Kur’an, genel yapısı ile insanı, maddi âlemden çıkarıp mana âlemine, müşahede edilen sınırlı ortamdan fizikötesi sınırsız âlemin içerisine çeker, insanı iki âlem içerisinde gezdirerek yüce Allah’ın azamet ve kudretini ortaya koyar, Böylece insanın sağlam bir şekilde iman etmesini sağlar.
Kur’an’ın, evrensel ve çağlarüstü mesajını anlamak ancak öncelikle maddi değer yargılarından sıyrılmakla ve mana âleminin içerisine girmekle mümkündür. Maddi değer yargılarından sıyrılmayanlar, hiçbir zaman Kur’an’ın mesajını anlayamaz, onda geçen mucizevi hükümleri kavrayamaz.
Kur’an’da geçen ve aklın sınırlarını aşan yüzlerce olayı, harikulade mucizeleri anlamak, maddi âlemin gerçeğini kavramakla mümkündür.
Yüce Allah (cc), maddi âlemden sıyrılıp mana âlemine girmek istemeyen ve bunda ısrar edenlerin, hiçbir zaman iman etmeyeceklerini ve Kur’an’ı anlamayacaklarını bildiriyor.
“Kur’an okuduğun zaman, seninle ahirete iman etmeyenler arasında örtülmüş bir perde kılarız. Onların, kalpleri üzerine, onu anlamalarını engelleyen perde ve kulaklarına da ağırlık koyarız. Kur’an’da, Rabb’ini tek olarak andığın zaman arkalarını dönüp kaçarlar.” (İsra, 45-46)
Sahip oldukları beş duyunun dışında bir şey bilmeyen, bunların kapsam alanı dışına çıkmayan, her şeyi maddi değer yargıları ile değerlendirenler, mana âleminde geçen harika mesajları anlayamaz, anlayamayınca da iman edemezler. Çünkü iman etmek, müşahede etmekle değil, kalbin derinliklerindeki cevheri hareket ettirmekle mümkündür.
İsra suresi, mana ve madde âlemini birleştirerek insanların Rab’leri yüce Allah’a gereği gibi iman etmelerine ışık tutmakta, onları, her iki âlem içerisinde gezdirerek imanlarının kökleşmesini sağlamaktadır.
İsra suresi, öyle bir mesajla başlıyor ki, yalnız geçmişin değil, günümüz materyalist mantık sahiplerini şaşkına çevirmekte, adeta beyinlerine çivi saplarcasına şoke etmektedir. İman ile küfür arasında yalpalayan bu materyalistler, daha ne olduklarını anlamadan sure, birbiri ile bütünlük sağlayan konuları, gerçekten nasıl iman edileceği konusundaki gerçeği ortaya koyarak hükümlerini ardı ardına sıralamaktadır.
Vahye iman edilmesinin ya da iman edilmemesinin sonuçlarını ortaya koyan sure, Kur’an’ın yol göstericiliğine tabi olanların, nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğini bildirmekte, Kur’an’a teslimiyetin nasıl olacağını, önceki iman edenlerin örneklerini vererek açıklamaktadır.
Sure, dünya ile ahiret arasında kurduğu köprüden, hangi vasıtalar kullanılarak ahirete geçileceğini belirtmiş, Kur’an’a gereği gibi sarılmakla, onu iyi anlamakla ahirete yaraşır bir hayat sürdürüleceğini ortaya koymuştur.
İsra suresi, iman edenlerin, nasıl bir kişilik kuşanmaları gerektiğini, toplum içerisinde nasıl hareket edeceklerini ortaya koymuş, buna uyanların şahsiyet sahibi kimseler olacaklarını belirtmiştir. Sure, iman edenlere yepyeni bir kimlik, onurlu bir şahsiyet kazandırmaktadır.
Kur’an’a iman edenlerin, bundan zerre kadar şaşmamaları gerektiğini, iman edilen esaslardan insanların hatırı için taviz verilmemesini, aksi halde bunun kendileri hakkında çok kötü sonuçlar doğuracağını ihtar etmiştir. Sure, Rasulullah (as)’ın, dolayısıyla daveti üstlenenlerin, sınırlarını belirlemiş, bu sınırları aşmamaları konusunda uyarmıştır.
Surenin açıklaması
1- Yücedir O ki, kulunu bir gece, ayetlerimizden kendisine göstermemiz için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü; şüphesiz O, işitendir, görendir.
İman noktasında zafiyet içerisinde bulunan kişilerin, iman alanına giren konuları anlamaları, onları değerlendirmeleri mümkün değildir. Gereği gibi iman etmeyenler, üzerlerindeki materyalist düşünceden kurtulmamışlar, olay ve olguları, taşıdıkları o materyalist değer ölçüleri ile değerlendirmektedirler.
Kur’an, iman alanına giren ve ancak iman etmekle anlaşılabilecek konu ve olaylar ile emir ve tavsiye niteliğindeki konularda iman edenlere seslenmekte, inkârcı toplumların helakiyle ilgili maddi ve müşahede edilebilir konularda ise, iman etmeyenlere örnekler vermektedir. Çünkü inkârcılar, ancak beş duyu ile algıladıklarına inanmaktadırlar.
Yüce Allah’a, meleklere, ahiret hayatına iman etmek, cin konusu, maddi değer yargıları ve duyu organları algılanacak bir şey değildir. Gaybi olan bu konular, tamamen iman etmekle ve kalbi olarak kabullenmekle mümkündür.
“Bu Kitap, kendisinde şüphe yoktur, muttakiler için hidayettir; onlar, gaybe iman ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler. Onlar, sana indirilen şeye, senden önce indirilen şeye iman ederler ve onlar, ahirete yakinen iman ederler.” (Bakara, 2-4)
Materyalist değer yargılarına sahip kimseler, gaybi olan konulara hiçbir şekilde iman etmezler. Çünkü onlar, şu dünya hayatının dış yüzünü bilirler, gaybi olan ahireti bilmezler.
“Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler ve onlar, ahiretten gafildirler.” (Rum, 7)
Materyalist mantık sahipleri, İsra vb. konuları anlayamazlar
Kur’an’da geçen gaybi ve fizikötesi konular, gözle müşahede edilen, dokunulan, elle tutulan bir husus olmadığı için materyalistler tarafından anlaşılmaz, kabul edilmez, inkâr edilir. İşte bu nedenledir ki, materyalist kalıntıları yeterince üzerlerinden atmayan, iman zafiyeti içerisinde bulunanlar ve materyalist inkârcılar, Kur’an’da geçen İsra, miraç vb. konuları kabul etmezler. Onlar, her şeyi sebep sonuç içerisinde değerlendirir, buna uymayanları inkâr ederler.
İnsanların, uzak yerlere deve ve atlarla seyahat ettikleri bir dönemde Rasulullah (as)’ın, Rabb’i tarafından kendisine lütfedilen ve bir gece içerisinde gerçekleşen “Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya” yürümesi olan İsra’yı anlamaları, bir noktaya kadar anlaşılabilir. Ancak artık ışık hızı ile birçok şeylerin gerçekleştiği günümüzde İsra’yı kabul etmemek, apaçık bir şekilde körü körüne bir inkârdan başka bir şey değildir.
Yüce Allah’ın yarattığı, eksik vasıflarla donanmış bir beşer, ışık hızı ile birçok olayı gerçekleştirebiliyor ve insanlar buna inanıyorlar, ancak “Ol” demekle anında istediğini olduran âlemlerin Rabb’inin böyle bir şey gerçekleştireceğine inanmıyorlar. Bu apaçık bir körlüktür.
İnkârın mantığı ve kuralı yoktur; inkârcılar, inkârlarını herhangi bir bilime ya da delile dayandırmıyorlar. Onlar, körün fili tarif etmesi gibi dokunup hissettiklerini tarif ederler, dokunup hissetmedikleri konuları yok kabul ederler. Âmâ’nın, güneşin olmadığını iddia etmesi, kendi açısından doğrudur, ancak kâinatın gerçekleri ve görüp hissedenler için bu iddia gerçek dışıdır, tebessüm edilir, geçilir.
Çoğu da İslâmcılardan olan materyalist inkârcılar, görmedikleri, onlar açısında gaybi ve manevi olan hiçbir şeyi kabul etmezler. Örneğin, cin konusunu anlamadıkları, kavrayamadıkları için kabul etmez, inkâr ederler ve kendi maddeci kafalarına göre cine maddi bir beden giydirirler. Cin suresinde o talihsiz iddia sahiplerinin iddiaları geniş bir şekilde açıklanmıştır.
İnkârcılar, yüce Allah’ı gereği gibi tanımadıkları için O’nun, kullarına lütfettiği harikaları da elbette anlamaları mümkün değildir. İman, yüce Allah’ı hakkıyla tanımak, O’nun, “Ol” demekle her şeyi yapabileceğini takdir etmektir. İnkârcıların, iman gerçeğinden mahrum olmaları nedeniyle yüce Allah’ı gereğince takdir etmeleri mümkün değildir.
“Allah'ı Hakkıyla takdir edemediler, çünkü dediler ki: ‘Allah beşere bir şey indirmedi’ De ki: ‘Musa'nın, insanlar için nur ve hidayet olarak o getirdiği Kitabı kim indirdi? Siz onu yazılı kâğıtlar yapıp gösteriyorsunuz ve çoğunu da gizliyorsunuz; sizin bilmediğiniz ve babalarınızın bilmediği şeylerin size öğreten ‘Allah’tır’ de, sonra daldıkları eğlence içerisinde bırak onları!” (En’am, 91)
Materyalist inkârcılar, yüce Allah’ı yeterince ya da hiç tanımadıkları için O’nun yaptıklarını takdir edemedikleri gibi yüce Allah’ı da kendi materyalist değer yargıları ile insana benzeterek maddeleştirmeye kalkıştılar.
“Kullarından bir kısmını O’nun bir cüzü kıldılar, gerçekten insan, apaçık bir inkârcıdır!” (Zuhruf, 15)
İsra olayının, beyinlerinde kronikleşmiş materyalistler kalıntılar taşıyan inkârcılar tarafından anlaşılması oldukça zor bir durumdur. Onlara göre olacak şey mi! Gecenin kısa bir bölümünde, Rasulullah (as) Mescid-i Haram’dan, çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksa’ya yürütülüyor, aynı saatlerde yine yürütülerek geri döndürülüyor. Bu durumun, beyinlerinde materyalist kalıntılar taşıyan kişilerce anlaşılması mümkün değildir.
İsra, Miraç vb. konular, son dönemlerde çarpıtılmaya çalışılmıştır
İsra vb. konuların inkâr edilmesi, son yüzyılda ortaya çıkmış ve ilginçtir, şarkiyatçı müsteşriklerle beraber bu inkârın öncülüğünü, Kur’ani konuları, kelimeleri yerlerinden kaydırarak çarpıtan, Hakkı batılla karıştırıp Tevhidi gerçekleri gizleyen, günümüz Samiri soylu bel’amlar yapmaktadırlar.
Dikkat çeken bir konu, bu Samiri soylu bel’amların, tağuti sistem tarafından Profesörlük unvanları ile ödüllendirilmeleridir. Samiri soylu bel’amlar, Allah yoluna oturmuş şeytanın adeta sözcülüğünü yapmakta, insanları Allah yolundan çevirip tağuta tabi kılmak için çalışmaktadırlar. Bunların yazdıkları kitaplarda, Tevhid adına İslâm’ı hayata hâkim kılmak adına hiçbir şey yoktur, kitaplarında İslâm ismini kullanarak insanları uyutmaktadırlar.
İsra olayını inkâr eden ya da kendi mantıklarınca bir yerlere oturtmaya çalışan bel’amlara bakıldığında bunların, bugüne kadar Tevhid anlamında tek bir söz söylemedikleri, gündemi sürekli olarak başka konularla meşgul ettikleri görülecektir. Bunlar, yazdıkları kitaplarda, adeta insanları uyutmakta, tağuti sistemin devamı için zillet içerisine girmektedirler.
Yüce Allah (cc), inkârcıları şaşkına çevirtir
Kur’an’ın, harikulade mesajını anlamayan, vahyin bildirdiklerini kavramayan inkârcılar, şaşkınlık anaforunda bocalayıp dururlar. Şu iki ayet, Rab’lerine iman edenlerle inkârcı kâfirlerin ve kalplerinde maraz bulunan münafıkların durumunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
“O, sana Kitabı indirdi; onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar Kitabın anasıdır, diğerleri de müteşabihdir. Ancak kalplerinde sapma olanlar, fitne çıkarmak ve kendilerince yorumlamak için onun Müteşabih olanlarına tabi olurlar, oysa onun tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde derinleşenler: ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır’ derler, akıl sahiplerinden başkası düşünüp öğüt almaz.” (Al-i İmran, 7)
“Biz, cehennemin muhafızlarını meleklerden başka yapmadık ve onların sayısını da kâfirler için intihandan başka bir şey yapmadık ki, Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin de imanı artsın. Kitap verilmiş olanlar ve Mü’minler kuşkulanmasınlar. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: ‘Allah, bu misalle ne demek istedi?’ desinler. İşte böyle Allah, dilediğini şaşırtır, dilediğini hidayete erdirir. Rabb’inin ordularını kendisinden başkası bilmez. O, insanlara bir uyarıdan başka bir şey değildir.” (Müddessir, 31)
Yüce Allah (cc), iman edenlerin, iman ve sebatlarını artırırken inkâr edenlerin ve kalplerinde hastalık bulunanların da hastalıklarını artırmakta, onların, inkâr ve dalalet içerisinde şaşkın bir halde bocalamalarını sağlamaktadır. Ayetleri yalanlayanların durumu, karanlıklar içerisinde çıkar bir yol bulamayıp bocalayan kişinin durumu gibidir.
“Bizim ayetlerimizi yalanlayan kimseler, karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yol üzerinde sabit kılar.” (En’am, 39)
“Şüphesiz ahirete iman etmeyenlerin amellerini onlara süsledik, o yüzden onlar, bocalayıp dururlar.” (Neml, 4)
Yukarıda verilen ayetler, günümüz inkârcılarının durumuna ışık tutmakta, neden bu duruma düştüklerini açıklamaktadır. Onlar, anlamadıkları konuları, ‘Allah, bu misalle ne demek istedi?’ diyerek şaşkınlık içerisinde bocalamakta, kendilerine bir çıkış yolu bulmak için de kelimeleri yerlerinden kaydırarak, tevil ve yorumlarla anlamadıkları hususları, kendi mantıklarına uydurmaya çalışmaktadırlar.
Ateist inkârcılar, İsra olayını, kendi küfür yapılarına uygun, tarihsel ataları gibi alay ederek inkâr ederlerken, İslâmcı müşrikler, konuyu, ayetle sabit olduğu için tam olarak inkâr da edemiyorlar, hafsalaları almadığı için olduğu gibi kabul de etmiyorlar. Onlar, bunun yerine kavramlar üzerinde, Kur’an’ın buyurduğu üzere kelimeleri yerlerinden kaydırarak cambazlık yapıyorlar. Onların durumu, tıpkı deve kuşunun mahiyetini anlamadığı için, kuşun bacaklarını kestikten sonra karşısına geçip: ‘İşte şimdi kuşa benzedin’ diyen adamın durumu gibidir.
Cin konusunu anlamadıkları için cine beden giydirip “Arapların yabancılarıdır” gibi gülünç bir iddia ortaya atan, Sidret’ül Münteha’nın, Mekke’nin yakınında bir bahçe olduğunu söyleyen İslâmcı müşrikler, İsra konusunu da materyalist kafalarına uydurmaya çalışmışlar, Mescid-i Aksa’yı, düşünme ve iman değerlerinden soyutlanmış beyinlerine uydurmuşlardır.
İsra olayı nasıl gerçekleşmiştir
İsra olayını, bulandırmak, kafalarda şüpheler uyandırmak ya da kendilerince konuyu daha anlaşılır kılmak adına, birbirinden farklı birçok söz uydurulmuştur. Kimileri, Hz. Aişe (r.anha)’ya atfen evde olduğu bir sırada, kimileri, Rasulullah (as)’ın, Mescid-i Haram’da bulunduğu bir sırada gerçekleştiğini iddia ediyorlar.
Kimi rivayetler Rasulullah (as)’ın Mekke’den göklere yükseldiği, dönüşte Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürüldüğü, başka bir görüşe göre Rasulullah (as)’ın önce Mescid-i Aksa’ya oradan da gökyüzüne gittiği şeklindedir.
İsra ve Miraç hadiselerinin, Rasulullah (as)’ın hayatında kaç defa gerçekleştiği, uykuda ya da uyanıkken olduğu, bedenle ya da ruh veyahut her ikisiyle gerçekleştiği hususunda da oldukça farklı, hatta birbirleriyle çelişen rivayetler bulunmaktadır.
İslâmcılardan bazıları, İsra’nın, ancak uyku halinde gerçekleştiğini ileri sürüyorlar. Onlar iddialarını, Rasulullah (as)’dan rivayet edildiği söylenen şu söze dayandırıyorlar.
“Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında yatıyordum, uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı, (Bu sözünü söylerken boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı gösteriyordu.) kalbimi çıkardı, sonra bana, içerisi îman ve hikmetle dolu, altından bir kab getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve Zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi îman ve hikmetle doldurulup tekrar yerine kondu…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43; Müslim, Îman 264)
İslâmcılara göre, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa arasındaki bu uzun mesafenin, böyle kısa bir süre içerisinde yürünerek kat edilmesi mümkün değildir. O halde bu, bir uyku hali ve rüyadan başka bir şey değildir.
Bu uyku uyanıklık ve kalbin yarılması konusunda, gerçeklik payı bulunabilir; şöyle ki, insanın sahip olduğu fiziki yapı ile böyle bir olayı gerçekleştirmesi, -Allah’ın dilemesi dışında- mümkün değildir. Bu nedenle sırf o yolculuk için kimi operasyonlar yapılarak hazırlanmış olabilir. Örneğin, günümüzde uzaya gidecek astronotlar, fiziki ve fikri olarak çok uzun bir eğitim sürecinden geçirilip hazırlandıktan sonra uzaya gönderilmektedirler. Yüce Allah (cc), Rasulullah (as)’ı, böyle bir operasyona tabi kılarak hazırlatmış olabilir.
Burada önemli olan husus, İsra’nın gerçekleştiği, yüce Allah’ın, bunu dilediği şekilde yaptırdığıdır. Bunun, illa da mantığın alacağı bir şekle sokmaya kalkışmak, insanın zafiyetinden başka bir şey değildir. İman, bu olayın gerçekleştiğinin kabul edilmesidir, nasıl gerçekleştiği hususu, imani bir husus değil, bilgi ve mutmainlik açısından kayda değerdir.
İsra olayının nasıl gerçekleştiği, nereden başladığı, nasıl olduğu konusunu Kur’an, apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. İman ehli kimselerin, bu olayı, “İman ve tasdik ettik” diyerek kabul etmeleri gereken bir husustur. Bunun dışındaki her detay, zannidir ve insanı, bilmediği bir karışıklığın, hatta sapıklığın içerisine sürükler.
“Yücedir O ki, kulunu bir gece, ayetlerimizden kendisine göstermemiz için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü; şüphesiz O, işitendir, görendir.”
Ayette geçen Esra=yürüttü kelimesine baktığımızda Kur’an’da bu anlamı ile altı yerde geçmekte ve yürütme ile ilgili olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle İsra olayı, uyku halinde olmadığı, yüce Allah’ın, kulunu yürüttüğü şeklinde olduğu anlaşılıyor. Şayet İsra, başka bir şekilde ve vasıtalı olarak gerçekleşmiş olsaydı, bu durumda İsra=yürüttü ifadesi yerine götürdü ya da iletti gibi ifadeler kullanılırdı.
Diğer taraftan ayette geçen “Yücedir O ki, kulunu bir gece, ayetlerimizden kendisine göstermemiz için” sözünden Rasulullah (as)’ın, bu yolculuğu fiziksel olarak gerçekleştirdiği, orada kendisine Rabb’inin ayetlerinden gösterildiği anlaşılmaktadır. Burada Müslümanlar, olayın nasıl gerçekleştiğini değil yüce Allah’ın sonsuz kudretini düşünmeli, ilimde derinleşenler gibi: ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır’ diyerek iman etmelidirler.
Hz. Süleyman Belkıs’ın tahtını getirtmesi
İman, yüce Allah’ı hakkıyla tanımak, O’nun her şeye gücü yettiğine, istediği bir şeyi, istediği anda yapabileceğine iman etmek, O’nun bildirdiklerinin doğru olduğunu kabul etmektir. Bunlardan en küçük bir kuşku, insanı küfür ve şirke sokar, sapıklığa sürükler.
İsra ve Miraç olayına iman etmeyeler, okudukları Kur’an’da, Hz. Süleyman (as)’ın, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapatıncaya kadar geçen bir sürede getirtmesini görmezden gelmektedirler. Yüce Allah’ın kitaptan bilgi sahibi olan bir kulu tarafından Belkıs’ın tahtını, çok uzak bir yerden, Hz. Süleyman (as) daha gözünü kırpmadan getirir.
“(Süleyman), dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, (onlar) Müslümanlar olarak gelmeden önce hanginiz bana onun tahtını getirebilir?” (Neml, 38)
“Yanında Kitap’tan ilim olan kimse dedi ki: ‘Ben, sen gözünü kırpmadan önce onu sana getirebilirim. Yanında onu yerleşmiş gördüğü zaman dedi ki: ‘Bu, beni imtihan için Rabb’imin lütfundandır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükreder ve kim nankörlük ederse şüphesiz Rabb’im, zengindir, kerimdir.’ Dedi ki: ‘Onun tahtının şeklini değiştirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayanlardan mı olacak!” (Neml, 40-41)
Materyalist düşünce yapısı, maddi olarak görmediği, fiziki olarak dokunmadığı şeylere inanmaz, inanmak istemez. Rasulullah (as)’ın yaşadığı dönemde, bir yerden başka bir yere gidip gelmeler çok ağır şartlarda yapılıyor, büyük zahmetler çekiliyordu. Yolculukların uzun zaman içerisinde gerçekleştiği böyle bir dönemde bir insanın, bir gece içerisinde, hem de kısa bir zaman diliminde, önce Mescidi Aksa’ya oradan da göklere yükselip geri gelmesi, materyalist insan mantığının kabul edebileceği bir şey değildir.
Materyalistler, yalnızca Rasulullah (as)’ın döneminde değil, teknolojik iletişimin doruklara ulaştığı, insanların dünyanın en uzak bölgelerine rahatlıkla ve kolaylıkla kısa bir süre içerisinde gidip geldiği günümüzde bile, hâlâ Rasulullah (as)’ın Miraç gerçeğini inkâr ediyorlar. İşin en üzücü yanı ise, iman ettikleri iddiasında bulunan, ancak gerçek imanın ne olduğunu bilmeyen İslamcı müşriklerden birçoğu da Rasulullah (as)’ın bu mucize yolculuğunu ve yükselişini kabul etmiyorlar.
Hz. Süleyman (as) döneminde, ilim sahibi bir kimse, Sebe Melike’sinin tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar uzak bir yerden getirebiliyorsa, Kâfirler iman etmeseler de, âlemlerin Rabb’i yüce Allah (cc), elbette Rasulü’nü, bir gecede miraca çıkarmaya kadirdir.
Zaman ve mekândan münezzeh olan kâinatın Rabb’i yüce Allah (cc), istediği bir şeyi bir yerden başka bir yere göndermeye Kadir iken “Ol” emriyle her şeyin anında “oluverdiği” biliniyorken Rasulullah (as)’ın Miraç olayını kabul etmemek, yüce Allah’ın kudretinden şüphe etmektir ki bu, apaçık bir küfürdür.
Ayette neden Muhammed (as)’ın ismi zikredilmedi de “Kulunu” ifadesi kullanıldı!
İstismarcı inkârcıların, İsra konusunda çarpıtmaya çalıştıkları ikinci husus, Muhammed (as) isminin yerine “Kulunu” ifadesinin kullanılmasıdır. Özellikle Batılıların dillendirdiği, kimi İslâmcıların da kabul ettiği bir görüşe göre ayette geçen “Kulunu” ifadesinden Hz. Musa (as)’ın kastedildiği iddia edilmektedir.
Yukarıdaki gülünç ve rasul yarıştırmaktan başka bir şey olmayan iddiayı öne sürenlerin, ya tarihi bilgileri sıfır ya da gerçekleri bilerek çarpıtanlardan başkaları değillerdir. Bu konuda Doç. Dr. İsrafil Balcı’nın şu görüşleri, gerçeği gözler önüne sermektedir. Balcı, İsra ve Miraç Gerçeği kitabında şöyle bir not düşmüş.
“Bu görüşü savunanlar iddialarını temellendirmek için İsra suresinin birinci ayetinin akabinde yer alan Hz. Musa’dan bahseden ikinci ayeti delil gösterirler. Ardından da İsra suresinin ilerleyen ayetlerinde Yahudilerden bahsedilmesi, yine diğer ayetlerde işaret edilen ve vahiy alması için Hz. Musa’nın Tur Dağı’na yapmış olduğu yolculuk gibi hususları da zikrederek görüşlerini temellendirmek isterler.
Şunu öncelikle belirtelim ki, her ne kadar ilgili ayetin akabinde gelen ayetlerde Hz. Musa ve İsrailoğullarından bahsediliyorsa da, buradaki ‘kul’ ifadesinden Hz. Muhammed’in kastedildiği tartışmaya mahal –vermeyecek kadar açık bir konudur. Zira Hz. Musa’nın, el-Mescidü’l Haram’ın (Kâbe) bulunduğu Mekke’ye gelmediği çok açıktır. Onun burada yaşadığına dair herhangi bir nass ya da tarihi bir bilgi de bulunmamaktadır. Aynı şekilde onun, ayette kastedildiği ileri sürülen el-Mescidü’l Aksa’nın bulunduğu Kudüs’e de gittiğine dair herhangi bir bilgi yoktur. Bilindiği üzere o, Kudüs topraklarına varmadan önce vefat etmiştir. Dolayısıyla bu tarihi gerçeklere bakıldığında ayetteki ‘kul’ ifadesinin Hz. Musa’yla ilgili olmadığı gayet açıktır. Ancak şunu da hatırlatalım ki, Hz. Musa’nın Tur Dağı’na yaptığı yolculukla, Hz. Peygamber’in gece yolculuğu arasında birtakım olağanüstülüklerin yaşanması veya müşahede edilmesi anlamında bir benzerlikten söz edilebilir. Fakat Resul-i Ekrem’in yaşadığıyla ilgili hiçbir ayrıntıya sahip değiliz. Bir bakıma Kur’an bu benzerliğe dikkat çekercesine iki olayın muhatabı olan peygamberleri peş peşe zikretmiştir. Doç. Dr. İsrafil BALCI, İsra ve Miraç Gerçeği, Kur’an’da İsra ve Miraç, s. 54-55.”
İnkârın, kuralı ve mantığı olmadığı için inkârcılar, neyin ne olduğunu anlamadan ya da anladıkları halde sırf çarpıtmak için gerçekleri çarpıtırlar. Ancak Kur’an, hem tarihi süreçteki, hem de günümüz inkârcılarına, beyinlerini çatlatırcasına gerçekleri yüzlerine vurmakta, her şeyi apaçık bir şekilde açıklamaktadır. “Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü.” anlaşılan o ki, İsra, mescid-i Haram’dan başlamıştır
Ayete konu olan kişinin, İsra sürecinin, Mescid-i Haram’dan başlaması nedeniyle Hz. Muhammed (as) olduğu aşikârdır. Bunun dışında bir başkasına pay çıkarmak, ayetin mesajını çarpıtmaktan başka bir şey değildir ki bu, insana ağır bir sorumluluk yükler.
Mescid-i Aksa nerededir
Mescid-i Aksa konusunda da bir sürü yalanlar uyduran inkârcılar, onun nerede bulunduğu hususunda da iddialar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan kimileri, Mescid-i Aksa’nın uzak bir yerde olduğu, kimileri, Kudüs'te eski mabet (Süleyman mabedi) İslâmiyet’ten çok önce ortadan kaldırıldığını, şimdiki Mescid-i Aksa’nın ise henüz yapıldığını ileri sürüyorlar.
Kimi iddia sahipleri de, şu rivayete dayanarak Mescid-i Aksa’nın gökyüzünde olduğunu mescidin, semavi bir mescid olduğunu iddia ediyorlar.
Sidretü'l- Münteha yedinci kat semadadır. (Buhari, Bed’ul-halk, 6) el-Mescidü’l-aksâ ise oradaki Beyt-i Mamur’dur. Allah’ın Elçisi (as) bir gün ashabına: “Beyt-i Mamur’un ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu: “Allah ve Elçisi daha iyi bilir” dediler. “O, gökte olan bir mescittir, Kâbe tam altında kalır. O mescit aşağı düşse Kâbe’nin üzerine düşer. Orada her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan çıktılar mı artık sonuna kadar oraya dönmezler." dedi. (Muhammed b. Cerîr et- Taberî, Camiu’l-Beyân fî Te’vîl’l-Kur’ân, Beyrut 1992, c: 11, s: 481)
Bu iddia da öncekiler gibi zandan başka bir şey değildir, çünkü gökyüzünde olduğu söylenen mescid, Beyt-i Mamur olarak ifade edilmektedir, Mescid-i Aksa olarak değil! Ancak kelimeleri yerlerinden kaydırarak gerçekleri tersyüz etmeyi alışkanlık haline getiren bel’amlar, bu gerçeği bile olduğundan farklı gösterme çabası içerisindedirler.
Bu iddialar, tamamen yersiz ve temelsizdir; çünkü eski Mabet yıkılmış olsa bile, yer, o ad ile anılmaya devam eder. Mescid-i Aksa’nın o dönemde var olduğu konusunda, Rasulullah (as)’ın şu sözüdür: "Yolculuk ancak şu üç mescitten birine olur; benim şu mescidim, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa; böylece müminlerin kalpleri ve nefisleri arınmış olur ve yaratan Allah'a temiz, pak bir şekilde yükselir."
Anlaşılan o ki Mescid-i Aksa, iddiacıların aksine ta Rasulullah (as) döneminden önce de vardı. Daha sonraki yıllarda onarım ve tamirat yapılmıştır. Bu, tıpkı Kâbe’nin, Hz. İbrahim (as) ve daha sonraki dönemlerde birkaç kez adeta yeniden yapılışı gibidir.
İsra, ne zaman vuku bulmuştur
Kabul edilen ekser görüşe göre İsra ve dolayısıyla Miraç hadiseleri, Nebiliğin 12.veya 13. yılında, Muhammed Hamidullah'a göre bisetin 9. yılında (bak, İslâm Peygamberi I,92) vuku bulmuştur. En sahih kabul edilen rivayet I.ve II. Habeşistan hicretlerinden sonra Hz. Hatice ve Ebu Talib in vefatlarını takip eden dönemde hicretten bir yıl önce meydana geldiği şeklindedir (İbn Kesir, es-Sire II.93,107).
Sonuç olarak
İsra olayı vuku bulmuş Rasulullah (as), Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürütülmüş, ondan sonra Necm suresinde belirtildiği üzere, Miraç olayı vuku bulmuştur. Her iki olay birbirini tamamlamaktadır. (*) Miraç olayı için Necm, suresine bakılabilir.
Müslümanlar İsra hadisesini, ayette ifade edildiği üzere, yüce Allah’ın, Kulunu, bir gece, ayetlerinden bir kısmını kendisine göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığı Mescid-i Aksa’ya yürüttüğüne iman ederler. Burası apaçık bir şekilde nettir, Müslümanlar, anlamı kapalı olan hususları ise, Rasulullah (as)’ın, bu hususları açıklayan hadislerinden hareketle bir bütün olarak anlayıp kabul ederler. Bunun dışındaki her türlü rivayet, yorum ve değerlendirme, zandan öte bir anlam ifade etmeyen indi görüşlerdir ve ancak söyleyenleri bağlar ve ancak onları sorumluluk altına sokar.
İnkârın ne mantığı, ne de kuralı vardır, inkârcılar, Kur’an’da geçen İsra, Miraç, Şakkul Kamer vb. konuları hiçbir şekilde Kur’an bütünlüğü içerisinde ele almadan materyalist kirlilikle kronikleşmiş beyinciklerine göre değerlendirmektedirler. Onlar, bir de hiçbir ahlaki kural tanımadan, Kur’an’ın verdiği ayetleri görmezden gelerek “Kur’an’da, bu konuda hiçbir ayet yok” diyerek haddi aşmakta, basiretsizliklerini ve inkârlarını ortaya koymaktadırlar.
Kur’an, mucize diye nitelendirilen İsra, Miraç ve Şakkul Kamer olaylarını, Kur’an bütünlüğü içerisinde ortaya koymakta, akıl sahiplerini istifadesine sunmaktadır. Kuur2an bütünlüğü içerisinde bu olayları değerlendirenler, bunların vuku bulduğuna ve Rab’lerinin kudretine gönülden iman etmektedirler. Materyalist kirlilikle lekelenmiş kimseler ise, inkâr ve yalanlamalarını sürdürmektedirler.
"O ayetler Allah’ındır, sana Hak ile okuyoruz; o halde Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi söze iman edecekler!" (Casiye, 6)
Ramazan Yılmaz: 2016.07.14
Bir yanıt yazın