Kur’ani kavramların temel amacı, iman eden insanların, yaşam biçimlerini şekillendirmek, kendileri ile diğer fertlerle ilişkilerinde ve Rab’lerine karşı sorumluluk ve görevlerinde iman ettikleri esaslara uygun bir kişilik kuşanmak ve İslâmi bir kimlikle olaylara, eşyaya ve çevreye bakmalarını sağlamaktır.
Kur’an ve onun ortaya koyduğu din olan İslâm, ancak kendine özgü kavramlarla anlaşılır ve ancak bu kavramların anlaşılması ile Tevhid dini İslâm ve onun ana kaynağı Kur’an, toplumsal hayatta yaşanan, insana ve hayata yön veren bir din ve Kitap olur.
Kur’ani kavramların, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde tağyir, tebdil ve ilgaya tevessül edilmesi yani bozmaya, değiştirmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik çalışılması, aslında İslâm’ın anlaşılırlığını, kolay öğrenilmesini zorlaştırmak, insanların Tevhid dini olan İslâm’ı anlamalarının ve yaşamalarının önüne geçmek ve ruhbanlık anamında bir din ortaya koymaktır.
Kur’an’ın ve onun sunduğu din olan İslâm’ın, insanlar tarafından aslına uygun bir şekilde anlaşılmasını istemeyen İslâm düşmanı emperyalizm ve onun maşaları olan İslâm topraklarındaki şeytani beşeri düzenler, öncelikle Kur’ani kavramların anlamlarını değiştirmişler, kolay anlaşılmasını zorlaştırmışlardır.
İslâm düşmanları bu bozma işini, ya kendi kurdukları din teşkilatlarında görevlendirdikleri müftü, vaiz ve namaz memurları ile ya da açılmasını teşvik ettikleri vakıflarda kullandıkları Samiri soylu belamlar vasıtası ile yapmaya çalışmışlardır. Günümüzde Kur’ani kavramları bozma işinde vakıflardaki Samiri soylu belamlar, devletin din işlerinde görevli belamları fersah fersah geçmiş durumdadırlar.
Samiri soylu vakıfçı belamlar, insanları tağuti sisteme yamamak, inanan insanları köleleştirmek ve şeytani tağuti sistemlere karşı tepki ve başkaldırışlarını önlemek için son zamanlarda, tağuti sistemin putperest idarecilerinin müslüman olduklarını söylemeleri yanında şimdi de emperyalizmin yerli işbirlikçisi olan tağuti Kemalist sistemin işgal ettiği toprakların Dar’ul İslâm olduğunu ileri sürmektedirler. Samiri soylu belamlar, bu iddiaları ile insanların, İslâm devleti zannettikleri küfür sistemine karşı tepkilerinin önüne geçmiş olacaklarını düşünüyorlar. Ancak kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Peki nedir Dar’ul İslâm ve dar’ul harp kavramları ve bugünkü Kemalist, sistem hangi dar’ olarak adlandırılır? Dar’ın tayin ve tesbitinde temel amil, hiç kuşkusuzdur ki, idaredir. Bir devletin yönetimi, o devletin ve hükmeden otoritenin kimliğini açık bir şekilde belirler. Buna göre bir ülkenin, hangi dar’ olduğunun tesbiti, sınırları içerisinde hakimiyet süren ve gücü elinde bulunduran otoriteye nisbet edilir.
Dar’ yani ülkenin tanımı, tıpkı insanın tanımı gibidir; bütün insanları yüce Allah (cc), kendisine kulluk yapmaları için yaratmasına karşılık bazı kimseler, bu amaçları dışında hareket ettikleri ve yüce Allah (cc) dışında başka güçlere inandıkları, başka otoritelere boyun eğdikleri için, itaat edip boyun eğdikleri kişi, sistem ve ideolojilere göre sıfatlar almışlardır. Müslüman, müşrik, kafir, Kemalist, marksist, Hindu vb. gibi.
Dar’ın tanımı da tıpkı insanların tanımı gibi, üzerelerinde hüküm süren sistem ve ideolojilere göre tanımlanır. Dar’ (ülke) kavramı üzerinde bugüne kadar birçok İslâm alimi, bulundukları beldenin hangi dar’ olduğu, başka beldelerin hangi dar’ oldukları konusunda, İslâmi perspektiften yaklaşarak tanımlamalar yapmışlardır. Bunlardan birkaç örnek verilecek olursa.
Radiyuddin es-Serasi: “Bir ülke, orada koruyucu bir idare ve hakimiyet kontrolü ellerinde bulundurmaları sebebiyle o ülke halkına nisbet edilir” derken, Cessas da: “Dar’ın (ülkenin) hükmü, üstünlük, kuvvet ve orada din hükmünü icraya taalluk eder” demiştir.
Ulemai cumhura göre Dar’ul İslâm, nüfusu ister Müslüman, isterse gayri müslim olsun, Müslümanların hakimiyetinde olan ve İslâm hukukunun tatbik ve icra edildiği her ülkedir. Dar’ul Harp ise, İslâm’ın siyasi hakimiyetinin sınırları dışında kalan, idare ve hukuk nizamının İslâmi olmadığı her ülkedir. Bunda temel kıstas, İslâm hükümlerinin tatbik edilmemesidir.
Kur’an’ı Kerimde, hem dar’ul İslâm hem de dar’ul harp konusunda birçok ayet mevcuttur: “Hükmün ancak Allah’a ait olduğu”(12/40), “Allah’tan daha güzel hüküm verenin olamayacağını”(5/50), “İman edenlerin iktidara getirileceğini”(24/55), “İktidar sahiplerinin, zamaz kılıp zekât vereceklerini, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacaklarını” (22/41), “Mü’minlerin, Allah yolunda savaşacaklarını ve mazlumları koruyacaklarını” (4/75-76), “Böylece mü’min kulların, yeryüzüne varis olacaklarını”(21/105) bildiren yüce Allah (cc), Rasulullah (as)’a da şu ilahi buyruğunu bildirmektedir.
“Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak Kitabı gerçekle indirdik. Artık onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size verdikleri içinde sizi sınamak istedi. O halde hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (Maide, 48)
Dar’ul İslâm’da ancak Kur’an ile hükmedilip ve bu Kur’an’ın en güzel uygulaması olan Rasulullah (as)’ın örnekliği doğrultusunda uygulama yapılır. Bunun dışında hiçbir şekilde ecnebi ülkelerin küfür ve şirk kanunları uygulanmaz.
Kur’an’ı Kerim, Dar’ul Harbin varlığını da belirtmiş, bu dar’da yüce Allah’ın hükümlerinin uygulanmadığını, orada tağutun, kâfir, münafık ve fasıkların hüküm sürdüklerini bildirmiştir. Onların, “yeryüzünde bozgunculuk yaptıklarını”(2/11), “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zalim ve fasık olduklarını”(5/44-45,47), “Tağutların kâfirlerin dostları olduğunu”(2/257), “Kâfirlerin ise, tağut yolunda savaştıklarını”(4/76), “Halkı gruplara ve partilere bölüp onları ezdiklerini”(28/5) bildirmiş ve bu beşeri kanunlarla hükmetmenin sapıklık olduğunu bildirerek Müslümanların, bu beşeri hüküm koyuculardan sakınmalarını istemiştir.
“Yeryüzünde bulunan(insan)ların çoğuna uysan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 116)
Gerek Kur’an’ın, gerekse bu doğrultuda açıklama yapan İslâm alimlerinin dar’ konusundaki tanımlamalarının ortak noktasını hakimiyet konusu oluşturmaktadır. Bir ülkede hüküm süren egemen güç, hangi ideoloji ya da sisteme göre ülkeyi idare ediyorsa ülke, o ideoloji ve sisteme göre adlandırılır. Diğer taraftan, Dar’ul İslâm’ın varlığı ve kavramların İslâmi ıstılaha göre belirlenmesi nedeniyle, bir Dar’ın (ülkenin) konumu, İslâm devletine nisbetle adlandırılmıştır. Buradan hareketle dar’ kavramı tanımlanacak olursa:
Medine İslâm Devleti kurulmadan önce ülkeler, üzerlerinde fiili olarak uygulanan idare ve hakimiyetle adlandırılırlardı. Bu açıdan bakıldığında Mekke Site Devleti, Serahsi ve İmam Şafii’ye göre dar’ul şirkti. Çünkü Mekke Site Devleti, hem beşeri düşüncelerin ortaya koyduğu kurallarla idare ediliyordu, hem de Kâbe’nin koruyuculuğunu yapıyordu. Başka bir deyimle, beşeri kanunlarla idare edilen Mekke’de, kimi durumlarda, Kâbe ve benzeri konularda, din ile ilgili hükümlerle de topluma yön veriliyordu. Bu nedenle o günkü Mekke, İslâmi ıstılaha göre dar’ul şirkti.
Medine İslâm Devleti kurulduktan sonra diğer ülkelerin konumu, İslâm Devletine göre belirlenmeye başlandı. Buna göre Mekke Site Devleti, Medine İslâm Devleti kurulmadan önce dar’ul şirk iken, İslâm Devleti kurulduktan sonra, İslâm Devleti ile olan münasebetleri nedeniyle Hudeybiye andlaşmasına kadar dar’ul harpdar’ul sulhdar’ul harp ve Fetihten sonra ise dar’ul İslâm oldu.
Rasulullah (as)’ın başında bulunduğu Medine İslâm Devleti, büyüyüp geliştikçe, diğer devletlerin konumları İslâm devletine göre belirlendi: Dar’ul harp, dar’ul ridde, dar’ul sulh vb. gibi.
Dar’ul harbin konumu, İslâm Devleti ile olan ilişkileri nedeniyle fiili muharip olan ve fiili muharip olmayan dar’ul harp şeklinde adlandırılmıştır. İslâm Devleti ile harp halinde olan ülkeler, fiili muharip dar’ul harpfiili muharip olmayan dar’ul harpdar’us sulh, İslâm’dan ayrılan (dinden dönen) mürtedlerin gasbettikleri yerler dar’ul ridde olarak adlandırılmıştır.
Hulefa-i Raşidinden sonra İslâm Devletinin zayıflaması ve giderek yok olması, İslâmi hassasiyetin azalması, kavramların ve devletlerin İslâmi ıstılaha göre değerlendirilip adlandırılmaması sonucunda kurulan devletler, idarecilerinin mensup oldukları kavim adlarıyla adlandırılmaya başlandı. Birinci Dünya savaşı olarak bilinen emperyalizmin İslâm topraklarını paylaşım savaşı sonrasında ise, yeryüzünde beşeri ideolojiler hakim olduğundan yeni kavramlar üretildi ve devletler bu kavramlara göre adlandırılmaya başlandı.
Tevhidi esaslara iman edip hayatı ve dünyayı iman edilen esaslara göre biçimlendirmeye ve Allah’ın hükümlerini, yeryüzünde hakim kılmaya çalışan Müslümanlar olarak bizler, kavramları İslâmi ıstılaha göre değerlendirip adlandırmak zorunda olduğumuz için dar’ (ülke) kavramını da bu çerçevede değerlendirmeye devam edeceğiz.
Öncelikle bilinmesi gereken husus, bugün yeryüzünde, Müslümanların toptan biat ettiği bir Halife’nin idare ettiği bir İslâm Devleti bulunmamaktadır. Bu nedenle değerlendirmelerimiz, İslâmi ıstılaha göre ve bir İslâm Devletinin bulunmayışı gözönünde bulundurularak yapılacaktır.
İslâmi ıstılaha göre dar’ (ülke) kavramı değerlendirildiğinde ülkeler şu şekilde sınıflandırılır:
Beşeri kanunlar ve ideolojilerlerle idare edilen ve çıkarılan yasalarında İslâm ile ilgili hükümler bulunmayan, bu konuda kimi düzenlemeler yapmayan ülkeler, idaresi altında Müslümanlar da yaşasa, hatta o ülkenin halkında %90 Müslüman da bulunsa, tamamen beşeri hükümlerle ülke yönetildiği için o ülke dar’ul küfürdür.
Beşeri kanunlarla idare edildikleri, temel (ana)yasaları beşeri hükümler içerdiği halde İslâm ile ilgili konularda da kanunlar çıkaran, kurallar koyan, inanan insanlar ile ilgili düzenlemeler yapan, din işleri adı altında kurumlar oluşturan ülkeler, nüfusunun %99 da Müslümanlardan olsa dahi o ülkeler dar’ul şirktir.
Yukarıdaki tanımlara göre Almanya, İngiltere, Rusya, Çin, Amerika vb. ülkeler, dini bir kaygıları olmadığı, dini konuda düzenlemeler yapmadıkları için dar’ul küfür’dür. Türkiye, Mısır, Irak, Suudi Arabistan vb. ülkeler, beşeri kanunlarla yönetildikleri halde zaman zaman dini konularda düzenlemeler yapmakta, İslâmi esaslara müdahale etmeye kalkışmaktadırlar. Bu ülkeler, temelde küfür bir idareye sahip oldukları halde kimi zaman İslâm dinine müdahaleci tavırlar sergilediklerindan dolayı dar’ul şirktir.
Türkiye, konumu itibarı ile dar’ul şirktirdar’ul İslâm yapmaz. Çünkü Türkiye, İslâm nokta-i nazarında küfür olan beşeri bir sistemle idare edilmekte ve bütün kurum ve kuruluşları ile bir Batı ülkesi durumundadır. Aslında dar’ul küfür olan Türkiye, İslâmi konularda düzenlemeler yapmaya kalkışması nedeniyle dar’ul şirktir.
Bir ülkenin konumunun belirlenmesinin önemi
Bir dar’ın yani ülkenin konumunun bilinmesi, o ülkede yaşayan Müslümanların, durumları ile ilgilidir. Müslümanların, bulundukları ülkelerde nasıl hareket edecekleri, Tevhidi esasların tebliğini nasıl yapacakları, orada yaşayan gayrimüslim kâfirler, müşrikler, münafık ve fasıklarla ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri konusunu bilmeleri noktasında dar’ kavramı önem arzetmektedir.
Şayet yeryüzünde başında bir İslâm halifesinin bulunduğu bir İslâm Devleti bulunmuş olsaydı, bu durumda diğer ülkeler, fiili muharip dar’ul harp, fiili muharip olmayan dar’ul harp, dar’us sulh, dar’ul ridde şeklinde tanımlanacak ve Halifeye biat eden Müslümanlar, bulundukları gayrimüslim ülkelerde, Halifenin tayin ettiği imamın arkasında Cuma ve Bayram namazlarını bir yerde topluca kılacaklar, halifenin talimatları doğrultusunda hareket edeceklerdir.
Bugün yeryüzünde henüz bir İslâm devleti bulunmadığı için bu durumda ülkelerin konumu, yukarıda yapılan dar’ul küfür ve dar’ul şirk tanımlarına göre olduğundan burada yaşayan Müslümanlar, Risalet tarihinde, Risalet önderlerinin içerisinde bulundukları ülkelerde daveti ortaya koydukları gibi, koyacaklar ve onların o ülkelerde yaşadıkları gibi yaşayacaklardır. Müslümanlar bu konuda, Risalet önderlerinin ve yüce Allah’ın Müslümanların en güzel örnek olarak almalarını emrettiği Rasulullah Hz. Muhammed (as) ve ashabının içerisinde yaşadıkları hayatlarını örnek alacaklardır.
Dar’ul şirk olan Türkiye’de Müslümanların, inançlarını nasıl yaşayacakları, Müslüman olmayan kâfir, müşrik, fasık, mürted ve münafıklarla ilişkilerinin nasıl olacağı gibi bütün hususlar ve Müslümanların tağuti küfür sistemlerine karşı takip edecekleri yöntemin nasıl olacağı Kur’an ve en güzel örnek olan Rasulullah (as)’ın uygulaması olan Sünnetinde apaçık bir şekilde bulunmakktadır.
İslâm dini, birey olarak insanın hayatını düzenlediği gibi, insanların toplumsal olarak yaşadıkları topraklardaki yaşantılarını ve birbirleri ile olan siyasi, ticari, sosyal ve siyasal ilişkilerini ve dış ülkelerle olan münasebetlerini de düzenler. Bu nedenle devlet yönetimine ait kuralları da bulunan İslâm, ancak bir bütün olarak uygulandığı yerlerde Dar’ul İslâm’dan sözedilebilir. Bireysel kuralların kısmen yaşandığı, ancak toplumsal ilişkilerini düzenleyen kuralların uygulanmadığı, beşeri kuralların uygulandığı yerlerin Dar’ul İslâm olması ve İslâmi esasların bir bütün olarak yaşanması mümkün değildir.
İslâm dışı beşeri sistemler, egemenlikleri altında baskı ve zorbalıkla tuttukları inanan insanları uyutmak, onları kendilerine karşı etkisiz kılmak, küfür ve şirk düzenlerini sürdürmek adına zaman zaman toplumun inandığı değerlerden, kendi siyasi düzenleri için tehlikeli görmedikleri bazı İslâmi kavramlarını, değiştirerek ve içlerini boşaltarak dile getirirler, kısmi olarak uygularlar. Beşeri şirk sistemleri, namaz memurlarının atanması, “dini” vakıfların kurulmasına izin verilmesi, Hac organizasyonlarının düzenlenmesi gibi, siyasi ve toplumsal olmayan kimi kurallar çıkarır uygular. Böylece topluma, dine hizmet ettikleri imajını vermeye çalışırlar.
Beşeri şirk ve küfür düzenleri, kiraladıkları ajanları eliyle İslâmi kavramları da çarpıtarak insanların kendilerine itaat etmelerini sağlarlar. Bu sistemler, kimi ajanlarına dini vakıflar kurdurur ve bu ajanlar, İslâmi kavramları, Hakkı batıla karıştırarak, çarpıtırlar, gerçekleri gizlerler ve insanların tağuti beşeri sistemlere itaat etmelerini isterler. Bu kavramların başında da dar’ul İslâm gelmektedir.
Samiri soylu belamlara göre, Müslümanların yaşadığı yerler dar’ul İslâm’dır. Belamlar, bu saptırmaları ile inanan insanların tağuti sisteme karşı başkaldırışlarını ya da en azından tepki göstermelerini engellemeye çalışmaktadırlar. Müslümanların yaşadığı yerlerin dar’ul İslâm olduğunu iddia eden bu Samiri soylu belamlarnın iddialarından hareket edilirse o zaman, 151 milyon Müslümanın yaşadığı Hindistan, 21 milyon Müslümanın yaşadığı Rusya, 19 milyon Müslümanın yaşadığı Çin de dar’ul İslâm’dır.
Allah’ın laneti üzerlerinde olan belamlar, Türkiye’deki tağuti sistemi, inanan insanlara hoş göstermek adına her türlü yalanı, her türlü çarpıtmayı çok rahatlıkla yapmaktadırlar. Bu belamlar, Türkiye’nin siyasi olarak demokratik bir batılı ülke olduğunu, her türlü ahlaksızlığın, devlet eliyle aleni olarak yaptırıldığını, yüce Allah’ın haram ettiği onlarca pisliğin bizzat bu tağuti sistem tarafından serbest bırakıldığını ve teşvik edildiğini bildikleri halde, sırf uşaklık ettikleri tağuti küfür ve şirk sistemine yaranmak adına gerçekleri saptırıyorlar.
Tağuti sistemi ve hevalarını ilah edinen Samiri soylu belamlara sormak gerek; bugün ateist kemalist sistem tarafından teşvik edilip serbest bırakılan, İslâmi hükümlerin yüce Allah’a savaş açmak olarak ve çok büyük günahlardan olduğunu bildirdiği putperestliği, faizi, zina evleri olan genelev, bar, pavyon ve gazinoları, içki, kumar vb. melanetler dar’ul İslâm’da mı işleniyor.
Bu belamlara göre Türkiye dar’ul İslâm ise, o zaman putlara tapan, belli vesilelerle putların önünde ibadete duran putperest Cumhurbaşkanı da halifedir demektir. Türkiye’ye dar’ul İslâm demek, İslâm dinine en büyük hakaret ve yüce Allah’ın üzerine atılmış çok seviyesiz bir iftiradır.
" İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz Kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lanet eder, hem bütün lanet edebilenler lanet eder.” (Bakara, 159)
“Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey koymuyorlar. Kıyamet günü Allah ne onlara konuşacak ve ne de onları temizleyecektir; onlar için acı bir azâb vardır, onlar hidayet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azap satın almışlardır. Onlar ateşe, karşı ne kadar da dayanıklıdırlar. (Bu) böyledir. Çünkü Allah, Kitabı gerçekle indirmiştir. Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlık içindedirler.” (Bakara, 174-176)
Evet Türkiye dar’ul şirktir ve Müslümanlar olarak görevimiz, tıpkı Rasulullah (as)’ın Mekke şirk devletinde yaptığı gibi, bu dar’ul şirkte, Samiri soylu belamlar da dahil olmak üzere, küfür ve şirk içerisinde bulunan sistemin putperest ileri gelenlerini, putperestliği terkedip yüce Allah’a imana, şirki bırakıp Tevhidi esasları kabul etmeye davet etmektir. Ta ki yüce Allah (cc) aramızda adaletle hükmedinceye ve aramızı gerçekle ayırıp saflarımızı belirleyinceye kadar, Samiri soylu vakıfçı belamları ve onların iman ettikleri tağuti sistemin putperest ileri gelenlerini Tevhidi esasları kabule ve yüce Allah’a iman etmeye davetimiz sürecektir inşaAllah.
Ramazan Yılmaz: 2012.11.28
Bir yanıt yazın