarken, melekler ona: ‘Allah sana, Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olacak Yahya'yı müjdeler’ diye ünlediler.” (Al-i İmran, 39)
Hz. Zekeriyya (as)’a verilen öyle bir bağıştı ki, kendisini bile şaşırtmış, hayretlere düşürmüştü. O, güvenilir, hayırlı bir yardımcı, kendisinden sonra ıslah faaliyetlerini sürdürecek birini, içerisinde bulunduğu durumu, eşinin kısır oluşunu bildiğinden dolayı, İsrail oğullarına lider olabilecek bir yardımcı istemişti. Oysa Rabb’i ona, hayal bile edemediği bir oğul, hem de Rabb’i tarafından adı bile konulmuş bir oğul veriyordu.
7- (Rabb’i): ‘Ey Zekeriyya, biz sana bir oğul müjdeleriz, adı Yahya'dır; daha önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık.’
Hz. Zekeriyya (as), Rabb’inin her şeye gücü yettiğini bildiği, o güne kadar sayısız lütfuna mazhar olduğu halde, kendisine bahşedilen Hz. Yahya (as)’dan dolayı şaşkınlık içerisinde kalmış bir halde kendisinin ve eşinin durumunu Rabb’ine arz ediyordu.
8- (Zekeriyya): ‘Rabbim, benim nasıl oğlum olur; karım da kısırdır, ben ise ihtiyarlığın son sınırına vardım.’ dedi.
Peygamber de olsa, sonuçta Hz. Zekeriyya (as) da bir beşerdir; bu nedenle Rabb’inin her şeyi bildiğini, kendisi de bilmesine rağmen, kendisinin yaşlılığını, eşinin kısır oluşunu dile getiriyordu. Her şeyi yoktan var eden, Kendi koyduğu kanunları ancak Kendisinin değiştirme gücüne sahip olan yüce Allah (cc), lütuf ve merhametiyle Hz. Zekeriyya (as)’ı düşünmeye sevk ederek ona, kendi yaratılışını hatırlatıyordu.
“Dedi ki: ‘Rabbim, bana ihtiyarlık gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?’ (Allah): ‘Öyle (ama) Allah, dilediğini yapar’ dedi.” (Al-i İmran, 40)
9- ‘Öyledir, ama Rabbin: 'O bana kolaydır, daha önce sen de hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım' dedi.
İnsan, Rabb’inden kendisine lütfedilen bir şeyi, insanlara anlatmakta zorlanır, sıkıntı duyar. Özellikle İsrail oğulları gibi inat ve sapıklıkta haddi aşmışsa, bu anlatım çok daha zor olmaktadır. Bunun yanında kendini bilmezlerin, uyduracakları yalan ve iftiralar, insanı çok daha zor bir duruma sokmaktadır. Bu sıkıntıları duyan Hz. Zekeriyya (as), haddi aşmış İsrail oğullarına, bu durumu nasıl anlatacağını Rabb’ine arz ediyordu.
10- ‘Rabbim, bana bir işaret ver’ dedi; ‘Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde tam üç gece (ve gündüz) insanlarla konuşamamandır.’ dedi.
Her şeye gücü yeten, şaşkınlık içerisinde kalan kullara yol gösteren, onları, küfür ve şirkin karanlıklarından nurlu hidayet yollarına ileten yüce Allah (cc), Hz. Zekeriyya (as)’a, azgın İsrail oğullarına, durumu nasıl anlatacağını bildirerek ona yol gösteriyordu.
Yüce Allah’ın bildirdiği esaslara kesin teslimiyet
Yüce Allah’ın bildirdiği esaslara uygun hareket etmek, iman etmenin ve Müslüman olmanın gereğidir. Kur’an’a iman eden kimseler, hiçbir şekilde kınayanların kınamasına aldırış etmezler; çünkü onlar için asıl olan Rab’lerinin kendilerine bildirdiği esaslardır. Şu bir gerçektir ki insan, neyi önemsiyor ve önceliyorsa ona göre hareket eder ve hayatını ona göre düzenler.
“Rabbim, o halde bana bir alamet ver’ dedi; (Allah) buyurdu ki: ‘Senin alâmetin üç gün insanlarla işaretten başka türlü konuşamamandır; Rabbini çok an, akşam sabah tesbih et.” (Al-i İmran, 41)
11- (Zekeriyya), mabetten kavminin karşısına çıkıp onlara: (Rabbinizi) ‘Sabah akşam tesbih edin!’ diye işaret etti.
Hz. Zekeriyya (as), Rabb’inin kendisine emrettiği şekilde hareket etmiş ve sapasağlam olduğu halde konuşmamasından dolayı, insanlar kınayacak düşüncesi ile kenara çekilip oturmamış, o bu haliyle toplumun karşısına çıkarak tebliğ görevini sürdürmüştür. İşte böyle bir iman ve teslimiyet, yüce Allah’ın hoşuna gitmekte ve O’nun tarafından dünya hayatında çok güzel bir şekilde mükâfatlandırılmaktadır.
12-13- ‘Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut’ (dedik) ve ona çocuk iken hikmet verdik; katımızdan bir rahmet ve temizlikle de korunan oldu.
Hz. Zekeriyya (as)’a, hayal bile edemediği şekilde hayırlı bir evlat veren yüce Allah (cc), o hayırlı evlada, peygamberlik de vermiş, onu hikmetle yüceltmiş, rahmetini üzerinde sürekli kılmış ve muttakilerden yapmıştır.
Anne babaya iyi davranmak, imanın esaslarındandır.
Yüce Allah (cc), Hz. Yahya (as)’a, Kitab’ı kuvvetle tutmasını bildirirken onun, anne ve babasına karşı iyilik edici bir evlat olduğunu, onlara karşı zorba biri olmadığını övdükten sonra ona, selam olsun demektedir.
14-15- Ana babasına iyilik ediciydi, başkaldıran bir zorba değildi; doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona selam olsun!
Evladın, anne babaya karşı tutumunu, kendisine karşı takınılmış bir tutum gibi değerlendiren yüce Allah (cc), evladın, anne babaya karşı isyanının da zorbalık olduğunu bildirmektedir. O, evladın anne babaya hürmet ve şükranını da Kendisine yapılacak şükürle beraber anarak evladın anne babaya karşı sorumluluğunu hatırlatmıştır.
(Mü’minlerin anne babalarına karşı takınacakları tavrın nasıl olması gerektiği konusu Furkan suresinde işlenmiştir.)
Yüce Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmek, ancak Kur’an’a sımsıkı sarılmakla ve hayatı onunla düzenlemekle mümkündür. Kur’an’a sarılanlara hikmet de verilecek ve onlar, Rab’lerinin rahmeti ile takvaya ulaşacaklardır. Hz. Yahya (as), Rabb’inin gönderdiği Kitaba sarıldığı için övgülere mazhar olmuş, anne babasına başkaldıran bir zorba olmamış ve Rabb’inin selamı ile selamlanmıştır.
Kur’an’a iman ettiklerini söyleyenler, onu hayat düsturu edinmedikleri sürece rahmete ulaşamayacak, arınıp temizlenemeyecek ve yaşadıkları hayatı, Rab’lerinin rızasına göre düzenleyemeyeceklerdir. Kur’an’a gerçekten iman etmek, düşünce, söz ve davranışları, onun hükümlerine göre düzenlemekle mümkündür.
Kadınlarının en hayırlısı, bir namus ve edep abidesi; Hz. Meryem (as)
Hayat, Kur’ani hükümler doğrultusunda düzenleyenlere yüce Allah (cc), her zaman yardım edici ve onları yücelticidir. Tıpkı Hz. Meryem (as) gibi; o, Rabb’ini sürekli zikredince Rabb’i de onu zikretmiş ve kullarına da onu zikretmelerini bildirmiştir.
16-17- Kitapta Meryem'i de an; bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti, onlarla kendisi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrail’i), ona gönderdik; (O) ona düzgün bir insan şeklinde göründü.
18- (Meryem) dedi ki: ‘Ben senden, çok esirgeyen (Allah)'a sığınırım, eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana dokunma).’
Hz. Meryem (as), Rabb’inin rızasına aykırı gördüğü her şeyden yalnızca Rabb’ine sığınmış, söz ve hareketlerini Rabb’inin rızasına göre düzenlemiştir. O, yanına gelen insan suretindeki melek ile konuşurken de ona Allah’tan korkmasını söylemiştir. Melek ona, Rabb’inden bir müjde ile geldiğini ve ona hediyelerin en güzelini vereceğini söylemiştir.
İnsan, bütün değerlerinden sıyrılıp yalnızca Rabb’ine yönelince elbette ki Rabb’i onu bırakmaz ve unutmaz. İnsan, dünyevi her türlü istek ve arzularından, değer ve edinimlerinden uzaklaştıkça Rabb’ine daha çok yaklaşır ve Rabb’i de onu sever ve yüceltir. Çünkü yüce Allah (cc), Kendisine yöneleni, rızasına ileteceğini vadediyor.
“… Allah dilediğini kendisine seçer ve yöneleni kendisine iletir.” (Şura, 13)
Kur’an, Rab’lerine yönelenlerin, Rab’leri tarafından nasıl razı edildikleri ile ilgili örneklerle doludur. Örneğin dünyevi hiçbir karşılık gözetmeden, yalnızca Rab’lerinin rızasını gözeterek infak edenlerden yüce Allah (cc) razı olduğunu bildirmektedir.
“O ki malını vererek arınır, yücelir ve onun yanında, hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur; yalnız yüce Rabbinin rızası için verir, yakında kendisi de razı olacaktır.” (Leyl, 18-21)
Allah’a teslim olmuş, imanlı bir anne; İmran’ın karısı
Yüce Allah’a gereği gibi iman etmeyen kimseler, rızık korkusu ile kürtaj yaparak daha doğmadan çocuklarını öldürüyorlar ya da çocuklarının geleceği adına, Rab’lerine isyan edip gayri İslâmi yollara başvurarak çocuklarını küfür ve şirk bataklıklarına sürükleyecek işlere yöneltiyorlar. Oysa iman edenler, her konuda olduğu gibi çocukları konusunda da Rab’lerine güveniyor, rızık verici olanın yalnızca yüce Allah (cc) olduğu bilinciyle çocuklarının geleceği konusunda bir sıkıntı duymuyorlar.
Hz. Meryem (as)’ın annesi, İmran’ın karısı, Rabb’ine olan iman ve teslimiyeti ile herhangi bir rızık endişesi taşımadan doğurduğu kızını, Rabb’ine adayarak mescide bırakmıştır.
“İmran’ın karısı demişti ki: ‘Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.’ Onu doğurunca Allah onun ne doğurduğunu bilirken yine şöyle söyledi: ‘Rabbim, onu kız doğurdum, erkek kız gibi değildir; ona Meryem adını verdim, onu ve soyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.
Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya da onun bakımını üstlendi. Zekeriyya, onun yanına, mihraba her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. ‘Ey Meryem, bu sana nereden?’ derdi. (O da) ‘Bu, Allah katından, Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.’ derdi.” (Al-i İmran, 35-37)
Yüce Allah (cc), ailesi de dâhil, dünyevi bütün istek ve arzularından uzaklaşıp kendisini Rabb’ine adayan Hz. Meryem (as)’ı yalnız bırakmamış, onu, insanlara muhtaç etmemiş ve çeşitli rızıklarla beslemiştir. Yüce Allah (cc), Hz. Meryem (as)’ı, yalnız rızıklarla beslememiş, aynı zamanda onu, bütün kadınlardan üstün kılmıştır.
“Melekler: ‘Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni dünyaların kadınlarına üstün kıldı; ey Meryem, Rabbine divan dur, secde et ve eğilenlerle beraber eğil’ demişti.” (Al-i İmran, 42-43)
Rabb’ine olan iman ve teslimiyeti nedeniyle Hz. Meryem (as), Rabb’inin buyruklarını tereddütsüzce uyguluyor, yalnızca Rabb’ini razı etmeyi düşünüyordu. Bu nedenle İsrail oğullarının bütün tepkilerine ve karşı çıkışlarına aldırış etmeden, namaz kılanlarla beraber namaz kılmaya başlamıştı.
Bu iman ve teslimiyeti sonucunda yüce Allah (cc), Hz. Meryem (as)’a lütuflarını artırmış, ona hayırlı bir evlat ihsan ederek onu dünya ve ahirette yüceltmiştir. Bu öyle bir mükâfat ve yüceltmedir ki, kıyamete kadar sürecek tükenmez bir yüceltme ve övgüdür.
19- (Ruh): ‘Ben, sadece Rabbinin elçisiyim, sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim).’dedi.
“Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor; adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir; dünyada da ahirette de şerefli ve (Allah'a) yakın olanlardandır; beşikte ve yetişkinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” (Al-i İmran, 45-46)
Hz. Meryem (as)’a verilen bu hediye, sıradan bir hediye değildi; kıyamet gününe kadar adını taşıyacak, onunla beraber anılacak; adı, Rabb’i tarafından konmuş kıymetli ve çok hayırlı bir hediyeydi. “Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir.”
Hz. Meryem (as)’a, Rabb’i tarafından bahşedilen bu onur, her insana ve her kadına, hiç nasip olmayacak bir onur ve yüceltilmedir ki bu, o güne kadar gelmiş geçmiş hiçbir peygamberin annesine verilmeyen bir değer, yüceltilme ve onurdur. Elbette ki her peygamberin annesi, değerli ve şereflidir, ancak Hz. Meryem, Rabb’i tarafından tüm kadınlara üstün kılınmıştır.
Bir edep ve namus abidesi olan Hz. Meryem (as), kendisine verilen bunca değere rağmen, kendisine müjdeyi veren meleğe anlayamadığı bir konuyu soruyordu. Çünkü o da sonuçta bir insandı ve her şeyi, insani özellikleri çerçevesinde değerlendiriyordu.
20- ‘Benim nasıl oğlum olur; bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.’ dedi.
Bir insanın doğup dünyaya gelmesi, sebep sonuç ilişkisi içerisinde, bir kadınla bir erkeğin evlenmesi ile mümkün olabiliyorken, hiç evlenmemiş ve herhangi bir erkekle bir ilişkiye girmemiş Hz. Meryem (as)’ın, nasıl bir oğlu olabilecekti. Melek, ona, Rabb’inin her şeyi yapmaya gücü olduğunu anlatarak, onu Rabb’ini düşünmeye sevk ediyordu.
“Dedi ki: ‘Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur’ ‘Allah, böylece dilediğini yaratır, bir şey istedi mi ona 'ol' der, o da oluverir’ dedi.” (Al-i İmran, 47)
O güne kadar Rabb’inin birçok ikramına mazhar olan Hz. Meryem (as), Rabb’inin kendisine çocuk da vermeye muktedir olduğunu ve nasıl zor bir durumla karşı karşıya bulunduğunu anladı, ancak yapabileceği bir şey yoktu; takdir eden âlemlerin Rabb’i yüce Allah’tı, bu nedenle tevekkül etmekten başka elden ne gelirdi ki!
21-22- (Ruh): ‘Öyledir, Rabbin, o bana kolaydır; onu insanlara bir mucize ve bizden bir rahmet kılmak için (böyle takdir etti)’ dedi ve iş olupbitti, (Meryem) ona gebe kaldı; onunla uzak bir yere çekildi.
Yüce Allah’ın takdir ettiği bir şeye karşı kulun yapabileceği bir şey yoktur; kula düşen, Rabb’ine tevekkül edip teslim olmaktır. Ancak insan, beşer olarak zayıf yaratılmıştır, bu nedenle çoğu kez, içerisinde yaşadığı toplumun tepkisinden, toplum üzerinde egemen olan siyasi sistemin baskısından da ister istemez etkilenmektedir. Hz. Musa (as) ve Risalet önderlerinden bazıları da bu konuda tereddütlerini Rablerine bildirmişler, ancak sonuç olarak Rab’lerinin hükmüne razı olmuşlardı.
Hz. Meryem (as) da, sonuçta bir beşerdi, duygu ve fiziksel özellikleri bakımından beşerin en nazlılarından olan bir hanımdı. Bu nedenle çevresindeki toplumun tepkisinden, Risalet önderlerine göre çok daha fazla etkileniyordu. Rabb’ine karşı onun, elbette itiraz hakkı yoktu, bu nedenle ister istemez takdir edilene teslim olmuş, ancak duygularını ifade etmekten de geri durmamıştı.
23- Doğum sancısı onu, bir hurma dalı(nın altı)na getirdi. ‘Keşke bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim!’ dedi.
Yüce Allah (cc), nasıl ki, Risalet önderlerinden tereddütlü olanların, tereddütlerini giderip mutmain olmaları için onlara çeşitli ayetler indirdi ise, Hz. Meryem (as)’a da, doğacak oğlu ile ilgili bilgiler vererek onun rahatlamasını, mutmain olmasını sağlamıştır.
“Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil'i öğretecek, onu İsrail oğullarına bir elçi yapacak: ‘Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim; ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah'ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yiyip, ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanıyorsanız elbette bunda sizin için bir ibret vardır.” (Al-i İmran, 48-49)
Her zorluğu kolaylaştıran yüce Allah (cc), Hz. Meryem (as)’a da, içerisinde bulunduğu zor durumu, oldukça zorlu olan doğum sancısını ve doğumunu kolaylaştırmıştır. Yüce Allah (cc), elbette Kendisine yönelen kullarına daima yardım edici ve onlara tüm zorlukları kolaylaştırıcıdır. Hz. Meryem (as), Rabb’inin rahmeti ve yardımı ile çok rahat bir şekilde Hz. İsa (as)’ın doğumunu gerçekleştirmişti.
24-26- Altından (Ruh) ona şöyle seslendi: ‘Üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı var etti, hurma dalını sana doğru silkele üzerine olmuş, taze hurma dökülsün; ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen’ ‘Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım’ de.
Yüce Allah (cc), Hz. Meryem (as)’a, doğumdan sonrada yardım etmiş, azgın İsrail oğulları içinde nasıl hareket edeceğini öğretmiş, ona güç ve cesaret vermişti. Nezaket timsali bir kadının değil, en güçlü erkeklerin bile içlerine çıkmaktan çekindiği İsrail oğullarından gelecek tepkilere, hakaret ve saldırılara aldırış etmeden, Rabb’ine olan güven ve imanı ile Hz. Meryem (as), çocuğunu alıp onların içlerine gitmişti.
27- Ey Harun'un Kız kardeşi, baban kötü bir adam, annen de fahişe değildi?
Kullarına her zaman yardım eden, onları en zor günlerinde de yalnız bırakmayan yüce Allah (cc), Hz. Meryem (as)’a da yardım etmiş ve o, Rabb’inin yardımı ile en güçlü erkeklerin susturamadığı azgın İsrail oğullarını perişan ederek onların, yalan ve iftiralarına karşı yıkılmamış, onurlu dik duruşu ile kucağındaki çocuğu göstermiştir.
28-33- (Meryem), çocuğu gösterdi, dediler ki: ‘Beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ (Çocuk): ‘Ben Allah'ın kuluyum, (O) bana Kitabı verdi, beni peygamber yaptı; beni bulunduğum her yerde yararlı kıldı; sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti! Beni anneme iyilik eder (kıldı), başkaldıran bir zorba yapmadı; doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de bana esenlik verilmiştir.
34- İşte Meryem oğlu İsa; şüphe edip ayrılığa düştükleri şey ‘gerçek Söz’e göre budur.
Selam olsun kutlu Hz. Meryem (as)’a ve Risalet zincirinin Kutlu elçisi Hz. İsa (as)’a!
Hz. İsa (as)’ın verilen örnekliğinden alınacak dersler
Hz. İsa (as)’ın beşikteki konuşması ile iman edenlere şu mesajı vermektedir. “Ben Allah'ın kuluyum” yüce Allah’ın kulu olduğu bilincinde olan kimseler, Allah’tan kendilerine gönderilen Kitab’a sarılacaklardır. Kitab’a iman etmek, onu kabullenip hayatı onun belirlediği esaslara göre düzenlenmek, belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmektir.
“Beni peygamber yaptı” peygamberlik, iman edilen Kitab’ın, insanlara duyurulmasını esas alır. Bu nedenle Rab’lerinden gönderilen Kitab’a iman edenler, onu insanlara tebliğ edecekler, Kitab’ın bildirdiği şekilde iman etmelerini söyleyeceklerdir. Tebliğ, Kur’an’a iman eden her bireyin, gücü ve bilgisi oranında yapmakla mükellef olduğu bir görev ve sorumluluktur. Bilgi ve güç konusunda zayıf olan kimselerin ise, tebliğ eden diğer Müslümanların yanında bulunmaları ve onlara yardımcı olmaları ile bu görevi yapmış olurlar.
“Nefsini, sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine davet edenlerle beraber tut (onlarla beraber ol); gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın; kalbini, bizi anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme.” (Kehf, 28)
“Beni bulunduğum her yerde yararlı kıldı” Kitab’ı okuyanlar, bulundukları her yerde, Kitab’ın bildirdiği şekilde, insanlara yararlı olmak ve hayırlı işler yapmak durumundadırlar. Bu ise, insanları Rab’lerine karşı isyana götüren şirk ve küfürlere karşı uyarmak, hayırlı işler ise, iyiliği emredip kötülükten men etmektir.
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız; eğer Kitap ehli, inanmış olsaydı elbette kendileri için iyi olurdu. Onlardan iman edenler de var, ama çokları fasıklardır.” (Al-i İmran, 110)
İnsanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet, bu sorumluluğunu her yerde, her zaman yerine getirmeli, insanları, ilahlarının Bir tek İlah olduğuna ve Rab’lerine iman etmeye davet etmeli, sürekli olarak iyiliği emredip kötülükten men etmelidirler.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 104)
“Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti.” Yüce Allah’ın, Bir tek İlah olduğuna iman ettikten sonra birey olarak yapılacak en önemli husus, hiç kuşkusuzdur ki, namaz kılmak, zekât vermek ve infak etmektir. Bu, yüce Allah’a kulluğun temel esasıdır; bunlar tam yapılmadan, diğer ibadetlerin yapılması, iyiliği emredip kötülükten men vazifesinin yerine getirilmesi mümkün değildir.
“Anneme iyilik eder (kıldı), beni başkaldıran bir zorba yapmadı.” Müslüman birey, Rabb’ine karşı kulluk görevlerini yerine getirdiği gibi kendi üzerinde hakkı bulunan ebeveynine karşı da, Rabb’inin bildirdiği üzere, görev ve sorumluluğunu yerine getirmelidir.
İslâmi hükümler bir bütündür, hiçbir şekilde parçalanma kabul etmez; bu nedenle iman edenler, bu hükümleri, bir bütün olarak almak ve güçleri oranında yaşamak zorundadırlar. Çünkü iman etmek, böyle yapmayı gerekli ve zorunlu kılar; bunları yapmayanlara ya da ayetlerin bir kısmını alıp bir kısmını bırakanlara Kur’an, niyet ve fiillerine göre; müşrik, münafık, fasık, mürted ve kâfir olarak sıfatlarını vermiştir.
Ve sonuç; “Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de bana esenlik verilmiştir.” Kur’an’ı gereği gibi kabul edip onun hükümleri doğrultusunda hareket edenler, dünyada da ahirette de, Rab’lerinin rızasını kazanmış olarak huzurlu ve mutlu kimseler olarak kurtuluşa ermişlerdir.
Yüce Allah (cc), ezeli ve ebedidir
(Bu başlık, İhlas suresinde geniş bir şekilde açıklanmıştır)
Yüce Allah (cc), her sıfatı ile kulları üzerindedir ve hiçbir şekilde onlara benzemez. Kullar, eksik, aciz ve fanidirler; başlangıçları damla su, sonları bir cesettir ve her konuda ihtiyaç sahibidirler. Doğuran ya da doğurulan, aciz, sonlu ve kendisinden sonra mülkünde ortakları olan, yakınlarını gözeten kimselerdir. Oysa yüce Allah (cc), ne aciz ve sonludur ne mülkünde ortağı vardır ve ne de insanlardan birisine, diğer insanlardan farklı olarak herhangi bir yakınlığı vardır. Bu nedenle O, doğmamış, doğurulmamıştır.
35- Çocuk edinmek, Allah'a yakışmaz; O'nun şanı yücedir; bir işi yapmak istedi mi ona sadece "Ol" der, oluverir.
Yüce Allah’a çocuk isnat etmek onu, (haşa) eksik, noksan ve yardıma muhtaç olarak tanımlamaktır ki bu, en büyük iftira ve küfürdür. O’na çocuk isnat etmek, aynı zamanda O’nun mülkünde ortağı bulunduğunu iddia etmektir ki bu apaçık bir sapıklıktır.
“Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz, göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir; O, onların hepsini kuşatmış ve onları bir bir saymıştır, onların hepsi, kıyamet günü O'na tek başına gelecektir.” (Meryem, 92-95)
Yüce Allah’a çocuk isnat eden ya da yüce Allah’ın yanında bazı kişilerin sözünün geçtiğini ve şefaat konusunda Rasulullah (as)’ın, yüce Allah’ın affetmediği büyük günahları affedeceğini iddia edenler, asıl itibarı ile yüce Allah’ı hakkıyla tanımayan, bu iddiaları ile O’nu, haşa, eksik ve aciz gören zihniyetlerdir.
“Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acze düşüp de yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah'a hamdolsun’ de ve O'nu gereği gibi tekbir et.” (İsra, 111)
Yüce Allah (cc), beşeri tüm sıfatlardan münezzehtir; O, bütün yarattıklarının üzerinde yegâne tek İlah ve Rab’dır. O’nun yanında, takva dışında, bütün kulları aynıdır ve herkes, Rabb’ine yaptığı kulluk oranında karşılık görecektir. Bu nedenle yüce Allah (cc) hakkında zanda bulunmadan O’na kulluk etmek ve bu kulluğu sürekli kılmaktır.
36- Muhakkak ki Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir, O'na kulluk edin; işte doğru yol budur.
Tefrikaya düşerler ve tefrikaya düşmenin nedenleri
İnsanlardan bazıları, kendilerine apaçık hükümler geldikten sonra sapmaya başlamışlar ve tefrikaya düşmüşlerdir. Kur’an, insanların, tefrikaya neden düştüklerini açık bir şekilde belirtmiş, tefrikanın çok kötü ve cehenneme girmeye neden olduğunu, bu nedenle Müslümanların, tefrikadan kaçınmalarını bildirmiştir.
Yüce Allah’ın, Kur’an’da bildirdiği dini, kendi çıkarları uğruna çarpıtanlar, doğru yoldan sapmış küfre düşmüşlerdir. Günümüzde, var olan fırkaların durumuna bakıldığında bunların, değişik nedenlerle dini kendilerine göre çarpıtmaları neticesinde tefrika içinde oldukları görülür. İnsanların, tefrikaya düşme nedenleri şöyle sıralanabilir.
Hevalarını ilah edinenler
Heva ve heves, insanı Allah yolundan saptıran en büyük saptırıcıdır. İster din adına, isterse başka gayelerle olsun, heva ve hevesten hareket etmek, insanı Tevhidi esaslardan saptırıp şirke düşürür. Bu nedenle yüce Allah (cc), kullarını sürekli olarak heva ve heves konusunda uyarmaktadır.
İslâm, yüce Allah’ın indirdiği ve tamamladığı dinin adıdır; bu dini kabul edip ona iman eden bir Müslüman, hiçbir şekilde ve hiçbir gerekçe ile hevasına göre hareket edemez. Aksi halde İslâm’ın dışına çıkar ve yüce Allah’ın uyarısına muhatap olur.
“Hevasını ilah edinen kimseyi gördün mü; onun üstüne sen mi bekçi olacaksın?” (Furkan, 43)
Yüce Allah’a gereği gibi kulluk etmeyen kimseler, kendilerine göre bir Allah kavramı üretmeye çalışmışlar ve zihinlerindeki çarpıklığı, o ürettikleri ilaha verip ona inanmışlardır. Bu kimseler, gereği gibi iman etmedikleri ve indirilen Tevhidi esaslar doğrultusunda yaşamak zorlarına gittiği için kendi çarpık düşüncelerinde oluşturup din edindikleri yaşam tarzına göre hareket etmişler ve bunun yüce Allah (cc) tarafından emredildiğini sanmışlardır. Bu, dün öyle olduğu gibi bugün de böyledir.
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti.’ dediler. ‘Allah kötülüğü emretmez’ de, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?” (A’raf, 28)
Yüce Allah (cc), insanların kendi zihinlerinde oluşturdukları bozuk ve şirk dinini değil, Kur’an’da bildirdiği Tevhid dinini bildirmiş ve insanların bu Tevhid dinine iman etmelerini istemiştir.
“De ki: ‘Rabbim adaleti emretti; her mescitte yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin; ilkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz.” (A’raf, 29)
Dini, yüce Allah’a halis kılmak, O’nun Kur’an’da bildirdiği üzere iman edip iman edilen esaslar doğrultusunda yaşamaktır. Kur’an’ın bildirdiği şekilde iman etmeyenler, Tevhidi esasları ve Kur’ani hükümleri çarpıtarak o çarpık anlayışlarına din diye iman ediyorlar.
Heva ve hevesler, istek ve arzular farklılık gösterdiği için, insanların kendi yanlarından oluşturdukları dinler de farklılık göstermekte ve böylece o batıl ve bozuk dinlere iman edenler, aralarında tefrikaya düşmektedirler.
37- Kendi aralarından hizipler ayrılığa düştüler; artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin haline!
38-Bize geldikleri gün ne güzel işitir, ne güzel görürler; ama o zalimler, bugün apaçık sapıklık içindedirler!
Haset ve kıskançlık nedeniyle Kur’ani kavramları değiştirip çarpıtmak
Bazı kimseler, kendilerine bildirilen Tevhidi esasları, başkalarına karşı üstün olmak, kendilerini sürekli gündemde tutmak, maddi ve manevi çıkarlar elde etmek için, kendilerine göre değiştirirler.
Kavim ve kabile mantığının, ırki taassubun egemen olduğu toplumlar, bu taassuplarını yeni iman ettikleri dinlerinde de sürdürürler. Bunlar, kendilerinin üstünlük olduğunu kanıtlamak ve bu çarpık düşüncelerini İslâmi göstermek için, çoğu kez ayetleri tevil ederler, Peygamber (as)’ın üzerine yalan atarak hadis uydururlar. Özellikle bazı şehirler ve kişiler hakkında uydurulan hadisler, hep bu ırki taassupla üstünlük sağlamaya yöneliktir.
“İnsanlar bir tek ümmet idi; sonra Allah, peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan Kitabı indirdi. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık nedeniyle onda anlaşmazlığa düştü. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle iman edenleri, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti; Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara, 213)
“Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün; şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Bakara, 106)
Kimi endişeler ve çıkarlar nedeniyle Kitab’ın bir kısmını alıp bir kısmını bırakmak
Bazı kişiler, kendilerinden özveri isteyen, mücadele edilmesini emreden ayetleri, nefislerine zor geldiği için terk ederek kendilerini, maddi, fiziki ve manevi olarak pek fazla bir yükümlülük altına sokmayan ayetleri alır, onlarla amel ederler.
Tevhidi esaslar doğrultusunda, egemen zulüm sistemlerine, tağuti zorbalara karşı onurlu bir mücadele ortaya koyma cesaretini kendilerinde görmeyen bir kısım kimseler, İslâm’ın namaz, oruç gibi ibadetlerini yaparlar, bulundukları miskinlik içerisinde bol bol tesbih çekerler, hayatın gerçekleri içerisinde fiili olarak yapmadıkları Tevhidi mücadeleyi, sözel olarak ikrar ederler. Onlar, şirk olan bu halleri ile kendilerini İslâm dairesinde zannederler.
“…Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.” (Bakara, 85)
İslâmi esaslar, iman edenlerden, her hususta fedakârlık ister. Bu fedakârlığı göze alamayan kimseler, iman ettikleri gibi yaşama onurunu göstermeyince, yaşadıkları gibi inanma zilletine düşerek, Rab’lerinden kendilerine gönderilen ilahi mesajı tevil ederek çarpıtırlar.
“Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene sevinirler, fakat kabilelerden onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: ‘Bana, yalnız Allah'a kulluk etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi; ben O'na davet ederim, dönüşüm de O'nadır." (Rad, 36)
Kitabın bir kısmını alıp bir kısmını bırakanlar, yüce Allah’a kulluğu terk etmiş, hevalarını razı etmeye çalışmışlardır. Bu tutum, apaçık bir şekilde şirktir.
Kitab’ı bırakıp hevaların ölçü edinmek
Tevhidden söz eden, tağuta karşı olduklarını iddia eden, tağutu reddedip “La” diyen birçok kimse, kendi hevalarını her şeyin üzerinde tuttukları için vahyin belirlediği ölçüler içerisinde gereği gibi iman etmemekte ve hevalarına “La” dememektedirler. Günümüzde oldukça fazla bulunan bu kimseler, Kur’ani esasları kendi arzularına göre değiştirmekte, bir bütün olarak Kur’ani hükümlere iman etmemektedirler.
Özellikle günümüzde, İslam ümmetinde oldukça fazla bulunan parçalanmışlığın temel nedeni, bu dine mensup oldukları iddiasında bulunan kimselerin, kimi gayelerle İslâmi esasları, kendi hevalarına göre yorumlamalarıdır. İslâm adına ortaya çıkmış mezheplere mensup kimseler, hevalarını her şeyin üstünde tutmaları neticesinde İslâm ümmeti içerisinde daha sonraki yıllarda çok büyük savaşların ve bu savaşlar sonucunda parçalanmaların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.
“Hayır, zalimler, bilgisizce hevalarına uydular, Allah'ın şaşırttığına kim hidayet verebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” (Rum, 29)
Geçmişteki mezhepleşmenin yerini günümüzde parti, vakıf ve dernekler almıştır. İslâm düşmanı tağuti sistem, bazı kişilerin parti, vakıf ve dernek kurmalarına izin vermiş, her parti, vakıf ve dernek kurucusu, insanları, Tevhidi esaslara davet etmek yerine kendilerine davet etmişler, her vakıf ve derneğin, ayrı telden çalması böylece ümmet paramparça olmuştur. Ayrıca temeli şirk ve küfür olan tarikatların her biri, bu tefrikayı çeşitlendirip çoğaltmış, müritleri, şeyhlerini ilah edinmişlerdir. Yüce Allah (cc), iman edenlerden, insanların arzularına değil, Kur’an’a tabi olunmalarını istemektedir.
“Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevalarına uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyordur; zaten insanlardan çoğu, fasıktırlar.” (Maide, 49)
Her parti, vakıf, dernek ve tarikatın, Kur’ani gerçekleri kendilerine göre çarpıtması, işlerine gelmeyen ayetleri görmezden gelmesi sonucunda bu şirk ve küfür yuvalarına devam eden kimseler, kendi hocalarının en doğru olduğunu zannetmeleri ile diğer grupları adeta düşman görerek kamplara ayrılmışlardır.
Toplumda, Kur’an bilgisinden, Tevhid ilkesinden habersiz kimselerin, bu vakıf, dernek ve tarikatlara girmesi, ümmet içerisinde fitnenin, oldukça geniş alanlara yayılmasına ve tamiri imkânsız ayrılıkların oluşmasına neden olmuştur.
“De ki: ‘Ben, Allah'tan başka itaat ettiklerinize itaatten men olundum, ben sizin hevanıza uymam, çünkü o takdirde sapıtmış ve yola gelenlerden olmamış olurum." (En’am, 56)
İslâm nokta-i nazarında, bütün bu parti, vakıf, dernek ve tarikatlar, sapıklık içerisinde bulunmaktadır. Yüce Allah (cc), iman edenlere, hevalarına uyan bu sapıklara uyulmasını yasaklamış, bunlara uyulması halinde kişinin sapacağını bildirmiştir.
Geleneksel kültürel kalıntılarını din edinmek
İslâmi esasları sonradan kabul eden bazı kişi ve toplulukların, eski inanç ve geleneklerini terk etmeleri için, zamanla o eski inanç ve alışkanlıklarını, yeni dinleri ile karıştırmışlar, onları da yeni dinlerinden zannederek inanmışlardır. Gelenek ve göreneklerin farklı olması, doğal olarak İslâm ümmeti içinde farklılıkların oluşmasına neden olmuş ve zamanla bu farklılıklar, ayrılıkları ve giderek İslâm ümmeti içerisinde tefrikayı ve sapmaları beraberinde getirmiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dense, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız’ derler; peki, ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” (Bakara, 170)
Gelenek ve göreneklerin, kültürel inanç ve değerlerin, bırakılmaması, İslâmi değerlerle karıştırılması ve toplumun kendilerini en iyi ve üstün görmesi, bütün bunlara rağmen kendilerini doğru yol üzerinde zannedip bulundukları durumla övünmeleri, diğer insanlarla aynı ilkeler etrafında bir araya gelmelerine engel olmuştur. yüce Allah (cc), bunların hepsini kınamaktadır.
“Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular; her fırka kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (Rum, 32)
Yüce Allah (cc), iman edenlerden, tefrika içerisindeki bu sapık fırkalardan yüzçevirmelerini istemekte ve Kendisini birleyen Tevhid dinine uymalarını istemektedir.
“Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma yasasına ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez, işte doğru din odur, fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve müşriklerden olmayın.” (Rum, 30-31)
Tefrikaya düşmenin şirk olduğunu bildiren yüce Allah (cc), müminlerden, Tevhid dinine yönelmelerini ve bu dinin gereklerini yerine getirmelerini istemektedir. Mü’minlerin, bireysel ibadetleri denilecek namazlarını kılıp zekâtlarını verdikten sonra en önemli görevleri, hiç kuşkusuzdur ki, sapan toplulukları uyarmalarıdır. Bu uyarı, bütün Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin birinci görevleri olmuştur. Bu nedenle Tevhidi esaslara iman eden her bireyin, imkân ve gücü oranında fiili, fiziki, maddi ve manevi olarak uyarı görevine katılmalı ya da katılanlara destek olmalıdır.
39- Onları şu hasret gününe karşı uyar ki, o zaman kendileri gaflet içinde iman etmemekte ısrar ederlerken iş bitirilmiş olur.
Tevhid eri Müslümanların, kendi nefislerini yüce Allah’ın ayetlerine teslim edip Tevhidi ilkeler doğrultusunda hareket etmeyi şiar edindikten sonra yapacakları en önemli görev, insanları, ansızın gelecek olan yüce Allah’ın azabına karşı uyarmaktır. Bu uyarı, yüce Allah’ın Ulûhiyet ve Rububiyetini kabul etmelerini ve yüce Allah’tan başka tüm otoritelerin reddedilmelerini esas alır.
Sonuç elbette muttakilerindir.
40- Dünyaya ve üzerinde bulunanlara biz vâris oluruz biz ve bize döndürülürler.
Hz. İbrahim (as)
Küfür ve şirk ehline karşı Tevhidi mücadelenin en güzel, en net ve en korkusuz örneğini ortaya koyan Hz. İbrahim (as), örnek bir davetçi şahsiyetin sembolü ve Tevhidi mücadele metodunun korkusuz en güzel örneğidir. Bu nedenle Hz. İbrahim (as), yüce Allah’ın övgüsüne mazhar olmuştur.
41- Kitapta İbrahim’i de an; gerçekten o, çok doğru bir peygamberdi.
“Ve çok vefalı İbrahim’in” (Necm, 37)
“…Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.” (Tevbe, 114)
“İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, (Bize) yüz tutup yalvarandır.” (Hud, 75)
“İbrahim'e selam olsun!" (Saffat, 109)
Hz. İbrahim (as)’a Rabb’i tarafından yapılan övgü, elbette onun yolunu takip eden Tevhid erlerine de yapılmıştır. Yeter ki, onun mücadele metodu alınsın ve onun gibi yalnızca yüce Allah’a tevekkül edilerek Tevhidi esaslar insanlara duyurulsun.
“Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah'a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olandan daha güzel olabilir! Allah, İbrahim'i dost edinmişti.” (Nisa, 125)
Tevhidi mücadelenin nasıl olması gerektiği konusunda Hz. İbrahim (as)’ın, örnek alınmasını Tevhid erlerine tavsiye eden yüce Allah (cc), bu örnekliğin, her dönemde geçerli olduğunu bildirmiş, bu mücadele meto¬dunu, kıyamete kadar gelecek nesillere örnek olarak vermiştir.
“Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, bu Peygamber ve Mü’minlerdir. Allah da Mü’minlerin dostudur.” (Al-i İmran, 68)
“De ki: ‘Allah doğru söyledi, öyle ise dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun; o, müşriklerden değildi." (Al-i İmran, 95)
“De ki: ‘Rabbim beni doğru yola iletti; dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine; o, müşriklerden değildi." (En’am 161)
Hz. İbrahim (as)'ın Tevhidi mücadele metodu, Müslümanların içinde yaşadıkları toplumların hayatına egemen olan siyasal rejimlere ve zorba güçlere karşı tavırlarının nasıl olması gerektiğini ortaya koyması açısından çok önemli bir metottur. Hz. İbrahim (as), içinde bulunduğu toplumun hayatına egemen olan siyasi yapılanmayı tek başına kökten sarsmaya çalışmış, Allah'ın izniyle, kısmen de başarılı olmuş bir şahsiyettir.
“İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah'tan başka itaat ettiklerinizden uzağız. Sizi (ve itaat ettiklerinizi) tanımıyoruz; siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve buğz belirmiştir’ demişlerdi…’ (Mümtehine, 4)
Kur'an, Hz. İbrahim (as)'ın mücadelesini, bütün boyutlarıyla ortaya koymuş, onun, iman etme safhasından, son safhasına kadarki mücadelesini, en ince noktasına kadar açıklamıştır. Bu mücadelede, Müslüman davetçi şahsiyetlerin yetişmelerinde çok önemli sahneler mevcuttur.
Tek başına bir ümmet
Tevhidi mücadelede, sayısal çoğunluğun önemli olmadığını açık bir şekilde ortaya koyan Hz. İbrahim (as)’ın mücadelesi, Tevhidi mücadeleyi üstlenen Müslümanlar için çok güzel bir örnektir. Tek başına bir ümmet olan Hz. İbrahim (as)'ın mücadele metodu, Sünnetullahta Hz. Nuh (as)'dan sonra bize bildirilen ikinci, büyük mücadele metodudur.
“İbrahim Allah'ı birleyerek O'na itaat eden bir ümmet idi, müşriklerden değildi.” (Nahl, 120)
Hz. İbrahim (as)’ın mücadelesinden Mü’minlerin alacakları örneklikler. Tevhidi mücadeleye başlamadan önce Rab’lerine kesin bir şekilde iman edip güvenmeleri, bu daveti yapacaklarına dair kararlı olmaları gerekir. Bunun için öncelikle bütün kuşkularını ortaya koyup gidermeli, içlerinde en küçük bir kuşkuya yer vermemelidirler.
Hz. İbrahim (as), davetini ortaya koyarken; nereden başlaması gerektiğini ve neleri, nasıl söyleyeceği ile ilgili hususları açıklığa kavuşturmuştur. O, davasına teslimiyetin en güzel örneğini sergilemiş, bu uğurda canını vermekten çekinmemiş, gerektiğinde yerini yurdunu bırakarak hicret etmiştir. Hicret'ten sonra da mücadelesini bırakmamış, kendisinden sonra gelenlere güzel bir mücadele metodu bırakmıştır.
Hz. İbrahim (as), davet sırasında muhataplarının düşünmesini sağlayacak sorular sormuş, böylece onların, hemen tepki vermeleri yerine az da olsa düşünmelerini sağlamıştır. O, muhataplarına, neye tabi olduklarını sorduktan sonra onlara âlemlerin Rabb'inin kendileri için ne mana ifade ettiğini belirtmiştir. Böylece, muhataplarının itaat ettikleri ile yüce Allah arasında mukayese yapmalarını istemiştir.
"Babasına ve kavmine; ‘Neye uyuyorsunuz? Allah'tan başka uydurma ilahlar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabb'i hakkında zarınınız nedir? demişti." (Saffat, 85-87)
Muhataplarının, itaat ettikleri ile yüce Allah (cc) arasında daha anlaşılır bir şekilde mukayese yapmaları için Hz. İbrahim (as), kendisinin itaat ettiği âlemlerin Rabb’i yüce Allah’ın kendisi için ne ifade ettiğini açık bir şekilde belirtmiştir. O, bu açıklaması ile muhataplarının tapındıklarının, kendilerine hiçbir fayda vermediğini belirtmiştir.
"Beni yaratan ve bana yol gösteren O'dur, bana yediren ve içiren O'dur; hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur, beni öldürecek, sonra diriltecek O'dur, ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur. Rabb'im bana hüküm ver ve beni salihler arasına kat; sonra gelenler arasında bana bir doğruluk dili nasip eyle, beni nimeti bol cennetinin varislerinden kıl; babamı da bağışla, çünkü o sapıklardandır. (İnsanların) diriltilecekleri gün, beni utandırma; o gün ki ne mal, ne de oğullar fayda vermez, ancak Allah'a sağlam ve temiz kalp getiren (müstesna).' (Şuara, 78-89)
Davete en yakınlardan başlamak
Sünnetullahta var olan Tevhidi mücadelenin, kendisine özgü bir metodu, bir yöntemi bulunmaktadır. Yüce Allah (cc), rasullerinin şahsında, davetçi Müslümanların sorumluluklarını, Tevhidi esasları, nasıl ortaya koyacaklarını, kimlere ulaştıracaklarını, Tevhidi mücadelenin nasıl yapılacağını çok açık ve net bir şekilde açıklamış, bildirilen esaslar doğrultusunda yapılması halinde, bundan razı olacağını bildirmiştir.
Günümüzde birçok kimse, Tevhidi esasların kendilerinden ne istediğini daha doğru dürüst öğrenmeden, kendi sorumluluklarının ne olduğunu bilmeden, iki üç kavram ya da sloganik birkaç söz öğrenir öğrenmez, başkalarına saldırmakta ya da yapamayacakları şeylere talip olmaktadırlar. Doğal olarak da, daha en küçük bir sıkıntı ile karşılaşmadan, topukları üzere gerisin geriye eski cahili durumlarına dönmektedirler.
Yüce Allah (cc), Tevhidi davete nereden başlanacağı konusunda, Risalet önderlerini örnek vermiş, onların, en yakınlarından başlayarak insanları Tevhidi esaslara nasıl davet ettiklerini, örnekler vererek açıklamıştır. İşte bu örnekliklerin en belirgin şahsiyeti, Hz. İbrahim (as)’dır. Hz. İbrahim (as), davete önce babasından başlamıştır; çünkü insan, güzel şeyleri, önce en yakınları ile paylaşmak ister ve kötü bir durumda da öncelikle en yakınlarını korumak ve kurtarmak ister.
Hz. İbrahim (as), davete en yakınlarından başlama konusunda örnek olduğu gibi aynı zamanda, bu davetin nasıl anlatılacağı konusunda da çok güzel bir örnekliktir. O, Davet görevine en yakınından başlamış, kademe kademe bütün topluma daveti ulaştırmış, sözlerini, karşıdakinin anlayabileceği netlikle söylemiş, muhatapların üzerinde bulunduğu yolu ve bu yolun sonucunu onlara güzellikle anlatmıştır.
42-45- Babasına: ‘Babacığım, işitmeyen görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım, bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim; babacığım, şeytana itaat etme, çünkü şeytan, Rahman’a isyan etmiştir. Babacığım, ben sana Rahman’dan bir azabın dokunmasından korkuyorum; o zaman, şeytanın dostu olursun.’ demişti.
Hz. İbrahim (as), babasını yüce Allah’ı birlemeye davet ederken, ona karşı saygılı ve yumuşak davranmış, kırıcı bir üslup kullanmamıştır. O, babasının içerisinde bulunduğu durumu çok iyi bilmesine rağmen onu, direkt küfür ve şirk ile suçlamamış, onun üzerinde bulunduğu yolun yanlış olduğunu söylemiş, onu doğru yola davet etmiştir.
Hem İslâmi davette, hem de normal insani ilişkilerde Müslümanlar, adabı muaşeret kurallarını ve insani nezaket ölçülerini hiçbir zaman gözardı etmemelidirler. Hz. İbrahim (as)’ın, babasını yüce Allah’a davet ederken, öncelikle babasının taptığı putları dile getirmemiş, babasının üzerinde bulunduğu duruma açıklık getirmiştir.
46- (Babası): ‘Ey İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım; uzun süre benden ayrıl, git!’ dedi.
47-48- (İbrahim): ‘Selam sana, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim; çünkü O, bana çok lütufkârdır; sizden de, Allah'tan başka yalvardıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabbime yalvarıyorum; umarım ki Rabbime yalvarmakla bahtsız olmam.’ dedi.
Tevhidi esaslara daveti sırasında Hz. İbrahim (as), babasına karşı saygı sınırını aşmadan ona hitap etmesine rağmen babası, ona karşı oldukça sert davranmış, ancak o, ondan yine en güzel bir şekilde ayrılmıştır. Yüce Allah (cc), İbrahim dinine mensup olanlara da, tartıştıkları kişilerden güzellikle ayrılmalarını istemiştir.
“Onların dediklerine sabret ve güzelce onlardan ayrıl.” (Kalem, 10)
“Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et. Kuşkusuz Rabbin, işte yolundan sapanları en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir.” (Nahl, 125)
Tevhidi esasların, insanlara duyurulmasındaki açıklık ve netliği ile en güzel örnek olan Hz. İbrahim (as), kendisine karşı olanlara gösterdiği reaksiyon konusunda da en güzel örnektir. O, muhataplarını rencide etmeden onlara hitap ettiği gibi onlardan ayrılırken de, kendilerine hakaret etmemiş, güzel bir şekilde onlardan ayrılmıştır.
Saflar netleşmeden yüce Allah’ın yardımı gelmez.
Tevhidi mücadelede en önemli husus, elbette ki, küfür ve şirk ehli ile safların netleştirilmesi, ne istendiğinin, nelerin reddedilmesi gerektiğinin açıkça belirtilmesidir. Tevhidi mücadelede, bulanıklığa, kapalılığa, yer yoktur; Tevhid erleri, Tevhidi esasları net ve açık bir şekilde anlatmalı, kendilerinin kim olduklarını açıkça belirtmelidirler. Ancak böyle bir durumdan sonra yüce Allah’ın yardımı mümkün olabilir.
49-50- İşte onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca biz ona, İshak'ı ve Yakup’u armağan ettik ve hepsini de peygamber yaptık, onlara rahmetimizden lütfettik ve onlar için yüce bir doğruluk dili verdik.
Putperest bir babanın oğlu, müşrik toplumda bir fert, tağuti bir sistemin vatandaşı olan Hz. İbrahim (as), içerisinde yaşadığı toplumun çarpıklıklarını, çelişkilerini görmüş, ancak hiç bir zaman bu çarpıklıkları onaylamamıştır. Müşriklerin, kahraman ittihaz ettikleri kimseler adına diktikleri heykelleri ve bu heykellere karşı yapılan tazimleri, kutsamaları hep yadırgamış, insanların bu taş ve beton yığınlarına gösterdikleri saygıyı kabul etmemiş, reddetmiştir.
Hz. İbrahim (as), kendilerine dahi bir fayda ve zararları olmayan putların bir hiç olduklarını biliyordu, ancak kendisine vahiy gelmeden önce ne adına karşı çıkacağını da bilemiyordu. Müşrik toplumun putlara olan saygısı Hz. İbrahim (as)'ı günden güne huzursuz ediyor, kendisini toplumun dışına atarak tefekküre dalıyordu. O, bir çıkış yolu arıyordu; ne yapmalı, nasıl yapmalı idi ki, bu toplumu şirk bataklığından kurtarsın ve onlara doğru olanı bildirsin. Bu düşünceler içerisinde çare ararken yüce Allah (cc), tıpkı Hz. Muhammed (as)’da olduğu gibi onu da, bu sıkıntı ve bunalım içerisinde iken denemiş, imtihanı kazanınca da resul olarak seçip insanlara göndermişti.
Sünnetullahtaki davet metodları
Yüce Allah (cc), Risalet önderlerinin hayatlarından örnekler vererek Tevhidi esasların, hangi dönemde, nasıl ortaya konulacağına ışık tutmaktadır. Fir’avn gibi en zorba diktatörlerin egemen oldukları ortamlardan, Hz. Yusuf (as)’ın yaşadığı daha ılıman ortamlara, şekli putları ilahlaştıran toplumlardan maddeyi putlaştıran kapitalist toplumlara, bin yıl süren bir mücadeleden çok kısa süren mücadelelere kadar her toplumda ve her ortamda Tevhidi mücadelenin nasıl yapılacağının örneklerini veren yüce Allah (cc), Kur’an’a iman eden Mü’minlerin de kendi dönemlerindeki ortamlara uygun mücadele etmelerini bildirmektedir.
51-53- Kitapta Musa'yı da an, çünkü o, içi temiz ve elçi bir peygamberdi; ona Tur’un sağ tarafından seslendik ve onu özel konuşmak için yaklaştırdık; ona, acıdığımızdan dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik.
Zorba bir diktatöre karşı Tevhidi esasları ortaya koyan Hz. Musa (as), kendisini toplum üzerinde ilah ve rab olarak gören Fir’avn’ın, bir hiç olduğunu, yaptığı korkusuz mücadelenin sonucunda apaçık bir şekilde göstermiştir.
Kur’an, birçok yerde iki azgın zorbaya karşı korkusuzca çıkan Hz. İbrahim (as) ile Hz. Musa (as)’ı beraber zikreder. Bunun nedeni, zorbalara karşı izlenecek metodun nasıl olması gerektiğini, Müslümanların, zorba güçlere karşı bu iki Rasulün hareket metotlarını örnek almaları içindir.
“Yoksa kendisine haber mi verilmedi Musa'nın sahifelerinde bulunan ve çok vefalı İbrahim’in (sahifelerinde bulunan gerçekler).” (Necm, 36-37)
“Bu, elbette ilk sahifelerde de vardı; İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde.” (A’la,18-19)
Sünnetullahta, Tevhidi esaslara davet ve zorbalara karşı mücadele metodu çok net olarak ortaya konulmuş, iman edenlerin, buna göre hareket etmeleri istenmiştir. Bu bildirilenler dışında başka yol ve yöntemlerle İslâmi davet yapmak, apaçık bir şekilde bildirilen davet metodunu terk etmektir ki bu, çok büyük bir sorumluluk ve sapmadır.
Günümüzde, Kur’ani davet metodunu terk edip idaresi altında yaşadıkları tağuti sistemlerin kurallarına göre İslâmi davet yaptıklarını zannedenler, yüce Allah’ın bildirdiği hükmün dışındaki metodlara uyduklarından apaçık bir sapıklık içerisindedirler.
“Böyle iken sana dini yalanlatan nedir? Allah, hüküm verenlerin en iyisi değil midir?” (Tin, 7-8)
Sünnetullahtaki davet metoduna uymak, öncelikle kişinin kendisini arındırması ve yüce Allah’a, şirk koşmadan gönülden teslim olması gerekir. Yüce Allah (cc), gerek Hz. İbrahim (as)’ı, gerekse Hz. Musa (as)’ı anarken onların doğru ve temiz birer peygamber olduklarını ifade etmektedir.
“Kitapta İbrahim’i de an; gerçekten o, sadık bir nebiydi. (Meryem, 41)
“Kitapta Musa'yı da an, çünkü o, halis (samimi), elçi bir nebiydi.” (Meryem, 53)
Müslüman davetçiler, davalarında mutlak anlamda ihlas sahibi, samimi, doğru olmalarıdırlar. Tevhidi esasları, Sünnetullahta cari olduğu haliyle ortaya koymalı, Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan zalimlere, despotlara ve inkârcılara karşı onurlu bir mücadele vermelidirler.
54-55- Kitapta İsmail'i de an, çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi, halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi; Rabbi yanında beğenilmişti.
56-58- Kitapta İdris'i de an; çünkü o, çok doğru bir peygamberdi, onu yüce bir yere yükseltmiştik. İşte bunlar; Allah'ın nimet verdiği peygamberlerden, Adem, neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail (Yakup) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir; onlara Rahman'ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.
Sünnetullaha uygun olmayan bir hareket, bir metod, İslâmi olmadığı gibi yüce Allah’ın rızasına da muvafık değildir. Risalet önderlerinin hayatlarını, mücadele metotlarını apaçık bir şekilde veren yüce Allah (cc), iman edenlerin buna uymalarını istemiş, ancak bunların doğru yol üzerinde bulunduklarını, Kendisini de bu kimseleri dost edindiğini bildirmiştir.
"Nefsini aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik, ahirette de, o iyilerdendir." (Bakara, 130)
"Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber ve Mü’minlerdir. Allah da Mü’minlerin dostudur." (Al-i İmran, 68)
"De ki: ‘Allah doğru söyledi, öyle ise dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun. O, müşriklerden değildi."(Al-i İmran, 95)
"Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah'a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olandan daha güzel olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti." (Nisa, 125)
Yüce Allah (cc), geçmiş rasullerin, Tevhid erlerinin ve Mü’minlerin, kendisine nasıl iman ettiklerini ve gönderdiği ayetlerine nasıl teslim olduklarını çok açık bir şekilde belirtmektedir. Onlar, kendilerine gönderilen ayetlere derhal teslim olmuş, hiçbir endişe duymadan hemen gereğini yapmışlardır. Yüce Allah (cc), işte bu kimseleri övmekte ve onları gelecek nesillere örnek olarak vermektedir.
Allah’ın ayetlerine derhal teslim olmak
Sonradan gelenler içerisinden de iyi insanlar çıkmış, Allah’ın ayetlerine karşı büyüklük taslamadan, ayetleri pazarlık konusu yapmadan teslim olmuşlardır. Bu nedenle onlar, yüce Allah’ın övgüsüne mazhar olmuşlardır.
“İnsanlar içerisinde, iman edenlere en yaman düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da ‘Biz Hrıstiyanlarız’ diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.
Rasule indirileni dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün, derler ki: ‘Rabbimiz, inandık, bizi şahitlerle beraber yaz, biz, Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim!’ Bu sözlerinden dolayı Allah onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler verdi; güzel davrananların mükâfatı işte budur!” (Maide, 82-85)
Yüce Allah (cc), gönderdiği ayetlerine kesin teslimiyeti emretmekte, kelimeleri yerlerinden kaydırıp ayetler üzerinde lafebeliği yapanları şiddetle uyarmaktadır. Bu uyarıya muhatap olanlar, günümüzde sayısal olarak oldukça fazla bulunmaktadır. Bunlar, namaz kılmamak adına, salat kavramı üzerinde lafebeliği yapmakta, kelimeleri ve anlamlarını yerlerinden kaydırarak, şeytani bir mantıkla, yüce Allah’a secde edenleri engellemeye çalışmaktadırlar.
Hevasına kulluk yapmayı şiar edinen kimseler için namaz, sürekli bir sıkıntı ve yük olmuştur. Bunun için de ya isteksiz namaz kılmışlar ya da namaz vakitlerini ve rekâtlarını düşürmeye çalışmışlardır. Kur’an’ı anlamaktan mahrum olan bazı kişiler, önce Kur’an’da namazın iki rekât olduğunu iddia etmişler, daha sonra da namaz vakitlerinin üç vakit olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Namaz, imani bir husustur; bu nedenle iman noktasında iflas etmiş, iman fazileti ile tanışmamış ya da bu faziletten nasiplenmemiş kişiler, iman ile küfrü karıştırıp şirketleştirenler namazın faziletini, insana verdiği manevi yüceliği ve fiziki huzuru anlamazlar. Bu kimseler, kendileri kılmasalar bile namazdan ve namazı ile kılanlardan rahatsızlık duyarlar.
Her vesile ile İslâm’a karşı mücadele eden İslâm düşmanlarının istismarlarına alet ettikleri kavramlardan biri de namazdır Bunlar, şeytanın yüce Allah’a karşı söylediği sözü gerçekleştirmek, insanları namazdan soğutmak ve yüce Allah’a secde edenleri azaltmak için bütün güçleri ile çalışmaktadırlar.
“Öyle ise beni azdırmana karşılık, andolsun ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım, sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!’ dedi” (A’raf, 16-17)
İnsanları, namazdan ve yüce Allah’a secde etmekten alıkoymaya çalışan kişilerden bazıları, Kur'an'da geçen salât kavramını içerik olarak, diğer bir kısmı ise, namazın rekât ve vakitleri yönünden çarpıtmaktadırlar. Bu kimseler, şeytanın görevini üstlenmiş bir halde insanların Rab’lerine secde etmelerini engellemeye çalışmaktadırlar.
59- Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular, onlar kötülük bulacaklardır.
Heva ve heveslerini ilah edinen kimseler, kibir ve azgınlıkları nedeniyle kendileri, yüce Allah’a secde etmedikleri gibi insanları da Rab’lerine karşı isyana teşvik etmektedirler. Rab’lerine secde etmeyip kibirlenen kimseler, Kur’ani kavramların anlamlarını değiştirerek içini boşalttılar ve insanların Rab’lerine gereği gibi iman etmelerine, kulluk ve ibadette bulunmalarına engel olmaya çalıştılar.
Günümüzde, yüce Allah’a secde etmekten alıkoymaya çalışan şeytanın temsilcileri saptırıcılar, hâlâ saptırma faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bu kimseler, er ya da geç, tarihteki benzerleri gibi Rab’leri tarafından belalarını bulacaklar, helak olup gidecekler, ahiret gününde de hak ettikleri cehenneme sürüleceklerdir.
60-63- Ancak tevbe eden, iman edip salih amel işleyenler, cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır. Rahman’ın kullarına gıyaben vadettiği Adn cennetleri(ne gireceklerdir). Şüphesiz O'nun vaadi yerine gelecektir, orada boş söz değil, yalnız selam işitirler; orada sabah akşam rızıkları da hazırdır; işte kullarımızdan, muttakilere vereceğimiz cennet budur.
Yüce Allah (cc), Adildir ve kulları arasında adaletle hükmederek herkese yaptıklarının karşılığını verecektir. O, kibir ve gururlarından Rab’lerinin emrine muhalefet edenlere hak ettikleri cezayı vereceği gibi Kendisine iman edip kulluk yapan, indirdiği ilahi hükümlere teslim olanlara da yaptıklarının karşılığını en iyi şekilde verecektir. Bu, O’nun vaadidir ve O, vaadinden asla dönmez, kullarının yaptıkları hiçbir şeyi unutmaz.
64- Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz; önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Rabbin, asla unutkan değildir.
Kulluk ve ibadeti sürekli yapmak
Kendi yaratılışlarının farkında olan kimseler, bütün güç ve kuvvetin, egemenlik ve mülkün yüce Allah’ın elinde bulunduğunu, O’nun, göklerin, yerin ve bunlar arasındaki her şeyin Rabb’i olduğunu bilirler ve O’na kulluk etmekte hiçbir sıkıntı duymazlar.
65- (O), göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O'na kulluk et ve O'na kullukta sabret, hiç O'nun adıyla anılan birini biliyor musun?
Burada geçen O'na kullukta sabret ifadesi, kulluğun sürekliliğini anlatmaktadır; yüce Allah (cc), iman edenlerden, kendilerine ölüm gelinceye kadar kulluk ve ibadet yapmalarını istemektedir.
“Sen Rabbini hamd ile yücelt ve secde edenlerden ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.” (Hicr, 98-99)
Kulluk, süreklilik isteyen, kesintisi ve ertelemesi olmayan bir teslimiyet ve itaattir. Aynı şekilde yüce Allah’a kulluk, yaratılışın temel gayesi olduğu için, kullukta sıkıntı ve usanç olmaz; kişi, yaratılış fıtratına döndüğü için kulluğu isteyerek ve severek yapar, yapmalıdır. Çünkü yüce Allah’ın buyruğuna icabette isteksizliğin yeri yoktur.
“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: ‘İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma) gelin’ dedi. ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11)
Kâinatta bulunan her şey, Rab’lerine isteyerek kulluk yapmakta, O’nun verdiği hükümler doğrultusunda hareket etmektedirler. Bu nedenle iman edenler de, Rab’lerinin buyruklarına karşı en küçük bir sıkıntı duymadan kulluk ve ibadetlerine devam etmeli ve bunu, hayatlarının sonuna kadar devam ettirmelidirler. Çünkü en küçük bir isteksizlik, yapılanların boşa çıkmasına neden olacaktır.
“Sadakalarının kabul edilmesine engel olan sadece şudur; onlar Allah'a ve elçisine karşı nankörlük ettiler; namaza da üşene üşene gelirler ve istemeye istemeye sadaka verirler.” (Tevbe, 54)
“Münafıklar, Allah'ı (güya) aldatmağa çalışırlar, oysa O, onları aldatır; namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az anarlar.” (Nisa, 142)
Yüce Allah’ı anmak ve O’nun hükümleri doğrultusunda hareket etmek, mü’min kullar için coşku ve sevinç, huzur ve mutluluk iken, O’nun hükümlerine tabi olmaktan sıkıntı duymak ve isteksiz davranmak şirk ve münafıklık, fısk ve irtidattır.
Münafık, müşrik, fasık ve mürtetler, yüce Allah’ın hükümlerine karşı gösterdikleri sıkıntı ve isteksizlikle fiili olarak, kâfirler ise sözel olarak ahirete iman etmediklerini belirtmektedirler. Bunlar, yeniden diriltilip hesap vermeyeceklerini zannetmektedirler.
66-67- İnsan: ‘Ben öldükten sonra mı diri olarak çıkarılacağım?’ diyor; insan önceden hiçbir şey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu?
Ahireti inkâr, sadece sözel olarak onun varlığını yalanlamak değildir; ahiretin var olduğuna inandıkları halde ona uygun hareket etmeyenler de ahireti inkâr edenlerdir. Kur’an bu konuda Müddessir suresinde, cehenneme girenlerin itiraflarını veriyor.
“Dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık, yoksula da yedirmezdik, boş işlere dalanlarla birlikte dalardık, ceza gününü yalanlardık; işte böyle iken ölüm bize gelip çattı.” (Müddessir, 43-47)
Cennet ehlinin sorduğu “Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi?” sorusuna, cehennem ehlinin verdiği cevaplar oldukça düşündürücüdür. Onlar, yüce Allah’ı inkâr etmedikleri halde, namaz kılmamış, infak etmemiş, boş şeylerle uğraşmış ya da boş işlere dalanlarla zamanlarını geçirmişler; bu halleri nedeniyle hesap vereceklerini unutarak günlerini gün etmeye çalışmışlardır. Ancak ölüm, onların tevbe etmelerine fırsat vermeden ansızın gelivermiştir.
Ahireti inkâr edenlerden bazıları da, yüce Allah’ın hükümlerini bir bütün olarak kabul etmeyen, bir kısmını alıp bir kısmını terk eden kimselerdir.
Yüce Allah’a iman etmek, O’nun varlığını kabul etmek ya da söylem bazında iddia edip sıfatlarını saymak değil, bu bilgiyi hayatta uygulamak, salih amellerle tasdik etmek ve bir hareket bir eylem içerisinde göstermektir. Söylem bazında iman ettiklerini iddia edip salih amel işlemeyenlerin, iman etmeyenlerden hiçbir farkları yoktur.
İman ve İslâmi esaslar bir bütündür; bölünme, parçalanma kabul etmez. İslâmi esaslar, parçacı mantıkla hareket etmeyi kabul etmez ve ancak bir bütün olarak alındığı zaman bir anlam ifade eder. Hangi gerekçe ile olursa olsun, İslâmi esasların bir kısmını alıp bir kısmını bırakmak şirk ve küfürdür.
“İnsanlardan kimi de Allah'a bir kenardan ibadet eder; eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzura kavuşur ve eğer başına bir kötülük gelirse yüzüstü döner. O, dünyayı da, ahireti de kaybetmiştir; işte apaçık ziyan budur.” (Hac, 11)
Kur’an, ahiret inkârcılarının, kendi başlarına sapmadıklarını, onları saptıranların olduğunu vurgulayarak o inkârcıların, kendilerini saptıranlarla beraber toplanacaklarını ve hepsinin cehenneme sürüleceklerini bildirmektedir.
Cehennem telakkisi
Yüce Allah (cc), Kur’an’da, her konuda olduğu gibi, cehennem konusunda da çok açık ifadelere yer vermiş, cehennemin mahiyetini açık bir şekilde bildirmiştir. Kur’an’da, cehennemin nasıl bir yer olduğu, içinde nelerin bulunduğu, kimlerin oraya gireceği, bu girenlerin orada ne kadar olacakları, oradakilere, nelerin yedirilip içirileceği, cehenneme girenlerin durumları, neler söyleyecekleri konusunda her şey, herkesin anlayabileceği açıklıkta ve netlikte anlatılmıştır.
Kur’an gerçeğinden habersiz bazı kimseler bilinçsizce, insanları Allah yolundan alıkoymak isteyen şeytanın dostları kimseler ise bilinçli bir şekilde yüce Allah’ın, mahiyetini apaçık bir şekilde bildirdiği cehennem telakkisini, kendilerine göre değiştirmişler, insanların, rahat bir şekilde Rab’lerine isyan etmelerine günah işlemelerine, şirk ve küfre girmelerine sebep olmuşlardır.
Cahil ve İslâm düşmanı kimselerin, İslâmi kavramlar konusunda ileri sürdükleri tüm görüşleri, Kur’ani gerçeklikten uzak zanna dayanmaktadır. Bu zanni bilgiler, Kur’an’dan ve Kur’an’ın en güzel açıklaması ve uygulaması olan Rasulullah (as)’ın örneklik ve şahadetinden hesaba çekileceklerine iman eden Müslümanlar için elbette hiçbir şey ifade etmemektedir. Onlar, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği üzere, her söz ve hareketlerini, iman ettikleri Kur’an’dan ve en güzel örneklik olan Rasulullah (as)’ın Sünnetinden delillendirerek yaparlar.
Cehenneme girecek kimseler
“Gören kimseler için cehennem ortaya çıkarılmıştır, artık kim azmışsa ve şu yakın hayatı yeğlemişse, onun barınağı cehennemdir.” (Naziyat, 36-39)
Yüce Allah (cc) Kur’an’da, kimlerin cehenneme gireceği, kimlerin girmeyeceğini, hiçbir kapalılığa meydan vermeden çok net bir şekilde açıklamıştır. Ancak Kur’an gerçeğinden habersiz olan cahil kimseler, okudukları birkaç ayetten ya da duydukları asılsın birkaç rivayetten yola çıkarak ağızlarına geldiği, hevaları uygun gördüğü şekilde hareket ederek fetvalar verirler, insanları kandırırlar.
Verdikleri yanlış fetvalar yüzünden, insanları adeta günah işlemeye teşvik eden kimseler, yüce Allah’a şirk koşmayı meşrulaştırmışlardır. Bu cahil ve hain kimseler, cehennemi adeta bir tatil kampı mantığı ile değerlendirmişler, geçici bir süre orada kalınacağını iddia ederek ayetlere aykırı hareket etmişlerdir.
68-72- Rabbine andolsun ki, onları ve şeytanları mutlaka toplayacağız, sonra onları diz çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde bulunduracağız, sonra her milletten Rahman'a en çok karşı geleni ayıracağız, sonra elbette Biz, kimlerin oraya girmeğe uygun olduğunu daha iyi biliriz. İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur; bu, Rabbinin üzerine aldığı kesin borçtur, sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.
Ayetler, oldukça net ve anlaşılır bir şekilde, kimlerin cehenneme gireceğini açıklamıştır. Yalnızca bu surenin 66. ayetinden hareket edilse bile, cehenneme kimlerin girecekleri çok rahat bir şekilde anlaşılacaktır.
Ayetlere göre yeniden dirilme kaygısı duymadan, hayatı dünyadan ibaret zanneden, dünya hayatında günlerini gün edinen gafil ve duyarsız kimseler ile onları saptıranlar, diz çöktürülmüş bir vaziyette cehennemin çevresinde toplanacak, sonra bu kimseler içerisinden öncülük edenler ayrılacaktır. Bunun nedeni, günah, şirk ve küfre öncülük edenler, daha çok suçlu oldukları için saptırdıkları kişilerin önüne alınacaklar ve azapları katlanmış bir halde cehenneme sürüleceklerdir. Yüce Allah (cc), saptırıcıların, daha fazla sorumlu olduklarını bildirmektedir.
“Ki kıyamet günü hem kendi veballerini tam olarak yüklensinler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin veballerinden bir kısmını. Bak, ne kötü şey yükleniyorlar!” (Nahl, 25)
“Onlar, hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber başka yükleri (vebalini) taşıyacaklar ve elbette uydurdukları şeylerden kıyamet gününde sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut, 13)
İnsanları, Rab’lerine yönelmekten, O’na kulluk ve ibadet yapmaktan alıkoyarak saptıranlar, saptırdıkları ile beraber cehennemin çevresinde toplanacaklar ve milletler içerisinde Rab’lerine isyan edenler ayrılacak ve önderleri ile beraber oraya sürüleceklerdir. Burada önemli bir vurgu bulunmaktadır; o da, ayrılan suçluların hepsinin yüce Allah’ın “İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur.” buyruğu gereği, cehenneme girecekleridir. Burada tek istisna tutulan, muttakilerdir.
Her milletin şakileri, cehenneme gireceği gibi, her milletin muttakileri de cennete gireceklerdir. Muttakiler, suçlulardan ayrılacak ve suçlular, diz çökmüş bir halde cehenneme sürülmek üzere orada bırakılacaklardır.
İnsanları saptıranlar, dünya hayatında insanların önüne çıkıp onları saptırdıkları gibi kıyamet günü de saptırdıklarının önüne çıkarılacaklardır.
“Her milleti, önderleriyle çağırdığımız gün, kimlerin kitabı sağından verilirse işte onlar, Kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar.” (İsra, 71)
“(Fir'avn), kıyamet günü kavminin önünde gidiyor, işte onları ateşe getirdi, o varılan yer de ne fena bir yerdir!” (Hud, 98)
“Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık, Kıyamet günü asla yardım olunmazlar.” (Kasas, 41)
“Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar; Kıymet koptuğu gün de ‘Fir'avn ailesini azabın en çetinine sokun!’ (denilir).” (Mü’min, 46)
Ayetlerden de anlaşılacağı üzere, her konuda olduğu gibi günah ve ceza konusunda da önderler daha fazla sorumludurlar. Yüce Allah’a en çok isyan edenler, ayrıca sorgulanmak üzere kendilerine tabi olanlardan ayrılacak ve ona göre de cezalandıracaklardır; sonra hepsine hak ettikleri cezalarını verilecektir.
“O gün onları hep bir araya toplarız, sonra müşriklere: ‘Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar yerlerinize’ deriz. Artık (önderleriyle) aralarını açmışızdır, koştukları ortaklar: ‘Siz bize tapmıyordunuz’ demektedirler.” (Yunus, 28)
Cehennem, müşrik ve kâfirlerin sürekli konaklayacakları yerdir
Yüce Allah (cc), birçok ayette, cehennemin kâfirler, müşrikler ve günahkârlar için olduğunu bildirmiş, Müslümanları, ondan sakınmaları konusunda uyarmıştır.
“Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!” (Al-i İmran, 131)
“O kâfirler, kullarımı benden ayrı olarak kendilerine veliler yapacaklarını mı sandılar? Biz kâfirlere cehennemi konak olarak hazırladık.” (Kehf, 102)
Mü’minler, cehenneme girmeyecekler
Cehennemin etrafında diz çökertilenler, cehenneme girecek kimselerdir; Müslümanlar onların içlerinde yoktur. Çünkü yüce Allah (cc), o gün Müslümanların gölgelikler altında bulunduklarını bildirmektedir.
“Siz acı azabı tadacaksınız; sadece yaptığınızla cezalanıyorsunuz! Ancak Allah’ın hâlis kulları bu cezanın dışındadır.” (Saffat, 38-40)
“Ayetlerimiz hususunda doğruluktan sapanlar bize gizli kalmazlar; şimdi, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi! Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet, 40)
Mü’minlerin de cehenneme girecekleri, bir müddet yandıktan sonra oradan çıkarılıp cennete girecekleri ifadesi, yalnızca bir zandan ibarettir. Mü’minlerin, cehenneme girmeyecekleri yüce Allah’ın, Mü’minlere, Kur’an’da vadettiği bir sözdür.
“Korunanlar da cennetlerde, nimet içindedirler; Rablerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rableri onları, cehennem azabından korumuştur.” (Tur, 17-18)
“Ama bizden kendilerine (ezelde) güzellik geçmiş olanlar, işte onlar, ondan (cehennemden) uzaklaştırılmışlar, onun uğultusunu duymazlar ve canlarının çektiği (nimetler) içinde ebedi kalırlar; o en büyük korku, onları asla tasalandırmaz. Melekler onları şöyle karşılar: ‘İşte bu, size vadedilen gününüzdür.” (Enbiya,101-103)
Bütün bu Kur’ani gerçeklere rağmen Mü’minlerin, cehenneme girecekleri, günahkâr olanların, günahları oranında orada yandıktan sonra çıkarılacakları iddiası, eğer bir cehalet değilse, Hakkı batılla bulamanın, insanları günah ve şirke girmeye teşvik etme gayretidir. Yüce Allah (cc), müminlerden, küçük günah işleyenleri, rahmeti gereği bağışlayacağını, onları cennete sokacağını bildirmiştir.
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.” (Nisa, 31)
“Onlar, günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler; şüphesiz Rabbinin affı geniştir…” (Necm, 32)
Mü’minler, cehenneme girmeyecek, ancak cehennemi ve içindekileri görecekler ve cehennemdekilerle karşılıklı konuşacaklardır. Onlar, cehennemde azap görenleri gördükçe Rab’lerine, kendilerini cehennemden koruduğu için şükredeceklerdir.
Rasulullah (as), Mü’minlerin cehenneme girmeyeceklerini bildirdiği ile ilgili şu haber nakledilir.
“Ümmü Mübeşşir el-Ensariye (r.anha): Rasulullah’ı dinledim şöyle diyordu: ‘Ashabu-ş Şecere’den hiç kimse, inşaAllah cehenneme girmeyecektir.’ Bunun üzerine Hafsa (r.anha) validemiz: ‘Hayır, ey Allah’ın Rasulü, dediyse de Rasulullah, onu azarladı. Bunun üzerine Hafsa validemiz, Meryem, 71. ayetini okudu; Rasulullah da cevaben Meryem, 72. ayetini okudu.” (Müslim, Fedailu-s Sahabe, 163/2496)
Üstünlük takva iledir
Değer yargıları, kişiden kişiye, düşünceden düşünceye farklılık gösterir. Materyalist felsefeyi din edinenler, üstünlüğü maddede ve sahip oldukları maddi konumlarında görürler. Ancak maddi zenginlik, dünya hayatında sahibini huzurlu ve mutlu kılamadığı gibi onları, Rab’lerinin azabına karşı da koruyamayacaktır.
Tarihi süreçte, Tevhidi esaslara karşı çıkanlar, hep maddi konumlarını dile getirerek Risalet önderlerine ve Tevhid erlerine karşı çıkmışlardır. Bu, cahiliye Araplarında da aynen devam etmiş ve Rasulullah (as)’a, fikri planda cevap vermekte aciz kalan müşrikler, maddi konumlarını dile getirerek, sosyal konumları ile övünmüşlerdir.
73-74- Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirler, iman edenler için ‘İki topluluktan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi daha güzeldir?’ derler. Onlardan önce nice nesiller helâk ettik ki onlar eşyaca ve gösterişçe daha güzeldi.
Mekkeli müşrikler, sosyal konumlarını öne sürerek kendilerinin, Rasulullah (as)’ın çevresinde toplanan kişilerden daha üstün olduklarını iddia ediyorlardı. Bu sakat düşünce, tarihsel süreçteki tüm inkârcılarda var olmuş, dünyevi güçleri ile böbürlenerek kendilerine gelen Hakkı inkâr etmişlerdir.
“Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve ahiret buluşmasını yalanlayan eşraf takımı dedi ki: ‘Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir, sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor." (Mü’minun, 33)
“Nuh: ‘Rabbim, onlar bana karşı geldiler de malı ve çocuğu kendisinin ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan bir adama uydular’ dedi." (Nuh, 21)
“Kavminden ileri gelen inkârcı grup: ‘Biz seni de bizim gibi insan görüyoruz, sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz; sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz; aksine sizi yalancı sanıyoruz!’ dedi." (Hud, 27)
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görülen inananlara: ‘Siz, Salih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ dediler, (Onlar), ‘doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!’ dediler; büyüklük taslayanlar: ‘Biz, sizin inandığınızı inkâr edenleriz!’ dediler.” (A’raf, 75-76)
Her toplumda, insanları doğruya yönlendiren ya da yanlışa sürükleyen insanlar bulunmaktadır. Bunlar, az da olsalar, örgütlü hareket ettiklerinde toplum üzerinde etkili olurlar ve her istediklerini insanlara yaptırırlar.
Maddi şeylerle mal ve çoğunlukla övünmek, bir hastalık olduğu gibi aynı zamanda bu yüce Allah’a isyandır. İnsanlar, maddi şeylere sahip oldukça, kimi zaman farkında olmadan, Rab’lerine isyan etmektedirler. Kalem ve Kehf surelerindeki bahçe sahipleri buna örnektirler.
“Biz bunlara da belâ verdik, şu bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi; hani onlar, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi, istisna da etmiyorlardı; fakat onlar uyurlarken hemen dolaşıcı bir bela, onu sardı da bahçe simsiyah kesiliverdi.” (Kalem, 17-20)
İnsanın, sonradan sahip olduğu maddi şeylerle ya da Rabb’inin lütuf ve keremi ile kendisine bahşettiği kimi özellikleri nedeniyle kendisini üstün görmesi, apaçık bir cehaletten başka bir şey değildir. Bütün güç ve kuvvetin, yalnızca yüce Allah’ta olduğunu unutanların, sahip oldukları ile övünüp böbürlenmeleri, Rab’lerini unuttuklarını ve sahip olduklarını ilahlaştırdıklarını göstermektedir.
Kendileri, aciz ve eksik bulundukları halde övünüp böbürlenen kimseleri yüce Allah (cc) sevmemektedir. Çünkü böbürlenmek, kişinin kendisini büyük görmesine neden olmakta bu ise onu, Rabb’ine şirk koşmaya sürüklemektedir.
“Allah'a kulluk edin, O'na hiçbir şeyi şirk koşmayın, ana babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yan(ınız)daki arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, kibirli, böbürlenen insanları sevmez.” (Nisa, 36)
“İnsanlara yanağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.” (Lokman, 18)
Kur’an’da, müşriklerin, maddi konumları ile övündükleri ifade edilmekte, Müslümanların, bunları önemsenmemeleri bildirilmektedir. Böbürlenmek, nimeti verene şükretmeye ve yüce Allah’ın bildirdiği ölçüler içerisinde nimeti paylaşmaya engeldir. Bu ise, insanın Rabb’ine isyanıdır. Böbürlenip isyan edenleri de yüce Allah (cc), dünya ve ahirette acı bir azap ile cezalandıracaktır.
“Onların ne malları, ne de evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” (Tevbe, 55)
Tarihsel süreçte böbürlenenler, hep Tevhidi esaslara karşı çıkan kâfirler ve müşrikler olmuşlardır. Bu nedenle yüce Allah (cc), bunların kâfir ve sapık olduklarını bildirmekte; onların, Rab’lerine isyan etmeleri nedeniyle acı bir azap beklemektedir.
75- De ki: ‘Kim sapıklık içinde ise Rahman ona süre versin, nihayet vadedildiklerini gazabı ve saati gördükleri zaman, kimin yerce daha kötü ve adamca daha zayıf olduğunu bileceklerdir.
İman edenler, hiçbir neden ve gerekçe ile övünüp böbürlenmezler; ne sahip oldukları mal ve evlatlarıyla, ne güzellik ve kuvvetleriyle, ne de elde ettikleri ilim ve bilgileri ile övünürler. Bu konuda Risalet önderleri, Mü’minler için en güzel örnektirler.
Hz. Davud (as) ve Hz. Süleyman (as), Rabb’inin kendilerine verdiği onca mal ve mülke, servet ve güce rağmen böbürlenmemiş, her halükârda Rab’lerine yönelerek ona şükretmişlerdir.
“Onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud’u an; çünkü o (bize) çok yönelirdi. Biz dağları onunla beraber (tesbih için) boyun eğdirmiştik; akşam sabah onunla tesbih ederlerdi, toplanıp gelen kuşlar da; hepsi onun nağmesine katılırdı.
Onun mülkünü güçlendirmiştik, kendisine hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik.” (Sad, 17-20)
Yüce Allah (cc) mülk ve egemenliği insanlara ancak imtihan için verir, onların bu nimetleri nasıl değerlendirdiklerine bakar. Nankör inkârcı kimseler, kendilerine verilen nimetlerle Rab’lerine isyan ederlerken iman edenler, kendilerine verilenlerin bir intihan olduğunu bilirler ve ona göre hareket ederler. Rab’lerine gerçekten iman edenler, kendilerine verilen mülk ve egemenlikle yalnızca Rab’lerini razı etmeye çalışırlar, O’nun rızasını kazanacak şekilde kullanırlar.
Yüce Allah (cc), Hz. Davut (as) ile Hz. Süleyman (as)’a da birçok nimet bahşetmiş ve onları bunlarla denemiştir. Hz. Davut (as), sürekli Rabb’ini anan, O’nun verdiği nimetler şükreden biriydi; güzel sesiyle Rabb’ine dua edip O’nu anarken, doğadaki her şey de ona eşlik ederdi.
Müslümanlar, üstünlüğü hiçbir şekilde dünyevi değerlerde aramaz ve bunlarla övünmezler. Onlar, asıl üstünlüğün, Rab’lerini tanımak ve O’na iman edip hükümlerine teslim olmakta olduğunu bilirler.
İnsani özelliklerini kaybetmeyen, yaratılış gayelerini bilen kimseler, dünyevi değerlerle şımarıp böbürlenmezler, her şeyin yüce Allah’ın elinde olduğunu bilirler, bu nedenle sürekli Rab’lerine yönelirler.
76- Allah, hidayete gelenlerin hidayetini artırır, kalıcı olan yararlı işler, Rabbinin yanında hem mükâfat bakımından daha iyidir, hem varılacak yer bakımından daha iyidir!
Kalıcı olan işler, yüce Allah’ın rızasını umarak, O’nun bildirdiği hükümler doğrultusunda yapılanlardır. Yüce Allah (cc), hayatın gayesini bilen ve hayatlarını o gaye doğrultusunda düzenleyenlerin yaptıkları hiçbir şeyi karşılıksız bırakmayacak, onlara en güzel karşılığı verecektir.
Dünya hayatını gaye edinenler, bu gaye doğrultusunda çalışıp asıl gayeleri olan, Rab’lerine kulluk vazifelerini unuturlar, dünya hayatını ve malı öncelerler. Böylece onlar, aslında küfre girmiş sapmışlardır. Günümüzde, dünya hayatını gaye edinip gününü gün edinenler, mal ve evlatlarıyla, güzellik ve güçleriyle, elde ettikleri bilgileriyle kendilerini insanların üzerinde görenler, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği hükümleri önemsememiş, küfre girmiş, sapmışlardır.
77-80- Ayetlerimizi inkâr edip: ‘Bana mal ve evlat verilecek’ diyen adamı gördün mü? Gaybe mi çıktı, yoksa Rahman'ın huzurunda bir söz mü aldı? Kesinlikle biz onun dediğini yazacağız ve onun için azabı uzattıkça uzatacağız; o dediğine biz varis olacağız ve o, bize tek başına gelecek.
İnsan bir kere azmaya görsün; artık ne anlatırsa anlatılsın fayda vermez; azgınlık, mal ile şımarıklık insanın gözünü kör ederek onun basiretini bağlar, böylece sağlıklı düşünmesini engeller. Onlar, Rab’lerine karşı kulluk görevlerini yerine getirmedikleri gibi, O’dan daha fazla mal ve sermaye istemektedirler.
Elbette iman etmek ve nimetleri veren yüce Allah’a hamd etmek akıl ile kalbin beraber hareket etmesi ile mümkündür. Aklını madde ile bozmuş, düşüncesini dünyevi zevkler işgal etmiş bir kimsenin, kalbi de karardığı için artık iman etmesi mümkün değildir. Böyle kimseler, arzularını ilah edinip onun peşinde gittiklerinden dolayı kendilerine anlatılan ayetleri düşünüp iman etmezler. Onların durumu şöyledir:
“Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer; üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünürler.” (A’raf, 176)
Vahyi esaslar, insanları yüceltir, onları yaratılışlarındaki güzelliklerine ulaştırır. Ancak vahyi esaslara sırt dönüp hayatı yemek ve içmekten ibaret sanmak, en önemlisi de yoktan var edip çeşitli nimetlerle donatan yüce Allah’a nankörlük yapmak, insanı en aşağı seviyeye düşürür, alçaltır.
Dünyevi değerlerle böbürlenip kibirlenmek ve gelen ilahi mesaja karşı inkârcı bir tutumla inatçı kesilmek, yüce Allah’ın emirlerine isyan etmek, şeytan (aleyhillane) misali alçalmanın apaçık göstergesidir.
Allah ile aralarına başkasını koyanlar
Kur’an, İslâmi esasları bütün yönleriyle, eksiksiz bir şekilde ortaya koymuş, hangi davranışın İslâmi, hangisinin gayri İslâmi olduğunu açıkça belirtmiş ve İslâm dininin tamamlandığını bildirmiştir. Yüce Allah (cc), tamamladığı bu dinden razı olduğu, bunun dışında ortaya konulacak dinlerden razı olmayacağı belirtmiştir.
Yüce Allah (cc), kullarının, zatına kulluk yapmalarını isterken bu kulluğun nasıl ve hangi esaslar dâhilinde yapılacağını da çok açık bir şekilde, en ince teferruatına kadar belirtmiş, bu ölçülere uygun hareket edilmesini bildirmiş, belirlenen ölçüler dışında hareket edilmemesi konusunda uyarmıştır.
"Rabb'inizden size indirilene uyun ve O'ndan başka dost¬lara uymayın! Ne kadar az öğüt alıyorsunuz!" (A'raf, 3)
"Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hâkim olan Allah katındandır; Biz bu Kitab'ı sana hak ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis kılarak Allah'a kulluk et.” (Zümer, 1-2)
Yüce Allah’ın, kullarını sürekli olarak uyarmasına, Kendisinden başkasına itaat etmemelerini istemesine rağmen tarihsel süreçte, Hak yoldan ve Tevhidi esaslardan sürekli olarak sapmalar olmuş, insanlardan bazıları, kendilerine destek olsunlar diye Allah’tan başkalarını, Allah ile kendi aralarına koymuşlardır.
Yüce Allah (cc), insanların, ancak kendi el ve emekleri ile yaptıklarından sorumlu tutulacaklarını ve bunların karşılıklarını alacaklarını bildirmektedir. Ancak Rab’lerinin mesajını anlamayan kimseler ve insanları saptırmaya çalışan şeytanın yardımcıları Samiri soylu belamlar, insanları Allah yolundan saptırmak için yüce Allah (cc) tarafından gönderilen ilahi mesajı ya direkt saklamışlar ya da asıl anlamlarını değiştirerek hakkı batılla karıştırarak Gerçekleri gizlemişlerdir.
Yüce Allah’a iman ettiklerini söyleyen kimseler, Rab’lerinden gelen gerçekleri gereği gibi bilmedikleri için kendileri ile Rab’leri arasına sürekli olarak başkalarını koymuşlar ve kendilerine destek olsunlar diye onlardan medet ummuşlardır. Bunun sonucunda farkında olmadan Rab’lerine isyana sapmışlar, şirke ve küfre girmişlerdir.
81-82- Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilahlar edindiler; kesinlikle (onlar), bunların tapmalarını inkâr edecekler ve bunlara zıt olacaklardır.
Kur’ani bilinçten, Tevhidi esaslardan habersiz kimseler, kandırılmaya, aldatılmaya daha yatkındırlar. Bunlar, insanlardan bazılarını, gözlerinde büyüterek onlara sığınırlar, onları, yüce Allah (cc) yanında, kendilerine faydası dokunacak zannederek, şefaatçi kabul ederler. Bu düşünce, tasavvuf kesiminde oldukça yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Onlar, Allah’tan başka edindikleri önderlerinin kendilerini yüce Allah’a yaklaştırdığını düşünüyorlar; oysa o edindikleri önderler onları, yüce Allah’a değil, O’nun azabına yaklaştırıyor.
“İyi bil ki halis din yalnız Allah'ındır; O'ndan başka veliler edinerek: ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz’ diyenler, elbette ki Allah, onlar arasında ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, kâfir kimseyi hidayete iletmez.” (Zümer, 3)
Allah’tan başkalarını, Allah ile kendi aralarına koyanlar, bu tutum ve iddialarında yalan söyledikleri gibi küfre de girmektedirler. Bu nedenle yüce Allah (cc) onların, yalancı ve kâfir kimseler olduklarını ve onları hidayete ulaştırmayacağını bildirmektedir.
Tarihi süreçte ve günümüzde de birçok örneği görüldüğü üzere, Allah’tan başka edinilen önderler ve tapınılan ilahlar, kendilerine tapanları dünya hayatında, maddi ve manevi olarak sömürdükleri gibi, Kıyamet gününde de onları tanımayacak ve onların tapınmalarını inkâr edeceklerdir.
“Kâfirler dediler ki: ‘Biz ne bu Kur'an'a, ne de bundan öncekilere inanırız,’ sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen; zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara: ‘Siz olmasaydınız elbette biz, inanan insanlar olurduk.’ Diyorlar; büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere: ‘Size hidayet geldiği zaman sizi ondan biz mi engelledik; hayır, zaten siz kendiniz suç işliyordunuz’ dediler.
Zayıf düşürülenler büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, gece gündüz dolap (kurar) Allah'a nankörlük etmemizi, O'na eşler koşmamızı bize emrederdiniz.’ dediler ve azabı gördüklerinde, içlerinde pişmanlıklarını gizlediler. Biz de o nankörlerin boyunlarına demir halkalar geçirdik; yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?” (Sebe, 31-33)
İnsanları, maddi ve manevi yönünden sömüren tasavvufçular, vakıfçılar ve dernekçiler, kandırdıkları insanlar üzerinde daha etkili olmak, onları etkileri altında tutmak için bir sürü yalanlar üretmişler, bunlarla insanları tesir altına alarak onları, uyuşturulmuş köleler haline getirmişlerdir. Onlar, insanları uyuşturup etki altına almakta, sapıklıklarında sınır tanımayacak kadar ileri gittiler.
Zamanla çevrelerinde İslâm'ı yeterince bilmeyen, cahil kimseleri toplamaya muvaffak olan tasavvufçular, daha sonra gerçek kimliklerini açıkça ortaya koymuşlar, küfürlerinde haddi aşmışlardır. İshak Baba ve Hallacı Mansur gibi, kendilerinin Hak (haşa Allah) olduklarını iddia edenlerin yanında, velilerin peygamberlerden üstün olduklarını savunan İbn-i Arabi ve mesnevisinin Kâbe’nin üstünde kendisine verildiğini, Şem-si Tebrizi'nin Hak (haşa Allah) olduğunu iddia edip yüce Allah'a en ağır hakaretleri yapan Celâlettin-i Rumi ve günümüzdeki Said’i Nursi ile İskender Evrenesoğlu gibi kimi zaman peygamberlik, kimi zaman da kâinatın en büyüğü olduklarını iddia eden şahıslar, hep tasavvuf içinden çıkan, tasavvufun şirk bataklığının ürünüdürler.
Şirk bataklığında debelenen tapınılan ve tapan kimseler, gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde birbirlerini suçlayarak reddedecekler, birbirlerine düşman kesilecekler ve lanet edeceklerdir.
“Hepsi Allah'ın huzurunda göründüler; zayıflar, büyüklük taslayanlara: ‘Biz size tâbi idik; şimdi siz, bizden Allah'ın azabından bir şey savabilir misiniz?’ dediler. (Onlar da,) ‘Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik; artık biz sızlansak da, sabretsek de birdir; kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur!” (İbrahim, 21)
Son yıllarda küfürlerinde en ileri gidenler, Nurculardır; tasavvufçular, kendileri ile yüce Allah aracılar koyarlarken nurcular, yüce Allah’ı da bırakarak direkt Said’i Nursi’yi ilah ediniyorlar ve onun yazdığı saçma sapan rivayetleri de kutsal kitap olarak kabul ediyorlar.
Said’i Nursi adındaki tasavvufçu ve takipçileri, sapıklıklarında tarihteki seleflerini aratmayacak derekeye düşmüşlerdir. Risaleler adlı küfür külliyatından birkaç örneğe bakıldığında bu sapıkların, sapıklıklarında nasıl sınır tanımadıkları açıkça görülecektir. İşte Nur talebelerinin iman ettikleri nar damlalarından birkaç sapıklık örneği.
Said’i Nursi’nin, nasıl ilahlaştırıldığı ile ilgili, Risale-i Nar talebelerinin itikatları:
“…daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiştir” (Tarihçe-i Hayat, c. II, s. 2123-2124)
“Rüya’da geçen herhangi ilme sorulan suale bila-tereddüd derhal cevap verirdi.” (İctimai Reçeteler I, 11, Tarihçe-i Hayat)
Risale-i Nar’ın, ilahi kitap olduğuna dair saçmalıklar ve Kur’an’a benzetilmesi:
“Resailin Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” (Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833)
“Risale-i Nur müminlere şifa ve rahmettir.” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybî, 92)
“o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resâil-in-Nur’dur” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 89-90)
“Nur Risaleleri de 23 senede tamamlandı.” (Sözler, 645-646’da)
“Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır; yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” Allah’ın ipidir.” (Şualar, On Birinci Şua, c. I, s. 985)
“Risale-i Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet, onbeş sene yerine, onbeş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, îman-ı hakikîye îsal eder. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (Kastamonu Lâhikası, 73)
“(…) işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki: "Risale-i Nur dâiresi içine girenler, tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler." diye müjde verirler.” (Bediüzzaman Said Nursî, 277, Kastamonu)
“İşte Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri uzun senelerden beri "zındıklar Risale-i Nura dokunmasınlar ve şakirdlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından bekliyen felâketler, onları yüz defa pişman edecek," diye Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hadisat içinde işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatlı felâket daha… Bütün arkadaşlar lâ ilâhe illallah zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekteydi. O sırada hatırımıza geldi, Risale-i Nur’u aşkla ve bir saikle üç-beş defa şefaatçi ederek Cenab-ı Hak’tan halâs ettik. Elhamdulillah derhal sakin oldu… Zındıka tarafdarları mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nur’un büyük kerametlerinden olup zelzele eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı.”
“Risalei Nur” darda kalanlara ve günahkârlara yardım ediyor” (Şuâlar, 308-311, Onüçüncü Şua)
“Üstadımız diyor ki: "Benim de kanaat-ı kat'iyyem çok tecrübelerle gelmiş ki, ben Risalet-ün-Nur’un tashihatiyle meşgul olduğum zaman, pek zâhir bir tarzda hem rızkımda bereket, hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam, o hali göremiyordum." (Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 39-40)
“Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. (…) Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyorum telâkki ediyorum.” (Barla Lâhikası, 56’da)
İşte bu kadar küfür ve şirk dolu saçmalıklardan sonra, Risale-i Nar talebelerinin duası:
“Cürmümüzle külhan gibi pürnârız, Dert elinden hem her gün zâr u zârız. Affet bizi madem sana hep yârız, Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur! Çevrildi ateşle bu koca dünya, Bir cehennem gibi kaynadı derya. Yetiş imdada ey şâh-ı evliya! Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur!” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî s.2102)
Kısacası, Risale-i Nar’ın talebelerinin iman ve itikatları, Said’i Nursi’yi yüceltip ilahlaştırmak, Nar risalelerinde hata bulunmadığını, Nar risalelerinin dokunulmaz olduğunu, dokunulduğunda insanların cezaya çarptırılacağını iddia etmek, gavslardan yardım istemek, şefaati kitaptan ve kuldan beklemek, Nar risalelerini Kur’anla bir tutmaktan ibarettir. Eh bu, şirk ve küfür dolu imanın da onları götüreceği adres bellidir; içerisinde ebedi kalmak üzere cehennem, acı bir azap!
Risale-i Nar sapıklarının ve Allah ile aralarına başkalarını koyan diğer sapıkların, içerisinde bulundukları durumu, şu ayet çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
83-84- Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar. Onlar hakkında acele etme, Biz, onlar için saydıkça sayıyoruz.
Gerçekten ilim ehli kimseler, ancak insanlara hizmet etmek ve onlara dinlerini öğretmek için çalışırlar ve hiçbir şekilde kendilerini yüceltecek bir tutum ve davranış içerisine girmezler. Örneğin, Ebu Hanife (Allah kendisinden razı olsun), insanları, mukallit olmaktan sakındırmak için verdiği fetvalar konusunda şunları söylemiştir.
“Bir kimseye bir şey sorduğunuzda, onun kaynağını da sorun, velev ki okuma yazmanız da olmasa” ve o, verdiği bazı fetvalar için de şöyle demiştir. “Bu söylediklerim, benim araştırmalarım sonucunda ulaştığım sonuçtur ve bunlar, benim reyim (görüşümdür); siz daha doğrusunu bulursanız, bunları terk edin.”
İlim ehli kimseler, insanlara doğruyu gösterirler ve bu doğruların kaynağını da belirtirler. Onlar, insanlar için tapınılacak birer önder değil, insanlara yol gösteren kılavuzlar ve rehberlerdi. Bu nedenle onlar, kendilerini insanlar ile Rab’leri arasına koymaz, doğru yolu gösterip insanları Rab’leri ile başbaşa bırakırlardı. Tıpkı rasuller gibi, rasuller de elçi olmaktan başka bir şey olmadıklarını söyler, insanlara Rab’lerinin mesajını iletirlerdi.
“Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'tan başka ilahlar edindiler; (onlar) kendilerine yardım edemezler, aksine kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir.” (Yasin, 74-75)
İnsanlara yol gösteren gerçek ilim sahipleri, elbette muttaki kimselerdir ve onlar, Kur’ani çizgide hareket ettikleri, Kur’ani esaslara bağlı oldukları için Kitab’a aykırı bir söz söylemez, bir harekete kalkışmazlardı. İşte onlar, kıyamet günü, binekler üzerinde olacaklardır.
85- Korunanları, binek üzerinde ikram ile Rahman’a götürdüğümüz gün,
Kendilerini Allah ile insanlara arasına koyanlar, kendilerini yüceltip insanları kendilerine davet edenler ve insanların, kendilerine tapınmalarından zevk alanlar da kıyamet günü, alçaltılmış bir şekilde, zincirlere vurulmuş halde yaya ve susuz olarak cehenneme sürükleneceklerdir.
86- Suçluları da yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün),
O adalet gününde herkes, adil bir şekilde yargılanacak ve herkese, yaptıklarının karşılığı eksiksiz bir şekilde verilecektir. Bu, yüce Allah’ın, Kur’an’da kullarına verdiği vaadidir ve O, vaadinden dönmez.
Şefaat
Kıyamet günü herkes, dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek ve hiç kimse, bir başkasının günahını yüklenemeyeceği gibi yine hiç kimse, bir başkasının bağışlanması için de aracı olmayacaktır. Küfür ve şirk içerisinde bulunan günahlar, küfür ve şirklerinin karşılığı olarak cehennemi boylayacaklar; Mü’minler ve muttakiler de, Rab’lerinden bir bağışlanma ve mağfiret olarak cennetle gireceklerdir. Yüce Allah (cc), kıyamet günü ile ilgili hükmünü çok açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur.
“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez; kimseden şefaat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.” (Bakara, 48)
“Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez; insana çalışmasından başka bir şey yoktur ve çalışması da yakında görülecek, sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 38-41)
Kur’an’da bu hüküm, birçok yerde tekrarlanmasına, birçok ayette değişik şekillerde bildirilmesine rağmen, Kur’ani gerçekleri bulandırmaya çalışan, Hakkı batılla karıştırıp Gerçekleri gizleyen ve Kur’an gerçeğinden habersiz olan bazı kimseler, yüce Allah’ın, kesin bir şekilde olmadığını bildirdiği şefaatin olduğunu iddia etmektedirler. Bunlar, bu yalanlarını, yüce Allah’ın üzerine iftira atarak, ayetleri yanlış anlamlandırarak ve ayetlerin bir kısmını gizleyerek ispatlamaya çalışmakta, Rasulullah (as)’ı da yalanlarına alet etmektedirler.
Kur’an’da, hiçbir çelişki yoktur; çelişki, Kur’an’ı anlamaktan mahrum kişilerin kafalarındadır. Bu kimseler, kafalarındaki çelişkileri Kur’an’a onaylatmaya kalkışmakta, bu nedenle de Kur’ani kavramların anlamlarını çarpıtarak, kendilerini yalanlayan kimi ayetleri gizleyerek kendilerince bir yol edinmektedirler.
Anlamı saptırılan ayetlerden biri aşağıdaki ayettir; Şefaatin olmadığını Kur’an’da defaatle bildiren yüce Allah (cc) bu ayette, sanki bir kısım insanlara şefaat yetkisi vermiş gibi bir anlam içeren şu ifadeleri kullanmaktadır.
87- Yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler.
Kur’an’da hiçbir çelişki bulunmadığına göre ve yüce Allah (cc), neyi nasıl bildireceğini çok iyi bildiğine göre, bu ifadenin ne anlamına geldiğinin, şefaat kavramının ne olduğunun anlaşılması ile netlik kazanacaktır.
Şefaatin Sözlük Anlamı
Şefaatin Sözlük Anlamı; Arapça ŞIN-FE-AYN, kelimelerinden türetilen Şefaat, bağışlamak, yardım etmek ve şahitlik etmektir. Ayrıca şefaat kelimesi, Şâf’i olarak çift anlamını da içerisinde barındırmaktadır.
Halk arasında şefaat kavramına yüklenen yardımcı olmak, yardım istemek, birine destek olmak, birisini bir yerden kurtarmak gibi anlamlar, Kur'an’da reddedilmekte, böyle bir şefaatin olmayacağını bildirmektedir.
Kur'an, insanların sahip olduğu tüm yanlış kavram ve kanaatleri değiştirip doğrularını belirttiği gibi şefaat kavramı konusundaki yanlış algıları da düzeltmekte, şefaatin ne olduğunu açıklamaktadır. Ancak bazı kimseler, ilahi mesajın doğruları ortaya koymasına rağmen hala yanlış algılarının doğru olduğunu iddia etmekte, adeta ve hâşâ yüce Allah’a dinini öğretmeye kalkışmaktadırlar. Bu yanlış algılardaki ısrarlar, ne acıdır ki kabir azabı, cehennemde sürekli kalınmayacağı vb. konularda da sürdürülmektedir.
Kur'an’da “şefaat yoktur” ifadesinin geçtiği ayetlere bakıldığında, genellikle yüce Allah’tan başkaları tarafından yapılacağı iddia edilen ve bir günahtan kurtarma ve yardım anlamında kullanılan bir şefaatin olmadığı görülmektedir. Bu ayetlerde çok açık bir şekilde başkaları tarafından yapılacak bir şefaatin olmadığı, düşünen ve aklını kullanmasını bilen kimselere açıkça bildirilmektedir.
Bakara, 48, 123, 254; En’am, 51, 70, 94; A’raf, 53; Yunus, 18; Şuara, 100; Rum, 13; Yasin, 23; Mü’min, 18; Secde, 4; Zümer, 43-44; Zuhruf, 86; Necm, 26; Müddessir, 48;
“Bırak o dinlerini oyun, eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri de sen, o (Kur’an) ile hatırlat ki bir kişi, yaptığı işin eline teslim edilmeye görsün, Allah’tan başka onun ne bir dostu, ne de bir şefaatçisi olmaz; her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte onlar, kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir, onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acı bir azap vardır!” (En’am, 70)
“Onları yaklaşan güne karşı uyar; zira (o gün) yürekler, gırtlaklara dayanmıştır; yutkunur dururlar. Zalimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir şefaatçileri yoktur.” (Mü’min, 18)
Yüce Allah (cc), kendisi dışında hiçbir şefaatçiyi kabul etmemekte, böyle bir iddiayı kendisine şirk koşmak olarak belirtmekte ve şefaatin yalnızca kendisi tarafından yapılacağını bildirmektedir.
“Rab’lerine toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri yoktur; belki korunurlar.” (En’am, 51)
“O ki gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları altı günde yarattı; sonra Arş’a istiva etti; sizin, O’ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur; düşünmüyor musunuz?” (Secde, 4)
Bu ve benzeri ayetlerde belirtildiği üzere şefaat, yalnızca yüce Allah’a aittir ve O’nun dışında hiç kimse şefaat edemeyecektir. O halde şefaatin ne olduğu konusuna bakıldığında bunun, yalnızca yüce Allah’ın, günahkâr olan, şirk ve benzeri büyük günahlardan sakınan kullarına şefaat ederek o kullarının günahlarını bağışlayacağıdır.
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.” (Nisa, 31)
“De ki: “Şefaat tamamen Allah’ındır; göklerin ve yerin mülkü O’nundur; sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer, 44)
Kur'an, “Şefaat tamamen Allah’ındır”, “Allah’tan başka onun ne bir dostu, ne de bir şefaatçisi olmaz”, “O’ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur” buyurmaktadır. Bu, çok açık ifadelere rağmen yüce Allah’ın yanına bir şefaatçi sokmaya çalışanlar, bu düşünce ve ifadeleri ile yüce Allah’a adeta kafa tutmaya ve hâşâ O’nu yalanlamaya kalkışıyorlar da farkında değiller.
Yüce Allah (cc) bu müfteri yalancıları: “Sizin, O’ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur; düşünmüyor musunuz?” (Secde, 4) buyurarak onları düşünmeye davet ediyor.
Yüce Allah (cc), “Şefaat tamamen Allah’ındır”, “O’ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur” buyururken, bazı kimseler, “O gün Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Taha, 109), “Yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler.” (Meryem, 87) ayetlerini tevil ederek adeta yüce Allah’ın sözlerinde çelişki aramaya çalışmaktadırlar. Ancak onların bu çabaları, pişmanlığın olmadığı günde, onların ziyanlarını ve hüsranlarını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
“İlle onun tevilini mi gözetiyorlar; onun tevili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar: ‘Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş, şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler yahut tekrar geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım’ derler. Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler, kendilerinden saptı (kaybolup gitti).” (A’raf, 53)
Sözünde sadık olan yüce Allah (cc), şefaatin ve olmadığını, kendisinden başka hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini belirttikten sonra bu konudaki yetkilerini başkalarına devretmez. Çünkü O, ne buyurmuşsa onu yapar ve kimseye de o konuda hesap vermez; ulûhiyet bunu böyle gerektirir.
Şahitlik-Şefaat İlişkisi
O halde tevil edilen ayetlerdeki gerçek mananın ne olduğu yine Kur'an’dan hareketle anlaşılabilir. Yüce Rabb’imiz, konular net anlaşılsın diye ayetleri tekrar tekrar açıkladığını bildirmektedir.
“Andolsun biz, bu sözü onların aralarında çevirip çevirip anlattık ki öğüt alsınlar. Ama insanların çoğu, nankörlükte direnmektedir.” (Furkan, 50)
“Andolsun biz, düşünsünler diye onlar için sözü birbirine bitiştirdik.” (Kasas, 51)
Yüce Allah (cc) ve O’nun ayetleri hakkında tartışmak, eğer küfür ve şirk amaçlı bir tavırla yüce Allah’a ve O’nun dinine bir düşmanlık değilse bu, açık bir cehaletin ifadesidir. Nitekim Rabb’imiz, böyle kimselerin, bu tavır ve tartışmaları ile şeytana (aleyhillane) tabi olduklarını bildirmektedir.
“İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilmeden tartışır ve her kaba şeytana uyar.” (Hac, 3)
Yüce Allah’ın ayetleri üzerinde tartışmak, şeytana tabi olanların işidir. Bu kimseler, kendi hevalarını tatmin etmek, düşüncelerine haklılık kazandırmak adına, ayetler üzerinde tartışarak ayetlerin anlamlarını çarpıtmaktadırlar.
“Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya onların göğüslerinde, (hiçbir zaman) erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, çünkü işiten, gören O'dur.(Mü’min, 56)
Ellerinde Kur’ani hiçbir delil olmadan, kimi ayetleri tevil ederek Allah hakkında tartışanlar, şefaat ve şahitlik konusunu da anlamadıkları için kendilerince bir çıkış yolu aramaya çalışmaktadırlar. Kur'an’da bir kavramın, değişik ifadelerle ortaya konulduğunu az da olsa Kur'an’dan nasibi olanlar bilirler. Bunlara bir iki örnek verilecek olursa!
Yüce Allah (cc), iman eden kullarını Mü’minler, Müslümanlar, muttakiler gibi sıfatlarla vasıflandırmaktadır. Şimdi bunların ayrı ayrı kişiler oldukları iddia edilebilir mi? Ya da namaz tanımlanırken salat, zikir, Kur'an olarak belirtilmektedir. Aynı şekilde bunların farklı şeyler oldukları söylenebilir mi? Bir başka ifade ile söylenecek olursa, zikir ve Kur'an ifadesinin namazı, mü’min ve muttakinin Müslümanı tanımlamadığı söylenebilir mi? Zikrin, başka konulardaki fiilleri de tanımladığı bir gerçektir; bunun bir konudaki tanımını kabul edip diğerlerini reddetmek, Kur'an mesajını anlamamaktır.
Kur'an’ın birçok konudaki değişik tanımlamaları, şefaat ve şahitlik için de geçerlidir. Yüce Allah (cc) şefaati, hem bağışlama, hem de şahitlik olarak belirtmiş, bağışlama yönüyle yalnız kendisinin şefaat edeceğini, Kendisinden başkasının bu konuda yetkisi bulunmadığını, düşünen akıl sahiplerine defaatle tekrarlamış, şefaatin şahitlik boyutunu ise, şahitlik anlamındaki şefaatin şahitler tarafından yapılacağını bildirmiştir.
“O’ndan başka yalvardıkları şeyler şefaat etmeye sâhip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır.” (Zuhruf, 86)
İnsanların kendi hevalarından uydurdukları şefaatçiler, şahitlik yapma yetkisine sahip değillerdir. Şahitlik (Şefaat) edecek olan kimselerin, yüce Allah’ın razı olduğu, şahitlik yapmaları için söz verdiği kimselerden olması gerekir.
“O gün Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Taha, 109)
“O gün Ruh ve melekler, sıra sıra dururlar; ancak Rahman’ın izin verdiği konuşabilir, o da doğruyu söyler.” (Nebe, 38)
“Yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler.” (Meryem, 87)
Bu kadar açık bildirimlere rağmen, kendi kafalarından kurdukları küçük dünyalarında şefaat kavramını çarpıtıp bunun da cehennemden bir kurtarma operasyonu şeklinde algılamanın Kur'an’la, Kur'an’daki ilahi bildirimlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi ve ilişkisi yoktur.
Şahitlik (Şefaat) edecek kişiler, ancak yüce Allah’ın sorduğu sorulara cevap verirler ve ancak O’nun dediğini yaparlar ve hata yapmaktan, yanlış konuşmaktan dolayı Allah korkusundan titrerler.
“O'ndan önce söz söylemezler ve onlar, O'nun buyruğunu yaparlar; (O), onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir; (Allah’ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar, O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiya, 27-28)
Kimlere şahitlik/şefaat edilecektir
Şahitlik edecek kişilerin, yüce Allah’ın razı olduğu kimseler hakkında şahitlik yapmaları ilahi adaletin bir gereği ve sonucudur. Bu, yüce Allah’ın razı olduğu kullara Rab’lerinin bir lütfu ve ikramıdır. Nasıl ki, yüce Allah’ın her şeyi bilmesine rağmen, ilahi adaletin tecellisi gereği el, ayak, gözler aleyhte konuşuyorlarsa, lehte şahitlik yapanların da yüce Allah’ın bir lütfu olarak, O’nun razı olduğu kullar lehinde şahitlik (şefaat) etmeleri normal bir durumdur.
Yukarıdaki ayetlerde şefaatin/şahitliğin, günahkâr olanlara değil, yüce Allah’ın razı olduğu kimselere yapıldığı anlaşılmaktadır. Şefaat kavramını çarpıtanların iddia ettikleri kurtarma operasyonunda önemli bir husus dikkati çekiyor. Bu kimseler, kaynağı belli olmayan iddialarında, yüce Allah’ın günahkâr kullarının küçük günahlarını bağışlayacağı, Rasulullah (as)’ın ise büyük günah işleyenleri bağışlatıp cehennemden kurtaracağıdır. Bu, Kur'an’da olmayan, Allah ve Rasulü'ne çok ağır bir iftira ve yalandır.
Bağışlama ve cezalandırma hakkı yalnızca kendisinde bulunan yüce Allah (cc), kendisinin razı olduğu kullara şefaat edileceğini bildirirken, şefaati çarpıtanlar, bu konuda da yüce Allah’a karşı çıkmakta ve şefaatin büyük günah işleyenlere yapılacağını iddia etmektedirler. Özellikle Rasulullah (as)’a atıfla yapılan uydurma rivayetlerde Rasul (as), -hâşâ- adeta yüce Allah (cc) ile pazarlık yapmaktadır.
Hadis kitapları, Hz. Muhammed (as)’ın, günahkârlar için şefaat istediği ve onları, gruplar halinde cehennemden kurtardığı yalanları ile doludur. Bu uydurma ve iftiralara inanan kimselerin, Kur'an’dan nasiplenmemiş zavallılardır. Kur’an, günah işleyenlerin ve yüce Allah’ın bağışlamadığı kişilerin, ebediyen cehennemde kalacaklarını bildirmektedir.
“Evet, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara, 80)
“Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihâyet kendilerine ölüm gelip çatınca: ‘Ben şimdi tevbe ettim’ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur; onlar için acı bir azap hazırlamışızdır!” (Nisa, 18)
Kur’an’ı anlamayan şefaat müfterileri, yüce Allah’ın, verdiğinde sözünden dönmeyeceğini bildirdiğini de bilmiyorlar.
“Rabbimiz, sen mutlaka insanları, asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Allah sözünden dönmez.” (Al-i İmran, 9)
Yüce Allah (cc), elbette sözünden dönmez; O, Kur’an’da ne buyurmuş ise onları aynen yerine getirecek, Kur’an dışı din edinenleri ve Kendisine iftira atanları da layık oldukları cehenneme atacaktır. Müfteriler, yalan ve iftiralarında sınır tanımadan, yüce Allah’a (hâşâ) çocuk isnat edecek derecede azgınlaştılar.
88- ‘Rahman çocuk edindi’ dediler.
89-91- Andolsun ki, siz pek kötü bir cürette bulundunuz; o(sözün dehşeti)nden gökler neredeyse çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktır. Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü.
92-95-Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz; göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir. O, onların hepsini kuşatmış ve onları bir bir saymıştır; onların hepsi, kıyamet günü O'na tek başına gelecektir.
Yüce Allah’a çocuk isnat edenlerle, O’nun yanında şefaatçiler edinenler arasında, yalan ve iftira konusunda hiçbir fark yoktur. Müfterilerin uydurdukları bu iftira ve yalanlarda, yüce Allah’ı (Haşa) eksik tanımlanmak ve O’na yardımcılar atfedilmektedir.
Yüce Allah’a çocuk isnat edip O’nun, fani olan insanlar gibi evlat sahibi olabileceğini iddia etmek, O’nu da faniler gibi ölümlü olduğunu düşünmektir. Çünkü her çocuk, aynı zamanda babasının mirasçısı ve babasının yanında söz sahibidir. İşte bu sakat düşünce, şefaatin varlığını iddia edenlerde ve tasavvuf kesiminde de oldukça yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Oysa Allah (cc), eksikliklerden münezzehtir. (Bu konuda, İhlas suresi tefsirine bakılabilir.)
96- İman edip salih amel işleyenler için Rahman, bir sevgi yaratacaktır.
Yüce Allah (cc), iman edip salih amel işleyenlerin gönüllerini birbirine sevgi ile bağlayacak ve onları kardeşler kılacaktır. İnsanların kalplerini bağlayacak yegâne kuvvet ve sebep de hiç kuşkusuzdur ki, Kur’an’dır, Kur’an’a sarılmaktır.
“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: hani siz birbirinize düşman idiniz, (O) kalplerinizi uzlaştırdı; O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Bakara, 103)
Kur’an, anlaşılması kolay bir Kitaptır; Kur’an’a yönelen her iman eden kimse onu anlayacaktır. Kur’an’dan öğrendiklerini hayatlarına aktaranlar, Kur’an doğrultusunda bir hayat sürenler, birbirlerini sevecekler ve aralarında kardeşlik hukuku gelişecektir.
97-98- Biz o(Kur'a)n'ı senin diline kolaylaştırdık ki, onunla korunanları müjdeleyesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarasın. Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik; şimdi onlardan hiçbirini duyuyor yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?
Kur’an, Mü’minler için bir müjde, kâfir, müşrik, fasık ve mürtetler için ise, azaplarını bildiren bir uyarıdır. Bu apaçık hatırlatmalara rağmen dileyen, dilediği yola tabi olabilir!
mucahede@mucahede.com: 2014-09-19
Bir yanıt yazın