Dar’ul Şirk'te Cuma Namazının Hükmü
İslâm dışı düzenlerin, müslüman kimliği taşıyan yığınlar üzerinde oynadıkları en büyük oyun, onların inançlarını oluşturan kavramlar üzerinde oynadıkları oyundur. Küfür rejimleri olan İslâm dışı düzenler, İslâmi kavramların anlamlarını değiştirerek, saptırarak ve daraltarak Müslüman kimliği taşıyan insanları idareleri altında tutmuşlar, onlar üzerinde egemen olmuşlardır.
Zorba sistemler, Müslümanlar ve onların inançları üzerinde oynadıkları oyunlarda kısmen de başarılı olmuşlar, birçok Müslüman oynanan bu oyunun tuzağına düşmüş, zamanla İslâmi kavramları küfrün belirlediği haliyle kabullenip kanıksamışlar, hatta bir çokları, küfrün oyununa gelerek bu kavramları bozulmuş haliyle savunmaya çalışmışlardır. Bu kavramlardan biri de Cuma namazıdır.
Küfrün oyununu bozup gerçek yüzünü ortaya çıkarmanın en etkin yolu, İslâmi kavramları asıl anlamlarına uygun olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu yazıda ‘Cuma’ konusu işlenecek, Cuma’nın ne olduğu, nasıl ve nerede ifa edildiği açıklığa kavuşturulacak, bu konuyla ilgili kavramlar üzerinde durulacaktır inşaAllah.
Cuma namazının kılınacağı yer, hiç kuşkusuzdur ki, İslâm Devletinin egemen olduğu topraklardır. Bu nedenle öncelikle İslâm Devleti yani Dar’ul İslâm kavramının açıklığa kavuşturulması gerekir. Daha önce sitemizde Dar’ul İslâm, Dar’ul Harp kavramınıişlediğimiz için burada bu kavramları, konuyla ilişkisi nedeniyle kısaca tanımlayacağız.
Dar’ul İslâm:Müslüman hukukçu ve müfessirlerin Dar’ul İslâm konusundaki ortak tanımları şudur:Dar’ul İslâm, nüfusu ister Müslüman, ister gayri Müslim olsun, Müslümanların hakimiyetinde olan, İslâm hukukunun tatbik ve icra edildiği her ülkedir.
Dar’ul Harb: Aynı Müslüman alimler, Dar’ul Harb’i şöyle tanımlarlar: Dar’ul Harb, İslâm’ın siyasi hakimiyetinin sınırları dışında kalan, idare ve hukuk nizamının İslâmi olmadığı her ülkedir. Burada temel ölçü İslâmi hükümlerin tatbik edilmemesidir.
Kur’an’da, Dar’ul İslâm, ve Dar’ul Harb konusunda birçok ayet mevcuttur.“Hükmün ancak Allah’a ait olduğunu”(12/40), “Bilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm verenin olamayacağını”(5/50), “En güzel hükmü Allah’ın vereceğini”(95/8), “iman edenlerin iktidara getireceğini”(24/55), “İktidardaki iman sahiplerinin namazı kılıp zekâtı vereceklerini, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacaklarını”(22/41), “Mü’minlerin Allah yolunda savaşacaklarını, mazlumları koruyacaklarını”(4/75-76), “Böylece mü’min kulların yeryüzüne varis olacaklarını”(22/105) bildiren yüce Allah(cc), bu hükümleriyle Dar’ul İslâm’ın varlığını ortaya koymuştur.
Kâfir ve münafıkların“yeryüzünde bozgunculuk yaptıklarını”(2/11), “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir”(5/44), “zalim”(5/45) ve “fasıklar olduklarını”(5/47)bunların,“tağutlar olarak kâfirlerin dostları bulunduklarını”(2/257) “kâfirlerin ise, tağut yolunda savaştıklarını”(4/76),tağutun “halkını gruplara ve partilere bölüp onları ezdiğini”(28/5) ve daha bir çok ayette küfrün benzer durumları ve sıfatları verilerek Dar’ul Harb tarif edilmiş ve yeryüzünde kâfirlerin egemen olmaları halindeki zulüm ve dehşetin var olacağıbelirtilmiştir.
Türkiye, Mısır, Suriye, Irak, Arabistan vb. ülkeler, beşeri ideolojilerle yönetildikleri halde, zaman zaman İslâmi konularda kanunlar çıkarmakta, İslâmi esaslara müdahale etmeye kalkışmaktadırlar. Temelde küfür bir idareye sahip olan ancak, İslâm dinine müdahaleci tutumlarından dolayı bu ülkeler dar’ul şirktir.
Türkiye, konumu itibarıyla dar’ul şirktir; burada bazı Müslümanların yaşaması Türkiye’yi İslâm Devleti yapmaz. Çünkü Türkiye, hem İslâm nokta-i nazarında küfür olan beşeri bir ideolojiyle idare edilmekte, hem de bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir batı ülkesi durumundadır. Bu nedenle dar’ul küfür olan Türkiye, İslâmi esaslarla ilgili düzenlemeler yapmaya kalkışması nedeniyle de dar’ul şirktir.
Yeryüzünde, Müslümanların toptan biat ettikleri bir halifenin başında bulunduğu herhangi bir İslâm Devleti’nin bulunmaması nedeniyle dar’ul harb konumunda olmayan, ancakidare vehakimiyetinde izlediği siyaset nedeniyle dar’ul şirk olan Türkiye’de, Müslüman bir şahsiyetin takip edeceği yöntemi, inancını nasıl yaşayacağı ve diğer insanlara karşı ne şekilde hareket edeceği ile ilgili esaslar, Kur’an ve Sünnet’te çok açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Bizim burada üzerinde duracağımız konu, dar’ul şirkte Cuma namazının durumudur.
İslâm dininin toplumsal ve siyasal olan hükümleri, ancak İslâmi hükümlerin bir bütün olarak uygulandığı ortamlarda ve yerlerde bir anlam ifade eder. Bu İslâmi hükümleri, beşeri sistemlerin uygulandığı yerlerde parça parça uygulamak mümkün olmadığı gibi, uygulanmaya kalkışılması halinde ise, İslâmi özelliğinin kalkacağı bir gerçektir. Çünkü, İslâmi hükümler ancak bütüncül olarak uygulanır, parçalanmayı kabul etmez.
İslâm dışı düzenler, egemenlikleri altında baskı ile tuttukları halkları uyutmak, uyuşturmak ve onlar üzerindeki sömürülerini sürdürmek için, zaman zaman toplumun inandığı değerlerden, kendileri açısından tehlikeli görmedikleri kimi hükümleri, içlerini boşaltarak, göstermelik bir şekilde, kendi ajanları eliyle uygulamaya çalışırlar. Bugün İslâm dışı düzenlerin, en çok istismar ettikleri İslâmi hükümlerin başında Cuma Namazı gelmektedir.
Küfür sistemleri, içi boşaltılmış bir Cuma Namazı ile, bir taraftan baskı altında tuttukları halklara, kendilerinin İslâmi hükümlere karşı saygılı oldukları imajını verip dini koruduğu görüntüsü içinde hareket ederlerken, diğer taraftan hem kitleleri kontrol altında tutmaya çalışmakta, hem ajanları yoluyla halka kendilerini benimsetmeye uğraşmakta, hem de bu kitlelerin İslami esaslara yönelmesine engel olmaktadırlar.
Küfür sistemlerinin bu uygulamalarından rahatsızlık duyan kimi İslâmcılar, konuyu kökten halledip İslâmi esasları toptan ortaya koyacakları yerde, tepkisel hareket ederek kendilerince oluşturdukları küçük cemaatlerle gizli gizli Cuma Namazı(!) kılmaktadırlar. Oysa bu şekilde Cuma namazı kılmak, Cuma’nın ruhuna ve espirisine aykırıdır. Çünkü Cuma, adından da anlaşıldığı üzere toplanıp, bir araya gelip güç oluşturmak, gövde gösterisi yapmaktır; Cuma’nın ruhunda ve espirisinde bu vardır. Aksine hareket Cuma’yı namazdan başka bir şeyle adlandırır ki, bu durumda öğle namazı kılmak çok daha hayırlı olur.
Diğer bir yönüyle Cuma namazını, asıl içeriğinden ve amacından uzak bir şekilde eda etmeye kalkışmak, İslâmi bir kavramı çarpıtmak, gerçekliğini göz ardı etmek, hakkı batılla karıştırmak ve en önemlisi ise, parçacı mantıkla hareket edip insanların İslâmi esaslara bütüncül olarak yakınlaşmasına ve yönelmesine engel olmaktır. Cuma’yı, asıl amacı dışında bir gaye ile eda edenler, yalnızca kendilerini tatmin etmeye çalışmaktadır. Çünkü, Allah’ı rızası için yapılacak hareketler ve ameller, ancak O’nun belirlediği ölçü içerisinde ve kavramın espirisine uygun bir şekilde yapıldığı sürece bir anlam ifade edebilir ve ancak bu haliyle yüce Allah’ın rızasına muvafık olunabilir.
Cuma’nın ruhuna ve espirisine uygun bir şekilde eda edilebilmesi için, tüm şartlarının yerine getirilmesi gerekir. Aksi halde, Cuma eda edilmemiş olunacağı gibi, eda edenler de sorumluluk altına girerler.
Cuma Namazı’nın Şartları
Her ibadetin kendisine has şartları bulunduğu gibi, Cumanın da birey üzerindeki farziyetini sağlayan, kendisine has şartları vardır. Bilindiği üzere, farzlar şartlarla kaimdir; çünkü hayatta hiçbir şey, şartları oluşmadan gerçekleşmez. Ancak şartlar, gerçekleşecek olan fiilin özüne, ruhuna ve espirisine uygun olmalıdır. Fiilin espirisine ve ruhuna uygun olmayan şartlar hem fiili bozar, hem de fiili bu haliyle gerçekleştirenleri sorumluluk altına sokar. Bu nedenle biz, Cuma’nın şartlarını yazarken, okuyucunun karşılaştırma yapması için, tezlerin yanında günümüz gerçeğini de ortaya koyacağız.
Cuma’yı Oluşturan Şartlar, Sıhhat Ve Eda Olarak İkiye Ayrılır
Sıhhat Şartları
1- Şehir (Mısri Cami):Kalabalık şehir, şehrin kenarı veya bu hükümde olan yerde kılınmasıdır. Şehir; suç işleyenlere şer’i hükümler veren ve şer’i hadleri yerine getiren emir ve kadısı bulunan yerdir. Ebu Hanife’ye göre, bir şehirde yalnız bir camide Cuma eda edilebilir. (Mülteke Tercümesi, c. 1 sh.255) Buna göre, güvenliğin sağlandığı yerlerde Cuma eda edilir; köylerde güvenlik sağlanmadığı ve güvenlik birimleri olmadığı için buralarda Cuma eda edilmez. Bu nedenle Medine’nin uzağında bulunanlar, Cuma için Medine’ye geliyorlardı.
İbn-i Abidin, sayfa 296’da, kâfirler tarafından işgal edilen ancak vali ve kadısı Müslüman olup şer’i hadlerin uygulandığı yerlerde Cuma’nın eda edileceğini, valinin kafir olması ya da kâfirler tarafından atanması halinde, Kadı’nın, Müslümanlar tarafından seçilmesiyle kadı olacağını ve Müslümanlara, kendilerine Müslüman bir vali aramalarının vacip olacağını yazar.
Cuma’nın sıhhati için aslolan şehir şartı ve şehri oluşturan özelliklerin hiçbiri, bugün yaşadığımız topraklarda söz konusu değildir. Yaşadığımız ülkelerde, ne şer’i hükümler icra edilmekte, ne şer’ihadler uygulanmakta, ne vali Müslüman, ne de kadılar Müslümanlar tarafından seçilmektedirler. Küfrün egemenliği altında olan bugünkü şehirlerde, her şey İslâmi esaslardan uzaktır. Dolayısıyla Cuma’nın sıhhati için gereken birinci şart bugün sözkonusu değildir.
2- Sultan: Veliy’ul Emr olan imam veya tarafından mezun (görevli) bir zatın kıldırmasıdır. İmam= halife= İslâm ahkamı ile hükmeden kişidir. Bu kişi, ister adil isterse zalim olsun; İslâm ahkamı ile hükmettiği sürece idaresinde Cuma eda edilir ve Allah’a isyan etmediği müddetçe ona itaat edilir. Ancak yalanlayanlara, kâfirlere ve münafıklara itaat edilmez; şayet mü’minlerin emiri olan kişide bu sıfatlardan birinin bulunması halinde o durumda ona itaat edilmez.
“Ey peygamber, Allah'tan kork; kâfirlere ve münâfıklara itaat etme;elbette Allah bilendir, hakimdir.”(Ahzab, 1)
“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.” (Kalem, 8)
Günümüzde Cuma’nın emir-el mü’minun şartı da bulunmamaktadır.İslâm Devleti olmayınca, doğal olarak onun başında bulunacak bir halife de yoktur.Bugün halkı idare edenler, küfür kanunlarıyla hükmeden kâfirlerdir; kâfirlerin ise Müslümanlar üzerinde velayet hakları yoktur. Dolayısıyla küfürle hükmeden beşeri sistemlerdeki idarecilerin, Müslümanlara hükmetme hak ve selahiyetleri bulunmamaktadır.
3-Vakit: Cuma’nın eda edilmesi ancak vakit girmesiyle mümkündür. Bu vakit de Rasulullah(as)’dan bu yana süregeldiği gibi, öğle vaktidir.
4-Hutbe: Cuma, adından da anlaşıldığı üzere toplumsal bir vakıadır; zaten ismini de cem olmaktan, toplanmaktan alıyor. Cuma’nın toplumsal oluşu, ister istemez toplum ile ilgili konuların konuşulmasını gerekli kılıyor. Çünkü haftada bir defa bir araya gelen ve büyük bir topluluk oluşturan muazzam kalabalığın bir amacı vardır. Bu amaç da, hiç şüphesizdir ki, toplumsal ve siyasal konuları bilip öğrenmek, sorgulamak ve kendisini ilgilendiren konulara vakıf olabilmektir.
İslâm devlet başkanı ya da onun tarafından görevlendirilen vekili, haftalık kongre olan Cuma’da siyasal konularda topluma açıklamalarda bulunarak idare ve çalışmaları hakkında bilgi verecek; toplumun, görüş ve kanaatlerini alacak ve tavsiyelerde bulunacaktır. Hulefa-i Raşidin döneminde yapılan bundan başka bir şey değildi. İşte bu yapılan konuşmalar (hitabet) hutbedir.
Günümüzde ise, toplumsal konular üzerinde konuşmak bir yana, siyasal açıklamalarda bulunmak kesinlikle yasaklanmıştır.İslâm düşmanı olansistem, kendi kiralık ajanları olan namaz memurlarının eline, kendi ideolojisini övüp yüceltenve önceden hazırlanmış kağıtları tutuşturarak okutmaktadır. Bu nedenle, namaz memurlarının okudukları o kağıt parçaları, tağuti sistemin halka duyurusundan başka bir şey ifade etmemektedir. Bundan dolayı, camilerde okutulan o duyurular İslâmi manada bir hutbe değildir.
İslâmi hutbe, İslâm ümmetini yakından ilgilendiren konuları içerir; örneğin, İslâmi kuralların uygulanmasıyla ilgili yol ve yöntemler, devleti idare edenlerin, İslâmi prensiplere uyup uymadıkları, yeryüzündeki Müslümanların durumu, iç ve dış sorunlar gibi konular hutbenin ana konularını oluşturur. Hz. Ömer (r.anh)’in sürekli artan kadın mehirleri hakkındaki konuşması, kendisinin yanlış uygulamalarda bulunması halinde toplumun tepkisinin ne olacağı ile ilgili istişaresi hutbeye örnek verilebilir.
5-Cemaat: Tevhidi esaslar etrafında bütünleşip tüm değerlerini bu amaç için ortaya koyan, bu esasların korunması ve devamı için çalışan ve birbirleriyle kenetleşip bütünleşen, kardeşini kendi nefsine tercih eden insanların oluşturduğu bütünlüğe İslâm Cemaati denir.
İslâm cemaati, devleti idare edenler üzerinde her zaman otokontrolü sağlamaktadır. İdarecilerin, herhangi bir yanlışları Müslüman cemaat tarafından anında, en güzel bir şekilde uyarılıp düzeltilir. Bu konuda iki örnek verilebilir. Hz. Ebu Bekir(r.anh)’ın cemaatten kendisine hilafeti boyunca yardımcı olmalarını istemesi ve cemaatin, Hz. Ömer(r.anh)’a, hata yapması ve hatasında ısrar etmesi durumunda kendisini kılıçlarıyla düzeltecekleri uyarısı.
Günümüzde, camilerde toplanan yığınlar,cemaat olmaktan ve cemaat olma bilincinden alabildiğince uzak bulunmaktadırlar. İslâmi bilinçten yoksun olan bu yığınlar, tağuti rejimin kendilerine dayattığı bildirileri, zillet içinde ses çıkarmadan dinlemekte, tüm değerlerine küfredilse dahi itiraz etmeden susmaktadırlar. Bu yığınların, herhangi bir ortak yanları bulunmadığı gibi, daha da kötüsü, siyasi arenada birbirine düşman olabilmektedirler. İşte böyle durumlarda olan yığınlar, cemaat olmadıklarından Cuma’nın şartıda olamıyorlar.
6-Genel İzin:Bu şart, Cuma’nın eda edileceği yerin herkese açık olmasıdır. İnsanların, güven ve huzur içinde toplanmalarına imkân verilmeyen yerlerde Cuma eda edilmez. Bugün, tağuti sistemin polis kordonuna aldığı yerlerde, rejim tarafından dayatılan ilkelere uyulmadığı gerekçesiyle insanlar takibata uğramakta, küçük düşürülmekte, bu yerlerde İslâmi esasların konuşulması yasaklanmakta, İslâmi esasları konuşanlar ya da İslâmi bir gerçeğin emrettiği ölçüler içinde hareket edenler tutuklanmaktadırlar. Bu manzara, tağuti sistemin hakim olduğu her alanda aynıdır ve doğal olarak bugün Türkiye’de Cuma’nın eda edilebileceği bir mekân da bulunmamaktadır.
Yukarıda karşılaştırmalı olarak sıhhat şartları verilen ve sonuçta bugün bu şartları bulunmayan Cuma’nın eda şartlarının bulunması bir şey ifade etmemektedir. Çünkü Cuma’nın, temelini oluşturan sıhhat şartları oluşmadan eda edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle ayrıca eda şartlarını yazmanın bir anlamı kalmamaktadır.
Cuma Ayetinin Tefsiri
“Ey iman edenler, Cuma günü salat için çağrıldığında, Allah’ı zikretmeye koşun, alışverişi bırakın; şayet bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma, 9)
Ayetin bu hitabında, kapalı bir çok yön bulunmaktadır; ne zaman toplanılacağı, kimlerin bu toplantıya katılma zorunluluğunun bulunduğu, salat ve zikrin ne olduğu, neden alışverişin bırakılması gerektiği gibi hususların açıklanması ile Cuma konusu açıklık kazanacaktır. Ancak bütün bu kapalı yönler, Rasulullah(as)’ın Sünneti’yle netleşmekte, açıklık kazanmaktadır.
“Ey iman edenler” hitap genel; kadın, erkek, hür, köle, yolcu, misafir tüm iman edenlere seslenilmektedir. Bu sayılanlardan kimlerin, Cuma’ya katılacakları hususu Sünnet’le berraklaşmaktadır. Rasulullah(as), “Kadınlara Cuma, cenaze namazı ve bir de cihad hariç erkeklere farz olanların hepsi farz kılınmıştır” buyurarak kadınlara,“Seferi üzerinde Cuma yoktur” hadisiyle de yolcuyaCuma’nın farz olmadığı anlaşılmaktadır.
Cuma, toplumsal ve siyasal bir toplantı olduğundan, bir çok siyasi kararlar burada alınmakta, toplumun sorunları bu toplantıda tartışılmaktadır. Savaş kararlarının verildiği, had cezalarının da uygulandığı bu toplantılar, çok büyük bir mana ifade etmektedir. İşte bunun için yukarıda sayılan kimselerin Cuma’ya katılma zorunlulukları bulunmamaktadır.
Kadınlar Cuma’ya Katılamazlar mı?
Kadınlar, elbette Cuma’ya katılabilirler, ancak zorunlu tutulmamışlardır. Burada kadınların, Cuma’ya katılmalarının zorunlu olmaması, katılamayacakları anlamına gelmemektedir.Fiziksel ve ruhsal incelikleri nedeniyle savaşa katılma zorunlulukları bulunmayan kadınların, yapıları gereği, had cezalarının uygulanmasında da tahammülleri zayıftır. İnsanların hazır bulunacakları Cuma gününde uygulanacak had cezaları, çocuk ve kadınların psikolojileri üzerinde derin etkiler bırakabilir.
Ayrıca Cuma’nın bir şehirde tek bir merkezde olması, uzak mesafelerde bulunan kimselerin de katılmasını zorunlu kılmaktadır. Annelik gibi yüce bir görevi bulunan ve küçük çocuk sahibi olan annelerin, çocuklarını bırakıp katılmaları halinde sıkıntıya düşecekleri bir gerçektir. İşte bu nedenlerden dolayı kadınlar, Cuma’ya katılma konusunda zorunlu tutulmamışlardır. Ancak Rasulullah (as) ve Raşit halifeler dönemlerinde görüldüğü gibi kadınlardan, savaşa ve Cuma’ya katılanlar olmuştur.
Ne Kur’an ve ne de Rasulullah (as), kadınlara, Cuma’ya katılmayacakları konusunda, herhangi bir yasaklama getirmemiştir. Rasulullah (as), kadınların özel durumlarından dolayı, Cuma’ya katılmalarının zorunlu olmadığını bildirmiştir. Çünkü Cuma’ya bir mazeret olmadan katılmamak, Rasulullah (as)’a ve Müslümanlara karşı tavır almak anlamına gelmektedir. O günkü şartlar gereğince düşünüldüğünde, konu açıkça anlaşılmaktadır.
Kadınların, Cuma’ya katılmayacakları hususu, daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan bir durumdur ve sonradan çıkan ve İslâm’a maledilen her bid’at ve hurafe gibi bu da İslâm’a maledilmiş, sanki İslâm kadınların Cuma’ya katılmalarını yasaklamış gibi bir düşünce ortaya çıkmıştır.
Siyasi kararlarda ve toplumsal sorunların tartışılmasında söz sahibi olmayan kölelerin ve yolculukları gereği, böylesi kararlarda inisiyatifleri bulunmayan yolcuların da, bu sayılan konularda etkin ve aktif rolleri yoktur. Bundan dolayı bunların cumaya katılmaları farz değildir.
Cuma ile yakından ilgili bulunması nedeniyle köle ve kölelik üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz.
Köle: Hür olmayan, bir başkasının bağlısı olan, kul, bende, bir gücün (otoritenin) tahakkümü altında bulunan kişi veya topluluk. (Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları)
Bu tanıma göre, hayatını kendi inancı doğrultusunda tanzim edemeyen, başka bir otoritenin, ideoloji ve sistemin tahakkümü altında bulunankişi ve topluluğa köle denilmektedir. Bunun en bariz örneğini Hz Ömer(r.anh)’ın kölesinde görüyoruz. Bu köle, Hz Ömer (r.anh) ile seyahate çıkıyor, yolda emir-el Mü’minin ile ortaklaşa deveye biniyor, yediğinden yiyor, giydiğinden giyiyor ve kendi dinine (Hıristiyanlığa) göre dini vecibelerini (ibadetlerini) yapıyordu. Buna rağmen köle olmasının nedeni, inancının hükümlerini sosyal hayata uygulamaktan mahrum oluşudur. Bundan da anlaşılıyor ki insan, inandığı dinin tüm hükümlerini hayatına, yaşadığı topluma ve devletine hakim kılıp tatbik edemedikçe İslâmi anlamda hür değildir.
Bugün, Müslümanların yaşadıkları topraklarda, küfür ahkamı uygulanmakta, putperest ve müşrik idareciler toplumu yönetmektedirler. Bu nedenle, Müslümanların varlığına rağmen, yüce Allah’ın yasakladığı bütün fiiller, tağuti sistemlerin teşvik ve desteğiyle, açık bir şekilde işlenmektedir.Bu tağuti sistemlerde, Müslümanların dini vecibelerini yerine getirmeleri yasaklanmakta,ezanlar susturulup camiler kapatılmakta,namaza gidenlere izin verilmemekte,namazlarını eda etmek isteyen öğrencilere, okullarının laik bir okul olduğu söylenerek namaz kılmaları engellemekte, eğitim kurumlarından tesettürlü Müslüman hanımlar atılmakta; ceza miras, aile ve sosyal hukuk, küfrün koyduğuhükümlere göre uygulanıp Müslümanlara dayatılmaktadır. Bütün bu olaylar düşünüldüğünde, çağımız Müslümanları, Hz. Ömer (r.anh)’ın kölesi kadar dahi hür değillerdir.
Şimdi, tüm hakları ellerinden alınan ve her yönden baskıya maruz kalan, küfrün baskı ve zulmü altında bulunan ve Fir’avn’ın zulmü altındaki İsrailoğullarından daha aşağı bir duruma düşürülen bugünkü insanların Cuma’ya gitmelerinin hangi şer’i delilleri vardır?
Tüm hakları elinden alınarak zillet içine düşürülüp köleleştirilen çağımız insanlarının, bugün için en acil ve öncelikli görevleri Cuma’ya gitmek değil, tam aksine Cuma’yı oluşturan şartları hazırlamaktır. Çünkü, şartları olmadan ve oluşmadan Cuma’ya gitmek, insanın hem kendisini tatmin edip aldatması, hem de Cuma’yı gerçek anlamından soyutlayıp hafife almasıdır. Bu konuda en iyi örnek Maraş’ı Kahramanmaraş yapan Sütçü İmam’dır.
Sütçü İmam Rıdvan Hoca, Demokrat Fransızların işgal ettiği Maraş’ta Cuma günü toplanan kalabalığa “Müslümanlar, bu akşam Maraş kalesinde dalgalanan, İslâm ümmetinin vahdetini simgeleyen bayrağımız indirilmiş, yerine küfür bir düzen olan ve demokrasi ile idare edilen Fransız bayrağı çekilmiştir. Cuma Namazı’nın bir insana farz olması için onun ‘hür’ olması gerekir. Küfrü temsil eden Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği ve İslâm bayrağı tekrar o kalede dalgalanmadığı müddetçe, bu beldede gayrı Cuma Namazı kılınmaz” diye haykırmıştır. ( Kurtuluş Dergisi, Şubat 1977, yıl 3,sh 24)
Rıdvan Hoca, kendi mantığı içinde inandığı kadarıyla Maraş’ı, küfrün temsilcilerinden temizledikten sonra Cuma Namazını eda etmiştir. Oysa bugün, ülke topraklarında, Fransız işgal kuvvetleri fiilen bulunmadığı halde, Fransız Demokrasisi, bütün kurum ve kuruluşlarıyla, Fransızlardan daha acımasız bir şekilde, emperyalizmin yerli işbirlikçisi sistem tarafından, baskı ve zulümle uygulanmakta, bu küfür ve şirk düzeni, İslâm ve İslâmi değerlere karşı küfür ve düşmanlığını sürdürmektedir.
Bugünülkede, Maraş’ın o gününden farksızbir durum olduğu, hatta zulüm, o günden daha şiddetli bir şekilde varlığını ve zulmünü sürdürdüğü halde, hangi mantıkla Cuma namazı kılınmaktadır. Diyelim ki namaz memurları, ajanlıklarının gereği ve aldıkları maaşın hatırı için, Cuma’nın şartlarının olup olmadığına bakmadan, kendilerine verilen emirler doğrultusunda, toplumu uyutmak için Cuma adı altında Cuma ile ilgisi olmayan bir namazı kıldırıyorlar. Peki bugün, Müslüman olduklarını iddia eden kimi şahıslar, hangi mantıkla, bodrum katlarda, kuytu yerlerde, küçük gruplar halinde Cuma adı altında insanları toplayarak namaz kıldırıyorlar?
Hakkı batıllakarıştıran bu tip insanların, Cuma adı altında insanlara kıldırdıkları bu namazı savunmak için “Allah’ın emridir, farzdır, kılınmayacağına dair başka bir ayet getirilmedikçe kılınır, kılınmaz diyenler sapıktır, ayeti inkâr ediyorlar” diyeceklerdir. Bu insanlara, Kur’an’da farz olarak geçen ve insanlar için hayat olduğu bildirilen kısas, yüce Allah’ın adalet ölçüsünü ortaya koyan miras,kesinlikle yapılması gereken had cezaları, mutlaka yapılması emredilen,yapılmaması durumunda elçilik görevinin yapılmamış olarak kabul edileceği davet görevinin de yüce Allah’ın emri ve farz olduğunu hatırlatmak isteriz. Bunların yapılmaması, daha dafazla sapıklık ve küfürdür. Bunca farz vegerekli olan emirlerin yapılması için hiçbir gayret göstermeyen bu insanlar, kuytu yerlerde küçük insan grupları ile kıldıkları namazı, ‘Cuma’ diye millete yutturup onları uyutmaya çabalıyorlar.
İlk Cuma Nerede Ve Nasıl Kılındı?
İlla da Cuma’yı eda etmek isteyenlere tavsiyemiz şudur: Cuma’nın eda edilebilmeniz için öncelikle ‘İlk Cuma’yı Medine’de eda eden sahabe gibi, yüce Allah’ın ayetlerine teslim olup dosdoğru bir Müslüman olun, sonra; ‘topluca Allah’ın ipine sarılıp’ cemaathaline gelin. Daha sonra Medine’de olduğu gibi, topluca ve tağuti sisteme aldırmadan açık bir yerde Cuma’yı, aslına uygun bir şekilde eda edin ve Tevhidi esasların insanlara nasıl ulaştırılacağı ile ilgili konuşmalar yapın. İşte o zaman Cuma’ya katılmayanları sapık ve kâfir olarak ilan edin. Medineli Müslümanlar, işte bu şuurla Cuma’yı eda ettiler.
Şartları haiz olan bir Cuma’yı eda etmeyenlerin durumu, tıpkı yüce Allah’ın (davet görevi hariç)diğer emirlerini yerine getirmeyenlerin durumu gibidir. Davet görevi ise, toplumsal olmayıp ferdi olduğundan her halükarda yapılması gerekir. Çünkü, davet görevini Sünnet’e uygun şekilde yapmamak, önemsememek küfürdür.
Cuma (toplantı) günü’nün tesbitini de Rasulullah(as) belirliyor. Medine’de Müslümanların sayısı çoğalıp belli bir güce ulaşınca, oradaki Müslümanlar, Rasulullah (as)’a giderek, Medine’deki Yahudilerin Cumartesi, Hrıstiyanların ise Pazar günü toplanıp bir araya geldiklerini, kendilerine de bir günün tesbit edilerek bir araya gelmeleri için izin verilmesini rica ediyorlar. Rasulullah (as) da, onların “Aruba günü bir araya gelmelerini” söyleyerek yanlarına Mus’ab Bin Umeyr (r.anh)’ı muallim olarak görevlendirip Medine’ye gönderiyor.
“Medinelilerden bir kısım halk Müslüman olunca, Peygamber(as) Efendimiz’den bir muallim istemişler. Resul-i Ekrem(as) da Mus’ab bin Umeyr (r.anh)’ı göndermişti. Mus’ab (r.anh),ebu Umame Esad bin Zurare(r.anh)’ın nezdinde misafir olmuş ve onun yardımı ile mevcudu kırka varan ehl-i imana Cuma günleri Medine haricindeki Neki’ul Hadamet (yahut Neki’ul Hudman) denilen mevkide namaz kıldırmıştır.” (Gurer ve Derur, sh.238)
Mus’ab bin Umeyr(r.anh), Medine’de ilk zamanlar, ev toplantıları yaparak davet görevini sürdürmüş, Medine’de büyük nüfuzu olan Abdü’l-Eşhel kabilesinin reisleri Said bin Muaz ile Useyd bin Hudayr Müslüman olup kabilelerinin de Müslüman olmasına vesile olduktan ve büyük bir cemaat oluştuktan sonra açıktan davete başlamış, daha sonra ise, Neki’ul hadamat’ta toplanmışlardır.
“Medine’de Hz. Mus’ab’ın, bitmez tükenmez gayret ve himmetiyle bir İslâm cemaati meydana geldi. Bunun üzerine Hz. Mus’ab, Mekke’de bulunan Allah Rasulü’ne müracaat ederek, Sad bin Heysüme’nin evinde cemaatle Cuma namazı kıldırmak için müsaade istedi. Allah Rasulü müsaade buyurdular. Bunun üzerine Hz. Mus’ab, cemaati topladı, çok tesirli bir hutbe okudu ve huşu içinde bulunan mü’minlere Cuma namazı kıldırdı. Namazdan sonra da bir kurban keserek, cemaate ikramda bulundu.” (Asr-ı Saadet, Şah Muinüddin Ahmed NEDVİ ve Said Sahib ENSARİ sh.199)
“Cahiliye dönemi Arapları arasında Cuma günü diye bir gün yoktur, Araplar bu güne ‘Arube’ adını vermişlerdir.” (İslâm Ansiklopedisi, c.3 sh.227)
“Cuma, içtimadan alınma bir isimdir ve Rasulullah(as)’ın, Aruba günü Müslümanların toplanmasını söylemesi üzerine bu günde toplanmaları yani cem olmaları, bu günün isminin Cuma olarak anılmasına neden olmuştur.Aruba, ‘saygı gösterilen farklı bir gün’ demektir. Rahmet günü denildiği de rivayet edilmektedir.” (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi c.2 sh.365)
“Salat için çağırıldığı zaman Allah’ı zikretmeye koşun.” Salat ve zikir; bu iki kavram aynı ayette ardı ardına gelmektedir. Cuma’nın gerçek anlamını kavrayabilmek için bu iki kavramın açılımında yarar vardır.
Salat: Kur’an’da; namaz, dua, övgü, güç, yardım ve teslimiyet anlamlarında kullanılmaktadır. Bu ayette salat kavramının yüklendiği anlam güç (kuvvet)tir. Toplanmak (cem olmak); kuvvetli olmak, güç gösterisinde bulunmaktır. Cuma gününün önemi namazdan dolayı değil, toplantıdan dolayıdır. Çünkü birincisi, öğle vakti dört rekât namaz kılınıyorken Cuma günü bu sayı ikiye düşüyor; ikincisi, diğer vakit namazlarını herkes, bulundukları yerlerde eda edebilirlerken, Cuma için şehrin bir noktasında toplanılması istenmektedir. Hatta öyle ki, şehre yakın bulunan yerleşme alanlarında ikame edenler de Cuma için toplantı yerine çağrılmaktadırlar. Yani salat için çağrılmak, asıl anlamıyla toplantının oluşması güç oluşturulması içindir.
Kur’an-ı Kerim, mü’minlerin, birliktelikler için azami hassasiyeti göstermelerini istemekte, ayrılığın zayıflamaya, güçsüzleşmeye neden olduğunu bildirmektedir.
“Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider. Sabredin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)
“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani siz, birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi uzlaştırdı, O’nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi oradan kurtardı. Allah size ayetlerini açıklıyor ki, hidayete ulaşasınız. (Al-i İmran, 103)
“Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilaf edenler gibi olmayın.İşte onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran, 105)
Ayrılıp parçalanma nasıl ki zafiyet ise, toplanıp güç oluşturmak da kuvvet ve kudretin işaretidir. İşte bu nedenle yüce Allah (cc), mü’minlere birlik olmalarını emretmektedir.
Salat kavramının yüklediği işlevi ve bu işlevin mutlaka yerine getirilmesini emreden bir başka ayet de Ahzab, 56. ayetidir.
“Muhakkak ki Allah ve melekler Peygambere salat edenler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve gönülden teslim olun.” (Ahzab, 56)
Ayet-i celile, Allah ve meleklerin, Peygambere salat ettiklerini (destek verdiklerini), mü’minlerin de ona salat edip (destek olup) gönülden teslim olmalarını istemektedir. Salat ve gönülden teslim olmak, Cuma ayetinde geçen salat ve zikir gibi ardı ardına gelmektedir.Bunlar, birbirini bütünleyen, birbirini tamamlayan ifadelerdir.
Ahzab 56. Ayetinde;“Allah ve melekler peygambere güç vermekte, destek olmaktadır” buyurularak mü’minlerin de peygambere destek olup güç vermeleri, bunun için de Peygamberin emirlerine itiraz etmeden gönülden teslim olmaları istenmektedir. Zaten ayette geçen; “alışverişi bırakın; şayet bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” ifadesi mü’minleri uyarmakta ve devamında gelen 11. ayette neden bu uyarının yapıldığı konusuna açıklık getirilmektedir.
“Bir ticaret veya eğlence gördükleri zaman hep dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar…” (Cuma, 11)
Ticaret ve alışverişe giden mü’minler, Peygamber (as)’ı olduğu yerde yalnız bırakmaktadırlar. Oysa onların, orada kalıp birlik oluşturmaları, Peygamber (as)’ın emirlerini dinleyip ona destek vermeleri gerekirdi. Ancak onlar, Rasulullah (as)’ı yapayalnız bırakıp ticaretlerinin peşine koştular. İşte bu nedenle yüce Allah (cc), onları uyararak:“alışverişi bırakın; şayet bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” buyuruyor.
Medine’de oluşan yeni İslâm Devletini oluşturan mü’minlerin, oradaki Yahudi ve Hrıstiyanlara ve çevredeki müşrik Arap toplumlarına karşı daima birlik içinde hareket etmeleri ve güçlü görünmeleri gerekiyordu. Bu nedenlekendilerine, Peygamber (as)’ın her emrini iyi dinleyip uygulamaları kendileri için daha hayırlı olacağı bildiriliyordu.
Şu bir gerçektir ki, insanı güçlü kılan çevresidir; insanın çevresinde bulunanlar, ne kadar kalabalık olursa kişi o denli güçlü olur. Zaten cahiliye döneminde insanlar, çevreleriyle orantılı olarak güçlü ya da güçsüz olabiliyorlardı. Diğer taraftan, örgütlenip kaynaşmış azınlık topluluklar, daima örgütsüz yığınlara hükmedebilmektedirler. Bu nedenle yüce Allah(cc), “Ey iman edenler, Cumagünü namaz için çağrıldığında, Allah'ı zikretmeye koşun”emri ile mü’minlerin hızlı bir şekilde toplanmaları istenmektedir.
Ayetteki salattan kasıt güçlü olmak için toplanmaktır ki, 11. ayet de “Bir ticaret veya eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar…” buyurularak Rasulün yalnız ve güçsüz bırakıldığı ifade edilmektedir.
Peygamberle beraber bulunmayı, bir araya gelip güç oluşturmayı ifade eden salat kavramından sonra “Allah’ı zikredin” ifadesi ancak o durumda bir anlam ifade edebilmektedir.
“Allah’ı zikretmek”: Toplantı (Cuma) günü bir araya gelen Müslümanlar, toplanmalarının gereği olarak elbette ki, yüce Allah’ın nizamını, bu nizamın en iyi biçimde nasıl uygulanacağını, bireysel ve toplumsal olarak İslâm’ın nasıl yaşanacağını, toplumlar arası ilişkilerde nasıl bir metod izleneceğini, yüce Allah’ın hükmünün daha iyi pratize edilmesi için nerelerin yapılacağı ve yapılması emredilen had cezalarının tatbik edilmesini konuşacaklardır. Yani toplanan cemaat, bütün bu konuşma ve fiillerle yüce Allah’ı zikredeceklerdir. Cuma’da bir hutbenin okunması da bunu göstermektedir.
Dikkat edilecek olursa Cuma ayetinde hutbe okunması emredilmediği halde, Cuma günü hutbe okumak farz olarak kabul edilmiştir.İşte “Allah’ı zikir” bu okunan hutbe, yani yapılan konuşmadır. Hutbenin sonunda iki rekat namazın kılınması ise, yüce Allah’a hamdetmek ve toplantının sona erdiğini bildirmek içindir.
Yukarıda da ifade edildiği üzere,burada asıl farz olan toplantıdır. Toplantının ise, açık bir yerde yapılması, dost düşman herkesin bunu bilmesi, toplantının temel özelliğidir.O halde, Cuma’ya asıl işlevi kazandıran, toplantının açık olarak yapılması ve İslâmi esasları ilgilendiren konuşmaların (hutbe) yapılması halinde Cuma gerçek anlamıyla eda edilmiş olunacaktır. Ancak bunun da, tıpkı Medine Müslümanlarının yaptıkları gibi, İslâm Devleti başkanının yani Halife’nin izni ve yetkili kılacağı birisinin varlığı gereklidir. Bunun dışında, Cuma adıyla yapılabilecek toplantıların hiçbir anlamı olmayacaktır.
“Alış verişi bırakın; bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” Alış verişin, daha hayırlı bir iş olan toplantı için bırakılması tavsiye edilmektedir. Çünkü, alış veriş ferdi bir iş, toplantı ise hem toplumsal, hem de İslâm nizamının yücelmesi ve sürekliliği içindir ki, bunda yüce Allah’ın rızası vardır. Allah’ ı zikretmek için alış verişin terk edilmesi, ferdin bizzat kendi yararınadır. Çünkü, yüce Allah’ı zikretmek olan toplantı ve ona bağlı olarak yapılan konuşmalar (hutbe), yukarıda da anlatıldığı gibi, Kur’an’i hükümlerin,hayata tam hakim kılınması, İslâm’ın yüceltilmesi, birlik ve beraberliğin sağlanması, toplumsal huzur ve güvenin tesis edilmesi içindir.
İşte ancak bu anlatılanlar yapıldıktan sonra kişi, ferdi planda daha rahat hareket ederek mutlu olabilecektir. Aksi halde toplumsal kargaşa, terör ve kaos olacağından kişi ne mutlu olabilir, ne de rahat alış veriş yapabilir. Çünkü, kaos ve kargaşa bölünmelere, bölünmeler zafiyete, zafiyet ise, İslâm dışı güçlerin oyun ve oyuncağı, hatta köle ve esiri olmaya sürükler insanı. Bu durumda, ne alış verişin bir anlamı olur, ne de kulluk görevi yerine getirilebilir. İşte bu olumsuzluklardan kurtulmanın yolu mü’minlerin topluca Allah’ın ipine sarılmaları, bölünüp parçalanmamaları, birlik ve beraberlik içinde bulunmalarıdır.
Sonuç olarak Cuma, dar’ul şirkte ancak belirtilen şartların tesis edildiği, küfür sistemlerinin de kabul etmek zorunda kaldığı ve Halife’ye bağlı İslâmi bir cemaatin, açık bir şekilde toplandığı ve bu cemaatin, Medine örneğinde görüldüğü gibi, küfre aldırış etmeden, sorunlarını inandıkları esaslara göre çözüme kavuşturdukları bir zamanda eda edilebillir. Zaten bu durumda herhangi bir mazeret olmadığı sürece, Cuma’yakatılmamak küfür, sapıklık ve isyandır.
Bugün, yukarıda belirtilen temel şartlar yerine getirilmeden, Cuma’yı eda etmeye kalkışmak, hem yüce bir ibadeti asıl işlevinden saptırmak, hem hakkı batılla bulamaktır, hem de ferdin hevasını tatmin edip kendi kendisini aldatmasıdır. Kuytu bodrumlarda, gizli yerlerde toplanan, tağuti sistem ve toplum tarafından İslâmi bir cemaat oldukları kabul edilmeyen, Tevhidi anlamda İslâmi hiçbir hassasiyetleri bulunmayan, birkaç kişi ile yapılan toplantıların, Cuma ile uzaktan yakından hiçbir ilgi ve alakası yoktur.
Cuma günü, namaz için toplanan kimselerin, bırakın tağuti sistem ve toplum tarafından İslâmi bir cemaat olarak tanınmaları, kendileri bile cemaat olmaktan fersah fersah uzaktırlar. Medine’de Cuma’yı eda edenlerin durumlarına ve daha sonra Rasulullah (as)’ın eda ettikleri Cuma’lara katılanlara bakıldığında bu gerçek tüm çıplaklığıyla görülecektir; yeter ki insanlar samimi olsunlar ve yüce Allah’ı gerçekten razı etmeyi düşünsünler!
Günümüzde Cuma’yı eda ettiklerini iddia edenler, neden aynı hassasiyetle(!) yüce Allah’ın emri olan kısas, miras, had cezaları, cihad v.b. toplumsal olan ayetleri yerine getirmek için çalışmıyorlar? Ya da Cuma’yı neden şartlarına uygun bir şekilde, Medine Müslümanlarının eda ettikleri gibi şartlarını oluşturup eda etmiyorlar? Aslında bütün bunların cevapları bellidir; tağuti sistemden korktukları için bu ayetlerin gereğini yerine getirmezlerken, geleneksel kültürlerine ve alışkanlıklarına mahkum oldukları, en önemlisi de çevrelerinden çekindikleri için Cuma’yı eda ettiklerini sanıyorlar.
Rasulullah(as)’ın Cuma’yı Eda Edişi
Rasulullah (as), kendileri Mekke’de iken Medine’de, Hz. Mus’ab’a insanları İslâm’a davet etme ve Müslümanları eğitme görevi vermiş ve Aruba günü bir araya gelerek toplanmalarını emretmiştir.
Medine’deki Müslümanlar,inançları doğrultusunda yaşıyor veyüce Allah’ın emrettiği ölçüler içinde hayatlarını düzene koyuyorlardı.Medine’deki Müslümanlar, inançları doğrultusunda yaşamaktan dolayı ne orada yaşayan Yahudilere, Hristiyanlara ve putperest müşriklere hesap veriyorlardı, ne de bu İslâm dışı güçlerden korkup çekiniyorlardı. Onların üzerinde herhangi bir otorite söz konusu olmadığı gibi, İslâm’ı yaşamak ve toplanmak için de hiç kimseden izin ve icazet almıyorlardı. Oysa Mekke’de, Peygamber (as)’ın ve mü’minlerin karşısında, bir istibdad ve zulüm rejimi olan Dar’ün Nedve yönetimi vardı. Bu nedenle Rasulullah (as), kendileri Mekke’de Cuma’yı eda edemezlerken, Medine’li Müslümanlara Cuma’yı eda etmelerini söylüyordu.
Dar’ün Nedve, Kur’an hükümlerini ‘eskilerin masalları’ diyerek reddediyor, kendi eksik ve insanı bunalıma sürükleyen ideolojisini, zorbalıkla insanların hayatları üzerinde hakim kılmaya çalışıyordu. İslâmi hareketin büyümesi karşısında şaşkına dönen zorba rejim, her vesile ile Müslümanlara saldırıyor, onlara nefes aldırmıyordu. Küfrün tüm kurum ve kuruluşlarıyla, egemen olduğu bir yerde Müslümanlar ve onların önderi Rasulullah (as) açıkça toplanamıyor, davetlerini genellikle ferdi olarak yapmaya çalışıyorlardı.
Cuma için asıl olan özgür toplantıların yapılamaması nedeniyle Rasulullah (as), Medine’deki Müslümanların toplanmasına izin verirken kendisi, mü’mimlerle Cuma’yı eda edemiyordu. Bu da gösteriyor ki, küfrün egemen olduğu bir yerde Cuma eda edilmez. İmam-ı Şafi(r.anh), Rasulullah (as)’ın Mekke’de Cuma’yı eda edemeyiş nedenini,oranın Dar’ül Şirk olmasına bağlamaktadır. Bu nedenle Cuma, ancak Dar’ül İslâm’da ya da Müslümanların bağımsız bir cemaat oluşturmaları halinde, Halife’nin tayin edeceği bir kişinin imametinde eda edilebilir.
“Peygamberimiz (as) Mekke’den Medine’ye hicretleri sırasında Kuba’ya kuşluk vakti geldiklerinde, Ammar bin Yasir(r.anh) ‘Rasulullah için, istediği zaman gölgesinde dinleneceği, gölgesinden faydalanacağı ve içinde namaz kılacağı bir yer yapsak olmaz mı? demişti. Bunun üzerine Kuba mescidini inşa etmişlerdi.
Peygamberimiz (as), Kuba’da ondört gün Amr bin Avfoğullarında ikamet eylediler. Bu ikametleri sırasında Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe Kuba mescidinde namaz kıldılar. Bu ondört günlük ikametten sonra bir Cuma günü Rasul-i Ekrem(as) devesine bindi, arkasına da Ebu Bekir (r.anh)’ı aldı. Karşılamaya gelen muhacirlerden ve ensardan silahlı yüz kişilik bir toplulukla, Allah’ın büyük lutfuna şükrederek Kuba köyünden hareket edip Medine’ye doğru yola çıktı.
Yolda Avfoğlu Salimoğullarına ait ‘Ranuna’ vadisine varıldı. Öğle namazı vakti gelmişti. Devesinden indi, ilk olarak orada arka arkaya iki hutbe okudu. Cemaate Cuma namazı kıldırdı. Rasul-i Ekrem’in Medine’de kıldırdığı ilk Cuma namazı işte bu oldu. Hicri birinci sene Rebi’ül evvelin ilk Cuma günü.”(Gurer ve Durer, sh.255)
Kuba köyünde ondört gün kalan Rasulullah(as), bu süre içinde vakit namazlarını kılıyor, yiyip içiyor, dinlenip vakit geçiriyor, ancak Cuma’yı eda etmiyordu. Rasulullah (as), yüz kişilik silahlı muhafızlarla –ki bu sayı o gün için büyük bir güçtür- yola çıkıyor, Ranuna vadisinde öğle vaktinin girmesi üzerine ilk defa Cuma’yı burada eda ediyorlar.
Rasulullah(as)’ın ilk Cuma’yı kılış zamanlamasına bakıldığında, Cuma’nın kılınmasını sağlayan bir şart daha ortaya çıkıyor; o da emniyettir.
Emniyet: Rasul(as), Kuba’da kaldığı süre içinde emniyeti bulunmadığı için ancak vakit namazlarını eda ediyordu. En güzel örnek olan Rasulullah(as), ölçülü hareket ediyor; neyi ne zaman, nasıl yapacağını çok iyi hesap edip yapıyordu. Bu yüzden emniyetli bir ortam bulduktan hemen sonra Cuma’yı eda ediyorlardı. Rasulullah(as)’ın bu hareketi, Cuma’nın eda edilmesi için emniyetin şart olduğunu göstermektedir.
Emniyet; Müslümanların, inançları doğrultusunda yaşamalarından ve inandıkları esasları hayata geçirmeye çalışmalarından dolayı tepkiyle karşılaşmamaları, baskı ve zulüm görmemeleri ve kendi güçleriyle hareket edip olayları inançları doğrultusunda yönlendirmeleridir. İşte Rasulullah(as), bu duruma geldikten sonra Cuma’yı eda ediyordu. Aynı şekilde Medine’ye gönderilen Hz. Mus’ab (r.anh) da, ilk zamanlar Cuma’yı eda etmiyor; ancak Medine’de büyük nüfuzu olan Abd’ül-Eşhel kabilesinin reislerinin, Müslüman olup kabilelerini de Müslüman yaptıktan ve büyük bir cemaat oluştuktan sonra Cuma’yı eda ediyorlardı.
Rasulullah(as), Medine’de, ilk iş olarak bütün kabilelerle bir anlaşma imzalıyor ve çıkabilecek sorunların çözümü için kendisine müracaat edilmesi gerektiğini şart koşarak ilk anayasayı hazırlıyordu. Anayasanın hazırlanması, güç ve otoritenin, Müslümanların eline geçmesi ile Müslümanların güvenliği sağlanmış oluyordu. Güvenlik sağlanınca, bu güvenli ortamda Rasulullah (as)’ın imametinde Cuma eda ediliyordu.
Rasulullah(as), İslâm Devletinin Başkanı olması nedeniyle Devlet Başkanıolarak Cuma’yı kendisi eda ediyorlardı. Bu da gösteriyor ki, Cuma’yı devlet Başkanı ya da onun bulunmadığı yer ve zamanda, o yerin en yetkili sorumlusu eda edecektir.
Rasulullah(as) döneminde olsun, Hulefa-i Raşidin döneminde olsun Cuma, Medine’de bir tek merkezde eda edilmiştir. Bu da Cuma’nın bir şehirde yalnız bir yerde eda edileceğini göstermektedir. Bu, vahdeti sağlama açısından gerekli ve zorunludur. Nitekim Rasulullah(as) kendileri, Medine’de yapılan ikinci mescidi, Yüce Allah’ın emriyle yıktırmıştır. Çünkü, Tevhid mücadelesi veren Müslümanların her zaman bir tek yerde bulunmaları zorunludur.
Cuma Ayetle Farz Kılınmamıştır
Cuma’yı farz kılan Cuma suresindeki ayet değildir! Cuma ayeti, Rasulullah (as) tarafından, kendisi Mekke’de iken, Medineli Müslümanların Arube günü toplanmalarını emretmesi ve Rasulullah (as)’ın kendilerinin Medine’ye teşriflerinden sonra kendisinin imametinde Cuma’yı eda ederlerken, bazı Müslümanların, bir ticaret kervanının gelmesi üzerine Rasulullah (as)’ı mescidde tek başına bırakmaları üzerine, Müslümanlara uyarı niteliğinde inzal edilmiştir.
Cuma suresi, 9. ayetinde, daha önceden uygulanan Cuma toplantılarına, yapılan çağrılara katılma konusunda Müslümanların, hassasiyet göstermeleri ve önemseyerek katılmaları istenmektedir. Yani Cuma, diğer namaz, Hac, zakât vb. ibadetlerde olduğu gibi ilk defa ayetle emredilmiyor; yapılagelen bir uygulamaya karşı hassasiyet göstermeyenler uyarılarak, bu uygulamayı önemsemeleri ve bu konuda sürekli olmaları istenmekte, ticaretin Cuma toplantısından daha önemli olmadığı bildirilmektedir. İlgili ayetler üzerinde düşünüldüğünde bu gerçek kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
“Ey iman edenler, Cumagünü namaz için çağrıldığında, Allah'ı zikretmeye koşun, alışverişi bırakın; eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lutfundan (rızkınızı) arayın. Allah'ı çok anın ki başarıya eresiniz.
Bir ticaret veya eğlence gördükleri zaman hep dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah'ın yanında bulunan eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cuma, 9-11)
Eleştiriler ve Cevapları
1- Cuma’nın Bir Yerde Eda Edilmesi
Eleştiri: Şehir nüfuslarının milyonlarla ifade edildiği günümüzde bir şehirde bir tek yerde Cuma nasıl eda edilecek? Nüfusun az olduğu bir yerlerde ve zamanda Cuma’nın bir yerde kılınması mümkün olabiliyordu; ancak bugün bu mümkün değildir.
Cevap: Cuma, adından da anlaşıldığı üzere bireysel değil, toplumsal, sosyal ve siyasal bir ibadettir. Her toplumsal ibadet gibi, Cuma’nın eda edilmesi de İslâm Devleti’nin görev ve sorumluluğu içindedir. İslâm Devleti, fertlerin gücünü aşan yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek için çalışır, gayret sarfeder.
İslâm Devleti, Cuma’nın sağlanması için tedbirler alır. Bu tedbirlerin başlıcaları; insanların rahatlıkla toplanacağı alanları inşa eder, oraya insanların gitmesini sağlamak için otobüs seferleri yapar. Cuma gününün tatil olması nedeniyle insanlar, Cuma yerine gitmek için erkenden hazırlık yapıp yola çıkarlar. Böylece şehrin tüm banliyölerinden tek merkeze, bir bayram coşkusu içerisinde halk toplanır. Bütün bunlar, bugünkü modern ve sosyal devletler için çok kolaydır. Ebu Hanife(r.aleyh) de “Cuma, bir şehirde yalnız bir camide kılınabilir, ikinci bir camide toplananlar ancak öğle namazlarını kılarlar” diyerek Cuma’nın tek merkezde mümkün olabileceğini ifade etmiştir.(Mülteka tercümesi, c.1,sh.255)
2- Cuma’nın Şartları Kur’an ve Sünnet’le Sabittir
Eleştiri: Cuma için ileri sürülen şartlar ayet ve hadiste açıkça belirtilmeyip sonradan ilave edilmiştir.Bu ise, bağlayıcı değildir.
Cevap: Cuma için ileri sürülen şartların tümü Kur’an ve Sünnet’te açıkça beyan edilmiştir. Kavram kargaşasının yaşandığı, yüce Allah’ın emirlerinden bazılarının alınıp bazılarının terk edildiği, heva ve hevesin ön plana çıkarıldığı bir zamanda, bu şartları görmemek normal ancak mazeret değildir. Çünkü yüce Allah(cc), anlaşılmayan konuların sorulmasını emrederken, Kitab’ın tekrar tekrar okunmasını da tavsiye etmektedir.İşte o zaman tekrar tekrar anlatılan ayetler anlaşılacak, gerçekler apaçık bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Cuma ayetini açıklarken de ifade edildiği üzere Cuma, toplumsal, sosyal ve siyasal bir olaydır. Bu, salatve zikir kavramlarında da ortaya konulmuştu. Cuma’nın toplumsal oluşu “tek merkezde toplanmayı” belirtirken, sosyal oluşu “devletin fonksiyonunu” öne çıkarmaktadır. Cuma’nın siyasal boyutuise, Rasulullah (as) ve Hulefa-i Raşidin döneminde o günkü Yahudi, Hrıstiyan ve müşriklere, sonraki dönemlerde başka ülkelere karşı Müslümanların birlik ve beraberlikleri ile güçlerinin ortaya konulmasıdır.
Cuma Siyasi Bir Eylemdir
Cuma, gerek Mus’ab bin Umeyr’in Medine’de bulunuşu sırasında, gerek Rasulullah (as)’ın Medine’ye teşriflerinden sonra, orada yaşayan Yahudi, Hrıstiyen ve müşriklere karşı bir boy ve bir güç gösterisi ve hakimiyet semboluydu. Dış güçlere karşı, Müslümanların birlik ve beraberliklerini ortaya koyan ve bir boy gösterisi olan Cuma’nın, terkedilmemesi için yüce Allah (cc), alışverişe giden Müslümanları uyarmıştır.
Hz. Ebubekir (r.anh) ve Hz. Ömer (r.anh)’ın, halife seçilmelerinden sonratakip edecekleri siyasetin temel prensiplerini Cuma günü halka açıklamaları ve halkın tepkisini almaları da Cuma’nın iç siyasi boyutunu ortaya koymaktadır.
Rasulullah (as) ve Hulefa-i Raşidin döneminde olsun, daha sonraki dönemlerde olsun, başka yerlerde bulunan Müslüman valiler, Rasulullah (as) ve Halifelerin, emirlerini içeren yazılarıCuma günleri toplanan kalabalığa okudukları gibi, daha sonraki dönemlerde, Hz. Ali (r.anh) adına Basra Valisi Abdullah bin Abbas (r.anh), kendisinden sonraki dönemlerin ilk örneği sayılacak bir hutbe irad ediyordu.
Basra Valisi Abdullah bin Abbas (r.anh)’ın Halife adına Hutbe okuma örnekliği,Selçuklu beylerbeyi tarafından da sürdürülmüş,Osmanlı dönemindesüreklilik kazanmış ve fethedilen ülkelerde görev yapan valiler tarafındanCuma günleri,Halife olarak kabul edilen Osmanlı padişahları adına hutbeler okumuşlardır.
Cuma’nın esas gayesi,hutbe okutulması olduğu için, Halife adına okunan hutbelerin, zorunlu olarak susarak dinlenmesi farz kabul edilmiştir. Osmanlı döneminde, 1876 yılında yapılan anayasanın, 7. maddesinde padişah adına hutbe okutulması hakimiyet hakkı olarak belirtilmiştir. Günümüzde Hint Okyanusunda bulunan bazı bölgelerde, Osmanlı döneminden kalan bir alışkanlıkla hâlâ Osmanlı adına hutbeler okutulmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun fiilen bitmesi sonrasında hutbeler, yeni kurulan cumhuriyet hükümeti okunmaya başlanmıştır.Cumhuriyetin kurulmasındansonra 24 kasım 1922 tarihinde hutbeler Türkçe okunmaya başlanmıştır.
Cuma’nın Diğer Şartları
Cuma günü, araya gelen insanların, güvenliklerinin sağlanması ve izdihamın önlenmesi hususu da devletin “emniyeti sağlamasını” gerekli kılmaktadır. Toplanan insanların sevk ve idaresi ise bir “başkanın” varlığına olan ihtiyacı açıkça ortaya koymaktadır. Hutbe, İslâm Devletinin başındaki Halife adına okunduğu için “Şer’i bir devletin”varlığının göstergesidir.
Yukarıdan beri sıralanan bütün bu şartlar,Cuma ayeti ve diğer ayetlerle birlikte ele alındığında konu daha da netleşmekte ve Cuma’nın şartlarının gerekliliğini, Kur’an ve Sünnet boyutunu ortaya koymaktadır.
Tek merkezde toplanma (Cemaat): Cemaat olmak, Kur’an’ın olmazsa olmaz bir emridir. Kur’an mü’minlere, topluca Allah’ın ipine sarılmalarını(3/103), bölünüp parçalanmamalarını, aksi halde zayıflayıp korkuya kapılacaklarını(8/46), topluca hareket edip İslâmi esaslara teslim olmalarını(2/208), Allah’ın rahmetinin ancak bütünleşip birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden mü’minler üzerinde bulunduğunu(9/71) bildirmiştir. Kur’an’ı ölçü edinen mü’minlerin bu emir ve tavsiyelere itaat etmeleri imani bir gereklilik ve zorunluluktur.Toplumsal bir olgu olan Cuma’nın, yukarıdan beri anlatılagelen nedenlerden dolayı, cemaatle eda edilmesi zorunlu bir şarttır.
Devletin Fonksiyonu (Daru’l İslâm): Cuma’nın sosyal bir namaz oluşu, toplumun sevk ve idaresi ancak, merkezi bir otoritenin varlığı ile mümkündür. Müslüman bir toplumu da ancak İslâmi bir yönetim sevk ve idare edeceğine ya da Müslüman bir toplum, ancak İslâmi hükümlerin uygulandığı bir beldede İslâm’ı gereği gibi yaşayacaklarına göre, bu durumda Daru’l İslâm’ın varlığı bir gerekliliktir. Daru’l İslâm’ın tarifinde verilen ayetlerle bu şartın Kur’ani boyutu ortaya konulmuştu.
Emniyet: İslâmi esasların ancak İslâmi bir beldede ve İslâmi yönetim altında yaşanabileceğine yukarıda değinilmişti.İslâm Devleti’nin asligörevlerinin başında geleni, hiç şüphesizdir ki, Müslümanların yüce Allah’ı gereği gibi ve güven içinde razı edecekleri ortamları hazırlamaktır. İbadetlerde güven esastır; nitekim Bakara suresi,239 ve Nisa suresi, 102-104.Ayetlerde, korku içindebulunan kimsenin, ibadetlerinin kısaltıldığı,ibadetlerin güven içerisinde daha rahat bir şekilde eda edildiği bildirilmektedir. İşte bu nedenlerden dolayı emniyet, Cuma için gerekli bir şarttır.
Devlet Başkanı: Hiçbir toplum başıboş, idarecisiz olamaz; bu insan gerçeğiyle çatışır. İnsanların, toplum olarak bir arada yaşamaları ve bu toplumun sevk ve idaresi bir imamı ya da devlet başkanını zorunlu kılmaktadır.İmamın ise, her konuda toplumun önünde bulunması, toplumun bir ve bütünlüğü açısından gereklidir. İşte bundan dolayı, Cuma’nın eda edilmesinde devlet başkanının bulunması Cuma’nın şartlarından biri olarak görülmektedir. Kur’an’ı Kerim, emir sahiplerine itaati esas kılmış, Allah’a isyanı emretmediği sürece mü’minlerin, emir sahibine itaat etmelerini istemiştir.
Hutbe: Cuma’nın asıl amacı toplantıolunca, toplantı da ister istemez konuşmalar yapılacak, hakkı tavsiye ve kötülüğü menetme, toplumsal sorunların dile getirilmesi gibi hususlar toplantı süresince toplanan kalabalığa anlatılacaktır. Kısacası, bir konuşma yapılmadan insanların bir araya toplanmaları mümkün değildir. Bu da, Cuma’da hutbeyi zorunlu kılmaktadır.
Yukarıdaki apaçık gerçeklere rağmen, hangi aklı selim sahibi olan insan, hâlâ, Cuma’nın şartlarını fıkhi konulara bağlayabilir. Böyle bir iddia, Kur’ani gerçekleri göz ardı etmek olmaz mı?
Sünnet’te Cuma’nın şartları çok daha net bir şekilde ortaya konulmuştur; kendisi, Mekke müşrik devletinde Cuma’yı eda edemediği halde, Medine’deki Müslümanların toplanmalarını isteyen Rasulullah(as), bu tutumu ile Cuma’nın ‘Dar’ül Şirkte eda edilmeyeceğini’, ancak güçlü bir İslâm cemaatinin var olması halinde, Halifenin izni ile eda edilebileceğini gösterirken, Hicreti sırasında Kuba köyünde ondört gün misafirliği süresince Cuma’yı eda edemeyip yüz kişilik silahlı Müslümanlarla yola çıktıktan sonra Ranuna vadisinde eda etmesi de “emniyetin” gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.
Rasulullah(as)’ın, hayatı boyunca kendisinin imam olarak Cuma’yı eda etmesi “Devlet Başkanının” şart olduğunu belirtirken, Medine’de tek merkezde Cuma’nın eda edilmesi de “bir şehirde tekbir merkezde” Cuma’nın eda edilebileceğine örnek teşkil etmektedir. Yüce Allah (cc), Rasulullah (as)’ı en güzel örnek olarak alınmasını mü’minlere emretmektedir. Bu nedenle Rasulullahh (as), Cuma konusunda da örnektir.
“Andolsun Allah'ın Rasulünde sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için, çok güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
Rasulullah(as)’a uymak farz olduğuna göre, mü’minler olarak her konuda olduğu gibi, Cuma konusunda da Rasulullah(as)’ın yaptıklarını aynen yapmak imani bir sorumluluktur. Bu nedenle, Rasulullah(as)’ın Sünneti’nde, Cuma’nın tüm şartlarıortaya konulmuştur. Bu şartları, Cuma’nın şartlarından saymamak ya da belirtilen şartlara uygun hareket etmemek veyahut değişik endişelerle, şartların ihtiva ettikleri anlamları daraltmak, çarpıtmak ve değiştirmek küfür ve sapıklıktır.
3-Dar’ul Şirkte Cuma’nın Eda Edilmesi
Eleştiri: Cuma’nın belirtilen şartları, tam ve mütekamil bir şekilde bugün mevcut değildir, bu doğru; ancak buna rağmen kılınsa daha iyi olmaz mı? Hiç olmazsa tamamen terk edilmiş olunmaz.
Cevap: Bir ibadet, kendisine has şartlarına uygun bir şekilde eda edildiği sürece bir anlam ifade eder. Şartları haiz olmayan bir ibadetin, her şeye rağmen yapılması, onun ibadet özelliğini yitirmesine neden olur. Örneğin, Hac mevsimi dışında Mekke ve Medine’ye gitmekle insan nasıl ki Hacı olamıyorsa, şartları haiz olmayan bir Cuma’yı eda etmekle de Cuma eda edilmiş olunmaz.
Şartları Haiz Olmadığı Halde Cuma’yı Eda Etmeye Kalkışmak
a-Geneksel Alışkanlığı Sürdürmektir: Kimi insanlar, alışageldikleri kimi hareketleri terketmek istemezler; her şeye rağmen bu alışkanlıklarını sürdürmek isterler. Yapageldikleri hareketlerin işlevini yitirmesi dahi o kişileri yaptıkları hareketten vazgeçirmez. Bu tutum, o kişilerin zafiyetlerinden, zayıf karakter sahibi olmalarından kaynaklanmaktadır. Cuma’yı eda eden kimi insanlar, bu alışkanlıklarını sürdürmek istemektedirler.
b-Çıkarların Korunmasına Çalışmaktır: Kimi çıkarcılar Cuma’nın şartlarının olmadığını bildikleri halde sırf, elde ettikleri çıkarlarını yitirmemek için, Cuma’yı eda etmeye çalışırlar. Bu tip insanlar, çıkarları uğruna hakkı batılla karıştırmaktan çekinmezler.
c-Toplumun Kınamasından Korunmaktır: Kimi insanlar için toplumun kınaması ve eleştirmesi en büyük cezadır. Bunlar, tüm hareketlerini buna göre düzenlerler ve toplumun kınamasına muhatap olmamak için, Cuma’nın şartlarının haiz olmadığını bile bile Cuma’yı eda etmiş görünürler.
d-Tatmin Olmaya Çalışmaktır: Bazı kimseler, Cuma’nın şartlarının olmadığını bilmelerine rağmen, bunu kendilerinde netleştiremediklerinden dolayı sürekli olarak bir sıkıntı içerisindedirler. Bu nedenle, tatmin olmak için Cuma’yı eda etmeye çalışırlar.
e-Toplumun Dini Duygularını İstismar Etmektedir: Bazı kimseler de, toplum üzerinde yapay bir etki oluşturmuşlardır. Bu yapay etkilerini korumak adına, Cuma’nın şartlarının haiz olmadığını bile bile, gerçekleri çarpıtarak Cuma’yı eda etmeye çalışırlar. Bu yapay etkileri yıkılacak korkusuyla bu şahıslar, Cuma’nın gerçek şartlarını söyleyen Müslümanlara ağız dolusu hakaretler yağdırırlar. Çünkü Cuma’nın gerçek şartlarının toplum tarafından anlaşılması halinde, gerçek yüzleri ortaya çıkacak, toplum üzerindeki sömürüleri bitecektir.
f-Cuma’yı Hafife Almaktır: Cuma şartlarına uygun bir şekilde eda edildiği zaman bir anlam ifade eder; aksi halde Cuma’yı gerçek anlamından saptırmak, hafife almaktır. Çünkü, Cuma’nın şartlarını oluşturmak için çaba sarfedilmesi gerekirken, bu zorlu mücadeleyi yapmayıp hiçbir şartı olmadan Cuma’yı eda etmeye kalkışmak onu hafife almak ve gerçekleri çarpıtmaktır. Cuma’yı eda etmek, ancak şartları haiz olduğu zaman mümkündür; bunun dışında yapılanların Cuma ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.
Kur’an’ı ölçü, Rasulullah(as)’ı en güzel örnek edinen Müslümanlar, her konu ve alanda olduğu gibi, Cuma konusunda da Rasulullah(as)’a uymayı dini bir görev ve sorumluluk bilmektedirler. Bu bilinçle hareket eden Müslümanları, ne küfrün baskı ve zulmü, ne gelenekçi bid’atçıların eleştirileri, ne toplumun kınaması, ne belam ve samirilerin gerçekleri saptırma ve saldırıları, ne provakatör ve münafıkların kışkırtmaları, ne de hevai ve duygusal istek ve arzular, doğru olanı yapmaktan alıkoymayacağı gibi, hiçbir şekilde o Müslümanlara doğrulardan taviz de verdirmez.
Cuma konusu, Kur’an ve Sünnet’te çok açık bir şekilde açıklanmış, şartları ortaya konulmuştur. Cuma’yı eda etmek isteyenler, bütün değerlerini ortaya koyarak öncelikle Cuma’nın şartlarını oluşturmak zorundadırlar. Kur’an ve Sünnet’i ölçü edinen Müslümanlar, her alanda olduğu gibi Cuma konusunda da öncelikli olanı yapmaya çalışmalıdırlar. Bu şartlar oluşturulmadan Cuma adı altında toplanıp namaz kılmak, Hakkı batılla karıştırıp gerçeklerden yüzçevirmek ve açıkça sapıklıktır.
Bugün, Eda Edildiği İddia Edilen Cuma İslâmi Değildir
Günümüzde, Cuma adı altında yapılan toplantıların da, kılınan namazların da İslâm’da emredilen Cuma ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır ve İslâmi olmaktan uzaktır. Bu toplantıları, ister tağuti sistemin maaşlı ajanları namaz memurları düzenlesin, isterse toplumun inançlarını istismar edip onların maddi ve manevi değerlerini sömüren Samiri soylu belamlar düzenlesin, İslâmi olmaktan İslâm için yapılmaktan uzaktırlar.
Tağuti sistem, her konuda İslâm’dan ve İslâmi değerlerden rahatsızlık duyduğu, her vesile ile İslâmi olan her şeyi mahkum ettiği halde, kiraladığı ajanlarına Cuma kıldırmak için çaba sarfetmekte ve bu ajanlarının her birine milyonlarca lira rüşvet vermektedir. Çünkü, Cuma adı altında toplanan kişilere, bu ajanları vesilesiyle, kendi isteklerini dikte ettirmekte, ideolojisini dayatmaktadır.
Cuma namazı kılmak için toplanan kişiler, dini bir kisve altında karşılarına çıkartılan namaz memurlarına, çoğu zaman aldanmaktadırlar. Bu nedenle, Cuma adı altında yapılan toplantılar, daha çok tağuti sistemin işine yaramaktadır. Diğer taraftan, İslâmi esasların yeryüzüne hakim olmasına, İslâmi değerlerin toplum tarafından net bir şekilde anlaşılmasına çalışmayan, bu uğurda maddi, manevi, fikri, bedeni ve zamani olarak hiçbir fedakârlıkta bulunmayan din istismarcıları, Cuma adı altında gizli ve kuytu yerlerde, insanları toplayarak oyalamakta, onların İslâmi gerçekleri anlamalarına engel olmaktadırlar.
Tağuti sistem olsun, din istismarcısı Samiri soylu belamlar olsun, Cuma adı altında yaptıkları toplantılarla bir taraftan insanları kendi sulfi emelleri için pazifize ederlerken diğer taraftan, maskeleri düşer endişesiyle, İslâmi gerçeklerin anlaşmasını engellemektedirler. Ancak, korkunun ecele hiçbir faydası yoktur; Hak, er-geç hakim olacak, her türlü gayri İslâmi unsurlar yıkılıp layık oldukları yerlere gireceklerdir. Yüce Allah’ın vaadidir ve Allah (cc) vaadinden caymaz.
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; halbuki, kafirler hoşlanmasa da Allah, mutlaka nurunu tamamlamak ister. O Rasulünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da o dini bütün din(ler)in üstüne çıkarsın” (Tevbe, 32-33)
“Aksine biz, hakkı batılın üstüne atarız da onun beynini parçalar, (batılın)derhal canı çıkar. Allah’a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü vay size!” (Enbiya, 18)
“De ki: ‘Hak geldi, artık batıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.”(Sebe, 49)
“De ki: ‘Hak geldi, batıl ortadan kalktı; zaten ortadan kalkmaya mahkumdur.”(İsra, 81)
Kurani Mücahede: 2013-02-12
Bir yanıt yazın