Yasin Suresi

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

YASİN SURESİ

GİRİŞ

Bir hareketin ya da düşüncenin, başarılı bir şekilde temsil edilebilmesi ve başarıya ulaşabilmesi, ancak ona gerçekten inanmakla ve güçlü bir desteğe sahip olmakla mümkündür. Tarihsel süreçte, büyük başarılara imza atmış kimseler, temsil ettikleri düşünce ya da harekete öncelikle kendileri inanmışlar, sonra bütün değerlerini ortaya koyarak onun mücadelesini vermişlerdir. Bunların başında, hiç kuşkusuzdur ki, öncelikle Risalet önderleri, ikinci sırada Tevhid erleri gelmektedir.

Şu Kur’ani bir gerçektir ki kendileri, temsil ettikleri davaya inanmayan kimselere yüce Allah’ın yardım etmesi mümkün değildir. Kendilerine inanmayan, her an kayıp gidecek kimseler, ne çevrelerine, ne temsil ettikleri hareketin içerisinde bulunan arkadaşlarına ve ne de yüce Allah’a güven verebilirler. Bu nedenle kendilerine bile inanmayan böyle kimseler, hiç kimseye ve hiçbir davaya yardım edemezler.

İnsanlara güven vermeyen bu kimselerin durumu, tıpkı bir sporcunun durumuna benzer. Bu sporcuyu ne antrenörü ona güvenip yarışmalara sokar, ne de insanlar ona güvenip destek olurlar. Böyle kimseler, daha yarışmaya katılmadan kaybetmişlerdir. İslâmi harekete katılan insanların durumu da tıpkı bir sporcunun durumuna benzer. İman ettiklerini iddia ettikleri davaya gönülden teslim olup onun uğrunda bütün dünyevi değerlerini ortaya koyamayan kimseler, dava arkadaşlarına güven vermeyecekleri gibi, harekete katılmaları halinde ise, davaya çok büyük zarar verirler. Nitekim tarihi süreçte, bunun birçok örnekleri görülmüştür.

Kur’an, Risalet önderlerinin, öncelikle kendi kuşkularını giderdikten sonra iman ettikleri Tevhidi esasları insanlara ulaştırdıklarının örneklerini vermektedir. Kur’an, Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve Hz. Muhammed (as)’ın, Tevhidi esasları insanlara ulaştırmaya başlamadan önce, kendilerindeki kuşkuları nasıl giderdiklerinin örneklerini vermektedir.

Hz. İbrahim (as) yıldızları, ay’ı ve güneşi gözlemledikten ve Allah’tan başkasına yönelmenin şirk olduğunu anladıktan sonra kavmine Tevhidi esasları duyurmuştur.

“Böylece biz, İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.

Üzerine gece basınca bir yıldız gördü; ‘Budur Rabbim’ dedi; yıldız batınca: ‘Batanları sevmem’ dedi. Ay’ı doğarken görünce: ‘Budur Rabbim’ dedi; o da batınca: ‘Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum’ dedi. Güneşi doğarken görünce: ‘Budur Rabbim, bu daha büyük’ dedi. (O da) batınca dedi ki: ‘Ey kavmim, ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben o müşriklerden değilim!” (En’am, 75-79)

Bu araştırmalarına, gerçekleri düşünüp akletmesine rağmen mutmain olmayan Hz. İbrahim (as), tam mutmain olmak için yüce Allah’tan başka deliller istemiştir.

“İbrahim de bir zaman: ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!’ demişti. (Allah); ‘İnanmadın mı?’ dedi. (İbrahim): ‘Hayır (inandım), fakat kalbim kuvvet bulsun diye’ dedi. ‘O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek, sonra her dağın başına onlardan bir parça koy; sonra onları kendine çağır; koşarak sana gelecekler. Bil ki, Allah daima üstün, hakimdir’ dedi.” (Bakara, 260)

Hz. Musa (as), rasul olarak Fir’avn’e gitme konusunda adeta ayak diretmiş, mazeret üstüne mazeretler sıralamış, yüce Allah’ın kesin yardım müjdesini aldıktan sonra bir dakika bile tereddüt etmeden, zalim bir diktatör olan Fir’avn’e gidip tebliğini yapmıştır. Aynı şekilde, Hz. Muhammmed (as) da, Risaletle görevlendirildikten sonra, oldukça büyük bir şok yaşamış, birçok soruşturmadan ve kalbinin mutmain olmasından sonra, yüce Allah’ın da yardım ve müjdelemesiyle davetine başlamıştır.

Risalet tarihinde, Tevhidi esasları ortaya koyup insanları yüce Allah’ın birliğine davet eden hemen her Risalet önderi ve onların izinde giden Tevhid erleri, çok büyük tepkilerle yüzyüze gelmişler, dayanılması güç zorlukları göğüslemişlerdir. Ancak Rab’lerinin onlara olan yardım vaadi ile bütün zorluklarına rağmen, Tevhidi esasları, içerisinde yaşadıkları toplumlarına duyurmuşlardır.

İçerisinde bulundukları durumdan kuşku duyanlar, teori pratik çelişkisi yaşayanlar, temsil ettikleri harekete hiçbir zaman faydalı olamayacakları gibi, daha sonra kendileri de, kuşkuları ile beraber yok olup gideceklerdir. Bu nedenle yüce Allah (cc), iman edenlerden, öncelikle kuşkularını gidermelerini istemektedir.

“Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce Kitabı okuyanlara sor. Andolsun, sana Rabb’inden hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma!” (Yunus, 94)

Yasin suresi, hem Rasulullah (as)’a, hem de Tevhid erlerine yüce Allah’ın yardım ve desteğini gösteren bir suredir. Daveti sırasında, zaman zaman sorunlarla ve çok büyük tepkilerle karşılaşan, bu nedenle hüzünlenip üzülen Rasulullah (as)’a yüce Allah (cc), yemin ederek kendisinin gönderilen rasullerden olduğunu ve doğru yol üzerinde bulunduğunu bildirerek ona manen destek olmuş, onu sıkıntılarından kurtarmıştır.

Yasin suresi, Allah yolunda mücadele eden Tevhid erlerinin, çok büyük sıkıntılar çekeceklerini, şirk cephesinden büyük eziyetler göreceklerini, ancak taviz vermeden hareket etmeleri halinde yüce Allah’ın yardımının kendileri ile beraber olacağını müjdelemektedir.

Yüce Allah’ın rızasına ve cennete ulaşmak isteyen kimselerin, mutlak anlamda Kur’an ile hareket etmeleri, Tevhidi esasları insanlara duyurmaları ve gaflet içerisinde olan insanları uyarmaları gerekir. İnsanların uyarılması elbette kolay bir iş değildir; bu uğurda davetçiler, gerekirse canlarını bile verebileceklerdir.

Her değerin bir bedeli olduğu gibi, cennetin de elbette bir bedeli vardır ve bu bedel ödenmeden cennetin kazanılmayacağı, kasabalılara gönderilen elçilere destek veren kişinin örnekliği ile açıklanmaktadır. Bu kimse, (Habib bin Neccar), Tevhidi mücadeleye verdiği destek neticesinde, kendi toplumu tarafından şehit edilmiş, yüce Allah (cc) da onu, cennette sokarak mükâfatlandırmıştır.

Elbette cennet, her isteyenin, elini kolunu sallayarak gireceği bir kamusal alan değildir. Yüce Allah (cc), cennetin, “iman ettik” dedikleri halde imanının gereğini yapmayanların rahatlıkla girebilecekleri bir yer olmadığını bildirmiş, cennetin bedelinin ne olduğunu açıklamış, ancak bu bedeli ödeyenlerin cennete gireceklerini müjdelemiştir.

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız! Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’diyecek olmuşlardı; iyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır; Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da üstlendiği gerçek bir sözdür; kim Allah’tan daha çok sözünde durabilir? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin, gerçekten bu, büyük başarıdır.” (Tevbe, 111)

Yasin suresi, Kur’an’ın diri olan insanları uyarmak için gönderildiğini, Kur’an’a iman etmeyenlerin ve onun hükümleri doğrultusunda hayatlarını düzenlemeyenlerin Kur’anla uyarılmalarını bildirmektedir.

“Biz ona (Rasul’e) şiir öğretmedik, (bu) ona yakışmaz da; o sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır ki, diri olanları uyarsın ve kâfirlere de (azap) söz(ü) hak olsun.” (Yasin, 69-70)

Surenin Tefsiri

1-2- Yasin, Hakim Kur’an’a andolsun.

Surelerin “Hurufu Mukattaa” (alfabetik harfler) ve yeminle başlaması ile ilgili açıklama, Kalem suresinde yapılmıştı. Kısaca değinecek olursak; Hurufu mukattaa harfleriyle başlayan surelere bakıldığında, bu surelerin hemen girişinde çok önemli konuların açıklandığı görülmektir. Uluhiyet ve Tevhidi esaslarla ilgili olan ilahi mesaj ve onun taşıyıcısı konumundaki Kitap ve Elçi gibi çok önemli konular duyurulacağı zaman Hurufu mukattaa ile hitaba başlanmış ve dikkatler, duyurulacak mesaja çekilmiştir.

Yasin suresinin girişindeki yemin ile kalem suresindeki yeminlerin her ikisi de, Rasul ile ilgilidir. Rasulün, doğru yol üzerinde bulunduğu ve gönderilen rasullerden olduğu surenin girişinde belirtildikten hemen sonra devam eden ayetlerde yine Kalem suresi ile ortak özellikler görülmektedir. Bunlar da, Rasule karşı çıkan kâfirlerin durumu ile ilgilidir.

3-5- Muhakkak ki sen gönderilmiş rasullerdensin; dosdoğru bir yol üzerindesin ki, Güçlü ve Rahim olanın indirdiği üzerindesin.

Küfür ve zorbalığın, acımasız saldırı ve zulümlerine karşılık yüce Allah (cc), bu ayetlerle Rasulünü motive etmekte, ona destek olmakta ve onu, bulunduğu yol üzerinde yalnız bırakmadığını müjdelemektedir. Zorba inkârcıların, Rasulullah (as)’a, “cinlenmiştir, ona başkaları öğretiyor” gibi incitici ve alaycı sözlerine karşılık yüce Allah (cc), Kendisinin ve meleklerinin şahidliği ile indirdiği Kitab’ın Kendisi tarafından olduğunu bildirmektedir.

“Allah, sana indirdiğini kendi bilgisiyle indirmiş olduğuna şahidlik eder; melekler de şahidlik ederler. Allah’ın şahidliği de kâfidir.” (Nisa, 166)

Moral düzeyi oldukça yükselen Rasul (as), kendisine Rabb’i tarafından bildirildiği üzere, küfür ve şirk içerisinde bulunan inançı zorbaları, Tevhidi esaslara iman etmeye ve kabul etmemeleri halinde başlarına geleceklere karşı uyarmaya devam etmiştir.

Bir davayı yüklenen Müslüman bir şahsiyet, nasıl bir tepki ile karşılaşırsa karşılaşsın, hiçbir şekilde temsil ettiği davadan kuşku duymamalı, doğru yol üzerinde bulunduğunun bilincinde olmalıdır. “Acaba yanlış mı yapıyorum” düşüncesi, Tevhid erlerinde bulunmaması gereken, temsil ettiği mesaj ile uyuşmayan bir düşüncedir.

Zaman zaman bazı kimseler, en küçük bir tepki ile karşılaşır karşılaşmaz, hemen üzerinde bulundukları Hak yolu sorgulamakta, kendilerinin yeterince iman etmediklerini düşünmeden hatayı temsil ettikleri davada aramaktadırlar. Böyle bir kuşku ise, küfürdür.

Yüce Allah (cc), iman edenlerden öncelikle kuşkularını gidermelerini istemekte ve kendilerine ayetler okunduktan sonra hiçbir şekilde şüpheye düşmemelerini bildirmektedir.

“Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce Kitabı okuyanlara sor. Andolsun, sana Rabb’inden hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma ve sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan olma, yoksa ziyana uğrayanlardan olursun.” (Yunus, 94)

“Rabbinden gelen gerçektir; öyle ise kuşkulananlardan olma.”(Al-i İmran, 60)

Yüce Allah (cc), içerisinde bulundukları davadan kuşku duyanları, bu tavırlarından dolayı, iman ettikleri Tevhidi esaslar ile aralarına perde koyarak onların sapıklık ve dalaletlerini artırmıştır.

“Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekildi; doğrusu, onlar koyu bir kuşku içindedirler.” (Sebe, 54)

Tevhidi esaslara iman eden Müslüman davetçiler, öncelikle ayette bildirildiği üzere, yüce Allah (cc) tarafından bildirilen “Güçlü ve Rahim olanın indirdiği doğru bir yol üzerindesin.” buyruğuna kesinlikle iman edip teslim olmalıdırlar.

Yüce Allah’ın indirdiği doğru yol üzerinde bulunan Tevhid erleri, bu yolun kurallarına uymak ve gereklerini de yerine getirmekle mükelleftirler. Bundan sonra ise insanları, içerisinde bulundukları küfür ve şirk gafletinden uyandırmak ve Tevhidi esaslara iman etmelerini istemek, inkâr etmeleri halinde karşılaşacakları durumla uyarmaktır.

6- Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (gönderildin).

Tevhidi hareketin temel amacı, insanları, yüce Allah’ın Uluhiyet, Rububiyet ve Meliklik sıfatlarını kabule davet etmek, diretip kabul etmeyenleri, karşılaşacakları acı azapla uyarmaktır. Bu görev, iman eden her bireyin ve özelllikle de vahyi esasları çok iyi bilen Tevhid erlerinin en öncelikli görevleridir. Yüce Allah (cc), rasullerin olmadığı dönemlerde, davetin yapılması konusunda Tevhid erlerini sorumlu tutmaktadır.

“Sizden önceki nesillerden bakiyye sahiplerinin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı; zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar.” (Hud, 116)

Müslüman davetçiler, müjdeci oldukları kadar, aynı zamanda insanları bekleyen acı azaba karşı da uyarıcıdırlar. Bu nedenle onlar, insanları, iman etmeleri durumunda cennetle müjdeleyecek, küfür ve şirk üzerinde diretmeleri halinde ise onları cehennem ile uyaracaklardır. Davetçilerin, uyarı görevlerini yapıp yapmadıkları hususu insanlara sorulduğunda insanlar, bu konuda şahitlik yapacaklar ve şayet kendilerine davet ulaştırılmadı ise, belki de davetçilerden davacı olacaklardır.

“Hem kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız, hem de gönderilen elçilere soracağız.” (A’raf, 6)

Davetçilerin, Kıyamet gününde, zor durumda kalmamaları, görevlerini yapmadıkları ile ilgili sıkıntıya düşmemeleri ve insanların, hesap gününde, kendilerine davetin ulaşmadığı hususunda mazeretler ileri sürmemeleri için, Tevhidi esasları, mutlaka net ve açık bir şekilde insanlara duyurmaları gerekir.

“Kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de ayetlerine uyup mü’minlerden olsaydık’ diyecek olmasalardı.” (Kasas, 47)

“Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (bize ulaştırılmadı), yahut: ‘Eğer bize Kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz (diye) işte size de Rabbinizden açık delil, hidâyet ve rahmet geldi. Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüzçevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüzçevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.” (En’am, 156-157)

İnsanların, mazeretler ileri sürerek davetçileri suçlamamaları için Tevhid erleri, mutlaka daveti ortaya koymaklı, insanları, yüce Allah’ın Uluhiyet, Rububiyet ve Melikliğini kabul etmeye ve O’nun dışında tüm beşeri sistemleri reddetmeye davet etmelidirler. Yapılan Tevhidi davete icabet etmemeleri halinde insanlar, dünyada kendilerinin uyarıldıkları o azap ile kıyamet günü karşılaşacaklardır.

7- Andolsun onların çoğuna o söz (davetçilerin uyarılarında söyledikleri azap sözü) hak oldu; artık onlar inanmazlar.

Buradaki ifade, inkârlarında direttiler ve azap üzerlerine yazıldı, artık bundan sonra iman etmezler. Bazı meal ve tefsirler kimi müfessirler, bu ayet ve benzeri ayetleri, yanlış anlamlandırarak sanki insanların, cehenneme gidecekleri önceden takdir edilmiş gibi bir anlam çıkarmaktadırlar. Halbuki bu ayetlerde anlatılan “o söz hak oldu” ifadesi, o toplumlara gönderilen elçilerin uyarılarında söyledikleri azap sözüdür. Yüce Allah (cc), elçi göndermeden ve gönderilen elçiler reddedilmeden hiçbir toplumu helak etmez.

“Halkı ıslah eden kimseler olsaydı, Rabbin o kentleri, zulüm ile helâk edecek değildi.” (Hud, 117)

“Oysa sen, onların içinde bulundukça Allah, onlara azap edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken de Allah, onlara azap edecek değildi.” (Enfal, 33)

Bu ayetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere yüce Allah’ın, “o söz hak oldu” hitabı, önceden belirlenmiş bir söz değil, elçilerin uyarılarında insanları uyardıkları sözdür.

“Dileseydik herkese hidâyet verirdik, fakat benden ‘Mutlaka cehennemi, cinlerden ve insanlardan bir kısmıyle dolduracağım’ kararı çıkmıştır.” (Secde, 13)

Tefsir ve mealcilerin delil olarak aldıkları bu ayet, önceden verilmiş ve bu verilen karar neticesinde verilen bir azap değil, elçilerin uyarıları karşısında, inkâr etmeleri halinde insanlara verilecek azap sözüdür. Çünkü yüce Allah (cc), elçiler göndederek insanların, özgür iradeleri ile seçim yapmalarını istemektedir.

Secde suresi, 13. ayette “Dileseydik herkese hidâyet verirdik,” kavli ilahi, zorla hidayeti vermeyeceğini, çünkü böyle bir durumda insanların tercih hakkının ellerinden alınacağını bildirirken, aynı şekilde “Mutlaka cehennemi, cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ kararı çıkmıştır.” kavli ilahi de, önceden verilmiş bir karar olması durumunda yine insanların iradelerinin ellerinden alınması anlamına gelecektir. Oysa, kullarına karşı merhametli olan yüce Allah (cc), hem Rahmeti, hem de Adaleti gereği, kulları arasında bir ayırım yapmamakta ve onlara eşit fırsatlar vermektedir.

“Rabbin, Anakentte onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir ve biz, halkı zalim olmadan ülkeleri helak edici değiliz.” (Kasas, 59)

Cehennem için önceden bir kısım insan ve cinlerin kararlaştırılması durumunda, o insanlar, “Eğer bize Kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” diyecekleri gibi, sorgusuz sualsiz cehenneme sürülmeleri durumunda da “Bize fırsat verseydin, biz de iman edenlerden olurduk” diyebilirler. “Mutlaka cehennemi, cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ kararı çıkmıştır.” kavli ilahi, inkârcıların hak ettikleri azabı müjdelemektedir.

Şu bir gerçektir ki, Kur’an’da çelişki yoktur; bu nedenle bir taraftan, Hud suresi, 117 ve Enfal suresi, 33. ayetlerde, “Elçi gönderilmeden ve tevbe edenler oldukça onların helak edilmeyeceklerini” bildiren ayetler, diğer taraftan, haklarında peşinen azap kararı verilenler. Kur’an’da çelişki olmadığından ve yüce Allah’ın adil oluşundan hareketle Secde, 13. ve Yunus, 96. ayetleri, inat ve küfürlerinden dolayı, gönderilen elçilere iman etmeyenlere, inkâr ve isyanları nedeniyle öngörülen cezalardır.

“Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar inanmazlar.” (Yunus, 96)

İnat ve küfürlerinden dolayı, üzerlerine azap sözü hak olan kimseler, kibir ve gururlarından dolayı kafaları dik, burunları havadadır. Bu tarif, manevi yönden içerisinde bulundukları durumu ortaya koyduğu gibi, onların, kıyamet gününde içerisinde bulunacakları durumu da gözönüne sermektedir.

8-9- Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik; çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık (Hakkı) görmezler.

Hevalarını ölçü ve ilah edinip düşünme yeteneklerini kaybeden kimseler, Hak ve Hakikatı hiçbir şekilde kabul etmez, kendi yararlarına olanı görmezler. Bunlar, tıpkı boyunlarında halkalar bulunan ve bu nedenle kafalarını eğip önlerinde neler olduğunu göremeyen kimseler gibi, başlarını eğip Hak ve Hakikata boyun büküp teslim olmazlar.

Kur’an’da bu inatçıların durumu, değişik şekillerde tarif edilmekte ve burunları havada dik kafalıların nasıl alçaltılacakları açıklanmaktadır.

“Kendisine ayetlerimiz okunduğunda ‘Eskilerin masalları’ der; yakında onun burnunun üzerini damgalayacağız.” (Kalem, 15-16)

“Kesinlikle bundan vazgeçmezse perçem(in)den yakalarız, o yalancı, günahkâr perçem(inden)!” (Alak, 15-16)

Dünya hayatında, ayetlerde belirtildiği gibi, alçaltılan kimselerin durumları böyle küçük düşürücü iken kıyamet gününde de onlar, alçaltılacak ve onların başlarına gerçek anlamda halkalar geçirilecektir.

“O, Kitabı ve gönderdiğimiz elçilerimizi yalanlayanlar, yakında bileceklerdir, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir.” (Mü’min, 70-71)

Kur’an, diri insanları uyarmak, düşünsel sapmaları, sözel aşırılıkları ve eylemsel yanlışları düzeltmek, insanların, onurlu bir şekilde insanca bir yaşam sürmelerini sağlamak ve Rab’lerine karşı insanlara sorumluluklarını hatırlatmak için gönderilmiştir. Yanlış bir düşünce, söz ve davranış içerisinde bulunan kimseler, Kur’anla uyarılmalarına rağmen kendilerini düzeltmiyor, yanlışlarından vazgeçmiyorlarsa bu durumda bu kimselerin, ayette ifade edildiği gibi, inat ve küfürlerindeki ısrarlarından dolayı yüce Allah (cc), onların boyunlarına demir halkalar geçirmiştir ve onlar artık iman etmezler.

Kalpler, bir kere kararmaya görsün, bundan sonra hiçbir uyarı, inkâr eden kimseye fayda vermez. Bu durumdaki kişiler, yanlışlarını doğru kabul ettikleri için, kendilerini doğru yol üzerinde zannetmekte bu nedenle de kendilerine yapılan uyarılara aldırış etmemektedirler.

10- Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.

Bu ayet, öncelikle davetçinin durumuna değinmektedir. Davetçinin Rasulullah (as)’ın yaptığı gibi ısrarlı bir şekilde anlamayan kimselere bir şeyler anlatma çabasına rağmen, inatçıların, gerçekleri kabul etmemeleri karşısında üzülmemeleri istemektedir. Yoksa onlar iman etmezler, onlara davet yapma anlamında değildir. Bu ayet, inkârcıların durumunu ortaya konumaktadır.

Kendilerine, ayetler hatırlatıldığı halde yanlışlarında ısrar eden kimselerin, bir müddet sonra bulundukları hali meşru görecekleri, bu nedenle kendilerine yapılan uyarıların, onlara hiçbir fayda sağlamayacağına açıklık getirilmektedir. Onların, inatla bulundukları hali savunmalarına karşılık yüce Allah (cc) da onların, artık anlama duyularını kapatmış, bu nedenle onlara hiçbir uyarı fayda vermeyecektir.

“Kâfirlere gelince, onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; inanmazlar. Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir; onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 6-7)

Bir insan, kendisine yapılan uyarılara kulak neden vermez? Birincisi, yukarıda ifade edildiği gibi, kendilerini doğru yol üzerinde bilmenin verdiği enaniyettir. İkinci neden ise, ayetlerden kuşku duymalarıdır. Ayetler, yüce Allah’ın sözü oldukları halde, insanın bu sözü işitmesine rağmen teslim olmaması, kendi yanlışını savunmasıdır. Nitekim bu konuda yüce Allah (cc), Yunus suresi, 94. ayette uyarıda bulunmuş, kuşkuların giderilmesi için verilen ayetlere iman edilmesini istemiştir.

“Gerçek, Rabbinden gelendir, artık kuşkulananlardan olma.” (Bakara, 147)

“Ve sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan olma, yoksa ziyana uğrayanlardan olursun.” (Yunus, 95)

Kur’an’ın, apaçık bildirimlerine rağmen ön edinimlerini ya da geleneksel kültür ve alışkanlıklarını sürdürenlere, bu alışkanlıklarını terk etmedikleri sürece, Kur’an’ın hiçbir uyarısı fayda vermez. İşte bu nedenle onların kalpleri kararır, kulaklarında ağırlık varmış gibi duymazlar ve bütün uğraşılara rağmen Hakkı göremezler.

Hakkı, ancak samimiyetle bir şeyler öğrenmek için çalışanlar ve gerçekten Allah’tan korkanlar görebilir ve onlar, kendilerine yapılan uyarılara kulak verebilirler.

11- Sen ancak Zikre uyan ve görmeden Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin; işte öylesini bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

Rab’lerini razı etmek isteyen kimseler, kendilerine yapılan Kur’ani hatırlatma ve tavsiyelere kulak verirler ve onlar, iman ettikleri Kur’ani hükümlere göre hayatlarını düzenlerler. İşte onlar için Rab’leri katında, bağışlanma ve çok güzel mükâfatlar vardır.

İnsanların, her söz ve hareketleri kaydedilmektedir

Yüce Allah’a gerçekten iman edip O’nun bildirdiği hükümler doğrultusunda yaşayan kimseler, düşünüp söylediklerinin ve yaptıklarının Rab’leri tarafından yazdırıldığını ve kıyamet günü bunlardan hesaba çekileceklerini bilirler. Bu nedenle her zaman güzel konuşup güzel hareket ederler.

12- Elbette Biz, ölüleri diriltiriz ve öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız; zaten biz, her şeyi apaçık bir kütüğe ayrıntılı olarak kaydetmişizdir.

Şu bir gerçektir ki, yalnızca iman edenlerin, düşünüp söyledikleri ve yaptıkları hareketler değil, inkâr edenlerin ve müşriklerin de düşünüp söyledikleri ve yapageldikleri her şeyleri kayıt altına alınmakta ve kıyamet günü karşılarına çıkartılacaktır. İşte o gün inkâr edenlerin vay hallerine.

İnsanın dünyada düşünüp söylediği ve yapageldiği her şey ortaya konulacak ve bunlar, tek tek kendisine gösterilecektir.

“O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur; (o zaman) insanın yapıp öne sürdüğü, (yapmayıp) geri bıraktığı herşey kendisine haber verilir.” (Kıyamet, 12-13)

İster mü’min, isterse kâfir, müşrik, münafık ya da fasık olsun, herkesin, dünyadaki her halleri yazılmakta, haklarında tutulan defterler kıyamet gününde kendilerine verilmektedir.

“Kitap (ortaya) konulmuştur; suçluların onun içindekilerden korkarak: ‘Vah bize, bu kitaba da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor’ dediklerini görürsün; yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.” (Kehf, 49)

“Kitabı sağından verilen: ‘Alın kitabımı okuyun, ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten.’ der. Artık o, memmun eden bir yaşam içinde yüksek bir bahçededir ki, devşirmesi kolay; geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için!

Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi, şu hesabımı hiç bilmemiş olsaydım! Keşke (ölüm) işimi bitirmiş olsaydı; malım bana hiçbir yarar sağlamadı, gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti. (cehennem muhafızlarına buyrulur:) ‘Tutun onu, bağlayın onu’ sonra cehenneme sallayın onu, sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu!” (Hakka, 19-32)

İyi ve doğru yolu da, kötü ve eğri yolu insanlar, kendi iradeleri ile seçiyorlar. Rab’lerinin gönderdiği Tevhidi esaslara iman etmeyen, hayatlarını Kur’ani hükümler doğrultusunda düzenlemeyenler, cehennemi ve oradaki her türlü azabı kendileri seçmişlerdir.

Tevhidi esaslara iman edip hayatlarını, vahyin belirlediği hükümlere uygun düzenleyenler, Tevhidi esasların mücadelesini verenler ise, Rab’lerinin rahmet ve mağfireti ile cenneti seçmişlerdir. Onlar için orada, tükenmeyen bir rızık ve bolluk vardır. Yüce Allah (cc), iman edenlerin, kıyamet günü, cenneti kazanmalarının, orada güzel hayata ulaşmalarının nasıl olacağı konusunda, kasabalılara gönderilen elçileri örnek olarak vermektedir.

Tevhide davette cemaatleşmenin önemi

Kur’an, tevhidi mücadelenin topluma ulaştırılmasında izlenecek metodu ve önceliğin ne olması gerektiği hususlarını apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Öncelikli olarak yüce Allah’ın yegâne tek ilah olduğunu, O’nun dışında tüm otoritelerin terk edilmesi gerektiğini bildiren Kur’an, bu ilahi gerçekliğin insanlara nasıl ulaştırılacağını da örneklerle açıklamıştır.

13-14- Onlara elçilerin geldiği şu kent halkını misal olarak anlat! Biz onlara iki elçi gönderdik, onları yalanladılar, biz de (elçileri) üçüncü biriyle destekledik; dediler ki: ‘Biz size gönderilen elçileriz.’

Kendilerine gönderilen elçileri yalanlamaları üzerine üçüncü bir elçi daha gönderilmiş, onların, Tevhidi daveti, daha güçlü bir şekilde insanlara duyurmalarını sağlanmıştır.

Risalet önderlerinin gönderilmedikleri dönemlerde, Tevhid erleri, Tevhidi esasları insanlara duyurmuşlardır. Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Uhdud’da giden davetçiler, bunlara örnektirler. Kur’an, Tevhid erlerinden çoğul olarak sözetmektedir. Bunun nedeni, tebliğde cemaatleşmenin önemli olduğu hususudur.

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz; onlar Rablerine inanmış gençlerdi; Biz de onların hidâyetlerini artırmış, kalblerini bağlamıştık; kıyam ettiler, dediler ki: ‘Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, biz O’ndan başkasına İlah demeyiz, yoksa saçma söylemiş oluruz. Şu kavmimiz, O’ndan başka ilahlar edindiler; onların ilah olduğuna açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” (Kehf, 13-15)

Rab’lerine iman eden birkaç genç, önce aralarında birlik oluşturup birbirlerine kalpleri bağlanmış, sonra kıyam edip yüce Allah’ın Uluhiyet ve Rububiyetini, kavimlerine ve egemen iktidara anlatmışlar. Allah’tan başkasına İlah demeyeceklerini açıkça ortaya koyan bu gençler, bu esasın dışına çıkmanın saçmalık ve yüce Allah’a karşı yalan uydurmak olduğunu söylemişler.

Tevhidi mücadelede, birçok rasulün yardımcıları olmuş ve onlar, elçi ile beraber ilahi mesajı kendi kavimlerine ulaştırmışlardır. Hz. İbrahim (as)’ın yanında Hz. Lut (as) bulunurken, Hz. Musa (as)’ın yanında kardeşi Hz. Harun (as), Hz. İsa (as)’ı Havarileri desteklemiş, Hz. Muhammed (as)’ın yanında Ashabı, adeta çember gibi etrafını sararak bir zırh oluşturmuşlardır. Diğer risalet önderlerinin ise, etraflarında iman edenlerden bir grup oluşmuş ve Tevhidi mücadelede onlar, daveti ortaya koyan Rasulün etrafında yekvücut olmuşlardır. Yüce Allah (cc), Kendi yolunda kenetlenen insanları sevdiğini bildirmiştir.

“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saf, 4)

Bu surede, Kasabalılara gönderilen elçilerin ve onlara destek olan kasabalının örnekliğinde de görüldüğü üzere, Risalet önderlerinin ve örneklikleri verilen Tevhid erlerinin, az ya da çok olsun, bir cemaatı olmuş ve bunlar, elele vererek kavimlerinin karşı çıkmalarına aldırış etmeden, hayatları pahasına iman ettikleri Tevhidi esasları onlara ulaştırmışlardır.

15- (Kentliler) dediler ki: ‘Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz; Rahman bir şey indirmemiştir, siz sadece yalan söylüyorsunuz.’

İnkârın mantığı hep aynıdır; inkârcılar, kendilerine bildirilen ilahi mesajı düşünüp iman etmek yerine, o ilahi mesajı duyuranların kişiliklerini dillerine dolamışlardır. ‘Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz;” diyerek elçileri reddetmişlerdir. Bu durum, Mekke müşriklerinde de aynen devam etmiş, günümüzde de hâlâ devam etmektedir.

Müşrikler, Hz. Muhammmed (as)’ın getirdiği Tevhidi esaslara iman edip putlara tapmaktan ve şirk koşmaktan vazgeçmek yerine, Hz. Muhammed (as)’ın kendileri gibi bir insan olduğunu söyleyerek onu ve getirdiği ilahi mesajı reddetmeyi yeğlemişlerdir.

“Bu elçiye ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor; ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi, yahut üstüne bir hazine atılmalı ya da kendisinin ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi? Ve zalimler: ‘Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler.” (Furkan, 7-8)

Bu sakat şirk mantığı, günümüz müşriklerinde de aynen devam etmektedir. Bu şirk mantığı, Allah Rasulüne, olmadık vasıfları yakıştırırlarken günümüz Tevhid erlerini de, bir insan oluşu nedeniyle reddetmektedirler. Günümüz müşrikleri, tıpkı Mekke müşrikleri gibi Rasulün, sıradan normal bir beşer gibi olamayacağını, bir beşere benzeyemeyeceğini iddia ederek, Hz. Muhammed (as)’ı adeta ilahlaştırmışlardır. Oysa yüce Allah (cc) Rasulü’nün, ancak bir beşer olduğunu bildirmiş ve Rasul (as)’a da, bunu ifade etmesini emretmiştir.

“De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım, bana, İlahınızın bir tek İlah olduğu vahyediliyor; O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin, müşriklerin vay haline!” (Fussilet, 6)

Elçilerin, insanlara örnek olabilmeleri için ancak beşer olmaları gerekir; bir meleğin, insanlara elçi olması mümkün değildir. Düşünen, akleden ve gerçekten Rablerini razı etmek isteyen kimseler, kendilerine gelen ilahi mesajı değerlendirirler ve derhal iman ederler.

“Rabbimiz biz, ‘Rabbinize inanın’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle beraber al.” (Al-i İmran, 193)

Rab’lerini razı etmeyi gaye edinen kimseler, kendilerine bildirilen mesaja bakarlar; şayet mesaj, kendilerini doğru yola iletiyor, doğruları emrediyor ve insan onurunu koruyorsa, o kimseler, hiç tereddüd etmeden iman ederler.

16-17- (Elçiler) dediler ki: ‘Rabbimiz bilir ki biz size gönderilmiş elçileriz, bizim üzerimize düşen, yalnız açıkça duyurmaktır.’

Elçilerin görevi, şirk ve küfür içerisinde yüzen insanlara, Rab’lerinin mesajını duyurmak, onları şirk koşmadan Rab’lerine iman etmeye davet etmektir. Bunun dışında elçilerin, insanları imana zorlama hakkı da yetkisi de yoktur. Mesajı duyan kimseler, dilerlerse iman ederler, dilerlerse küfür ve şirk içerisinde hayatlarını sürdürürler.

Tevhidi esasları insanlara duyuran Müslümanlar, insanlara, yüce Allah’ın mesajını tebliğ ettiklerinin bilincinde olmalı ve hiçbir şekilde kendi hevalarına göre hareket etmemelidirler. Çünkü onlara düşen görev, sadece Tevhidi esasları duyurmaktır. İnsanların, kendilerine bildirilen Tevhidi esasları reddetmelerinden Müslüman davetçiler sorumlu olmadıkları gibi, az ya da çok insanın iman etmeleri de davetçilerin ellerinde değildir.

18- (Kentliler) dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur.’

Zorbalığın karakteri her dönemde hep aynıdır; fikirle karşı çıkamadığı hususlarda saldırganlaşmak, zorbalık yaparak muhataplarını susturmak. Kendi çarpıklıklarını görmeyen, görme yeteneğine sahip olmayan zorbalar, başlarına gelen kimi musibetlerin sorumlusu olarak Müslümanları gösterirler. Bu, dün böyle olduğu gibi, bugün de böyledir.

Batının her türlü ahlaksızlığını, medeniyet diye alan, Ortaçağ yasalarını ilericilik olarak kabul eden, Batı’nın ait iflas etmiş değerlerini taklit eden kişiliksiz Batı hayranı yerli müsteşrikler, Batı alemine kukla olduklarını unutarak, kişiliksizliklerini, geri kalmışlıklarını ve Batı tarafından sömürülmelerinin faturasını İslâm’a ve Müslümanlara çıkarmaya çalışıyorlar. Bu kimseler, zerre kadar utanma duygusuna sahip olmadan; Batıyı övüp yücelterek “İslâm yüzünden geri kaldık” derler. Oysa geri kalmaları, Batıya uşak oluşlarındandır ki uşaklar, hiçbir zaman efendilerine ulaşamazlar, ancak onları taklit ederler.

19- (Elçiler) dediler ki: ‘Uğursuzluğunuz sizin kendinizdedir; size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz)? Hayır siz müsrif bir kavimsiniz.’

Yüce Allah’ın bildirdiği hükümler doğrultusunda hayatlarını tanzim etmeyenler, şirk ve küfür içerisinde yaşayan kimseler, Kur’ani ifade ile müsriftirler. Müsrif, israf eden, israf fiilini işleyen kimselere verilen bir sıfattır. İsraf fiili, A’raf suresi, 32. ayete bağlı olarak geniş bir şekilde açıklanmıştı. Burada kısaca hatırlanacak olursa.

İsraf (geniş açıklaması için A’raf suresi, 33. Ayetin açıklamasına bakılabilir)

İsraf; haddi aşmak, gasp etmek, orta yolu bırakıp ifrata kaçmak, yüce Allah’ın koyduğu hükümler dışında hareket etmek, zulüm ve haksızlıkta sınır tanımamak, yüce Allah’ı hatırlamamak ve unutmaktır.

Yüce Allah’ın koyduğu hükümleri reddedip kendi heva ve heveslerini ölçü edinen kimseler, haddi aşıp tuğyan ettikleri gibi aynı zamanda müsrif kimselerdir. Bu konuda yüce Allah (cc), Lut (as)’ın gönderildiği kavmi örnek olarak verir.

Lut (as)’ın kavminin erkekleri, yüce Allah’ın kendilerine helal ve temiz olarak verdiği kadınları bırakıp erkeklere giderek haddi aşmışlar, Rablerine isyan etmişlerdir. Bu kavmin yaptığı çirkinlik ve ahlaksızlık, israf olarak belirtilmiştir.

“Siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz ha! Doğrusu siz, müsrif (haddi aşan) bir kavimsiniz!” (A’raf, 81)

İnsanların genellikle yemek ve içmek konusunda zannettiği israf, asıl itibarı ile yüce Allah’ın hükümlerini tanımama, umursamama ve O’nun hükümlerine aykırı hareket etmetir.

“…Andolsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler, ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde israf etmekte(aşırı gitmekte)dirler.” (Maide, 32)

İsraf, Kur’an’da, asıl anlamı olan haddi aşma, şirk koşma ve yüce Allah’a karşı isyan etme anlamları yanında başka anlamlarda da kullanılır. İsraf başkalarının hakkını gasbetme ve insanlara haklarını vermeme şeklinde de kullanılmıştır. Elde edilen kazancın sadakasını vermeme ve emanet edilen malları haksızlıkla yemek da israftır.

Heva ve heveslerini ilah edinip ona uyanlar, kendi ellerinin yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman bunu, Müslümanların üzerine atarlar. Oysa asıl uğursuz olan, haddi aşıp Rablerine şirk koşan müşriklerin kendileridir.

20-21- Kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: ‘Ey kavmim, elçilere uyun, sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.’

İslâmi davet ortaya konulduğunda, kimi zaman hiç umulmadık yerlerden ve kişilerden destek gelir. Fir’avn’ın ailesinden mü’min olan kişinin Hz. Musa (as)’a, yardım etmesi gibi. Bu, yüce Allah’ın vaadidir ve O, elbette kendi dinine yardım edenlere yardım edicidir.

“Ey inananlar, eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz (O da) size yardım eder; ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed, 7)

Yüce Allah’ın yardımı, duruma ve ortama göre değişiklik arzedebilir. Rasullerine, kendi kavimlerinden destekçiler çıkaran yüce Allah (cc), bazı durumlarda da bizzat melekleri vasıtası ile yardımlarda bulunmuştur.

“Eğer siz ona yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti; hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, kâfirler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına ‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekinetini indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçattı. Yüce olan, yalnız Allah’ın sözüdür; Allah üstündür, hakimdir.” (Tevbe, 40)

“Sonra Allah, Rasulünün ve mü’minlerin üzerine sekinetini indirdi, sizin görmediğiniz askerler indirdi ve kâfirlere azap etti; işte kâfirlerin cezası budur!” (Tevbe, 26)

Yüce Allah’tan yardım, istemek, ancak O’nun belirlediği esaslardan hareket etmekle mümkündür. O’nun bildirdiği Tevhidi esasların dışında hareket edenler, yüce Allah’ın yardımına mazhar olamazlar. Yüce Allah (cc), iman edenlerin kalplerini imanla pekiştirdiği gibi onlara, daha başka şekillerde de yardım etmiştir.

“Siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz, O da: ‘Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim’ diye duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun ve kalbiniz bununla yatışsın diye yapmıştı; yardım, yalnız Allah katındandır. Allah üstündür, hakimdir.” (Enfal, 9-10)

“Evet, sabreder korunursanız; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım eder.” (Al-i İmran, 125)

Yüce Allah (cc), Kasabalılara giden elçilere, o kasabadan kişi ve kişilerle yardım ettiği gibi, iman edip kavmini elçilere iman etmeye davet eden kişiye de yardım etmiş ve onun, iman üzerine sebatını sağlamış, kendisine yapılan onca baskı ve zorlamaya, zulüm ve işkenceye rağmen ayaklarını iman üzere sabit kılmıştır.

22-25- Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim; siz de hep O’na döndürüleceksiniz, O’ndan başka ilahlar edinir miyim hiç! Eğer O çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar, o takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum, ben sizin Rabbinize inandım, (gelin) beni dinleyin. dedi.

Hem iman eden kişinin ifadelerinden, hem de o kavmin elçilere verdikleri cevaplardan anlaşıldığı kadarıyla kasabalılar, zaten yüce Allah’a inanan bir kavimdir. Onlar da, tıpkı günümüzde yüce Allah’a inandığını zanneden kimseler gibi, Allah’ın yanında şefaatçiler edinmişler, kendi kuruntularından, yüce Allah (cc) ile aralarına başkalarını koyarak şirke ve küfre girmişlerdi. İşte bu nedenle o topluma Tevhidi esasları ulaştıran elçiler gönderilmiştir.

Her dönemin müşrikleri, cahil, bağnaz ve tutucu oluyorlar; kendi hevalarından ürettikleri düşünceleri, sabiteler haline getirerek din edinmişler ve bu sabitelerinin dışına çıkmak istemiyorlar. Bu nedenle kendilerine ulaştırılan her doğruyu, hevalarından oluşturdukları sabitelere uymuyor diye reddetmişler, Hakkı getirenlere de saldırmışlardır.

Günümüzde, İslâm’a inandıklarını iddia eden, ancak Kur’an gerçeğinden bihaber kimselerin, söz ve fiillerinden açıkça anlaşıldığı üzere, elçilerin gönderildiği kasabalılardan daha bağnaz ve tutucudurlar. Bunlar, sözlerinde ve sergiledikleri tavırlarında, yüce Allah’tan başka bir sürü ilahlar edinmişlerdir. Şayet Hz. Muhammed (as), bugün gelmiş olsaydı ya da bu insanlar, Rasulullah (as)’ın döneminde yaşamış olsalardı, her biri bir ebu Cehil, bir ebu Leheb olurlar, Rasulullah (as)’a karşı bütün kin ve düşmanlıkları ile saldırırlardı.

Kavmini, elçilere inanmaya davet eden Kasabalı Müslüman, öncelikle kendisini tüm şirk ve küfür lekelerinden temizlemiş, sonra da kavmini, yüce Allah’ın Uluhiyetine davet etmiştir. Ancak kavmi, bağnazlıklarından kurtulmadıkları için, kendilerini kurtuluşa davet eden Müslümanı şehit etmişlerdi.

26-27- Ona: ‘Cennete gir’ denilince: ‘Keşke, kavmim bilseydi; Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını!’ dedi.

Müslümanlar, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidirler. Bu nedenle onların yüce Allah’ın azabına çarpılmalarını istemezler ki, Tevhidi esaslara davetin amacı da budur. insanları, ahiretteki acı azaptan haberdar edip onların bu azaba girmemeleri için yüce Allah’a gereği gibi iman etmeye davet etmek, onlara gösterilen bir merhametin sonucudur.

Sünnetullah, bir kere daha tecellli etmiş ve azgınlıklarında sınır tanımayıp kendilerine Tevhidi esasları ulaştıran bir Müslümanı şehit eden kavim, Rab’leri tarafından gönderilen korkunç bir gürültü ile oldukları yere yığılarak helak edilmişlerdir. Onlar için ahiret hayatında daha acı bir azap ve cehennem vardır.

28-29- Ondan sonra biz, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirici de değildik, sadece korkunç bir gürültü oldu, hemen sönüverdiler.

Kasabalılara giden elçilerin mücadelesinde, Tevhidi mücadelenin davet, direnme ve sonuç aşamaları çok açık bir şekilde görülmektedir. Davetçiler, öncelikle insanları yüce Allah’ı birlemeye davet etmişler, karşılaştıkları şiddetli tepkilere rağmen, emrolundukları Tevhidi mesajı duyurmaktan geri durmamışlar, tebliğ metodlarında herhangi bir değişikliğe de gitmemişlerdir.

Küfür ve şirk içerisindeki insanların, tehdit ve saldırganlıklarına rağmen davetçiler, emrolundukları şeyi açıkça söylemekten vazgeçmiş, onlara, yüce Allah’ın tek ilah, onların ilahlarının ise bir hiç olduğunu hatırlatmışlar, Allah’tan başkalarını ilah edinmenin sapıklık olduğunu açıkça ifade etmişlerdir.

Sonuç bölümünde, Tevhid eri Müslüman, iman ettiği esaslardan taviz vermeden Hak bildiği davaya sadık kalıp o uğurda şehadeti seçerken, zalimler de kendilerine helakı getiren zulümlerini icra etmeye devam etmişler ve kendi helaklarını sağlamışlardır.

Şirk ve küfür, sağlıklı düşünmeye engeldir

Sağlıklı düşünme, aklın, her türlü kültürel birikimlerden, gelenek ve görenek kurallarından, içerisinde yaşanılan sosyal ve siyasal etkilerden, çevresel şartlardan kurtularak tamamen özgür bir şekilde, olay ve olguları değerlendirmesidir.

Sağlıklı düşünme yeteneğine sahip kimseler, karşılaştıkları olay ve olguları, aldıkları haber ve rivayetleri, aklın süzgecinden geçirdikten, üzerinde düşündükten, kendisine fayda ve zararlarını ve gelecekte kendisine nasıl bir faydası olacağını anladıktan sonra karar verir. Sağlıklı beyinler, kendilerine ulaşan haberleri araştıran, geçmiş olaylardan ders çıkaran ve aynı hatayı tekrarlamamak için gayret sarfeden beyinlerdir.

Hastalıklı ve şartlanmış beyinler, kişileri önceleyen, ön yargılarıyla hareket eden, araştırma yeteneğinden yoksun olan, sloganlara takılan, geçmiş olaylardan ders çıkarmayan, kendilerine ulaşan haberleri araştırma gereği duymayan arızalı beyinlerdir. Bu tür arızalı beyinlere sahip olanlar, sürekli bir bunalım ve sıkıntı içerisindedirler ve hiçbir zaman Hakka yönelmez, doğruyu bulamazlar. Bu tür kişiler, şirk ve küfür hastalığına bulaşma riskleri en fazla olan kimselerdir. işte Kur’an’ın yerdiği kimseler de bunlardır.

30-32- Yazık şu kullara; kendilerine gelen her elçi ile mutlaka alay ederlerdi; görmediler mi kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik; onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler! Ancak hepsi toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir.

Kur’an, önceki nesillerin akıbetlerini vererek, şartlanmış beyinleri uyarmakta, aynı durumun, kendilerinin de başlarına geleceğini haber vermektedir. Ancak şirk ve küfür içerisinde bulunan kimselerin, sağlıklı düşünmeleri, kendilerine bildirilen geçmiş kavimlerin haberlerinden ibret almaları mümkün değildir. Çünkü beyinlerinde kronikleşmiş ön edinimleri, şirk ve küfürleri sağlıklı düşünmelerini engellemektedir.

Yüce Allah (cc), geçmiş kavimlerin helak oluşlarından ibret almayan, tefekkür edip Hakka yönelmeyen düşünme özürlü kimselere, yaşadıkları hayattan örnekler vererek onları düşünmeye sevk etmekte, onların, iman ederek önceledikleri tüm değerleri ve peşlerinden gittikleri ilahları terk edip yalnızca Kendisini tek İlah olarak kabul etmelerini istemektedir.

33-35- Ölü toprak, onlar için bir ayettir, Biz onu dirilttik, ondan dane çıkardık da ondan yiyorlar; orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık; orada çeşmeler akıttık ki onun (yetiştirdiği) ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler, hâlâ şükretmiyorlar mı?

36- Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.

Kendilerine sunulan nimetlerden verilen örnekleri düşünmeyen özürlü beyinlere yüce Allah (cc), bu sefer kâinatta cereyan eden olayları düşünmelerini istemekte, kâinattaki işleyişin boşuna olmadığını, bunların bir yöneticisinin olduğunu hatırlatmaktadır.

Gece gündüz, güneş ay, düşünen sağlıklı beyinler için apaçık birer ayettirler. Bunların, milyarlarca yıldır, yörüngelerinden zerre kadar ayrılmadan hareket edişlerini sağlayan güç, elbette ki bunların üzerinde olan bir güçtür. O da, yalnızca tek İlah olan Allah’tır.

37-40- Gece de onlar için bir ayettir; gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi yörüngesi için akıp gider. Bu, Üstün ve Bilen’in takdiridir; aya da konaklar tayin ettik; nihayet o, eski haline benzer bir hâle geldi. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir; hepsi bir yörüngede yüzmektedirler.

Akleden, akıllarını başkalarının kullanımına kiraya vermeyen, sağlıklı düşünme yeteneğine sahip kimselerin, yüce Allah’ın varlığını, O’nun yegâne tek İlah oluşunu anlamaları için Kâinatın varlığını ve işleyişini düşünmeleri yeterlidir. Çünkü Kâinat ve işleyişindeki düzenlilik, tek yaratıcının varlığının apaçık ayetleridir.

Kâinattaki ayetleri, düşünme yeteneğinden mahrum kimseler düşünmezler. Bunları ancak akleden ve aklını sağlıklı bir şekilde kullanan kimseler düşünebilirler. Şirk ve küfür içerisinde bulunan kimselerin, düşünmemelerinin temelinde, yüce Allah’ın da bildirdiği üzere akletmemeleridir. akletmeyenlerin üzerlerine de Rab’leri tarafından pislik atılmıştır.

“Dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir pislik ve gazab inmiştir; Allah’ın, kendileri için hiçbir delil indirmediği, yalnız sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz! Bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” (A’raf, 71)

“Ey inananlar, müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar; eğer yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lutfundan zengin edecektir, şüphesiz Allah, Bilendir, Hakimdir.” (Tevbe, 28)

“Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince , onların pisliklerine pislik katar ve onlar, kâfir olarak ölürler.” (Tevbe, 125)

Müşriklerin gerek Kâinat ayetlerini, gerekse Rab’leri tarafından gönderilen Tevhidi esasları düşünüp akletmemelerinin asıl nedeni, şirk ve küfür pisliği içerisindeki akıllarını temizlememeleridir. Onlar, bu şirk ve küfür pisliğinden kurtulmadıkları sürece sağlıklı bir şekilde düşünüp Rab’lerine iman etmezler.

Ve tehdit

Yüce Allah (cc), Tevhidi esasları ve Kâinattaki ayetleri düşünüp Zatına iman etmeyen müşrikleri, yaşadıkları günlük hayatta kendilerine bahşettiği nimetleri hatırlatıp tehdit etmektedir.

41-44- Onlar için bir ayet de onların, çocuklarını dolu gemide taşımamız ve kendilerine onun gibi binecekleri nice şeyler yaratmamızdır. Dilesek onları (suda) boğarız, ne kendilerine imdad (eden) olur, ne de kurtarılırlar; ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma vardır.

Müşrikler, yaşanılan hayatta birçok defa imtihana tabi tutulmuşlar, ancak onlar, bu imtihanlar nedeniyle akledip Rab’lerine yönelecek yerde, imtihan sürecini atlatır atlatmaz heva ve heveslerinin peşine takılarak küfür ve şirki tercih etmişlerdir.

“Sizi karada ve denizde yürüten O’dur; gemide olduğunuz zaman(ı düşünün); gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü, ve (yolcular) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de her yerden dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını sandıkları zaman dini, yalnız Allah’a halis kılarak O’na şöyle yalvarmağa başlarlar: ‘Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız; ama (Allah) onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık yaparlar. Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir, sadece şu yakın hayatın zevkinden ibarettir; sonra dönüşünüz bizedir; size bütün yaptıklarınızı haber veririz.” (Yunus, 22-23)

Tevhidi esaslara iman etmeyen kimseleri, kendilerine verilen bunca örneklere rağmen, rahmeti gereği süre verip helak etmeyen yüce Allah (cc), onların, son bir defa geçmiş toplumların akıbetlerini ve ahirette gelecek cehennem azabını düşünmelerini istemektedir.

45- Onlara: ‘Önünüzdeki ve arkanızdaki olaylardan sakının ki esirgenesiniz’ dendiği zaman (düşünmezler).

Çeşitli defalar, değişik olaylarla denenmelerine rağmen hâlâ düşünme mekanizmaları harekete geçmeyen kimselerin, düşünme mekanizmaları artık iflas etmiş demektir. Düşünmek, akleden insanlar için bir haslettir; düşünce zeminleri, insan fıtratına aykırı düşünce ve yargılarla, heva ve heveslerin basit istekleri ile kirlenmeyen kimseler, kendi yaratılışlarından başlayarak hayatı, kâinatı, yeri, göğü ve bunlar arasında bulunanları düşünürler. Onlar, Rab’lerinin, bu düşündüklerini boşuna yaratılmadığını bilirler.

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır. Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: ‘Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! Rabbimiz, sen birini ateşe soktun mu, onu perişan etmişsindir, zalimlerin yardımcıları yoktur. (derler.)” (Al-i İmran, 190-192)

Düşünce zeminleri, şirk ve küfürle kirlenmiş kimseler, indirilen Tevhidi esasları, düşünmedikleri gibi bu esasları kendilerine getiren elçilerin de ne söylediğini ve ne getirdiğini düşünemezler. Onlar, getirilen mesajın, kendilerine fayda ve zararlarını anlamadan hemen reddederler.

46- Zaten, onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmez ki ondan yüzçevirmiş olmasınlar.

İnsanlardan bazılarının, kendilerine gelen ilahi mesajdan yüzçevirmeleri, algılarına daha önceden yerleştirdikleri önyargılarının, kültürel alışkanlıklarının, rivayet ve geleneklerin zaman içerisinde şaşmaz doğrular haline gelmesinden ve bunların, gerçeklere karşı virüs haline gelmelerinden dolayıdır. Bu nedenle böyle kimseler, kendilerine gelen her ayeti, hiç düşünmeden anında reddederler.

Her dönemde, gelen ayetlerin reddedilmesine neden olan, algılardaki virüsler, kişilerin şirke ve küfre girmelerine neden olmuştur. Şirk ve küfür ise, kişilerin düşünme mekanizmalarını felc ettiğinden dolayı bu kimselerin, sağlıklı düşünmeleri mümkün olmamıştır. Aynı durum, günümüzde de devam etmekte, algılarındaki virüsler nedeniyle düşünme mekanizmaları sağlıklı bir şekilde çalışmayan kimseler, kendilerine Rab’lerinin ayetleri hatırlatıldığında anında inkâr edip yüzçeviriyorlar.

47- Onlara: ‘Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin’ dendiği zaman, nankörler, inananlara: ‘Allah’ın dilediği takdirde yedireceği bir kimseye biz mi yedirelim? Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz’ derler.

Kişinin algısına bir kere virüs bulaşınca artık o kişi, her şeyi ters görmeye başlar ve giderek sapıklık içerisine saplanıp kalır. Bu kimseler, kendilerine verilen rızkın, kendilerine kimin tarafından nasıl verildiğini düşünmeden, kendilerini rızık üzerinde tek otorite görür ve hiçbir şekilde ihtiyaç sahiplerini düşünmezler. Bunlar, mal ve mülk üzerine düşkünlükleri nedeniyle Rab’lerinin emirlerini de inkâr ederler.

Leyl suresinde belirtildiği üzere, mala olan düşkünlük, insanı, en güzel söz olan Tevhidi esasları da inkâra sürükler. Bu inkârı, insanı küfre sürüklerken, mala olan düşkünlüğü de onu Rabb’ine şirk koşturarak isyan ettirir.

“Kim verir, korunursa ve en güzeli doğrularsa, ona en kolayı kolaylaştırırız; kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse ve en güzel(söz)ü de yalanlarsa, ona da en zoru kolaylaştırırız.” (Leyl, 5-10)

“…Arkadaşıyla konuşurken ona; ‘Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm.’ dedi ve kendisine yazık ederek bağına girdi: ‘Bunun yok olacağını hiç sanmam’ dedi. Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum; şâyet Rabbime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç bulurum; derken (o kişinin) ürünü yok edildi, çardakları üzerine yıkılmış durumda olan(bağ)ın karşısında ona harcadıklarına acıyarak ellerini oğuşturmağa başladı: ‘Ah ne olaydı, ben Rabb’ime kimseyi ortak koşmasaydım!’ diyordu. Allah’tan başka, kendisine yardım eden bir topluluğu da olmadı, kendi kendisini de kurtaramadı.” (Kehf, 34-36, 42-43)

Kendilerine verilen nimetlerin, Rab’leri tarafından verildiğini unutup infak etmeyerek küfür ve şirke düşen kimseler, düştükleri duruma aldırış etmeden azgınlıklarını, kullandıkları ifadelerle daha da artırırlar. Onlar, “Allah’ın dilediği takdirde yedireceği bir kimseye biz mi yedirelim? Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz’ derler.”

İçerisine düştükleri azgınlık ve sapıklıktaki kimseler, giderek her şeyi inkâra yönelirler ve adeta yüce Allah’a meydan okurcasına bir tavır içerisine girerler. Onlar, inkârlarında o denli ileri giderler ki, artık ölüme ve kıyamet saatine bile inanmazlar.

48-50- Ve: ‘Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdid (ettiğiniz azap) ne zaman?’ diyorlar. Onların işi sadece korkunç bir sese bakar; çekişip dururlarken o, kendilerini ansızın yakalar; artık ne bir tavsiye yapabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.

Her inkâr ve azgınlığın, her nefsin ve hayatın bir sonu vardır. Bu son da, ölüm denilen sessizliğin, insan ve hayat üzerine çökmesi iledir. O son geldiğinde artık ne pişmanlık ve dövünmeler fayda verir ne de yapılan hataların tamiri konusunda geride kalanlara nasihat etmek mümkün olur. Takdir edilen vukubulmuş, bambaşka bir hayata, yepyeni bir başka dünyaya yolculuk dönülmemesine başlamıştır. O diğer dünyada gerçekler ortaya konulacak, herkesi, yaptıkları karşılayacaktır.

Varlığı İddia Edilen Üçüncü Hayat (*)

KABİR ALEMİ (Azabı) VAR MIDIR?

İnsanlar, Kur’an gerçeğinden uzaklaştıkça kendilerine göre yeni kavramlar üretirler, yeni durumlar ortaya çıkarırlar ve zaman içinde bunu dinden zannederek ona inanırlar. Kabir âlemi ile ilgili ortaya atılan iddialar, Kur’an gerçeğinden uzaklaşmanın ortaya koyduğu şaşkınlığın yalnızca bir yönüdür.

Her konu ve durumda, Kur’an gerçeğinden hareket etmeyi şiar edinen Müslümanlar, kabir konusunda da aynı ölçüden hareket ederler.

Kur’an’da her şeyi‚ “en ince şekilde düzenleyen” (12/100) yüce Allah (cc), kabir âleminin olmadığını da apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da, İslâmi gerçekleri yeterince anlamayan ya da vahyi gerçekleri kendilerince yorumlayan kimseler, olmadık hikâyelerle kabir âlemi ve azabı diye bir yalan uydurmuşlar bunu da utanmadan İslâm’a mal etmişlerdir. Bu kimseler, yazdıkları kitaplarda aslı olmayan iddialar ileri sürmüşlerdir.

İki hayat vardır; Dünya ve Ahiret

Kabir, ölüm sessizliğinin devamı ve dünya hayatından ahirete geçiş kapısıdır. Bu nedenle burada herhangi bir hayat belirtisi yoktur. Kullarını, yaşadıkları ve gidecekleri yerler konusunda en ince ayrıntılarına kadar bilgilendiren yüce Allah (cc), kabirde herhangi bir hayat belirtisi ya da orada kullarını ilgilendiren herhangi bir konuda bir bilgi vermemektedir. Nitekim yüce Allah (cc) iki dünya olduğu konusuna şu ilahi hükmü ile açıklık getirmektedir.

“Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayâtında hem, şahidlerin (şahidliğe) duracakları günde yardım ederiz. O gün zâlimlere, mazeretleri fayda vermez, onlar için lanet ve yurdun en kötüsü vardır.” (Mü’min, 51-52)

“Allah, iman edenleri, dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tesbit eder. Allah, zalimleri de şaşırtır ve Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim, 27)

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere, iki hayat vardır ve insanlar, dünya hayatından sonra dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere, ahirete gideceklerdir. İnsanlar ahiret hayatına gidecekleri yol üzerinde bir başka durakta duramayacak ve orada herhangi bir hayat süremeyeceklerdir.

Kabir hayatı olmuş olsaydı, hiçbir şeyi eksik bırakmadığı Kutsal Kitabında yüce Allah (cc), kullarını bundan haberdar edecek ve orada karşılaşacakları durumları, tıpkı ahirette karşılaşacakları durumları haber verdiği gibi haber verecek ve kullarının bundan sakınmasını isteyecekti. Oysa bu konuda Kur’an’da en küçük bir ibare bile yoktur.

“Ne işte bulunsan, Kur’an’dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka Biz, içine daldığınız an üzerinizde şahidiz, ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbin’den kaçmaz; ne bundan küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir Kitapta olmasın.” (Yunus, 61)

Her şeyi apaçık bir Kitapta açıklayan yüce Allah (cc), kabir için bir berzah (perde) ifadesini kullanmaktadır. Bu perde, dirilecekleri güne kadar insanların önünü kapatacak, yeniden dirilme günü bu perde kaldırılacaktır.

“Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman: ‘Rabbim, beni geri döndürünüz ki, terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım’ der. Hayır, bu onun söylediği bir sözdür; önlerinde ta diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minun, 99-100)

Perde, iki şey arasındaki örtüdür; içerisinde hayat unsuru yoktur. Nitekim başka bir ayettte bu perdeye açıklık getirilmektedir.

“İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar, aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 19-20)

Bu nedenle kabir de, dünya ve ahiret arasında bir perdedir ve içerisinde herhangi bir hayat yoktur. Berzah (perde) de hayat olmadığı ile ilgili şu ayet daha da açıklayıcıdır.

“O, iki denizi birbirine salmıştır; bu tatlı, susuzluğu giderici; bu tuzlu ve acıdır ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur.” (Furkan, 53)

Kur’an’ın bu apaçık ayetlerinden de anlaşıldığı üzere, nasıl ki, iki deniz arasındaki perdede herhangi bir tad yoksa, tad ancak perdenin iki yanındaki denizlerde varsa, aynı şekilde dünya ve ahiret arasındaki kabir perdesinde de üçüncü bir hayat yoktur.

Öldükten sonra ilk uyanış kıyamet günündedir

Kur’an, kabirde, herhangi bir hayatın olmadığını orada ölü olarak yatanların, kıyamet gününe kadar hiçbir şeyden haberleri olmayacağını ve o günde diriltilerek hesap vermeye çağrılacaklarını bildirmektedir.

“Saat mutlaka gelecektir, onda şüphe yoktur ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir.‛ (Hac, 7)

Ayetlerden anlaşılacağı üzere, kabirlerde yatanlar ölü kimselerdir. Şayet onlar, kabirlerde herhangi bir hesap görecek şekilde diri olsalardı, ayetlerde belirtilen “Allah, kabirlerde olanları diriltecektir.” ifadesi yerine onlar, “çağrılacaklardır” ifadesi kullanılacaktı. Çünkü yaşayanlar diriltilmez, hesap vermek üzere çağrılırlar, burada “Allah, kabirlerde olanları diriltecektir” denilerek kabirlerde olanların ölü oldukları bildirilmektedir.

Bütün bu gerçekler de gösteriyor ki, kabirlerde ölü olarak yatan insanların, ta kıyamet gününe kadar hiçbir şeyden haberleri olmayacaktır. Kıyamet gününde ise onlar, diriltilerek hesap meydanına çağırılacaklardır. Şayet insanlar, kabirde hesap görselerdi, diri olmaları gerekirdi; diri olanların ise, diriltilmeleri değil çağırılmaları sözkonusu olurdu.

İnsanlar, hesap günü diriltiliyorlar ve diriltiklerinde kendilerini o yattıkları yerden kimin kaldırdığını birbirlerine soruyorlar. Şayet kabirde herhangi bir hesap ya da sorgulama olsaydı ve insanlar kabirde yaşasalardı, öncelikle kimin tarafından ve neden kaldırıldıklarını birbirlerine sormazlardı. Bundan da anlaşılıyor ki kabirde olanlar, kıyamet gününe kadar ancak uyuyorlar ve ancak kıyamet gününde uyandırılıyorlar.

Diğer bir husus, şayet kabirde insanlar herhangi bir ceza görmüş olsalardı, kıyamet günü diriltildiklerinde, kabirde gördükleri cezadan kurtuldukları için üzülmez sevinirlerdi. Oysa ayetten de anlaşılaccağı üzere onlar, uyandırıldıklarında üzüntülerini dile getiriyorlar.

51–52- Sura üflendi; işte onlar, kabirlerinden Rab’lerine koşuyorlar. ‘Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman’ın vadettiği şey budur; demek elçiler doğru söylemişler’ derler.

Sura üfürüldükten sonra, insanlar uyandırılıyor, uyandırılan insanlar, bu karşılaştıkları durumu konuşup rasulllerin dünyada getirdikleri haberlerin doğru olduğunu gözleri ile görüp doğruluyorlar. Bu durum da gösteriyor ki insanlar, öldükten sonra ancak kıyamet gününde diriltiliyorlar.

Kabir hayatının olmadığı, insanların dünya hayatında öldükten sonra ancak ahirette dirilecekleri konusunda Kur’an’da onlarca ayet vardır. Bu ayetlerde, özellikle suçlular kabirde çok az kaldıklarını iddia ediyorlar. Bu da onların, kabirde diriltilmediklerini göstermektedir. Diğer taraftan, acı çeken insanlar için kısa bir zaman bile oldukça uzun gelir.

Kıyamet günü diriltilen insanların, kabirlerde kalış süreleri ile ilgili olarak söyledikleri sözlerinden de onların, kabirlerde hiçbir şeyle karşılaşmadıkları, hiçbir şeyi hissetmedikleri anlaşılmaktadır.

“Saat başladığı gün suçlular, (kabirde) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler; işte onlar, (dünyada da haktan) böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: ‘Andolsun siz, Allah’ın yazgısınca ta yeniden dirilme gününe kadar kaldınız, işte bu da dirilme günüdür, fakat siz bilmiyordunuz.” (Rum, 55-56)

Kıyamet günü diriltilen kimseler, ayetlerden de anlaşılacağı üzere suçlular, kabirde bir saatten fazla kalmadıklarına yemin etmektedirler. Bu da onların, kabirde azap görmediklerini göstermektedir; eğer onlar, kabirde herhangi bir ceza görmüş olsalardı, bunu hem dile getirir ve o durumdan kurtuldukları için de sevinirlerdi, hem de zamanın bu kadar kısa olduğunu yeminle iddia etmezlerdi. Çünkü sıkıntılı zamanlar, insana çok uzun gelir ve sıkıntı bittiğinde insan, bu durumu beyan ederek rahatlar.

“Sura üflendi; işte onlar, kabirlerinden Rab’lerine koşuyorlar. ‘Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?” (Yasin 51)

Bir yerde sıkıntı ve ceza gören kimselere süre çok uzun gelir, sıkıntı ve ceza insan için yaşadığı hayatın süresini uzun gösterir. Örneğin, huzursuz bir gece geçiren bir kimse için gece bitmek bilmez ve o, bir an önce gecenin bitmesini ve sabahın olmasını ister. Oysa uyuyan kimse, uykusunda kötü bir süprizle karşılaşmadığı sürece rahattır ve uyandırıldığında, kimin tarafından ve neden uyandırıldığını merak eder ki, kabirlerden uyandırılan kişiler de bu soruyu soruyorlar.

Ayetlerden de anlaşıldığı üzere kabirdekiler, kabirlerde bir saatten fazla kalmadıklarına yemin etmektedirler. Kendilerine dünya hayatında Kur’an’la bilgi verilen kimseler ise, kabirde ne kadar kaldıkları konusunda Rab’lerinin takdir ettiği süreyi dile getirmektedirler.

Kur’an’da çelişki bulunmamaktadır; bu nedenle, “Allah, kabirlerde olanları diriltecektir.” (Hac, 7) “Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahmân’ın vadettiği şey budur, demek peygamberler doğru söylemiş” (Yasin, 51-52) “Saat başladığı gün suçlular, (kabirde) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler.” ayetlerinde belirtildiği üzere, bütün insanlar, kıyamet günü kabirlerinden diriltilecekler, kıyamet gerçeğini orada anlayacaklar ve kabirlerde bir saatten fazla kalmadıklarını söyleyeceklerdir. Bu insanların içerisinde Fir’avn ve ailesi de bulunacaktır.

Azabının ne zaman olacağını Ahkâf suresi, 20. ayetinde net bir şekilde açıklanmıştır.

“Ateşe sunulacakları gün kâfirlere: ‘Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; bunlarla sefa sürüp bunları tükettiniz; yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.” (Ahkâf, 20)

Bütün bu Kur’ani gerçeklerden de anlaşılacağı üzere insanlar, öldükten sonra kıyamet gününe kadar hiçbir şey hissetmeden, ölü olarak kabirlerde kalacaklar, kıyamet günü diriltilerek hesap vermek üzere Rab’lerine gideceklerdir. Bu ayetlere rağmen, Kur’an ayetlerine aykırı iddialarda bulunmak, Kur’an gerçeğiyle bağdaşmayan, hiçbir delili bulunmayan zanni iddialardır. Bu zanni iddialarda bulunanlar, yüce Allah’a yalan uyduran kimselerdir ki, yüce Allah bunlara lanet etmektedir.

“Allah’a yalan uyduranlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rablerine sunulacaklar, şahidler de: ‘İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır’ diyecekler. İyi bilin ki Allah’ın laneti zâlimlerin üzerinedir.” (Hud, 18)

Şimdi bütün bu gerçekler ortada iken, bazı kimselerin, kimi sözler uydurarak bu yalanlarını Rasulullah (as)’a mal etmeleri, haddi aşmak ve kendilerince bir din oluşturmaktır. Bu yalan ve iftira sözleri uyduranlar ya İslâmi esasları karıştırmak, Kur’ani gerçekleri çarpıtmak isteyen hain kimselerdir ya da Kur’anî gerçekleri yeterince bilmeyen bazı kişilerin, cehaletlerinden dolayı uydurdukları sözlerdir.

Kabir hayatı ve azabı ile ilgili aslı olmayan sözleri uyduranlar kimseler, kendi mantıklarınca, sözümona insanları kötülükten alıkoyup iyilik yapmalarını teşvik etmek isteyebilirler. Ancak bunlar, kaş yaparken değil göz çıkarmak, adeta insanın şah damarını kesiyorlar. Çünkü böyle uydurma bir söz ile bunlar, İslâmi esasları karıştırmakta, insanların, Tevhidi esasları kavramalarına ve Kur’an’ı, gereği gibi anlamalarına engel olmaktadırlar.

Kabir azabının olduğunu iddia edenler, Mü’min Suresi 46. ayetini öne sürmektedirler ki bu ayetin, kabir azabıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu ayet, kabir azabını değil, Fir’avn ve ailesinin kıyamet günü çarpılacakları azabın sürekliliğini ve şiddetini ortaya koymaktadır. İlgili ayet kendisinden önce ve sonra gelen (siyak ve sibak) ayetlerle ele alındığında daha net olarak anlaşılmaktadır.

Bu ayette, Hz. Musa (as)’ın getirdiği ilahi mesaja iman eden bir mü’mine, Fir’avn ve ailesinin, kurdukları tuzaklara karşılık, onlara ve takipçilerine verilecek azabın durumunu ortaya koymaktadır.

“Allah o(mü’mi)ni (onların) kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu; Fir’avn ailesini de azabın en kötüsü kuşattı: Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar ve kıyamet koptuğu gün ‘Fir’avn ailesini azabın en şiddetlisine sokun!’ (denilir). Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: ‘Biz size uymuştuk; şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?” (Mü’min, 45–47)

Ayetlerde, Fir’avn ailesini kuşatan en kötü azabın ateş olduğu, bu ateşe Fir’avn ailesinin sürekli (sabah-akşam) sunulacakları, bu azabın kıyamet günü olacağı ve azabın en şiddetli yerine Fir’avn ailesinin sokulacağı, onlarla beraber bulunanların da o ateşe atılacakları bildirilmekte ve o şiddetli azap içindeki tartışmalarından bir bölüm aktarılmaktadır.

Ancak burada, Fir’avn ve ailesi, kendilerine tabi olanlardan farklı olarak ateşin en şiddetlisine sokulacaklarına açıklık getirilmektedir. İlgili ayetten de anlaşılacağı üzere, Fir’avn ve ailesinin halen ateşte oldukları değil, “azabın en kötüsü kuşattı; ateş! Sabah akşam ona sunulurlar,” buyurularak gelecekte vuku bulacağı anlatılmaktadır.

Fir’avn ve ailesine, ateş azabının nerede ve ne zaman yapılacağı ile ilgili şu ayet ışık tutmaktadır:

“(Fir’avn), kıyamet günü kavminin önünde gidiyor, işte onları ateşe getirdi; varılan yer ne fena bir yerdir! Bu dünyada da (onların) peşlerine lanet takılmıştır, kıyamet gününde de, verilen bu vergi ne kötü bir vergidir!” (Hud, 98–99)

Görüldüğü üzere Fir’avn’ın, sabah akşam sunulduğu ateş, kıyamet günündeki cehennem ateşidir. Zaten hemen takip eden ayet de bunu teyid ediyor ve “Fir’avn ve kavminin‚ bu dünyada da peşlerine lanet takılmıştır, kıyamet gününde de!” denilerek, bu azabın ve lanetin kıyamet gününde olduğu apaçık bir şekilde vurgulanmaktadır. Diğer taraftan‚ ateşe sunulmanın ne zaman olduğunu da yine yüce Allah (cc) bildirmektedir.

Bütün bu açık ifadelere rağmen, ayetlerde kabir azabı diye bir kelime ve mana bulunmadığı halde, bu ayetleri kabir azabı diye anlamlandırmak en azından samimiyetle bağdaşmayan bir harekettir.

Kullarına karşı şefkatli ve merhametli olan yüce Allah (cc), kıyamet, ahiret ve cehennem hakkında bilgi vererek kullarını, o günün ve cehennem azabının sıkıntılarına karşı nasıl uyardı ise, elbette ki kabir azabı olsaydı, bu azaba karşı da uyarabilirdi. Oysa Kur’an’da bu konuda herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Aynı şekilde, var olan şeyler ve kulları ilgilendiren konu ve hususlar için “Kitabında hiçbir şeyi eksik bırakmayan” (6/38) yüce Allah (cc), kabir hayatı hususunda hiçbir şey indirmemiştir. Bunun nedeni, böyle bir hayatın ve azabın olmayışıdır.

Kabir azabı ile ilgili olarak verilen sözlerin tümü, Rasulullah (as) hakkında uydurulan sözler olup Kur’an’la çelişmektedir. Kur’an esas alındığında, gerçek net olarak ortaya çıkmaktadır.

Yüce Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği bir konuyu, O’ndanmış gibi göstermeye kalkışmak insan için büyük bir sorumluluktur.

“Onların ardından, yerlerine geçip kitaba varis olan bir takım insanlar geldi ki onlar, şu alçak (dünya)ın menfaatini alıyorlar: ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız!’ diyorlar; kendilerine ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Allah hakkında, gerçekten başkasını söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap misakı alınmamış mıydı ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Ahiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır, düşünmüyor musunuz?” (A’raf, 169)

“Allah’a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rab’lerine sunulacaklar. Şahitler de: ‘İşte Rab’lerine karşı yalan söyleyenler bunlardır’ diyecekler; iyi bilin ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Hud, 18)

Bu açıklamalardan sonra akla şu sorular gelebilir; Rasulullah (as)’ın kabirle ilgili hiçbir hadisi yok mudur? Sahabe, kabir âlemi konusunda Rasulullah (as)’a hiç soru sormadı mı? Elbette ki hem sahabe kabir hayatının olup olmadığı hususunda soru sormuş, hem de Rasulullah (as) bu konuda kimi sözler söylemiştir. Ancak ne sahabe, Kur’ani gerçeklere ters düşecek herhangi bir soru sormuş, ne de Rasulullah (as), Kur’an’ın açıkça bildirdiği dışında hiçbir şey söylemiştir.

Yüce Allah (cc), hakkında bilgileri olmayan konularda insanların konuşmasını kınamış ve ancak böbürlenenlerin, Allah’ın ayetleri hususunda tartıştıklarını bildirmiştir.

“Haydi, siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.‛ (Al-i İmran, 66)

“Açık bir delil olmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların göğüslerinde, erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur; sen, Allah’a sığın, muhakkak ki O, işitendir, görendir.” (Mü’min, 56)

Yüce Allah (cc) , suçluların, kıyamet gününde sorgulanacaklarını, peygamberlerin ve şahitlerin getirileceğini (39/69), suçluların ellerinin, ayaklarının (36/65), dillerinin (24/24), kulaklarının, gözlerinin ve derilerinin aleyhlerinde şahitlik yapacaklarını (41/20), suçlulara, kitaplarının verileceğini ve kitaplarını okuyacaklarını (17/14), kitaplarında tüm işledikleri suçlarını göreceklerini (18/49) ve kendilerinin kâfir olduklarına (7/37), kendi aleyhlerinde olarak şahit olacaklarını (6/130) bildirmiştir. Oysa kabirde, herhangi bir sorgulamanın yapılacağı hususu Kur’an’da bildirilmemiştir.

Yargılama ve sorguluma yapılmadan, insanlara, işledikleri suçları bildirilmeden herhangi bir cezanın verilmesi, ilahi adalet ilkesiyle çelişir. Hâlbuki yüce Allah (cc), adildir ve kullarından da adil olmalarını, adaleti ayakta tutmalarını istemektedir.

Sonuç olarak, kabir azabının varlığını iddia etmek, yüce Allah’a adaletsizlik vasfetmek ve yüce Allah’ı yargısız infaz yapmakla suçlamaktır ki bu iddia, sahiplerine çok büyük bir sorumluluk getirecektir.

Kabir konusunda Rasulullah (as)’ın tutumu

Kabir hayatı ile ilgili Rasulullah (as) adına uydurulan sözlerin birçoğu, Kur’an gerçeği ile çelişmektedir. Kendisine gelen vahyi esasları tek ölçü edinen ve o esaslara teslim olanların ilki olan Rasulullah (as), teslim olduğu Kur’an’a aykırı bir şey söylemez, söyleyemez. Söylediğini iddia edenler ve onun adına sözler uydurup onu yalanlarına alet edenler, elbette bunun cezasını acı bir şekilde yaşayacaklardır.

Rasulullah (as)’ın, kabir ziyaretleri, bakımı, üzerlerinde oturulmaması gerektiği ile ilgili birçok tavsiyeleri olmuş, ancak kabirde bir hayatın olduğu ile ilgili hiçbir ifadesi olmamıştır. Rasulullah (as), insanlara her konuda vahyi gerçeklerden deliller göstermiş, hiçbir konuda vahiy dışında ve vahye aykırı hiçbir şey söylememiştir. Çünkü o, delilsiz konuşmasının insana büyük bir sorumluluk getireceğini biliyordu. Bu nedenle Rasulullah (as), aynı şekilde kabir konusunda da elindeki Kur’an’a aykırı bir şey dememiştir.

Rasulullah (as), insanın öldükten sonra geri dönüşünün olmayacağını, kişilerin yaşadıkları süre içerisinde yaptıkları ile kalacaklarını ve cennet ya da cehennemi hak etmiş olarak kabre gireceklerini ifade etmiştir.

“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennnem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizi)

Rasulullah (as), bu sözü ile öldükten sonra geri dönüşün olamayacağını, kişilerin kazandıkları ve yaptıkları ile mükâfatlandırılacaklarını ya da cezalandırılacaklarını belirtiyordu.

Kabirde hayat olduğu konusunda uydurulan ve Rasulullah (as)’a atfedilen ifadelerin, Kur’an’a teslim olanların ilki olan Rasulullah (as) ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Rasul (as)’ın üzerine yalan uyduranların, Kitab’ın ortaya konulup peygamberlerin ve şahitlerin getirilecekleri o günde, yalancı oldukları ortaya çıkacak ve onlar, Rasul (as)’a attıkları iftiralardan dolayı cehenneme sürükleneceklerdir.

Kabir hayatının olduğu iddiası, ilahi adallete aykırıdır

Yüce Allah (cc), insanların, dünyada yaptıkları salih amellerin ve işledikleri günahların karşılığında, kıyamet günü yargılanacaklarını ve herkese, yaptıkları amellerin karşılıklarının tam verileceğini bildirmiştir. Kur’an, yargılama yapılmadan kimseye herhangi bir cezanın verilmeyeceği ile ilgili çok açık bilgiler verir. Bu nedenle kabirde bir yargılama yapılmadan insanlara herhangi bir karşılığın verileceğini iddia etmek ilahi adalete ve Kur’an’da bildirilen hükümlere aykırıdır.

Kur’an, insanların, kıyamet gününde yüce Allah’ın huzuruna getirilip Kur’an’dan tek tek sorgulanaklarını, peygamberlerin ve şahitlerin getirilip dinleneceklerini bildirmektedir.

“Ne Mesih, Allah’a kul olmaktan çekinir ne de yaklaştırılmış melekler; kim O’na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendi huzuruna toplayacaktır.” (Nisa, 172)

“Yer, Rabbinin nuru ile parlamış, Kitap (ortaya) konmuş, peygamberler ve şâhidler getirilmiş ve aralarında adâletle hükmedilmiştir; onlara asla haksızlık edilmez” (Zümer, 69)

Peygamberlerin ümmetleri, şahitlerin kendi toplumları haklarındaki şahitliklerinden sonra suçlu kimselerin, el, ayak ve dilleri konuşturulacak; kulak, göz ve derileri aleyhlerinde şahitlik yapacaktır.

65- O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şâhidlik eder.

“O gün, dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şâhidlik edecektir.” (Nur, 24)

“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları işler hakkında aleyhlerine şâhidlik ettiler.” (Fussilet, 20)

Bütün bu gerçeklerden sonra tutulan kitaplar, suçlulara verilecek ve herkes, dünyada yaptığı suçlarını, işlediği günahlarını görecek ve böylece kendilerinin kâfir olduklarına kendi aleyhlerinde şahit yapacaklardır.

“Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter’ (deriz).” (İsra, 14)

“Kitap (ortaya) konulmuştur; suçluların onun içindekilerden korkarak: ‘Vah bize, bu kitaba da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor’ dediklerini görürsün; yaptıklarını hazır bulmuşlardır, Rabbin kimseye zulmetmez.” (Kehf, 49)

“Allah’a yalan uyduran ya da O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Onlara Kitaptan nasipleri erişir; nihayet melek elçilerimiz gelip canlarını alırken: ‘Hani Alah’tan başka yalvardıklarınız nerede?’ dediklerinde: ‘Bizden sapıp kayboldular’ dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahidlik ettiler.” (A’raf, 37)

“Ey cin ve insan topluluğu, içinizden, size ayetlerimi anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şahidiz’ dediler; dünya hayâtı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahidlik ettiler.” (En’am, 130)

Adil olan yüce Allah (cc), insanları, kıyamet gününde adil bir şekilde yargılayacak, onları, kendi fiillerine şahit tuttuktan sonra hak ettikleri cezalarını verecektir.

Kur’ani gerçeklerden de anlaşılacağı üzere, insanlarla ilgili tüm yargılama, ceza ve mükâfat verme işlemleri, kabirlerde değil kıyamet günü yapılacaktır. Bütün bu ilahi gerçeklere rağmen kabir azabının olduğunu iddia etmek, yüce Allah’a adaletsizlik vasfetmek ve O’nu, yargısız infaz yapmakla suçlamaktır ki, bu iddia sahipleri, yüce Allah’ın üzerine attıkları bu iftiralardan dolayı kendi azaplarını hazırlamışlardır.

Herkes, yaptığının karşılığını görür

Yüce Allah (cc), insanlara olan rahmeti gereği, indirdiği kitaplarla ve gönderdiği peygamberlerle onları, rahmetinden yaralanmaları için müjdelemiş, azabından sakınmaları için de çeşitli örnekler vererek uyarmıştır.

Yüce Allah’ın, hiçbir kuluna özel bir kini olmadığı gibi, O’nun yanında hiçbir kulun da ayrı bir statüsü yoktur. O, kullarına bildirdiği ilahi kurallara uygun ya da aykırı hareket edişlerine göre onlara muamele edecek, rahmet ve azabını, hak ettikleri oranda kendilerine verecektir.

54- O gün, hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz ve siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz.

İnsanın kendisine yaptığı kötülüğü, hiç kimse ona yapamaz. Kur’an, hiç kimsenin hiç kimse adına iyilikte bulunmayacağı gibi, hiç kimsenin bir başkası adına kötülük de yapmayacağını bildirir. Bu nedenle insanlar, ancak yaptıklarının karşılığını görürler.

Kabir aleminin olduğunu iddia eden kitaplar

İslâm toplumunun, Kur’an gerçeğinden uzaklaşmasından ya da uzaklaştırılmasından sonra toplumu yanlış bilgilerle bilgilendiren birçok kitap ortaya sürülmüştür. Ortaya sürülen bu kitapların hemen tümüne yakını, Kur’an gerçeğiyle zıt bilgilerle doldurulmuştur. Bu bilgileri dinden zanneden toplum ise, günden güne Kur’an’la bağlarını koparmış, Kur’an’a yabancılaşmıştır.

Kur’an gerçeğine zıt bilgileri, dinden kabul ederek esas alan insanlar, daha sonra Kur’an gerçeğiyle bu bilgileri test edecek yerde, tam aksine hareket ederek Kur’an gerçeğini bu bilgilerle test etmeye kalkışmışlar, bu bilgilere Kur’an’dan delil getirmeye çalışmışlardır. Bunlar, öyle ileri gittiler ki; bu asılsız bilgileri onaylamayan, bu bilgilerle çelişen ayetleri tevil ederek yanlış bilgileri Kur’an’a tasdik ettirmeye çalışmışlardır. Her alanda yapılan bu tevil ve saptırma faaliyetleri, kabir âlemi ya da azabı konusunda da yapılmıştır.

Kur’an dışı bu bilgiler, en muteber kabul edilen kimi kitaplarda da yazılmıştır. Bu kitaplardan biri de Kütüb-i Sitte adlı eserdir. Kütüb-i Sitte adlı eserdeki şu ifadeler, bu kimselerin gerçekleri saptırmada ne derece ileri gittiklerinin apaçık bir göstergesidir. “Kabir azabının varlığı pek çok nassla sabit olan bir gerçektir.” (Kütüb-i Sitte, c. 7 sh. 105)

Bu yalanı uyduranlar, var dedikleri nas ayetlerden bir tane bile örnek verememişler, veremezler de; verecekleri kimi ayetlerin ise, konuyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayacaktır. Aynı çevrelerin hadis diye verdikleri sözler ise, uydurma oldukları daha ilk bakışta ortaya çıkmaktadır. Örneğin; “Manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü değildi!” (Kütüb-i Sitte, c.15, sh.343)

Hadis diye uydurulan bu sözün, daha ilk bakışta uydurma olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’da cehennemin korkunçluğundan, ateşin kuşatıcılığından, küçük düşürücülüğünden, kötülüğünden söz edilirken, kabir azabı konusunda bir tek kelime bile geçmemektedir. Rasulullah (as)’a büyük bir iftira olan bu söz, -hâşâ- Allah ve Rasulü’nü karşı karşıya getirmektir.

Yüce Allah (cc), cehennemin korkunçluğundan ve ürkütücülüğünden söz ederken, bu uydurma söz, yüce Allah’ın cehennem azabı hakkındaki ayetlerini küçümsemekte, kabir azabının çok daha korkutucu ve ürkütücü olduğunu iddia etmektedir. Bu iddia ise küfürdür; küfür olan bir iddiayı Rasulullah (as)’a isnat etmek ise hem küfür, hem iftira, hem de hakarettir. Bu uydurma sözün, daha birçok benzerleri sahih diye yutturulan yalan makinesi kitaplarda bulunmaktadır. Bunları uyduranların amaçları, Kur’anî gerçekleri gözardı etmekten başka bir şey değildir. Kur’an, Kıyamet gününün daha çetin olduğunu, o gün, kabirlerden çıkan kâfirlerin ağzıyla vermektedir.

“Gözleri düşkün düşkün kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler; boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken kâfirler: ‘Bu çetin bir gündür!’ derler.” (Kamer, 7–8)

“Vah bize, bu ceza günüdür!’ dediler” (Saffet, 20)

Şayet, kabir azabı olsaydı kıyamet günü hesap için toplanan suçlular, “Vah bize, bu ceza günüdür” demezlerdi. Çünkü şiddetli bir ceza görmüş olanlar, bu cezaya ara verildiğinde sevinerek, “Nihayet cezamız bitti” derlerdi. Oysa onlar, ceza gününü gördüklerinde “Vah bize” diyerek üzüntülerini ortaya koymaktadırlar.

Kabir azabı olsaydı, her konuda kullarını en ayrıntılı bir şekilde bilgilendirip uyaran yüce Allah (cc), o konuda da, kullarını uyaracak ve onları ondan sakındıracaktı. Nasıl ki, merhameti gereği cehennem azabının varlığını haber vererek kullarını ondan sakındırmışsa, aynı şeyi kabir azabı için de yapardı.

Kabir azabı hakkında, Kur’an’da bir tek ayet dahi geçmemektedir; cehennem azabı hakkında ise onlarca ayette uyarılar ve bilgiler vardır. Aynı şekilde kabir hayatı olsaydı yüce Allah (cc), cennet ile cehennemde olanları haber verdiği gibi kabirde olan durumları da kullarına haber verecekti.

Kur’an’ın, hakkında bilgi vermediği bir konuyu, İslâm’danmış gibi gösterenler, yeni bir din ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bu ise, dinin tamamlandığını bildiren yüce Allah’a, apaçık bir iftiradır ve bu iftirayı yapanlar ancak kendilerini sorumluluk altına sokmaktadırlar.

Kabir hayatının varlığını iddia eden bir başka kitap ise, İmam Hatip Liseleri X. sınıf müfredatı için yazılan ve genç beyinleri iğfal eden, Ahmet Lütfi Kazancı adlı bir şahıs tarafından, hazırlanan “Akaid ve Kelam” isimli eserdir. Yazar, elinde Kur’anî hiçbir delil bulunmadığı halde, insan hayatını üç safhaya ayırmakta; bu safhalardan birinin kabir olduğunu iddia etmektedir. Oysa Kur’an, birçok ayetinde insan için iki safha olduğunu, bunların da, dünya ve ahiret olarak ikiye ayrıldığını bildirmektedir.

“Elbette Biz, elçilerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem şahitlerin duracakları günde yardım ederiz.‛ (Mü’min, 51)

Tüm insanların, hesabının ahiret gününde görüleceğini, kâfirlerin ileri sürecekleri mazeretlerinin kendilerine hiçbir fayda sağlayamayacağını (40/52) bildiren yüce Allah’ın hükmüne rağmen adı geçen kitapta, kabirde de insanların sorgulanacağı iddia edilmektedir. İddialarında daha da ileri giden yazar, İbrahim suresi, 27. ayetinin kabir azabı ile ilgili olduğunu savunur; oysa ilgili ayet, dünya ve ahiret olarak iki hayattan söz etmektedir.

“Allah inananları, dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tesbit eder. Allah, zalimleri de saptırır ve Allah dilediğini yapar.” (İbrahim, 27)

“Akaid” adı verilen ilgili kitabında yazar, diğer kitaplarda da tevil edilen Mü’min, 46. ayetini tevil ederek kabir azabıyla ilgili olduğunu iddia eder.

Kabir âlemi ile ilgili vereceğimiz bir diğer kitap da Prof. Dr. Süleyman Toprak adlı bir şahsın kaleme aldığı “Ölümden Sonraki Hayat” adlı eserdir. Yazar bu eserinde, Rasulullah (as)’a iftira etmekle kalmayıp onunla beraber, yüce Allah’ın ayetlerini tevil ederek O’na da iftira etme cüretini gösterebilmiştir. Bu eserde yazar, kabir ve kabir âlemiyle hiçbir ilgisi bulunmayan ayetleri, kelime benzerliğinden hareketle kabir âlemi olarak göstermeye çalışmakta, böylece ayetlerin anlamlarını olduğundan başka göstermektedir.

‘Berzah’ kelimesini, ölümle yeniden dirilmeye kadar olan süre olarak veren yazarın verdiği ayetlerin bu konuyla hiçbir ilgisi yoktur.

“İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar; aralarında berzah (perde) vardır, bir birine karışmıyorlar.”(Rahman, 53)

“Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman: ‘Rabb’im’ der, beni geri döndürünüz ki, terk ettiğim dünyada salih iş yapayım’ Hayır, bu onun söylediği bir laftır, önlerinde ta dirilecekleri güne kadar bir perde vardır.”(Mü’minun, 99–100)

Ayetlerden de anlaşılacağı üzere “Berzah”, iki şey arasındaki perde, iki şeyin birbirine kavuşmasını engelleyen mânia(engel)dir. İki denizin birbirine kavuşmasını engelleyen perde ne ise, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki perde de odur. İki deniz arasında nasıl ki üçüncü bir su ya da başka bir şey yoksa aynı şekilde, dünya hayatı ile ahiret arasında da öylece bir hayat yoktur. Ayetlerde geçen “Berzah” kelimesi, her iki durum için aynı şeyi ifade etmekte ve perde olarak geçmektedir. Yani iki durum arasında sıkışan perdenin içinde üçüncü bir hayat söz konusu değildir.

Adı geçen yazar, tevil ve çarpıtmalarına devam ederek ölüm ve uyku ile ilgili olan Zümer, 42. ayetini kabir hayatına örnek vermeye çalışmaktadır.

“Allah, ölmekte olan canları alır, ölmeyenleri de uykularında (alır); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Zümer, 42)

Yüce Allah (cc) ölmekte olan kimselerin ruhlarını aldığını, vadesi gelenlerin ruhlarını alırken, vadesi gelmeyenlerin ruhlarını da belli bir süreye kadar ertelediğini bildirirken yazar, “Bu ruhların, kabirde ölülerden bazılarına ruhlarının iade edileceği” şeklinde, El-Kasımi’ye dayanarak verir. Ancak yazar, burada ayetin anlamını çarpıtması bir yana iddiasında kendisiyle çelişkiye de düşmektedir. Çünkü madem ki (ona göre) kabir hayatı vardır, o halde tüm ölülerin ruhları iade edilmesi gerekmez miydi!

Cennet ve cehennemdeki durumları bildiren ayetleri, dilini eğip bükerek, kabir hayatı olarak veren yazar, çarpıtmalarına kitabın sonuna kadar devam eder. Yazar, yüce Allah’tan korkmadan konuları çarpıttıkça çarpıtmış, ayetleri tevil ettikçe etmiştir. Bu kişinin ve benzerlerinin hükmünü yüce Allah’a havale ediyoruz.

Kabir hayatının ve azabının var olduğunu iddia edenlerin, Kur’anî hiçbir delilleri yoktur. Bu kişiler, iddialarına delil olarak kabir hayatıyla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan ayetleri çarpıtarak tevil ederek verirler.

Kısa hayatın büyük mükâfatı

Dünya hayatı oldukça kısa bir hayattır ve insanlar, bu kısa hayatı değerlendirdikleri oranda bahtiyardırlar. Akıl sahibi kimseler, bu kısa dünya hayatını, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği Kur’ani esaslar doğrultusunda hareket ederek değerlendirirler ve böylece hem dünya hayatlarını mutlu ve huzurlu bir şekilde geçirirler, hem de ahiret hayatlarında Rab’lerinin kendilerine vereceği mükâfatlara kavuşurlar.

55-58- O gün cennet halkı, bir iş içinde eğlenirler; kendileri ve eşleri, gölgelerde koltuklara yaslanmışlardır. Orada onlar için meyvalar ve istedikleri her şey vardır. (onlara) çok esirgeyen Rab’den sözle selâm (vardır).

Kendi hevalarını tek ölçü ve ilah edinip onun isteklerine göre hareket edenler, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği ilahi mesajdan yüzçevirip şeytana ve şeytani düzenlere tabi olanlar, hem dünya hayatlarını huzursuz ve mutsuz yaşarlar, hem de suçlular olarak Rab’lerinin huzuruna giderler.

59-62-‘ Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın! Ey Adem oğulları, ben size and vermedim mi? Şeytana itaat etmeyin o sizin apaçık düşmanınızdır; Bana tapın doğru yol budur diye!’ O, sizden birçok kuşağı saptırmıştı, düşünmüyor muydunuz?

İnsanın en büyük düşmanı İblis, insanın yaratıldığı daha ilk günde yemin ederek, insanları Allah yolundan saptıracağına söz vermiş ve bu sözü doğrultusunda hareket ederek insanların çoğunu Rab’lerine isyan ettirmiştir. (Şeytan ile ilgili çok geniş ve açık bilgiler, A’raf suresinde verilmiştir.)

Yüce Allah (cc), insanların fayda ve zararlarına olan her şeyi en ince noktasına kadar belirtmiş, neleri yapıp nelerden sakınacaklarını çok açık bir şekilde kendilerine bildirmiştir. Ancak ne yazık ki insanlardan birçoğu, adeta Rab’lerine muhalafet edercesine O’nun bildirdiklerine aykırı hareket etmişler, bu isyan ve küfürleri sonucunda Rab’lerinin, sakınmalarını istediği cehennemi kazanmışlardır.

63-64- İşte size söylenen cehennem; inkârınızdan dolayı bugün oraya girin!

Cehennemin, ne ve nasıl bir yer olduğu, hangi durumlarda oraya gidileceği, kimlerin oraya girecekleri, oraya girildikten sonra hiçbir şekilde bir daha çıkışı olmayacağı insanlara önceden açık bir şekilde bildirilmiştir. Bütün bu apaçık bildirimlere rağmen insanlardan çoğu, cehennnemi önemsememiş, bu yüzden de Rab’lerinden kendilerine gönderilen Tevhidi esaslara sırt dönmüşlerdir. İnsanların, Tevhidi esaslara sırt dönmeleri, kendilerine cehennnemi kazandırmıştır.

Adalet nizamında yargılanma

Yüce Allah (cc), kullarının her hallerini çok iyi bilmesine, onların dünya hayatlarında yapıp söylediklerini kayıt altına aldırmasına, rızasına muvafık olan iyi amellerin ve hoşlanmadığı kötü fiillerin neler olduğunu, yapılanların karşılıklarını önceden insanlara bildirdiği halde, kıyamet gününde suçluları hemen toplatıp cehenneme sürmemektedir.

Kıyamet gününde Kitap ortaya konularak peygamberlerin ve şahitlerin huzurunda insanlar, kendilerine gönderilen kitaplardan sorgulandıkları, dünya hayatlarında söyledikleri sözleri ve yaptıkları fiilleri neye göre nasıl yaptıkları kendilerine sorulduğu, onların verdikleri cevaplar dinlendiği halde yüce Allah (cc), suçluları hemen cehenneme göndermemekte, onların, kendi uzuvlarını da konuşturarak insanları kendi nefislerine şahit tutmaktadır.

65- O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahidlik eder.

66-67- Dilesek gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi, ama nasıl görecekler? Dilesek kılıklarını değiştirip onları oldukları yerde dondururduk, ne ileri gidebilir, ne geri dönebilirlerdi.

Suçlular hiçbir sistemde, hiçbir yönetimde ve hiçbir mahkemede, yüce Allah’ın huzurunda olduğu kadar adil bir şekilde yargılanmazlar. Kadiri mutlak olan yüce Allah (cc), Kendisine, şirk koşup isyan da etseler, gönderdiği ilahi bildirimleri dinlemeyip azgınlıklarına devam da etseler, gönderdiği elçilerini yalanlayıp onlara saldırarak elçileri şehid de etseler, bütün bu yaptıklarına rağmen, suçlu olan kullarını, apar topar cehenneme göndermemekte, her yönüyle adil bir yargılama yapmaktadır.

İnsan, nankör olduğu kadar zavallıdır da; Rabb’inin kendisine verdiği hayatı, sonuna kadar kullanır da, bu hayatı kendisine bahşedene yönelip şükretmez. İnsan, aynı zamanda, kendi yaratılışını, neden nasıl yaratıldığını, yaşadığı hayatta sorumluluğunun ne olduğunu düşünmeyecek kadar da cahildir.

68- Kime uzun ömür versek, onun yaratılışını baş aşağı çevirir(gücünü azaltır)ız, akıllarını kullanmıyorlar mı?

Her insan, kendisinin bir bebek olarak doğduğunu, çocukluk yıllarındaki korumasız halini, gençliğinin güçlü ve kuvvetli dönemlerini, olgunluk çağlarını ve nihayet yaşlanıp başkalarının yardımına muhtaç aciz bir kişi haline geleceğini ve nihayet ölüp gideceğini bilir.

İnsanların çoğu, kendileri ile ilgili bütün gerçekleri bilmelerine rağmen aklederek düşünmez, kulluk görev ve sorumluluklarını idrak etmez, Rab’lerinden kendilerine gönderilen ilahi hükümlere gereği gibi teslim olmazlar. İşte bütün bu nankörlük ve cehaletleri neticesinde onlar, cehennemi tercih ederek oraya gidecek fiilleri yaparlar.

Kur’an, diri olanları uyarmak için gönderilmiştir

69-70- Biz ona şiir öğretmedik, (bu) ona yakışmaz da; o sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) söz(ü) hak olsun.

Kur’an, insanların yaşadıkları hayatı, Rab’lerinin razı olacağı şekilde düzenlemeleri için gönderilmiştir. Bu nedenle Kur’an’ın, mutlaka anlaşılarak, güncel karşılıkları bulunarak okunması gerekir. Aksi halde Kur’an, günümüzde olduğu gibi, ölülerin uğurlandığı kilise ilahileri ya da ateistlerin ölülerini gönderirken arkasında söyledikleri marşlara dönüşür.

Müslümanlar tarafından her vesile ile Kur’an’ın, hayatta yaşayan insanları uyarmak için gönderildiği açık bir şekilde ortaya konulmalıdır. Kur’an’ın belirlediği hayat tarzını yaşamayanların onu inkâr ettiklerini ve inkâr edip umursamaz bir tavır takınan inkârcılara da azabın hak olacağını bildirmek Müslüman davetçilerin görevidir.

Bugün Kur’an, maalesef hayatı düzenlemek için okunup öğrenilmiyor. İnsanların çoğu, Kur’an’ı kutsal bir kitap olarak görür, şekilsel olarak ona saygı duyar, öper, alnına koyar; ancak bu saygı gösterip kutsal gördüğü Kur’an’ın içinde kendisini dünya ve ahiret saadetine ulaştıracak hükümlerden habersizdir. Kur’an’ın içinde bulunan gerçeklerden habersiz olan insanlar, doğal olarak onun anlaşılır, kolay bir Kitap olduğunu da bilmezler ve Rab’lerinin kendilerine seslenişini de duymazlar.

“Andolsun biz, Kur’ân’ı öğüt almak için kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?” (Kamer, 17)

“Biz o(Kur’a)n’ı senin diline kolaylaştırdık ki, onunla korunanları müjdeleyesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarasın.” (Meryem, 97)

Kur’an’ın, öğüt için kolaylaştırıldığını bilebilmenin yolu, onu açıp okumak ve okunan ayetler üzerinde düşünüp yüce Allah’ın, kullarından ne istediğini bilmektir. Ancak gerek İslâm düşmanı İsrailiyat, gerekse üçbeş kuruşluk bir menfaat elde etmek isteyen çıkarcı belamlar, Kur’an’ın önünde kaleler örerek onun anlaşılmasını engellemişlerdir.

Kur’an’ın anlaşılmasına yönelik engellemeler, çok değişik şekillerde olmuştur. Bu engellemelerden bazıları, Kur’ani kavramları hedef alarak onların içleriğini boşaltma, anlamlarını değiştirme şeklinde olurken, bazıları, meal ve tefsirler üzerinde dil oyunları ile kelimeleri yerlerinden kaydırma şeklinde olmuştur. Kur’an’a abdestsiz dokunulmayacağı, onu ilim ehlinden başkalarının anlamayacağı yalanları da Kur’an’ın anlaşılmasının önünde aşılmaz engellerden biridir.

İnsanları, Kur’an’dan uzaklaştırmak için Kur’an’ın anlaşılması önünde aşılmaz duvarlar örenler, Kur’an’ın, gerçekten çok kolay anlaşılan bir kitap olduğunu aslında çok iyi biliyorlar; ancak çıkarlarının kaybolacağı endişesiyle bu gerçeği, kendilerine tabi olanlardan gizliyorlar. Oysa onlar, Kur’an’a muhatap olan ilk neslin, hiçbir ilme sahip olmadıklarını, bir çoğunun okuma yazmasının bile bulunmadığını ve buna rağmen Kur’an’ı çok iyi bildiklerini biliyorlar.

Kur’an’ın anlaşılmayacağı yalanlarını üretenlere tabi olanlar ise, öncü edindikleri kimselere teslim oldukları, onları olduğundan fazla gözlerinde büyüttükleri için, onların doğru söylediklerini zannederek Kur’an’ın kapağını bile açmaya yaklaşmamaktadırlar. Onlar, kendilerine öğretilen yalanlara kanarak Kur’an’ı ancak Arapça ve ondan sevap umarak okumakta, okuduklarını da ölülerine gönderdiklerini düşünerek sağa sola üflemektedirler.

Ölülerin ruhkarı için Kur’an okuma

“Bir Kur’an’dır ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) söz(ü) hak olsun.” buyuran yüce Allah (cc) Kur’an’ı, kimler için gönderdiğini, düşünüp akledenlerin, Kur’an’dan öğüt alabileceklerini apaçık bir şekilde bildirmiş iken, Kur’an’ın, anlaşılmasını istemeyenler, Kur’an’ın ölüler için okunacağı, hatimlere sınırsız sevaplar verileceği gibi yalanlarla insanları kandırmışlardır.

Kur’an düşmanlarının yaydıkları yalanlara kanan kimseler, Kur’an’ın, düşünen diri insanlara hitap ettiğini bilmeden, onu ölülerine okumuşlar, hatim üstüne hatimler indirerek sevap alacaklarını zannetmişlerdir. Oysa ölüler, ne akledecek, ne de düşünecek durumdadırlar ve Kur’an, öldükten sonra insanı sorumlu tutmamaktadır.

Ölen kimse, şayet Müslüman ise zaten her namazda ona, “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve mü’minleri bağışla!” diyerek dua edilmektedir. Bunun dışında ölen kimseler için Fatiha, Yasin ya da Kur’an’dan başka bir sure okumak kesinlikle doğru olmayan bir davranış olduğu gibi, diri olanlara gelen Kur’an’ı, ölülere okumak kişiye büyük bir sorumluluk getirecektir.

Yüce Allah (cc), diri olan insanlara Kur’an’ı göndererek onların, Kendisini gereği gibi tanımalarını, koyduğu hükümler doğrultusunda hareket etmelerini, kendilerine verdiği nimetlere şükretmelerini istemektedir.

71-73- Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara mâlik olmaktadırlar? Onları kendilerine boyun eğdirdik,onlardan bazıları binekleridir ve onlardan bazılarını da yerler; kendileri için onlarda daha birçok yararlar ve içecekler var; hâlâ şükretmiyorlar mı?

Her şeyi insanların hizmetine veren yüce Allah (cc) onların, ancak Kendi buyruklarına uygun hareket etmelerini ve yalnızca Kendisinden yardım dilemelerini istemektedir. Ancak insanların çoğu, Rab’lerinin buyruklarına aykırı hareket ederek O’ndan başka ilahlar edinmektedirler.

74-75- Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’tan başka ilahlar edindiler; (onlar) kendilerine yardım edemezler, aksine kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir.

Kendilerine verilen onca nimetlere rağmen, nankörlük edip Rab’lerinin hükümlerinden yüzçevirenler, Rab’leri yanında kendilerine yardımcı olacaklarını düşündükleri kişilere tabi oldular, onların istek ve emirlerini Rab’lerinin istek ve emirlerine tercih ettiler. Böylece onları ilah edindiler.

76- Onların sözü seni üzmesin; Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.

Yüce Allah (cc), Kur’an’ın anlaşılması önünde engel oluşturanların, bunu neden yaptıklarını çok iyi bilmektedir. Bu engelleyiciler, Kur’an’a karşı söyledikleri sözlerle ve yaptıkları fiillerle yüce Allah’a karşı tavır almışlardır. Onlar, bu tavırlarını ister bilinçli, isterse bilinçsizce yapsınlar, yüce Allah’a karşı apaçık bir isyandır.

77- İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfe(sperm)den yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?

Gerçekten insanlar, cahil ve nankördürler; neden, nasıl yaratıldıklarını düşünmeden, acziyetlerine bakmadan, kendilerini bir damla sudan yaratan Rab’lerine şirk koşup isyan etmekte, nankörlük yapıp inkâr etmektedirler.

İnsanları, Tevhidi esaslara ve yüce Allah’ın birliğine davet etmek yerine, O’nun doğru yolu üzerine oturarak insanların Rab’lerine yönelmelerine engel olanlar, söyleyip yaptıkları ile yüce Allah’a iman etmediklerini ortaya koymaktadırlar. Onlar, şayet gerçekten Rab’lerine iman etmiş olsalardı, Rab’lerinin onları yeniden diriltip yaptıklarının hesabını soracağını da bilir ve bu denli azgınlık içerisine girmezlerdi.

(İnsanın yaratılışı ile ilgili olarak Vakıa suresinde geniş bir açıklama bulunmaktadır.)

İnsanın, kendi yaratılışını düşünmesi, elbette en önemli aşamadır. Çünkü kendilerinin neden, nasıl, niçin yaratıldıklarını, görev ve sorumluluklarını düşünmeyen kimseler, hiçbir şekilde yaratıcılarına gereği gibi iman etmezler. Bu nedenle insanların, öncelikle kendi yaratılışlarını, kendilerini yaratanı, bu muazzam yaratılışın nasıl gerçekleştiğini, yaratılmanın nedenini iyi düşünmelidirler.

“Biz sizi yarattık; doğrulamanız gerekmez mi! Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcılar biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmiş değildir. (Ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi, bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşa edelim.” (Vakıa, 57-61)

Günümüzde tıp ilmi olağanüstü denilebilecek bir gelişim göstermiş, insanın, bir meniden hangi aşamalardan geçerek oluştuğu, adeta saniye saniye gözlerönüne serilmekte ve hayranlıkla izlenmektedir. Yüce Allah (cc), inkârcılara şöyle sesleniyor.

“Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vakıa, 62)

Basit ve bulanık bir su olan meninin, nasıl oluştuğunu, oluştuktan sonra da, bir yaratıcı olmadan şekil almayacağını ve canlı insan haline gelmeyeceğini her aklı selim kimse bilir. Ancak inkâr ve isyanlarında sınır tanımayan kimseler, insanın yaratılışındaki mükemmelliğin kimin tarafından gerçekleştirildiğini söylemek, açıklamak istememektedirler. İşte bu, gerçekleri örtmek, gizlemektir ki apaçık bir şekilde küfür ve yaratana isyandır.

Gerçekten insanlar, cahil ve nankördürler; neden, nasıl yaratıldıklarını düşünmeden, acziyetlerine bakmadan, kendilerini bir damla sudan yaratan Rab’lerine şirk koşup isyan etmekte, nankörlük yapıp inkâr etmektedirler.

78-79- Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek; O, her yaratmayı bilir.’

Küfür ve azgınlıklarında sınır tanımayan bazı inkârcılar, yeniden dirilmeyi inkâr ettikleri için yüce Allah (cc), bu dirilmenin mutlaka gerçekleşeceğini onların anlayacakları örneklerle anlatmıştır.

Mekke’de Rasulullah (as), ahiret ve yeniden dirilme konularında tebliğler yapıyordu, Übey bin Halef adında bir inkârcı, eline bir kemik parçası alarak Rasulullah (as)’a; “Ey Muhammed! Bu çürümüş kemikleri kim tekrar diriltecek? Allah’ın bu kemikleri tekrar yaratacağına nasıl inanıyorsun?” dedi. Bunun üzerine bu ayet inzal edilmiştir.

Yüce Allah (cc), insanların, yeniden dirilmeyi anlamaları için bu konuda birçok örnekler vermiştir. Bu örneklerden biri de Al-i İmran suresindeki şu ayettir.

“Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın, dilediğini hesapsız rızıklandırırsın!” (Al-i İmran, 27)

Ölüden diri, diriden ölü çıkartılması, gece karanlığından gündüzün aydınlığının çıkartılması, aydınlığın zifiri karanlığa büründürülmesi, yaşayan her aklı başında insanın anlayacağı bir örnektir. Yüce Allah (cc), insanların kullandıkları eşyalardan da örnek vermekte ve yeşil ağaçtan nasıl ateşin çıkartıldığını hatırlatmaktadır.

80- O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz.

Kur’an, o kadar kolay ve kolaylaştırılmıştır ki, hiçbir ilmi olmayan, aklı başında her normal insanın anlayabileceği bir Kitaptır. Yüce Allah (cc), insanların, gönderdiği hükümleri anlamaları için, onların yaşadıkları hayattan örnekler vermektedir; ölülerin diriltilmesi ve yeşil ağaçtan ateş çıkartılması örneği, Kur’an’ın inzal olduğu dönemde yaşayan her insanın anlayabileceği bir karşılaştırmadır.

Bu ayeti, Elmalı’lı Hamdi Yazır tefsirinde, Arabistan’da “merh ve afar” denilen iki ağaç olarak izah etmiş ve bu ağaçların, yemyeşil olmalarına rağmen birbirlerine sürtüldüklerinde ateş çıkaran ağaçlar olduğunu, bedevilerin bu ağacı bildiklerini ifade etmiştir.

“(İki dalı birbirine sürterek) çıkardığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratanlar biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.” (Vakıa, 71-73)

Yeşil ağaçtan ateşin çıkartılması örneği, aslında günümüz insanının da bilebileceği bir gerçektir. Yeşil olan ağacın, kuruduktan sonra nasıl sanat eserlerine dönüştürüldüğü, aynı şekilde o ağacın ısınma aracı olarak da kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Her şeyi yapmaya müktedir olan yüce Allah (cc) için hiçbir konuda hiçbir zorluk bulunmamaktadır.

81-82- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır; O, çok bilen yaratıcıdır, O’nun işi, bir şeyi istedi mi ona, sadece ‘ol’ demektir, hemen oluverir.

Gerek bu surede, gerekse Kur’an bütünlüğü içinde bildirilen hükümlerin, verilen örneklerin, yapılan açıklamaların hepsi insanların, yüce Allah’ın tek İlah, tek Hükümran olduğu, Uluhiyet, Rububiyet ve Hükümranlığın yalnızca O’na ait olduğu gerçeğini bilmeleri ve Rab’lerine gereği gibi iman etmeleridir.

83- Yücedir O ki, her şeyin hükümranlığı O’nun elindedir ve siz O’na döndürüleceksiniz.

Hiçbir şeye sahip olmayan kimselerin, kendilerini yaratan ve ellerinde bulunanları kendilerine bahşeden Rab’lerine isyan etmeleri, apaçık bir cehaletten başka bir şey değildir. Onlar, hem kendi canlarında kendilerine lütfedilen, hem de dünya hayatında yaşantılarını kolaylaştırıp hayatiyetlerini sürdürmelerine neden olan nimetleri veren Rab’lerine dönüp bütün bunların hesabını vereceklerini hiçbir şekilde düşünmüyorlar. Ancak Rab’lerine dönüş ve O’nun huzurunda toplanacaklar ve her şeyin hesabını vereceklerdir.

Kıyamet günü yüce Allah’ın huzuruna toplanıldığında, dünya hayatlarında Rab’lerini gereği gibi tanıyanlar, O’na kulluk edenler kurtuluşa ermiş bahtiyar kimseler olacaklar, ancak O’nu gereği gibi tanımayıp O’na isyan edip şirk koşanların vay hallerine o gün!

-Yasin Suresi Sonu-

 

Kurani Mücahede: 2014-03-13