Târık Sûresi

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

İnsanların hayatları üzerinde baskı ve zulüm ile hüküm süren ve adeta toplumların kaderi gibi algılanan siyasal yapılar, insanların zihinlerinde kronikleşmiş kültürel alışkanlıklar ve geleneksel bozuk inançlar, yepyeni bir mesaj getiren öncü kişilerin ortaya çıkması neticesinde kısa bir zaman diliminde yerlebir olmuşlardır.

Toplumsal değişimler, çok büyük fedakârlık örneği gösteren öncü insanların ortaya çıkması ile mümkün olabilmiştir. Tarihsel süreçte birçok örneği görülen bu öncü kişiler, kimi zaman bir dönemi sona erdirip yeni bir dönemin başlamasına da neden olmuşlardır.

İnsanların hayatı üzerinde hüküm süren siyasal bir yapının ya da toplumların düşünce dünyalarını kuşatan gelensel alışkanlıkların ve kronikleşmiş kültürel inançların değişmesi hiç de kolay değildir. Toplumsal bir değişimin olabilmesi, ancak yepyeni bir mesajın, yeni bir anlayışın ve çok farklı bir düşüncenin, çok büyük fedakârlık ile ortaya konulması sonucunda mümkün olabilir.

İnsanların ve toplumların değişmesi, ancak çok farklı bir düşüncenin ve mesajın net ve açık bir şekilde ortaya konulması ile sağlanabilir. Net ve açık olmayan bir düşünce ya da bir mesaj, insanların hayatında bir değişikliğe neden olmadığı gibi toplumu da değiştiremez. Net ve açık olmayan düşünceler, ancak insanların bilgi dağarcıklarında ek bir bilgi olarak yerini alır.

Risalet tarihinde Risalet önderleri ve onların izinden giden Tevhid erleri, içerisinde yaşadıkları toplumlarda Tevhidi esasları, net ve çok açık bir şekilde ortaya koydular, neye davet ettiklerini ve getirdikleri mesajın insanlardan ne istediğini açıkça söylediler. Davete muhatap olan insanlar, neye çağırıldıklarını, bu çağrıya icabet etmeleri halinde neleri kabul ettiklerini ve bunun sonucunda neyi terk edeceklerini çok iyi biliyorlardı.

Risalet önderleri ve Tevhid erleri, Tevhidi esasları öyle net ve açık bir şekilde ortaya koydular, insanlara öyle anlattılar ki insanlar, kendilerine anlatılanları adeta gözleri ile görmüş, elleriyle dokunmuş gibi çok net bir şekilde anladılar ve tavırlarını ona göre belirlediler.

Davetin ortaya konuluşundaki net ve açık anlatış kadar insanların konuyu algılayışları da çok net idi. Bu öyle bir algılayıştı ki, karanlıkta ortaya çıkan bir yıldızın görülmesi gibiydi. Bunun sonnucunda insanlar, bu çağrı ile kendilerinden ne istendiğini, neleri kabul edip nelerden vazgeçeceklerini çok net ve açık bir şekilde anladılar ve bunun sonucunda tavırlarını belirlediler.

Risalet önderleri ve Tevhid erleri, egemen siyasi yapıları ve geleneklerini din edinen insanların tüm baskı ve saldırılarına rağmen taviz vermeden davetlerini sürdürmüşlerdir. Davetlerini insanlara duyurma ve bunu sürekli bir şekilde sürdürme ısrarları uğruna Risalet önderi ve Tevhid erleri, birçok baskı ve zulümle karşılaşmışlar, bir çoğu bu uğurda canlarını feda etmişlerdir.

Davette netlik ve açıklık esastır; net ve açık olmayan çağrılar, hem insanlar üzerinde etkili olmaz, hem de toplumsal ve siyasal değişimlere neden olmaz. Tevhidi esaslara çağrı, toplumu ve siyasal sistemi sarsmalı, düşünce yapılarını alt üst etmelidir. Ancak bu durumda toplumsal değişim mümkün olabilir.

Davetçi Müslümanlar, daha önceki surelerde belirtildiği üzere, kendi toplumlarına daveti ulaştırırlarken, toplumda adeta tozu dumana katmışlar, insanların geleneksel din anlayışlarını, kronikleşmiş kültürel kalıntılarını, zulüm üzerine oluşturdukları siyasal yapılarını allak bullak etmişlerdir. İşte bu konudaki örneklikler.

“Andolsun nefesleriyle ses çıkararak koşanlara, ateş çıkaranlara, sabahleyin akın edenlere, tozkoparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara.” (Adiyat, 1-3)

“Andolsun o ardı arda dizilenlere, bağırıp sürenler, zikir okuyanlara ki ilâhınız birdir.” (Saffat, 1-4)

“Andolsun birbiri ardınca gönderilenlere, rüzgâr gibi esip savuranlara, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara, zikir bırakanlara.” (Mürselat, 1-5)

“Andolsun çıkıp dolu dizgin gidenlere, ileri atıldıkça atılanlara, süzülüp gidenlere ve yarışıp (öne) geçenlere.” (Naziyat, 1-4)

“Savurup kaldıranlara, yük yüklenenlere, kolayca akıp gidenlere.” (Zariyat, 1-3)

Davetçilerin, toplumları içine girişleri, karanlığı yarıp ortaya çıkan parlak bir yıldız gibi etrafı aydınlatıcı bir şekildedir. Bu nedenle Tarık suresi, Kur’an’ın indirilişini tarık yıldızına benzeterek vermektedir.

Surenin Açıklaması

1-3- Göğe ve Tarık’a andolsun. Tarık’ın ne olduğunu sen nereden bileceksin? Parlayan yıldızdır.

Sure, yeminle başlamaktadır; yeminle başlayan surelerin, devam eden ayetlerinde önemli konulara vurgu yapıldığını daha önceki benzer surelerde değinilmişti. Burada da önemli bazı konulara dikkatler çekilmektedir. Bunlar, insanın başıboş bırakılmadığı, insanın nasıl yaratıldığı hususlarıdır. Surede, bunlar üzerinde düşünülmesi öğütlenmekte ve en önemlisi de Kur’an’a dikkatler çekilmektedir.

Kur’an’da, muazzam bir anlatım ve konuları birbirine bağlama güzelliği var. Bu surede de aynı güzellikler ortaya konulmaktadır. Gök ve yıldız ilişkisi, bu Kur’ani güzelliğin ve konu bütünlüğünün göstergesidir.

“Göğe ve Tarık’a andolsun” gök ve yıldız ilişkisi birbirini bütünlemektedir. Gök, vahyin indirilişini, Tarık, indirilen vahyi anlatmaktadır. Surenin 11-14. ayetler arasında “Dönüşlü göğe, çatlayan yere andolsun ki, O (Kur’ân), elbette ayırdedici bir sözdür.” ifadeleri, gökten vahyin indirilişini anlatmakta ve yeryüzünü de vahyin uygulandığı alan olarak vererek konu bütünlüğü sağlanmaktadır.

Gök ve yıldız ilişkisi, Necm suresinde “Andolsun inen yıldıza” ifadesi ile verilmişti. Vahyin indirilişi ifade edilirken, “indirdik” ifadesi kullanılır; yüce makamdan yeryüzündekilere gönderilen ilahi mesaj, gök ile yer arasında bir iletişim sağlamaktadır.

“Açık kanıtları ve Kitapları. Sana da o Zikr’i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl, 44)

“Andolsun, size, içinde Zikr’iniz bulunan bir Kitap indirdik. Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Enbiya, 10)

Surenin hemen girişinde Tarık yıldızına yemin edilmektedir. Tarık yıldızı parlaklığı ile karanlığı delen bir yıldızdır. Cehalet karanlıkları içerisinde kalan insanlığa indirilen vahiy de tarık yıldızı misali karanlıkları aydınlatmakta ve insanları cehalet karanlıklarından çıkarmak için onlara yol göstermektedir.

“(Allah) işâretler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol bulurlar.” (Nahl, 16)

İnsanlara yol gösteren işaretler; kainatta insanlara yol gösteren değişik yıldızlar ve yıldız kümeleri bulunmaktadır. Yüce Allah (cc), bu işaretleri örnek vermekte ve cehalet karanlıkları içerisinde kalmış insanlığa da Kur’an’ın yol gösteriğini bildirmektedir.

“Elif lâm râ. (Bu,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp o güçlü ve övgüye lâyık olan(Allâh)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz Kitaptır.” (İbrahim, 1)

Tarık’ın ne olduğunu sen nereden bileceksin? Parlayan yıldızdır. Necm-i Sakıb, kuvvetli bir ışık hüzmesine sahip oluşundan dolayı bu ismi alıyor. Necm-i Sakıb, delik mânâsına "sakb" kökünden "delen yıldız" demektir. Tarık’ın başka anlamları da vardır.

Elmalı’nın tefsirinde şöyle bir tanım yer almaktadır. “Tarık, aslında "tark" kökünden ism-i fâildir. Tark, bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmaktır. Bu asıl mânâsından genişletilerek bunun gerektirdiği birçok mânâda kullanılmıştır. "Çekiç" ve "çomak" mânâsına "mıtraka" bu köktendir. Yol mânâsına gelen "tarîk" da bundan türetilmiştir. Zira yolcular ona ayak vururlar. Buna göre "târîk", esasen "tokmak vurur gibi şiddetle vuran" demek olduğu halde sonra ayak vurmak, yol tepmek mânâsıyla lügat örfünde yola giden yolcuya isim olmuş ve bu mânâda yaygın şekilde kullanılarak hakikat olmuştur.” (Tarık suresi açıklamasında)

Surede Tarık yıldızının ifade edilmesi, Kur’an’ın kalpleri sarsmasına atıftır. Kur’an, kalpleri öyle bir vuruyor ki, kalplerdeki tüm harici düşünceler, kirlenmiş kabuller, sahte sevgiler dökülüp gidiyor ve yerini imanın güzelliği dolduruyor.

4- Hiçbir can yoktur ki başında bir koruyucu olmasın.

İnsan, yaratıldıktan sonra başıboş bırakılmamış, görev ve sorumluluk yüklenmiştir. İnsan, yüklendiği sorumluluk doğrultusunda hareket edip etmediği konusunda görevli melekler tarafından sürekli olarak denetlenmekte yaptığı iyi ve kötü fiil ve söylediği sözler kaydedilmektedir. İnsan, sorumluluğunun bilincinde hareket ettiği sürece elbette hem Rabb’inin rızasını kazanacak, hem de O’nun vadettiği mükâfatlara ulaşacaktır.

İnsanın, kendisi görmezse bile, kendisinin kontrol edildiğini, söz ve davranışlarının kayıt altına alındığını bilmesi, onun söz ve hareketlerinde ölçülü olmasını sağlayacaktır. Oysa sorumluluk duygusu ile hareket etmeyen bir kimseden her zaman uygun olmayan, Rabb’inin rızasına muhalif söz ve davranışlar sadır olabilecektir. Böyle bir durum ise insan için dünya ve ahirette felaket olur.

“Oysa üzerinizde muhakkak gözcü melekler var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler."(İnfitar, 10-12)

“Onun önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Onu Allah’ın emrinden dolayı gözetirler.” (Ra’d, 11)

“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.

Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı kaydetmektedir. hiçbir söz söylemez ki yanında kendisini gözetleyen, dediklerini zapteden hazır bulunmasın.” (Kaf, 16-18)

Yüce Allah (cc), başıboş bırakılmadığını hatırlatarak insandan, her zaman ve her yerde söz ve davranışlarında ölçülü olmasını istemektedir. İnsan, kendisini gözetleyen koruyucu ve yazıcıların olduğunun bilincinde olduğu zaman söz ve davranışlarında daha dikkatli olacaktır.

Her söz ve davranışının kayıt altına alındığına iman eden bir kimse, bunların hesabını da vereceğini bilir. Bu bilinç kişiyi, Rabb’inin kendisine indirdiği ilahi mesaja yöneltir. İlahi mesaja yönelen bir kimse, ilahi mesaj doğrultusunda hareket ettiği sürece, yüce Allah (cc) onu koruyacak, kötülüklere bulaşmasına fırsat vermeyecek, şeytan (aleyhilllanen)in onu aldatmasına izin vermeyecektir.

Ancak insan, vahiyden uzaklaştığı zaman, hem şeytan (aleyhilllane), hem nefsi ve hem de çevresindeki şeytanın insan cinsinden yardımcıları ona musallat olacak ve böylece kendi eliyle kendisini helak edecektir.

Aslında insan, kendisinin farkında olup ne kadar aciz ve eksik olduğunu anlasa, ister istemez, Rabb’ine yönelecek ve her söz ve hareketinde daha dikkatli ve tutarlı olacaktır. Bu nedenle yüce Allah (cc) insana neden, nasıl yaratıldığını, öldükten sonra yeniden eski vücut yapısına kavuşacağını ve hesap vereceğini hatırlatarak, kendisine indirilen ilahi mesaj konusunda daha dikkatli ve duyarlı olmasını ondan istemektedir.

5-7- İnsan neden yaratıldığına bir baksın, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkan atılan bir sudan yaratıldı.

İlmin kaynağı, insanın kendisini bilip tanımasıdır. İnsanın, çevresinde varolan olayları, hayatı, kâinatı, yeri ve göğü, en önemli ve öncelikli olarak da Rabb’ini ve Rabb’inin gönderdiği ilahi mesajı tanıyabilmesi, algılayabilmesi ve iman etmesi için yapacağı tek şey, öncelikle kendisini tanıması, neden, nasıl yaratıldığını düşünmesidir.

Kendini bilmeyen bir kimse, ne Rabb’ini bilir, ne de hayatı, kâinatı ve içindekileri tanır. İnsanın kendisini bilip tanıması, hem kendisi ile hem de çevresi ile uyumlu olmasını sağlar. Bu ise, onun mutlu ve huzurlu olmasına neden olur.

İnsanın kendisini tanıması, nasıl ve neden yaratıldığını bilmesi ile başlar. Hiç meydanda yokken nasıl böyle mükemmel bir şekil ve yapıya kavuştuğunu düşünen insan, ister istemez bunun nedenlerini sorgulayacaktır.

“İnsan önceden hiçbir şey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu?” (Meryem, 67)

Nasıl yaratıldığını düşünmesi insanı, kendisini daha yakından incelemesine sevk edecektir. İnsan, kendisinin meydana gelmesine sebep olan bir damla bulanık su ile uzuvlarının oluşum sürecini, bu uzuvların vücuduna yerli yerince yerleşmesini, uzuvlarının görevlerini nasıl ifa edebildiklerini, bu hassasiyetleri nasıl kazandıklarını düşünecektir.

İnsan, bir damla sudan yaratıldığı halde, düşünme hassasiyetini nasıl kazandığını, düşünmesini sağlayan vücudunun hangi organı olduğunu, düşünme organını harekete geçiren oluşumun nasıl işlediğini, gözlerinin nasıl gördüğünü, kulaklarının sesleri nasıl algıladığını, kokuyu nasıl hissettiğini, nasıl tad aldığını düşünmeye başladığı zaman ister istemez bunların bir düzenleyici, bir yaratıcı olmadan kendiliğinden oluşmayacağı sonucuna varacaktır.

Kendi yaratılışını düşünen insan, yaratıcısı olan Rabb’ine yönelecektir. Öyle ya bir yaratıcı olmadan, vücudunun bir bölgesinden gelen bulanık bir su, rahimde bir müddet bekledikten sonra, konuşan, gören, hisseden, duyan, haz alan, duyguları olan mükemmel bir insan haline geliyor.

İnsan gibi mükemmel bir varlığın, düzenleyici bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi elbette mümkün değildir. Yüce Allah (cc), insanın mükemmel bir şekilde nasıl yaratıldığını şöyle bildiriyor.

“Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alaka(embriyo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allâh, ne yücedir!” (Mü’minun, 12-14)

“Onu sağlam bir karar yerine koyduk; belli bir süreye kadar. Biçimlendirdi; ne güzel biçim vereniz Biz.” (Mürselat, 21-23)

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4)

“Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra alaka oldu da (Rabbi onu) yarattı, düzenledi. O(meni)den iki çifti; erkeği ve kadını var etti.” (Kıyamet, 37-39)

Kendi yaratılışını düşünen insan, Rabb’ine karşı inkârçı olmaz, kendisini güçlü görerek zorbalık yapıp tuğyan etmez, beşer olduğunu bilip böbürlenip kendini üstün görmez, ben merkezci davranıp bencillik yapmaz, neden yaratıldığını düşünerek haddi aşmaz.

Hadini bilen bir kimse, Rabb’i tarafından kendisine bildirilen hükümler doğrultusunda hareket ederek kulluk görevini yapar. İnsan düşündüğünde, kendisini bu derece mükemmel yaratan yüce Allah’ın, onu boş yere ve eğlence olsun diye yaratmadığını anlar ve o zaman isteyerek Rabb’ine yönelir.

“Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 115)

“İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyamet, 36)

“Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.

Biz ona yolu gösterdik: Ya şükredici veya nânkör olur.” (İnsan, 2-3)

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

Kendi yaratılışını, sorumluluk ve görevlerini idrak eden insan, kendisini bir damla sudan yaratan ve kendisine her türlü nimeti sonsuz bir şekilde bahşeden Rabb’inin, bütün bu verdiklerinin bir gün hesabını soracağını ve kendisine gönderdiği ilahi hükümler konusunda da sorumlu tutulduğunu bilir.

8- O (Allâh), onu tekrar döndürmeğe kâdirdir.

İnsanı, kıyamet günü yeniden eski haline döndüren yüce Allah (cc), insanın dünyada yaptığı ve emrettiği halde, yapmadığı her şeyin hesabını ondan soracaktır.

“O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzûrudur. (O zaman) İnsanın yapıp öne sürdüğü, (yapmayıp) geri bıraktığı herşey kendisine haber verilir. Doğrusu insan kendi nefsini görür.” (Kıyamet, 12-14)

9- Gizlilerin (açılıp) yoklanacağı gün,

İşte o gün, insana her şey sorulacak, bütün gizlilikleri ortaya konulacak ve hesap sorulacaktır. İnsanın bu gizlilikleri, insanın duyguları, düşünceleri, insanlara anlatamayıp içinde taşıdığı niyetleri ve insanlardan gizli olarak yaptığı her şeydir. Bu nedenle yüce Alllah (cc), kullarını açık günahlardan sakındırdığı gibi gizli günahlardan da sakındırmaktadır.

“O, göklerde de, yerde de (tek) Allah’tır. Sizin gizlinizi, açığınızı ve ne kazandığınızı bilir.” (En’am, 3)

“Günâhın açığını da, gizlisini de bırakın! Günâh kazananlar, yaptıklarının cezâsını çekeceklerdir.”(En’am, 120)

“De ki: "Rabbim, fuhuşları, gerek açığını, gerek kapalısını; günâhı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmayı ve Allâh hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi kesinlikle harâm etmiştir." A’raf, 33)

Bütün gizliliklerin ortaya çıkarılacağını bildiren yüce Allah (cc), kullarının gizli niyetler peşinde koşmadan düşünce, söz ve davranışlarında, istek ve amaçlarında açık ve net olmalarını istemektedir.

Yüce Allah’ın bildiği ve gördüğü bir konuda, gizli amaçlar peşinde koşmak, bunun için yüce Allah’ın dini de dahil olmak üzere, belli çıkarlar uğruna kullanmak, münafıkça tavır ve söylemlerle insanları kandırmak, insana çok büyük sorumluluklar getirecektir.

10- İnsanın ne bir gücü, ne de bir yardımcısı vardır.

Dünya hayatında böbürlenip kendisini üstün gören insanın, bütün gizlilikleri ortaya konulduğu günde kendisini kurtaracak bir gücü ve ona yardım edecek hiçbir yardımcısı bulunmayacaktır. O halde insan, dünya hayatında kendisine indirilen ilahi hükümler doğrultusunda hareket ederek o günde perişan olmamalıdır.

Gizli niyetler peşinde koşmadan, çok açık bir şekilde hareket etmenin yolu, Kur’an’a tabi olmak ve onun belirlediği esaslara göre hareket etmektir. Bu nedenle yüce Allah (cc) Kur’an’ın ayırdedici bir söz olduğunu bildirmektedir.

11-12- Dönüşlü göğe, çatlayan yere andolsun ki,

Dönüşümlü gökten maksat, gece ve gündüzün olması, havanın sıcak ve soğuk olarak değişmesi, açık ve yağmurlu olması olarak alınabilir. Çatlayan yer ise, insanlar için yerden rızıkların çıkarılmasıdır. Yer ve gök, yüce Allah’ın yücelik ve Rububiyetinin apaçık bir işaretidir. Yer ve göğün fiziki özelliklerine yemin edildikten sonra manevi yönüne dikkatler çekilmektedir. Bu da, Kur’an’ın gökten indirilen hükümlerinin yeryüzünde uygulanmasıdır.

Vahyin gönderildiği gökten vahyin uygulandığı yere yemin edilmektedir. Surenin girişinde “Göğe ve Tarık’a” yemin edilmişti. Birinci yeminde, insanın yaratılışına dikkatler çekilmiş, onun başıboş bırakılmadığı hatırlatılmış. ahirette yeniden diriltilip bütün yaptıklarının ortaya konulacağı ve acziyet içerisindeki insanın hiçbir yardımcısının bulunmadığı bildirilmişti.

Burada ikinci defa göğe ve yere yemin edilmektedir. Bu yeminlerden sonra Kur’an’ın ayerdedici bir söz olduğu belirtilmektedir. Birbirini bütünleyen üç kavram; gök, yer ve Kur’an! Gök, vahyin indirildiği; yer, vahyin uygulama alanı ve Kur’an, vahyin kendisidir. Yüce Allah (cc), yeri ve göğü yaratmış ve bunlar üzerine hükmünü icra etmiştir.

13-14- O (Kur’ân), elbette ayırdedici bir sözdür. O, şaka değildir.

Kur’an, ayırdedici bir sözdür; Hakkı batıldan, Tevhidi şirkten, imanı küfürden, doğruluğu sapıklıktan, mü’mini müşrik, münafık, fasık ve mürtetten, müslümanı kâfirden, mazlumu zalimden, yüce Allah’ı ilah edineni, putları ilah edinenden ayırdedici bir sözdür.

Kur’an, safları netleştiren ayırdedici bir sözdür. Hakkı batıldan, Tevhidi şirkten, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötü olandan, mü’mini kâfir, müşrik, münafık ve fasıktan ayırdedici bir sözdür.

Kur’an, yüce Allah’ın indirdiği hükümlerden ve Peygamberi örnekliğin ortaya koyduğu metoddan hareket edenleri tağuti beşeri sistemlerin ortaya koyduğu hükümlere ve kendi hevalarına göre hareket edenlerden ayırdedici bir sözdür.

Kur’an, vahdeti isteyenleri tefrikayı isteyenlerden, Kur’an’ın bütününe teslim olanları Kur’an’ın bir bölümünü alanlardan ayıran ayırdedici bir sözdür.

Kur’an’ın bu ayırdediciliğine tahammül etmeyenler, tarihi süreçte ve günümüzde Kur’an’ın anlaşılmaması için tuzak üstüne tuzaklar kurmuşlar ve hâlâ da kurmaktadırlar. Kur’an, Müslümanlara küfür cephesi tarafından kurulan tuzakları onlara bildirerek Müslümanların bu tuzaklardan sakınmalarını istemektedir.

15-16- Onlar bir tuzak kuruyorlar, Ben de bir tuzak kuruyorum.

Tarihsel süreçte Kur’an’dan ve tüm peygamberlere gönderilen ilahi mesajdan rahatsızlık duyup onun anlaşılmasını istemeyenler, her dönemde değişik metodlara başvurmuşlardır.

“Kâfirler: ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, o(okunduğu)nda gürültü edin, belki ona gâlib gelirsiniz.’ dediler.” (Fussilet, 26)

Kur’an’ın anlaşılmasını istemeyenler, bunun için değişik metodlara başvuruyorlar. Bunlardan kimileri, Kur’an’ın, onaltı ilim sahibi olmadan anlaşılmayacağını, abdestsiz ele alınmayacağını, Kur’an’ı ancak bir kurulun açıklayabileceğini, herkesin Kur’an’ı anlamayacağını ileri sürerlerken, kimileri de kavramları karıştırarak asıl anlamları dışında manalar vermekte ve Kur’an kavramlarını adeta içini boşaltarak insanların annlamayacakları bir hale sokmaktadoırlar.

Kur’an saptırıcıların bir kısmı da, kuralları yüce Allah (cc) tarafından konulan ve Risalet tarihi boyunca hiç değişmeyen ve değiştirilmeyen Tevhidi mücadelenin ortaya konulduğu mücadele metodunu değiştirmeye çalıştılar ve içerisinde yaşadıkları küfür ve şirk sistemlerinin izin verdiği metodlara ve kurallara göre hareket ettiler. Bu saptırıcılar, ataları Samiri gibi, insanların maddi ve manevi değerlerini istismar ederek insanları tağuti sistemlere itaat ettirdiler.

“Ve her yolun başına oturup da tehdidederek inananları Allâh yolundan çevirmeğe ve o(Hak yolu)nu eğriltmeğe çalışmayın; düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!” (A’raf, 86)

“Siz her yol üzerine, (Haktan çevirmek için) bir işâret yapıp da boş şeyle mi uğraşıyorsunuz?” (Şuara, 128)

İnsanları Tevhidi esaslardan çevirmek için her yolun başına oturarak, boş şeyler ileri sürerek ilahi metodu eğriltmeye çalıştılar. Bu saptırıcıların başına oturdukları o sapık yollar, tarihi süreçte başka isimler alırlarken günümüzde bu sapık yollar, tasavvuf, vakıf, parti ve derneklerdir.

Günümüzde, insanlar Kur’an’dan çevirmek için saptırıcılar tarafından kurulan tuzakların en azılıları, vakıf ve derneklerdir. Bu ad altında kurulan sapık tuzaklar, insanları Allah yolundan çeviren ve onları beşeri sistemlere yamamaya çalışan yolların en tehlikelileridir. Saptırıcıların diğer bir metodu da, Haktan gözükerek boş şeyler ileri sürmeleridir.

“Onlardan önce Nûh kavmi ve onlardan sonra gelen kollar da yalanladı. Her millet, elçisini yakalamağa yeltendi; hakkı gidermek için boş şeyler ileri sürerek tartıştılar. Bu yüzden onları yakaladım. (Bak işte) Azâbım nasıl oldu?” (Mü’min, 5)

Saptırıcıların ileri sürdükleri boş şeyler, günlük siyasi ayak oyunları, kişilerin konumları, tağuti beşeri sistemlerin dayatmaları, yüce Allah (cc) indinde hiçbir değeri olmayan boş ve lüzumsuz tartışmalardır. Yüce Allah (cc), şeytanın dostları olan bu saptırıcılara dikkkatleri çekerek müslümanları uyarıyor.

“Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas; mallarda ve evlâdlarda onlara ortak ol; onlara (çeşitli) va’dler yap; şeytân, onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.” (İsra, 64)

“Ey Âdem oğulları, şeytân, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytânları, inanmayanların dostları yaptık.” (A’raf, 27)

Yüce Allah’ın koyduğu yasada ve Tevhidi mücadele metodunda hiçbir değişiklik yoktur ve olamaz da! O saptırıcıların kurdukları tuzaklar, dünya ve ahirette ancak kendi ayaklarına dolanacak ve dünyada rezil olacaklar, ahirette de içerisinde ebedi kalmak üzere cehenneme sürüleceklerdir.

“Yeryüzünde büyüklük tasladılar ve kötü tuzak kurdular. Kötü tuzak, ancak sâhibine dolanır. Onlar öncekilerin yasasından başkasını mı bekliyorlar? Allâh’ın yasasında bir değişme bulamazsın; Allâh’ın yasasında bir sapma bulamazsın.” (Fatır, 43)

Müslümanların yapmaları gereken şey, tevhidi esaslaraı ortaya koyup insanları bu saptırıcılara karşı uyarmak ve bu saptırıcıları yüce Allah’a havale etmektir.

17- Hele sen o kâfirlere mühlet ver, biraz bırak onları.

 

Kurani Mücahede: 2012-05-20