SAD SURESİ

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

SAD SURESİ

ÖNSÖZ

İnsan, akleden, karşılaştığı olay ve olguları, düşünce süzgecinden geçirdikten sonra değerlendiren; iyiye, güzele, doğru ve gerçeğe ulaşmaya çalışan, yaşadığı hayatın farkında olan, hayatı, hayvanlar gibi duygu ve hisleri ile değil aklıyla sorgulayıp yaşayan bir varlıkdır. Bu özelliklere sahip olan kimseler, hem insanların nezdinde, hem de yüce Allah (cc) yanında daima beğenilirler ve yücelirler.

Akleden, yaşadığı hayatın farkında olarak yaşayan kimseler, dünya hayatında da, ahiret hayatında da mutlu ve huzurludurlar. Yüce Allah’ın en güzel surette yarattığı insan, yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan ve bu özelliklerini her zaman muhafaza eden kimsedir. Kur’an’ın övdüğü kimseler de ancak bunlardır.

İnsanı, insan olmaktan çıkarıp esfele safiline (aşağıların aşağısına) düşüren neden de, hiç kuşkusuzdur ki, yaratılışta kendisine verilen özellikleri kaybetmesidir. Düşünmeyen, aklını gereği gibi kullanmayan, aklı ile değil duygu ve alışkanlıkları ile hareket eden, geleneksel kültürünü, atalarının yolunu doğru sanıp din edinen, yalanı, aldatmayı, sahtekârlığı karakter haline getirenler, insanlık vasıflarını kaybeden ve aşağıların aşağısına düşen kimselerdir.

“Allâh katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal, 22)

“Allah’a göre canlıların en kötüsü, kâfirlerdir; artık onlar inanmazlar.” (Enfal, 55)

“Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Kesinlikle, onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar, yolca daha sapıktır.” (Enfal, 44)

“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalbleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık… Ve işte gâfiller onlardır!” (A’raf, 179)

İçerisinde yaşanılan hayatın gerçeklerini düşünmeden alışkalıklar doğrultusunda hareket etmek, duygularla olay ve olguları değerlendirmek akleden insanların vasfı değildir. Bu tür davranışlar, sahibini küçük düşürdüğü gibi insanın, yaratılışta kendisine verilen özellikleri de yitirmesine neden olur.

Tarihi süreçte, Tevhid şirk mücadelesi kendilerine gönderilen ilahi mesaja karşı çıkanların, Tevhidi esasları inkâr edenlerin ve bunlara boyun büküp itaat edenlerin hemen tümü, düşünmekten yoksun olan ve müşrik atalarından devraldıkları tarihsel küfür doğrultusunnda hareket eden kimselerdir.

Tarih sürecinde cereyan eden olaylardan ibret almayanlar, hem yaşadıkları zamanı gereği gibi değerlendiremezler, hem de geçmişte helak edilen önderlerinin akıbetine uğramaktan kurtulamazlar.

Kendilerine gönderilen Tevhidi esaslara iman edip geçmiş tarihsel süreçten ders alanlar, hem yaşadıkları zaman diliminde huzurlu ve mutlu olurlar, hem onurlu bir hayat sürerler ve hem de geleceğe daha emin adımlarla yürürler.

Sad suresi, Kur’an’ın şerefli bir kitap olduğunu hatırlattıktan sonra bu şerefli Kitab’ı (vahyi) inkâr edenlerin durumlarını ortaya koymakta, daha önce vahyi inkâr edenlerin acı akıbetlerini bildirmektedir. Bu nedenle vahyi esasları inkâr eden kâfirlerin, geçmiş atalarının acı akıbetlerinden ibret almamaları halinde aynı akıbete uğrayacaklarını ve o gün geldiğinde artık yalvarmalarının fayda vermeyeceğini haber vermektedir.

Sure, kendilerine yapılan ilahi daveti reddeden putperest toplumların, putlarına bağlı kalma konusunda nasıl çaba sarfettiklerini ortaya koymaktadır. Putperestlik, aklı devre dışı bırakan, insanın düşünme ve akletme yeteneğini yokeden, insanı robotlaştıran ilkel bir yaşam biçimi, bir inanış şeklidir.

Putperestler, yüceltip ilah edindikleri kişilerin aslında bir hiç olduklarını, kendilerine fayda ve zarar veremeyeceklerini hiç düşünmezler. Aklın devre dışı bırakıldığı bir inanış biçinimde ve yaşam tarzında takip edilen yolu düşünmek elbette mümkün değildir.

Günümüzde, özellikle Türkiye’de, eğitim seviyesinin oldukça yüksek düzeylerde olduğu, teknoloji ve iletişim araçlarının en gelişmiş halleriyle insanların hizmetine sunulduğu bu dönemde bile, putperestler, çağın kendilerine sunduğu bu imkânlardan yararlandıkları halde hâlâ ilkel toplumlar gibi putları kutsamakta, canlı bir varlığa hitap edercesine kendilerini duymayan putlarına seslenip ona ibadet ve tazimlerini sunmaktadırlar.

Putperstlerin putlarına karşı bu sunumları, onların nasıl düşünmeyen birer robot olduklarını, yaptıkları eğitim ve çağın kendilerine bahşettiği imkânlardan nasıl da nasiplenmediklerini ortaya koymaktadır. Düşünüp akletmeyen kimselere ne verilirse verilsin, onları düşünen akleden insan seviyesine yükseltmez.

Akılları dumura uğramış putperest kâfirler, kıyamet günü gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde, dünyada yüceltip tapındıkları, her vesile ile putları önünde durup ibadet ettikleri ilahlarının bir hiç olduklarını anlayacaklardır. Ancak bunun kendilerine bir yararı olmayacaktır.

“Ve cehennem de getirildiği zaman, işte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne yararı var? (O zaman): ‘Âh keşke ben bu hayâtım için (salih amel) gönderseydim!’ der.” (Fecr, 23-24)

O gün, çoktan iş işten geçmiş olacak, pişmanlıkları onları kurtaramayacaktır. Putperstler ve put edinip tapındıkları kimseler, o gün birbirlerini suçlayacaklar ve birbirlerine lanet okuyacaklardır.

“Kâfirler dediler ki: ‘Biz ne bu Kur’ân’a, ne de bundan öncekilere inanırız.’ Sen o zâlimleri, Rablerinin huzûrunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara: ‘Siz olmasaydınız, elbette biz inanan insanlar olurduk.’ diyorlar.

Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere: ‘Size hidâyet geldiği zaman sizi ondan biz mi engelledik? Hayır, zaten siz kendiniz günahkârlar idiniz.’ dediler.” (Sebe, 31-32)

Sad suresi, inkârcı putperestlerin içerisine düştükleri alçaltıcı durumu verdikten sonra o durumdan kurtulmanın yolunun, şerefli olan Kur’an’a sarılmak olduğunu bildirmektedir. İnsanlar, ancak vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmekle kurtulacak ve yüceleceklerdir. Sure, her durumda ve konuda Kur’ani esaslara yönelen kimselerin kurtuluşa ulaşacaklarını müjdelemektedir.

SURENİN AÇIKLAMASI

1- Sâd, öğüt olan Kur’ân’a andolsun.

Kur’an, tüm insanlık için bir öğüttür; insanların dünya hayatlarında nasıl hareket edeceklerini, huzur ve mutluluğa nasıl ulaşacaklarını, birbirleriyle ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerini, Rab’lerine karşı kulluk görev ve sorumluluklarının ne olduğunu çok açık bir şekilde belirten bir öğüt kitabıdır.

Kur’an, insanların tüm sorunlarını en iyi şekilde çözen, onların barış ve huzur içerisinde yaşamalarını sağlayan bir Kitaptır. Yüce Allah (cc) Kur’an’ın, tüm insanlar için bir öğüt olduğunu, onların sorunlarını çözerek kalplerine huzur veren bir şifa olduğunu, ona iman eden mü’minler için hidayet ve rahmet olan bir Kitap olduğunu bildirmektedir.

“Ey insanlar, size Rabb’inizden bir öğüt, göğüslerde olan(sıkıntılar)a şifa ve mü’minler için yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 57)

Kur’an, tüm insanlık için bir öğüt, bu öğüde tabi olanlara şifa veren bir Kitaptır. İnsanlar, Kur’an’a iman etmeseler bile, ondaki hükümlere uygun hareket etmeleri ve sorunlarını Kur’an’da verilen öneriler doğrultusunda çözmeleri halinde sorunlarını en iyi bir şekilde çözecekler, böylece huzur bulacaklar, Kur’an’ın ifadesi ile kalplerindeki sıkıntılara şifa bulacaklardır.

İnsanların, Kur’an’a iman etmeleri, hükümlerine bir bütün olarak teslim olmaları halinde Kur’an, onlara yol gösterecek, onları yüce Allah’ın rahmetine ulaştıracaktır. Böylece insanlar, hem dünya hayatında sürekli bir şekilde huzur ve mutluluk içerisinde yaşayacaklar, yüce Allah’ın rızasını kazanacaklar, ahirette ise kurtuluşa erecekler ve cennetle mükâfatlandırılacaklardır.

Kur’ani esaslardan ayrılmak tefrikadır

Kur’an, insanlara huzur ve mutluluk verdiği gibi onları, yücelterek kula kulluk zilletinden kurtarmış onlara şeref de kazandırmıştır. Ancak yüce Rab’lerine iman etme şerefinden mahrum olan bazı kimseler, zilleti ve aşağılanmayı yeğledikleri için ya Kur’an’dan tamamen yüzçevirerek küfre girmekte ya da işlerine gelen bir kısım ayetleri alarak hevalarına uydurmakta ve hevalarını tatmin ederek şirke düşmektedirler.

İnsanların, Kur’an’a gereği gibi iman etmemeleri, bir kısmını alıp bir kısmını terk etmeleri ve kendi arzularını ölçü edinerek hareket etmeleri sonucunda yeryüzünde kargaşa başgöstermekte, fitne ve fesat kol gezmekte, insanlar birbirlerine üstünlük kurmaya çalışarak birbirlerini boğazlamaktadır.

İnsanoğlu ne kadar nankör ve cahildir ki, yüce Allah (cc) onları şereflendirip yüceltmek için Kur’an’ı gönderiyor ancak o, yücelip şereflenmemek için ondan yüzçeviriyor.

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi; (fakat onun değerini bilmedi) doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” (Ahzab, 72)

İnsanlar, ellerindeki yüce nimetin değerini bilmeyecek kadar cahil, bu nimetten yüzçevirerek kendisini dünya ve ahirette helaka götürecek kadar zalimdir. Yüce Allah (cc), insanları yüceltmek için peygamberlerini, ilahi mesajı ile beraber ardı ardına gönderdikçe insanlar, küfür ve isyanlarında inat etmekte ve hevalarını ilah edinerek sapmaktadırlar. Üstelik bir çok kimse, bu sapıklıklarına Kur’an’ı alet ederek küfür ve isyanlarını katmerleştirmektedirler.

“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi. Biz onlara şereflerini getirdik fakat onlar, şereflerinden yüz çeviriyorlar.” (Mü’minun, 71)

Rab’lerinin kendilerine gönderdiği Kur’an’dan yüzçeviren ve Tevhidi esasları inkâr ederek sapan insanlar, hiçbir dönemde huzur bulamamış, sürekli bir kargaşa ve bunalım içerisinde yaşamıştır. Böylece insanlar hayatı, kendi elleri ile kendilerine zindan yapmışlardır.

2- Kâfirler bir gurur ve ayrılık içindedirler.

Kur’ani esaslardan sapmak, insanların ihitlafa düşmelerine neden olur. Çünkü Kur’an’dan sapan kimseler, kendi hevalarını ölçü edinecekler, kendi kuruntularını sistemleştireceklerdir. Heva ve isteklerin, her insanda farklı olması nedeniyle ister istemez toplumda gruplaşmalar meydana gelecek, her grup kendi arzularını diğer insanlara ve gruplara kabul ettirmeye çalışacaktır. Bu ise, toplumda kargaşa ve çatışmaya neden olacaktır.

Beşeri sistemlerin farklı siyasi ve ekonomik görüşlere sahip olmaları, bu sistemler arasında çıkar çatışmalarının bulunması hep farklı düşüncelere olumasındandır. Diğer taraftan toplum içerisinde bulunan grupların farklı düşüncelere sahip olmaları, bu grupların birbirleri ile çatışma içerisinde bulunmaları Kur’ani esasları öncelememeleri nedeniyledir.

Yüce Allah (cc) insanlar arasındaki çatışmaların kaldırılması, toplumsal vahdetin oluşturulması ve toplumda barışın sağlanması, insanların huzur ve mutlu bir şekilde yaşamaları için vahyi esaslarını göndermiştir.

“İnsanlar bir tek ümmet idi; sonra Allâh, peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan Kitabı indirdi. Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü onda anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allâh, kendi izniyle iman edenleri, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allâh, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara, 213)

Kur’an, birlik ve beraberliği yani vahdeti tavsiye eder; Kur’an’dan her sapma hem ihtilafı doğurduğu gibi sapan kimselerde fısk ve küfür içerisindedirler. Küfür ve fısk içerisinde bulunan kimseler, hiçbir şekilde birlik oluşturmaz, sürekli olarak ayrılık içinde bulunurlar.

“Kâfirler bir gurur ve ayrılık içindedirler.” Kendini en doğru kabul etme, insanı kibir ve gurura sürükler. Bu kimselere, ne anlatılırsa anlatılsın, hiçbir şekilde kabul etmezler. Gurur ve kibir içerisinde bulunan kimseler, Rab’leri tarafından kendilerine gönderilen ilahi mesajı da reddederek azgınlıklarında sınır tanımazlar.

Azgınlığı yol edinen küfür cephesi, kendileri ilahi mesajı kabul etmedikleri gibi, insanları da ondan alıkoymaya çalışmışlar, ilahi mesajı getiren elçilere saldırmışlar, Hakkın yayılmasını engellemişlerdir.

Küfür cephesinin, ilahi mesajı getiren elçilere düşman olmaları, Hakkı engellemeleri ve saldırganlaşıp azmaları onların sonunu hazırlamıştır. Yüce Allah (cc), daha öncekilere uyguladığı ilahi yasayı sonrakilere de uygulanmış ve her dönemin kâfirleri, küfür ve azgınlıkları içerisinde helak edilerek yerle bir edilmişlerdir.

3- Onlardan önce nice nesilleri helâk ettik de feryâd ettiler; fakat artık kurtuluş zamanı geçmişti.

Yüce Allah’ın gönderdiği Tevhidi esasları reddedip kendi hevalarından yasa çıkaranlar, kendilerine yapılan davete karşı çıkıp azgınlaşanlar için hiçbir kurtuluş yoktur. Onların, dünyada helak edilmeleri yanında ahirette de en acı azaba sürüklenecelerdir.

Gerek dünya hayatında, gerekse ahiret hayatında olsun son pişmanlık, son feryadlar sahiplerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Bu nedenle yapılması gereken şey, o günlerle karşılaşmadan önce yüce Allah’tan indirilen ilahi mesaja teslim olmak, Tevhidi esaslara uygun hayatı düzenlemektir.

Teevhidi esasların topluma duyurulmasında Müslüman davetçilere çok büyük sorumluluklar düşmektedir. Onlar, her halükârda ve her durumda Tevhidi esasları net ve açık bir şekilde ortaya koymalı, insanları içerisinde bulundukları şirk ve küfür konusunda uyarmalı ve insanları İslâmi esasları kabul etmeye davet etmelidirler.

Tevhidi esaslara çağrı öyle açık, net ve sürelki yapılmalıdır ki, insanlar kendi konumlarını ve içerisinde bulundukları şirk ve küfrü çok açık bir şekilde görebilmelidirler. Onlar, kendilerine ulaşan ilahi mesaj karşısında şaşkına dönmeli ve ondan sonra tavırlarını açıkça ortaya koymalıdırlar.

4-5- Onlara kendilerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler de o kâfirler dediler ki: ‘Bu yalancı bir sihirbazdır; ilahları bir tek ilah mı yaptı? Bu, cidden tuhaf bir şeydir.

İslâmi esaslar, net ve açık bir şekilde anlatıldığında insanlar, şaşkına dönecek davetçilere düşman kesilecek ve tarihsel süreçte olduğu üzere davetçilere saldıracaklardır. Bu sünnetullahtır ve bugün de aynı yasa geçerlidir. Çünkü küfür çe şirk, her dönemde aynıdır ve müşrikler de her dönemde aynı tavırları ortaya koyarlar.

Eğer günümüzdeki müşrikler, tarihsel süreçteki atalarının yaptıklarını yapmıyorlarsa bu, onların iyi kimseler olduklarından değil, Müslüman davetçilerin, üzerlerine düşen davet görevlerini, Sünnetullahta cari olduğu üzere ortaya koymamalarından ve davet görevlerini, vahyin belirlediği ölçüler içerisinde yerine getirmeyişlerinden dolayıdır.

Davetçi Müslümanlar, davet sorumluluklarını yerine gereği gibi getirmeseler de şirk ve küfür cephesi, küfür ve isyanlarını, atalarını aratmayacak bir şekilde sürdürmektedirler. Hevalarını ya da kendi cinslerinden insanların arzularını ölçü edinen, hayatlarını bu beşeri arzulara göre düzenleyen kimselere, “Hüküm yalnızca yüce Allah’a aittir” “O’ndan başka hüküm koyucu yoktur” ve “Yüce Allah’tan başka otorite yoktur” denildiğinde şaşırmaktadırlar.

Tarihsel küfür her dönemde aynıdır

Kendilerine yapılan Tevhid davetini, çeşitli mazeretlerle yalanlayan müşrikler, davetçilere ya “Bu adam kafayı üşütmüştir” ya da “Bir sen bunu söylüyorsun, bu zamanda böyle şeyler olur mu, hangi zamanda yaşıyoruz?” demektedirler. Müşrikler, içinde yaşadıkları beşeri sistemleri korurlar ve bunu hayatı en iyi düzenlediğini iddia ederler.

6- Onlardan bir grup fırladı: ‘Yürüyün ilaharınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir.’

Tarihsel süreçteki, kendi ilahlarını koruma ve kollama mantığı bugün de aynen devam etmektedir. Müşrikler, isimleri ve yapıları farklı da olsa, kendi sistemlerini ve bu sistemin kurucularını, tarihsel süreçteki ataları gibi sıkı sıkıya korumakta ve hararetle onun propagandasını yapmaktadırlar.

“Onlardan bir grup fırladı: ‘Yürüyün ilahlarınıza bağlı kalın, çünkü bu, arzu edilen bir şeydir.” diyerek müşriklerin, korumaya çalıştıkları ilahlarının hiçbir güçleri ve gerçeklikleri bulunmamaktadır.

Kur’an’ın “Onlar, sizin ve babalarınızın, (ilah) diye isimlendirdiğiniz isimlerden başka bir şey değildir. Allâh, onlara hiçbir güç indirmemiştir.” (Necm, 23) dediği kimseler, her dönemde başka isimlerle anılarak tapınılmıştır.

Bu tapınılan, önünde ibadete durulan ve yüce Allah’a ortak tutulan kimseler, Hz. Nuh (as) döneminde Vedd, Suva, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr, adındaki putlar iken, Hz. Muhammed (as) döneminde Lât, Uzzâ, Menat ve Hübel adındaki putlar idi. Sayılan bu putların yerini Türkiye’de M. Kemal, dünyada Karl Marks, Stalin, Hitler, Mussolini almıştır.

Put edinilenler, eksik ve noksan olan ancak birer beşerdirler. Kendilerine bile fayda sağlamamış, hiçbir şeye malik olmamış, aciz eksik olan bu kimseler, ölüp gitmişlerdir. Oysa yüce Allah Hay ve Kayyum’dur.

“Eğer biz ilahlarımıza tapmakta ısrar etmeseydik, nerdeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı. Azâbı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.” (Furkan, 42)

Şirkin mantığı hep aynı olduğu için günümüz müşrikleri de tarihsel ataları gibi, yüceltip ilah edindikleri putlarını korumak için çırpınmakta, her vesile ile puthanelerine koşup tapındıkları putları karşısında ibadete durmaktadırlar.

Kemalist zorbalığın yöneticileri, generalleri, üst düzey kurmayları, içerisinde yaşadıkları çağa, bu çağın kendilerine sunduğu onca bilgi ve araştırmalara, yaptıkları onca eğitimlerine aldırış etmeden, ilkel toplumlar gibi totemleri olan taş ve betondan yapılmış putlarını kutsamaktadırlar.

Yüce Allah (cc) yanında hiçbir değeri ve gerçekliği olmayan putlara çağrı günümüzde de devam etmekte, putperestler, her vesile ile putlarını kutsamakta ve yandaşlarını putlarını sahiplenilmeye çağırmaktadırlar. Kemalist putperestler, gazetelere verdikleri ilanlarda yandaşlarına şu çağrıyı yaparak putlarına sahiplenmişlerdir.

“3 Mart 1924 Hilafetin kaldırılmasının 70. yılında ‘Şeriat’a hayır Laikliğe evet, yobazlığa hayır çağdaşlığa evet, karaseslere hayır aydınlığa evet’ diyen tüm Ankaralıları, parti ayırımı gözetmeksizin Atatürk’e ve Laik cumhuriyete bir kez daha ve ödünsüz sahip çıktığımızı göstermek için; Anıtkabir Tandoğan kapısı önünde buluşmaya çağırıyoruz.”

Dikkat edilecek olursa, hepsi çok farklı dönemlerde yaşamalarına ve birbirlerini hiç tanımamalarına rağmen, bütün putperestlerin sözleri hep aynıdır. ‘Yürüyün ilahlarınıza bağlı kalın, çünkü bu, arzû edilen bir şeydir” diyerek putlarına sahiplenmeye çağıran putperestlerin sözleri bütün çağlarda aynı şekilde yankılanmıştır.

Hz. Nuh (as)’ın kavmi yandaşlarına “ilahlarınızı bırakmayın” derlerken, Hz. İbrahim (as)ın kavmi “ilahlarınıza yardım edin” diye birbirlerine sesleniyorlardı. Aynı şekilde Mekke müşrikleri “eğer biz ilahlarımıza tapmakta ısrar etmeseydik” diye ilah edindikleri putlarına sahiplendiklerini itiraf ederlerken Kemalist sistemin putperest müşrikleri putlarına sahiplenmek için yandaşlarını “Atatürk’e ve Laik cumhuriyete bir kez daha ve ödünsüz sahip çıktığımızı göstermek için” sözleriyle puthaneye çağırıyorlardı.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, ayrı zamanlarda yaşasalar, birbirlerini hiç görüp tanımasalar da, putperestler, putperest mantığın aynı olması nedeniyle putlarına aynı hassasiyetle sahipleniyor, putları için aynı sözleri sarf ediyorlar.

“Şunların taptıkları şeylerden hiç kuşkun olmasın. Onlar da önceden atalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların da paylarını eksiksiz vereceğiz!” (Hud, 109)

Kendi kuruntularını ve put edindikleri atalarının sözlerini tek ölçü kabul eden putperestler, zan ve kuruntularını din edinerek ona göre hareket etmişlerdir. Kendilerine Rab’leri tarafından gönderilen Tevhidi gerçekleri değiştirip zanlarına uygun bir şekle getirdikten sonra kabul eden putperestler, bu konuda yüce Allah’ın üzerine iftira atmaktan da çekinmemişlerdir.

Putperstler, gerçek Tevhid dinine davet edildiklerinde ise, hiç Kur’an okumadıkları, sistem tarafından sürekli bir şekilde yalanlarla uyutulup kandırıldıkları için Tevhidi çağrıyı şaşkınlıkla karşılamaktadırlar.

7- Biz bu(nun söylediği)ni öteki dinde işitmedik, bu uydurmadan başka bir şey değildir.

İnsanın kalbi kapalı, kulakları sağır ve gözleri kör olunca en yakınındaki bir ışığı bile göremez, kendisini çağıranı duyamaz, en güzel şeyleri algılayamaz. Tevhidi esaslara karşı gösterilen tarihsel süreçteki duyarsızlık, körlük ve sağırlı, bugün de aynen devam etmektedir.

Kur’an, yüzyılllardır ellerinde olduğu, anlamını bilmeden Arapçası okunduğu halde insanlara Kur’ani hükümler anlatıldığında, sanki Kur’an’ı hiç tanımamış gibi şaşkınlık içerisinde tepki görtermekte ve “Biz bunu önceden hiç işitmedik” diyerek reddetmektedirler.

İnsanların Kur’an’a bu denli yabancı oluşlarının ve onun içindeki hükümleri bilmeyişlerinin nedeni yine kendileridir. Onlar, bir gün merak edip Kur’an’ı açıp okumadıkları, kendilerinin önünde bulunan ve alim diye nitelendirilen kişilerden duymadıkları Kur’an’ın hükümlerini elbette bilemezler.

İnsanlar yüzyıllarca din adına uyutuldu ve onlara, “Siz Kur’an’ı anlamazsınız, Arapça okuyup geçin, Arapçasını okumak sevaptır” denildi. Bunun sınucunda insanlar, Kur’an’ı, ölülerden başkalarına okumadılar. Bu nedenle Kur’ani hükümler kendilerine anlatıldığında daha önce duymadıklarını söyleyerek ondan ne kadar gaflet içerisnde bulunduklarını ve cehaletlerini ortaya koymuş oldular.

İnsanlar, içerisinde bulundukları cehaletlerini gizlemek için bir de kendilerine yüce Allah’ın hükümlerini anlatan Tevhid eri Müslümanları kınamaya çalışırlar, onların kendilerine Kur’ani esasları anlatmalarını ve onları küçüseyerek reddederler.

Cehalet ve bağnazlığın, üstünlüğü hep maddi şeylerde gören materyalist mantığın ölçüsü, olay ve olguları değerlendirmesi hep aynıdır. Onlara göre eğer iyi bir şey olacaksa o mutlaka toplumda varlık sahibi olan ve belli mevkilerde bulunan kişilerin elleriyle olmalıdır.

“Ve dediler ki: "Bu Kur’ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf, 31)

Hemen her dönemde, Maddeyi, eşya ve mevkiyi üstünlük vesilesi gören bu cahili mantık, kendilerine gönderilen ilahi mesajı reddetmiş ve Risalet önderlerini küçümsemiştir.

8-9- O Zikr aramızdan ona mı indirildi? Doğrusu, onlar benim Zikr’imden yana şüphe içindedirler. Hayır, onlar henüz azâbımı tadmadılar! Yoksa dâimâ üstün olan, çok lûtufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?

Cahili ve materyalist mantık, maddi üstünlüğü fazilet zannettikleri gibi, kendilerini yüce Allah’ın yanında da üstün görüyorlar. Bu nedenle her konuda ve her şeyde kendi isteklerinin olacağını zannediyorlar. Bahçe sahibi adam bu materyalist cahil mantığın tipik bir örneğidir.

“Onlara şu iki adamı misâl olarak anlat: İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrâfını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şey eksik etmemiştik. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. O(adam)ın (başka) ürünü de vardı.

Arkadaşıyla konuşurken ona; ‘Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm.’ dedi. (Böylece) kendisine yazık ederek bağına girdi: ‘Bunun yok olacağını hiç sanmam’ dedi. Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Şâyet Rabbime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç bulurum.” (Kehf, 32-36)

Mal, sermaye ve bilgi sahibi olmak, kişiyi yüce Allah’a yaklaştırması gerekirken, bunları araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirmek, kişinin kibir, gurur ve azgınlığını artırarak Rabb’ine isyana sürükler. İşte bu kibir ve azgınlığında sınır tanımayan kimselere yüce Allah 8cc) soruyor:

Yoksa dâimâ üstün olan, çok lûtufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?

“Gaybe mi çıkıp baktı, yoksa Rahman’ın huzurunda bir ahit mi aldı.” (Meryem, 78)

Şirkin mantığı hep aynıdır; dini kendilerine göre biçimlendirmek ve böylece yüce Allah’ı razı edeceklerini zannederek mutmain olmak. Öyle ki, sanki gaybın bilgisi kendi yanlarında da, yüce Allah’ın yanındaki durumlarını görüyormuş gibi kendilerinden emin bir şekilde hareket ederler.

10-Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse sebepler (vâsıtalar) içinde yükselsinler.

Elbette mülk, bütünüyle yüce Allah’ındır ve O, mülkünde dilediğini ayetleriyle yüceltir, dilediğini zelil kılar.

“De ki: ‘Allâh’ım, (ey) mülkün sâhibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın; dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın, hayır senin elindedir, Sen her şeye kâdirsin!” (Al-i İmran, 26)

Yüce Allah’ın verdiği mülkü ve malı O’nun rızasını kazanacak şekilde kullanacak yerde bazı nankörler, O’nun verdiği mülkü kullanıp azgınlaşmış, kendilerini güçlü görüp Allah’ın kullarını ezmeye kalkışmış, Rab’lerinin kendilerine gönderdiği Tevhidi esasları inkâr etmişlerdir. Yüce Allah (cc küfür ve şirk içerisinde Kendisine isyan edenleri elbette zelil edecektir.

11- (Onlar) Şurada bozguna uğratılacak derme çatma bir ordudur.

Tarihi süreçte, azgınlık eden nice toplumlar helak edilmiştir. Kur’an, bu azgınların hayatlarını sonrakilere örnek vererek onları uyarmakta, azgınlaşmaları halinde onların da öncekiler gibi helak edileceklerini bildirmektedir.

12-14- Onlardan önce de Nûh kavmi, Âd (kavmi) ve kazıklar sâhibi Fir’avn da yalanlamıştı. Semûd (kavmi), Lût kavmi ve Eyke halkı da (azmıştı). İşte onlar da (küfürde) kabilelerdi, hepsi de elçileri yalanladılar, benim cezâmı hak ettiler.

15- Bunlar de sadece geri dönmesi olmayan bir naraya bakıyor.

16- Dediler ki: "Rabbimiz, bizim payımızı hesap gününden önce hemen ver.

Her dönemde olduğu gibi bugün de, kendilerini, her şeyi yapmaya kadir gören inkârcı azgın kişi ve toplumlar, hiç kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceklerini sanarak ve adeta yüce Allah’a meydan okurcasına küfürlerinde ve Rab’lerine isyanlarında ısrar etmektedirler.

Tevhidi esasları inkâr edenler, yüce Allah’ı hiç tanımayan, O’nu inkâr eden kimseler değildirler. Onlar, yüce Allah’ı bilmelerine rağmen, sosyal hayatı kendilerinin düzenleyeceklerini zannediyorlar. Bu yüzden de hükmün tamamen yüce Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka otorite tanınmaması gerektiğini bildiren elçilerin yalan söylediklerini düşünüyorlar. Bu yüzden ink3arcılar Rab’lerine şöyle dua ediyorlar.

“Ve: ‘Allah’ım, eğer bu, senin yanından gelmiş gerçekse başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azâb getir!’ demişlerdi.” (Enfal, 32)

İnsanlar, yüce Allah’ın kendilerini yaratıp başıboş bıraktığını, yeryüzünü kendilerinin düzenleyeceklerini düşünüyorlar. Onlar, hüküm koymanın ilahlık taslamak olduğunu düşünmüyor, bu nedenle Tek olan yüce Allah’a davet edilmelerini kabul etmiyorlar.

Yüce Allah’ın mülkünde, O’nun verdiği nimetleri kullandıkları halde O’ndan gelen hükümleri kabul etmemek apaçık bir azgınlığın göstergesidir. Bu durum, insanınn nankörlüğünden başka bir şey değildir.

Hz. Davut (as)

Yüce Allah’a gerçekten iman edenler kendilerine verilen mülk ve egemenlikle yalnızca Rab’lerini razı etmeye çalışırlar, O’nun rızasını kazanacak şekilde kullanırlar. Bu kimseler içi yüce Allah (cc), Hz. Davut (as)’ı ve Hz. Süleyman (as)’ı örnek vermektedir.

17-19- Onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Dâvûd’u an; çünkü o (bize) çok başvururdu. Biz dağları onunla beraber (tesbih etmeleri için) boyun eğdirmiştik; akşam sabah onunla tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşlar da (ona eşlik ederdi). Hepsi onun nağmesine katılırdı.

20- Onun mülkünü güçlendirmiştik, kendisine hikmet (Hakkı batıldan ayırma yeteneği) ve açık, güzel konuşma (özelliği) vermiştik.

Yüce Allah (cc) mülk ve egemenliği insanlara ancak imtihan için verir, onların bu nimetleri nasıl değerlendirdiklerine bakar. Nankör inkârcı kimseler, kendilerine verilen nimetlerle Rab’lerine isyan ederlerken iman edenler, kendilerine verilenlerle Rab’lerin bir intihan olduğunu bilirler ve ona göre hareket ederler.

Yüce Allah (cc), Hz. Davut (as) ile Hz. Süleyman (as)’a da birçok nimet bahşetmiş ve onları bu verdikleri ile denemiştir. Hz. Davut (as), sürekli Rabb’ini anan, O’nun verdiği nimetler şükreden biriydi. Güzel sesiyle Rabb’ine dualar edip O’nu anarken, doğasdaki her şey de ona eşlik ederdi.

Yüce Allah (cc), Hz. Davut (as)’a Hakkı batıldann ayırdedecek bir hikmet de ihsan etmiş, bununla insanlar arasında adaleti sağlamasını istemişti. Kendisine bildirilenler doğrultusunda hareket edip etmediğine kendisini şahit tutmak içi yüce Allah (cc) Hz. Davut (as)’a iki adam gönderir.

21-22- Sana dâvâcıların haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı, Dâvûd’un yanına girmişlerdi de (Dâvûd) onlardan korkmuştu: ‘Korkma, biz iki davacıyız, birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, (hükmünde) zulmetme; bizi yolun ortasına (adâlete) götür’ dediler,

23- Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum var; böyle iken onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana ağır bastı.

24- (Dâvûd) dedi ki: ‘And olsun (o) senin, koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir; zâten (mallarını birbirine) karıştıranların çoğu birbirine zulmederler; yalnız inanıp iyi işler yapanlar bunun dışındadır ki onlar da, ne kadar azdır.’ Dâvûd, (bu hükümle) kendisini denediğimizi sandı da Rabb’inden mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip (bize) döndü.

Hz. Davut (as), kendisine gelen adamlardan davacı olanı dinledikten sonra davalı adamı dinlemeden hemen kararını açıklar. Ancak verdiği kararın hatalı olduğunu anlar ve hemen pişman olup yüce Allah’a yönelerek tevbe eder.

Yüce Allah (cc), Hz. Davut (as)’a peygamberlik yanında ilim ve hikmet de vermiş ve onu insanlar üzerine hükümdar yapmıştı. Böylece Hz. Davut (as), hem insanlara Rabb’inin gönderdiği ilahi mesajı duyuruyor, hem onları yönetiyor ve hem de onlar arasında adaletle hükmediyordu.

“Derken, Allâh’ın izniyle onları bozdular, Dâvûd Câlût’u öldürdü; Allâh ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allâh, insanların bir kısmıyle diğerlerini savmasaydı, dünyâ bozulurdu. Fakat Allâh, bütün âlemlere karşı lutuf sâhibidir.” (Bakara, 251)

“Andolsun biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a bir ilim verdik de onlar: ‘Bizi iman eden kullarından birçoğuna üstün kılan Allah’a hamdolsun.’ dediler.” (Neml, 15)

Yüce Allah’ın büyük lütfuna mazhar olan Hz. Davut (as), elbette Rabb’i tarafından kendisine verilenler doğrultusunnda hareket edecek ve adaletle hüküm verecektir. Çünkü yüce Allah (cc), ondan doğru olmasını ve adaletle hükmetmesini istemektedir.

İnsanlar arasında adaletle hükmetmek, elbette çok önemlidir. Bir konuda adaletle hüküm vermek için de öncelikle tarafları çok iyi dinlemek, delillerini almak, varsa şahitlerini dinlemek gerekir.

Davaya konu olan husus gereğince bilinmeden, taraflar ve varsa şahitler gereğince dinlenmeden o hususla ilgili bütün deliller toplanmadan veriilecek bir karar, taraflardan birine zulmedilmiş olunacaktır.

İnsanın aceleci olması ve beşeri kimi özellikleri, peygamber de olsa, Hz. Davut (as)’da da kendisini göstermekte ve o, kendisine başvuran iki davacı arasında bir an acele ile karar vermektedir. Ancak kendisine bunun düşünülmeden verilen bir karar olduğunun farkına vararak pişman oluyor ve rabb’ine yönelerek tevbe ediyor.

25- Biz de ondan bunu affettik, yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.

Rahmeti ve bağışlaması bol yüce Allah (cc), kendisine yönelip tevbe edenleri elbette bağışlar. Bu, O’nun kullarına karşı merhametli oluşundan ve rahmetinin geniş olmasından dolayıdır. Ancak yüce Allah’ın rahmetinin geniş olması, kullara sürekli günah işleme hakkı vermemektedir.

Yüce Allah’ın rahmetinin geniş olması, insanları gaflet ve rehavete sürüklememelidir. İnsanlar, sürekli hassasiyet sahibi olmalı, günah, şirk ve kendilerini yüce Allah (cc) indinde sorumluluk altına sokacak davranışlardan kaçınmalıdırlar. Nitekim yüce Allah (cc), Hz. Davut (as)’ı uyarmakta ve ona sakınması gereken hususları bildirmektedir.

26- ‘Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık; insanlar arasında adâletle hükmet; keyf(in)e uyma, sonra seni Allâh’ın yolundan saptırır. Allâh’ın yolundan sapanlar ise, hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin azâba uğrayacaklardır.

Tevbe ve hassasiyet gösterilmesi gereken hususlar

Yüce Allah’ın rahmet ve merhameti bol ve geniştir; O, yaptıklarına pişman olup tevbe eden kullarını bağışlamayı seviyor. Bu nedenle yüce Allah (cc), kullarını sürekli uyararak tevbe etmelerini ve günahta ısrarcı olmamalarını istiyor.

“(Tarafımdan) De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allâh’ın rahmetinden umut kesmeyin. Allâh bütün günâhları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 53)

“Ve onlar bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allâh’ı hatırlayarak hemen günâhlarının bağışlanmasını dilerler; günâhları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, hatâlarında bile bile, ısrar etmezler.” (Al-i İmran, 135)

Tevbe, hata yapıldığı ve hatanın farkına varıldığı anda hemen yapılmalıdır. Nitekim Hz. Davut (as) da böyle yapmış ve hata yaptığını anladığı anda, Rabb’ine yönelerek tevbe etmiş, yüce Allah da onu bağışlamıştır.

“Allah’a göre, şu kimselerin tevbesi makbuldür ki, câhillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler. İşte Allâh onların tevbesini kabul eder. Allâh bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (Nisa, 17)

Hatada ısrarcı olanları, tevbe etmeyi tehir edenleri, kendilerine ölümün işaretleri geldiğinde tevbe etmeye kalkışanları, daha sonra tevbe edilse bile, yüce Allah (cc) onları bağışlamayacaktır.

“Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihâyet kendilerine ölüm gelip çatınca: ‘Ben şimdi tevbe ettim’ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. Onlar için acı bir azâb hazırlamışızdır!” (Nisa, 18)

Tevbe, yapılan kötü bir fiilden pişmanlığın ve onu bir daha yapmama konusunda kişinin önce kendisine, daha sonra yüce Allah’a söz vermesidir. Bu nedenle bilmeden, cahillikle kötü bir fiil işleyen kişi, yaptığının kötü ve günah olduğunu anladığı anda o yaptığından vazgeçmesi, pişman olması gerekir.

Yüce Allah (cc) yaptıkları kötülüklerden pişman olmadan ölen ya da öleceğini hissettiği zaman tevbe etmeye kalkışan kimselerden bağışlamayacağını bildiriyor. Bu kimseler, kâfirlerle beraber anılarak durumlarının ne olduğu ortaya konuluyor.

Kur’an, günah işlemekte ısrar eden ve kendisine ölüm geldiğinde tevbe edenlere Fir’avn’ı örnek vererek bağışlanmayacaklarını bildiriyor.

“İsrâil oğullarını denizden geçirdik, Fir’avn ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihâyet boğulma kendisini yakalayınca (Fir’avn): ‘Gerçekten İsrâil oğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım!’ dedi. (Ona), Şimdi mi? Oysa daha önce isyân etmiş, bozgunculardan olmuştun? (denildi).” (Yunus, 90-91)

Kullarını aşırılıklardan kaçınmaya ve kendisinden umutlarını kesmemeye davet eden yüce Allah (cc), bütün günahları bağışlayacağını vadediyor. Ancak bu bağışlamanın nasıl ve hangi hallerde olacağını da bildirerek insanlara yol göstermektedir.

“Size azâb gelip çatmadan Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azâb gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.” (Zümer, 53)

Tevbe, ölüm gelmeden önce yapılmalı, tevbenin kabul edilmesi için de mıutlaka Kur’an’a yönelinmeli ve Kur’an’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket edilmelidir. İşte ancak bu durumda yüce Allah (cc), kullarına karşı bağışlayıcı olacak ve onları affedecektir.

“Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık; insanlar arasında adâletle hükmet; keyf(in)e uyma, sonra seni Allâh’ın yolundan saptırır.”

Hevadan verilen her hükümler, adaletsiz, hatalı, yanlış ve batıldır ve tevbe edilmelidir. Çünkü heva ve heves, insanı sapıklığa, adaletsizliğe, şirk ve küfre sürükler. Bu nedenle yüce Allah (cc), hevaya uymaktan, hevadan verilen kararları kabul etmekten kullarını sakındırıyor.

“Yeryüzünde bulunan(insan)ların çoğuna uysan, seni Allâh’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 116)

Yeryüzündeki insanlar, kendi hevalarını ve zanlarını ölçü edinerek yasalar çıkarmakta, hükümler icra etmekte ve insanları yüce Allah’ın hükümlerinden saptırmaktadırlar. İşte bu nedenle beşeri tüm sistemler, sapık, küfür ve şirktirler ve bu sistemlere itaat edip destek olmak da sapıklık, şirk ve küfürdür.

Yüce Allah (cc), yaratttığı kullarını yeryüzünde başıboş bırakmamış, onların hayatlarını nasıl düzenleyecekleri ile hükümlerini, seçtiği rasullerle ardı ardına bildirmiştir.

27- Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık bu, kâfirlerin zannıdır. Ateşten vay hallerine o kâfirlerin!

Yüce Allah (cc), kâinatta yarattığı her şeyi, bir ölçü ile bir denge ve bir amaç için yaratmış, her şeye de görev ve işlevlerini yüklemiştir. Kâinattta hiçbir şey başıboş olmadığı gibi, hiçbir şey de başıboş bırakılmamıştır.

“Yüce Rabb’inin adını tespih et. O ki, yarattı, düzene koydu, belirleyip hedefini gösterdi.” (A’la, 1-3)

Kâinatta her şey, öncelikle kendilerini yaratan yüce Allah’ı anmakla, O’na kulluk yapmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük yerine getirilirken, kâinatta varolan her şeyin birbirleri ile uyumlu bir şekilde hareket eder, birbirleriyle hiçbir şekilde bir çatışmaya girmezler ve her şey, kendilerine verilen görevleri ifa ederler.

Şu içinde yaşanılan kâinatta her şey, Rab’lerinin kendilerine belirlediği sınırlar içerisinde hareket ederler. Güneş, ay yıldızlar, gezegenler, uzay ve daha niceleri, milyonlarca yıldır uzayda varolanlar, kendilerine belirlenen rotada dönüp duruyorlar da bunlar, hiçbir zaman ne yollarını şaşırıyorlar, ne de birbirleri ile çarpışıyorlar. Şimdi bütün bunlar, bir yaratıcı olmadan böyle mükemmel bir şekilde hareket edebilir mi?

Kâinatta varolan her şeyin belli bir amacı vardır ve her şey, kendilerine Rab’leri tarafından belirlenen görev ve sorumluluklarını yerine getirirler. Kâinatta vaolan bütün bu şeylerin ve kurulan düzenliliğin boş olduğunu iddia etmek ya da düşünmek ancak “kâfirlerin zannıdır.”

Bir ateist şöyle diyor: “Ben herkes gibi annemden doğduğuma göre Allah tarafından nasıl yaratılmış olabilirim.” Böyle düşünen ateistler, kendi yaratılışlarını ve annelerinin yaratılışlarını hiç düşünmüyorlar.

Şu bilinen bir gerçektir ki, hiçbir şey kendiliğinden oluşmaz, mutlak anlamda her şeyi yapan bir yaratıcı vardır. İnsanın yaratılışı, vücud yapısı, yenilen ve içilenlerin düzenli bir şekilde belirlenen yerleri beslemeleri, vücudun ifrazat olarak çıkardığı, sakal, saç, tırnak, idrar ve benzerleri düşünüldüğünde bütün bunlar bir yaratıcı olmadan nasıl böyle mükemmel ve düzenli bir şekilde bir şekilde oluşabilir?

Bir damla meni kendisine belirlenen bir yere giriyor, orada belli bir süre kaldıktan sonra ondan kalb, beyin, damarlar, sinirler, hücreler, kemikler, mide ve bağırsaklar, göz, kulak, burun, diş, dil, el, kol, bacak ve diğer uzuvlar oluşuyor. Bütün bunların yanında, konuşan, seven, üzülen, sevinen, nefret eden, kızan duygular oluşuyor. Bir düzenleyici olmadan bütün bunlar nasıl böyle mükemmel olabilir?

Dişilerin rahminin oluşması, orada bir canlının yaşaması, doğum ve sonrası, kadınların yedikleri farklı yiyeceklerin farklı bir şekilde idrar ve süt olması, hep bir düzenleyicinin ve yaratıcının varlığını ortaya koyuyor. Aynı şekilde vücutta oluşan idrarın süte ya da sütün idrara karışmaması, idrarın göğüsten gelmemesi ya da sütün idrar yolundan çıkmaması, hep bir yaratıcının, bir programlayanın ve komut verenin varlığının göstergesidir.

Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık bu, kâfirlerin zannıdır. buyuran yüce Allah (cc), her şeyi bir amaç ile yarattığını bildiriyor. Ancak kâfirler, “Bütün bunlar bir doğa kanunudur” deyip yaratılışı ve yaratıcıyı düşünmeden geçip gidiyorlar. Bu inkârcılar, kâinatın bu düzenliliğini, muntazam yapısını anlayamadıkları için, hevalarını ölçü edinerek yüce Allah’ın mülkü olan yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar.

Yeryüzünde varolan bütün sıkıntıların kaynağı, yüce Allah’ın indirdiği hükümleri bırakıp kendi hevalarından hüküm koyan ve insanları bu hükümleri kabule zorlayan, Kur’an’ın tağut olarak vasıflandırdığı kişilerdir.

28- Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?

Surenin ilk bölümünde (2-16. ayetlerde) Kur’an’dan yüzçeviren, kendilerine Rab’leri tarafından gönderilen elçileri ve ayetleri inkâr eden, yüce Allah’ın mülkünde, O’nun verdiği nimetlerle şımarıp azgınlıklarında sınır tanımayan kişiler anlatılıyordu.

Surenin ikinci bölümünde (17-27. ayetlerde) Rabb’i tarafından kendiisine peygamberlik, mülk, hikmet, ilim ve güzel konuşma yeteneği verilen, kendisine boyun eğdirilen dağlarla ve kuşlarla Rabb’ine yönelip ibadet eden Hz. Davut (as)’ın örnekliği verilmişti.

Surenin birinci bölümünde, kendilerine nimet verilenler, Rab’lerine nankörlük yapıp azgınlaşırlarken, Hz. Davut (as), kendisine verilenlerle Rabb’ine daha çok yönelmiş ve O’nu razı etmek için çalışmıştır. Sure, iki bölümdeki iki farklı durum arasındaki zıtlığı gözler önüne sermekte, insanların bunlar üzerinde düşünmesini istemektedir.

Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?

İlahi adalet, dünya ve ahirette tam tecelli edecek, iman edip salih amel işleyenler, nankörlük yapıp Rab’lerine şirk koşup isyan edenler hiçbir şekilde bir tutulmayacak, herkese kazandığının karşılığı eksiksiz verilecektir.

Kendilerine gönderilen vahyi esasları tek ölçü edinip hayatlarını ona göre düzenleyenler, hevalarını ölçü edinip onun peşinde koşanlar yüce Allah (cc) tarafından bir tutulmayacaktır.

“Hiç böyleleri, şu kimse gibi olur mu ki, o Rabbinden bir delil üzerinde bulunur, ayrıca O’ndan bir şahit de onu takip eder…” (Hud, 17)

Tevhid şirk mücadelesinin hemen her döneminde, Müslümanların her söz ve hareketi, vahyin belirlediği ölçü içerisinde ortaya konulurken, müşriklerin söz ve hareketlerini belirleyen sabit ve tek bir ölçü olmamıştır.

Müşrikler, söz ve hareketlerini hiçbir şekilde vahyi esaslara göre ortaya koyamazlar; onlar, kimi yerde duygularını, hevalarını, atalarının dinini, içerisinde yaşadıkları şirk ve küfür kanunlarını, kimi yerde ise, önder edindikleri kişilerin, şeyh ve ağabeylerin istek ve arzularını esas alırlar.

İman edip salih amel işleyenleri, bozguncularla bir tutmayacağını bildiren yüce Allah (cc), iman edenlerden, kendilerine indirilen Kur’an’ı düşünmelerini istemekte ve ancak akıl sahiplerinin Kur’an’dan öğüt alacağını bildirmektedir.

29- Sana (bu) mübarek Kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve sağduyu sâhipleri öğüt alsınlar.

Yüce Allah (cc), iman edenlere Kur’an’ı göndererek onların, Kur’an’ı, ayetleri, Kur’an’da verilen örnekleri ve anlatılan kişilerin hayatlarını düşünmelerini ve böylece doğruyu bulmalarını istemektedir. Kur’an’ın ayetlerini ve onun verdiği örnekleri de ancak akıl sahibi kimseler düşünebilir, öğüt alabilir ve doğru yolu bulabilirler.

Hz. Süleyman (as)

Yüce Allah (cc), verilen nimetlerin, mülk ve servetlerin nasıl ve nerede kullanacakları ile ilgili olarak mü’minler için Hz. Davut (as)’dan sonra Hz. Süleyman (as)’ı örnek vermektedir. Kendilerine verilen onca nimetlere rağmen onların yalnızca Rab’lerini razı etmeyi düşündüklerini ve Hz. Süleyman (as)’ın da malı ancak Rabb’ini hatırlattığı için sevdiğini bildirmektedir.

30- Biz Davud’a Süleyman’ı armağan ettik, (Süleyman) ne güzel kuldu! Hep Allâh’a başvururdu.

Hz. Süleyman (as), kendisine verilen mülk ve servetle Rabb’ine isyan etmemiş, her vesile ile Rabb’ine şükretmiş, tıpkı babası Hz. Davut (as) gibi, Rabb’ine yönelerek O’nun rızasını kazanmaya çalışmıştır.

Yüce Allah (cc), mülk ve servet verdiği bazı kişilerin, inkârı seçerek Rab’lerine isyan etmelerine karşılık Hz. Davut (as) ve Hz. Süleyman (as)’ın örnekliklerini vererek iman edenlere “Sana (bu) mübarek Kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve sağduyu sâhipleri öğüt alsınlar.” buyurmaktadır.

“Onlardan önce de Nûh kavmi, Âd (kavmi) ve kazıklar sâhibi Fir’avn da yalanlamıştı. Semûd (kavmi), Lût kavmi ve Eyke halkı da (azmıştı). İşte onlar da (küfürde) kabilelerdi, hepsi de elçileri yalanladılar, benim cezâmı hak ettiler.”

Hz. Süleyman (as), kendisine verilen sonsuz nimetlerle şımarmamış, büyüklenmemiş, böbürlenmemiştir. O, kendisine verilen nimetleri gördükçe iman ve teslimiyetle Rabb’ine yönelerek şükretmiştir.

Cin, insan ve kuşlardan oluşturduğu ordusu ile karıncalar vadisine geldiğinde, karıncaların seslerini işittiğinde, ne ordusunun azamet ve büyüklüğüne, ne de karıncaların seslerini anladığına böbürlenmiştir. O, ancak Rabb’ine yönelerek dua etmiştir.

Sahip olunan maddi ve manevi değerler, insana Rabb’ini hatırlatıyorsa bir anlam ifade eder, aksi halde insana yüktür ve hem dünya hayatında hem de ahirette insana acı vermekten başka bir işe yaramaz. Özellikle maddi ve manevi değerlerle övünüp böbürlenmek, insanı hem Rabb’ine isyana sürükler, hem de cehennem azabının kat kat artmasına neden olur.

Hz. Süleyman (as), Rabb’i tarafından kendisine verilen sonsuz nimetlere karşı nefsinde en küçük bir büyüklenme hissetmediği gibi, bir karıncanın, onun ordusunun geleceğini diğer karıncalara haber vermesini duyması karşısında da tevazu ile Rabb’ine yönelerek O’na yalvarmış, Rabb’inden, kendisini salih kullar arasına katmasını niyaz etmiştir.

Yüce Allah (cc), peygamber de olsa, herkesi bir şekilde imtihan ediyor, onun samimiyet ve sadakatine kulun kendisini şahit tutuyor. Hz. İbrahim (as)’ı, Hz. Yusuf (as)’ı, Hz. Musa (as)’ı ve Hz. Muhammed (as)’ı çeşitli şekillerde ve birçok kez imtihan ettiği gibi, Hz. Süleyman (as)’ı da imtihana tabi tutmuş ve ona safin atları göstermiştir.

31-33- Akşam üstü kendisine sâfin (görkemli) hızlı koşan atları gösterilmişti. Ben, mal sevgisini, Rabbimi anmaktan (ötürü) tercih ettim.’ dedi. Nihâyet bu atlar perde ile gizlendi. Onları bana getirin (dedi), bacaklarını ve boyunlarını okşamağa başladı.

O günkü ortamda çok değerli bir yere sahip olan ve kendisinin çok sevdiği safin atları gören Hz. Süleyman (as), “Ben, mal sevgisini, Rabbimi anmaktan (ötürü) tercih ettim.’ diyerek malı neden sevdiğini belirtmiştir.

İnsan, yaşadığı sürece, son nefesine kadar Rabb’i tarafından imtihan edildiği gibi Hz. Süleyman (as) da önce mallarla, daha sonra da hastalıkla imtihan edilmiş ve adeta bir ceset olabilecek şekilde takatsız bırakılmıştır.

34- Andolsun Süleyman’ı denedik; tahtının üstüne bir ceset (gibi) bıraktık, sonra (eski sağlığına) döndü.

Her konuda ve her durumda yüce Allah’a yönelen Hz. Süleyman (as), yakalandığı çok ağır bir hastalık nedeniyle tahtı üzerinde adeta bir ceset haline hastalık halinde gelmiş, ancak o, hiçbir şekilde şikâyetçi olmamış, sağlığına kavuştuğunda yine Rabb’ine yönelerek sadakat ve samimiyetini ortaya koymuştur.

31. ve 34. ayetlerde belirtilen konularda kimi müfessirler, Hz. süleyman (as)’a peygamberlik sıfatına yakışmayan ifadeler kullanıyor olmadık iftiralar atıyor, adeta onu şirk içerisinde gösteriyorlar.

İnsan, bir beşer olarak her zaman Rabb’inin gözetimi altındadır ve her zaman, değişik vesilelerle imtihana tabi tutulur. Bu imtihanlar, iman eden kimselerin samimiyet ve sadakatlerini artırır.

İmanın hazzına ulaşamamış kimseler, varlık zamanlarında sanki yüce Allah (cc) onları üstün tutmuş da kendilerine ikram etmiş gibi davranırlar. Ancak aynı kimseler, Rab’leri tarafından imtihan edildiklerinde isyan ederler. Onların bu durumu, nankörlük, azgınlık ve imansızlığın apaçık bir yansımasıdır.

Fakat insan öyledir; Rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikrâmda bulunur, ona nimet verirse: ‘Rabbim bana ikrâm etti’ der. Ama Rabbi onu sınayıp rızkını daraltırsa: ‘Rabb’im beni alçalttı’ der.” (Fecr, 15-16)

Vahyin belirlediği ölçüler içerisinde iman etmemiş kimseler, belli bir mali güce eriştiklerinde Rab’lerinin kendilerini sevdiğini düşünür ve imandan nasiplenmemiş cahiliye mantıkları ile; “Allah, sevdiği kula, yürü kulum dermiş” diyerek yüce Allah’ın üzerine iftira atarlar.

Tarihsel süreçte, kendilerini yüce Allah’ın yanında bir yerlerde görüp malları ile azgınlaşan birçok kimseler varola gelmiştir. Kur’an’da Kehf suresinde, kendisine iki bahçe verilen kişinin ve Kalem suresinde bahçe sahiplerinin kıssaları verilir. Bunlar, kendilerine verilenleri, Rab’lerinden kendilerine bir üstünlük vesilesi olarak verildiğini düşünürler. Bu düşünce onları, azgınlığa ve giderek şirke sokarak Rab’lerine isyan ettirmiştir.

Hz. Süleyman (as), kendisine verilenleri, yalnızca Rabb’ini hatırlattığı için sevdiğini, bunun dışında bir anlam ifade etmediğini bilerek hareket ediyor ve bu nedenle her vesile ile Rabb’ine yönelerek O’na şükrediyordu.

35- ‘Rabbim, beni affet, bana, benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünkü Sensin o çok lutfeden, Sen!’ dedi,

Bir mülk, bir değer, bilinçli kullanıldığı zaman bir anlam ifade eder ve insan için bir tehlike arzetmez. Bu nedenle o tür sahip olunan şeyler, ne kadar fazla olursa olsun, insanın ancak yüce Allah’a iman ve sadakatini artırır. Bunun bilincince olan Hz. Süleyman (as) da Rabb’ine yönelerek daha büyük bir mülk istiyor.

Yüce Allah (cc), Hz. Süleyman (as)’a öyle bir mülk verdi ki, ondan önce ve sonra kimseye verilmeyen bir mülktü ve bu mülkün kullanımını da ona vermişti.

36-39- Biz, rüzgârı ona boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere tatlı tatlı eserdi ve şeytânları; her binâ ustasını ve dalgıcı ve zincirlerle birbirine bağlanmış başkaları. ‘Bu bizim ihsânımızdır, artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır’ (dedik).

Yüce Allah (cc), bu sonsuz mülkün yanında Hz. Süleyman (as)’a ilim, emrine verdiği tüm canlıların dilllerini ona öğretmiş ve ilimde ileri derecede olan ilim adamlarını da emrine vermişti. Böylece Hz. süleyman (as)’ı kullarından bir çoğüna üstün kılmıştı.

“Andolsun biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a bir ilim verdik de onlar: ‘Bizi inanan kullarından birçoğuna üstün kılan Allah’a hamdolsun’ dediler.

Süleymân, Dâvûd’a mirâsçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize her şeyden bir pay verildi. İşte bu, açık bir lutuftur.

Süleymân’a cinlerden insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı, hepsi bir arada düzenli olarak sevk ediliyordu.

Karınca vâdisine geldikleri zaman bir karınca: ‘Ey karıncalar dedi, yuvalarınıza girin ki Süleymân ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler.’

(Süleymân) Onun sözüne gülümseyerek: ‘Rabbim, bana ve anama, babama lutfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok.’ dedi.” (Neml, 15-19)

Yüce Allah’ın sınırsız bir mülk verdiği ve kendisine verilenleri en iyi şekilde kullanan Hz. süleyman (as), ilim ve teknikte de oldukça ileri düzeye ulaşmıştı. Görenleri adeta şok eden ve oldukça yüksek bir teknikle yaptırdığı saraylara sahip olan Hz. Süleyman (as), iletişim konusunda da ulaşılması zor bir hıza ve tekniğe sahipti. Ancak o, bütün bunlara rağmen hiçbir şekilde gurura kapılmamış, kibirlenip böbürlenmemiştir. O, her vesile ile bunları kendisine lütfeden Rabb’ine yönelip şükretmiştir. İşte bundan dolayı da onun yüce Allah’ın yanında yakınlığıı vardı.

40- Onun için, bizim yanımızda bir yakınlık ve güzel bir gelecek de vardır.

Hz. Eyyüp (as) ve imtihan

Yüce Allah (cc), peygamber de olsa, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan hepsini bir şekilde imtihan etmekte, onların samimiyetlerine, ihlas ve gerçekten iman edip etmediklerine kendilerini şahit tutmaktadır.

İlk imtihan, hiç kuşkusuzdur ki, Hz. Adem (as)’ın cennetteki ağaçla olan imtihanıdır. Ondan sonra Habil ve Kabil’in kurban sunumları ile bu imtihan devam etmiş ve günümüze kadar süregelmiştir.

Hiçbir kul, imtihan edilmeden bırakılmaz; insanlar, dünya hayatında mallarıyla, canlarıyla, evlatlarıyla, çeşitli musibetlerle, açlık ve korku, makam ve sermaye ile imtihan edilirler. Bu, bütün kullar için ilahi bir kuraldır. İmtihan sürecinde takınılan tutum ve söylenen sözler, kişinin yüce Allah’a iman ve teslimiyetini ya da isyan, küfür ve şirkini ortaya koyar.

“De ki: ‘Herkes kendi karakterine göre hareket eder. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” (İsra, 84)

Yüce Allah (cc) insanları, mal, evlat, mülk, makam, iktidar, güç, fiziksel güzellik gibi değerler vererek imtihan ettiği gibi, bunları vermeden ya da bunları verip sonradan onlardan alarak da imtihan etmiş, etmektedir. İnsanlar, imtihan sürecinde takındıkları tavra göre yüce Allah (cc) tarafından değerlendirilirler ve ona göre O’nun tarafından muamele görürler.

Nankör kimseler, Rab’leri tarafından kendilerine verilen değerleri, O’nun belirlediği ölçüler içerisinde kullanmayarak Rab’lerine isyan etmişlerdir. Bunlar, kendilerine verilen değerleri, kendilerine ait bilmişler ve istedikleri gibi üzerinde söz sahibi olduklarını sanmışlardır.

“İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip yan çizer. Ona bir zarar dokununca da umutsuzluğa düşer.” (İsra, 83)

“İnsanlara bir zarar dokundu mu, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar; sonra (Rableri) onlara kendinden bir rahmet taddırınca, hemen onlardan bir grup, Rablerine ortak koşarlar.” (Rum, 33)

Yüce Allah (cc), insanlara dünyevi değerler verip onların bu verilenleri nasıl kullanacaklarına bakarak onları imtihan ettiği gibi, hastalık, ölüm, yoksulluk, korku gibi şeylerle de imtihan eder. İnsanlar, kimi zaman aileleriyle eş ve çocuklarıyla, anne ve babalarıyla da imtihan edilirler.

Hz. Nuh (as) eşi ve oğluyla, Hz. ibrahim (as) babasıla, Hz. Lut (as) eşiyle, Hz. Yakup (as) çocuklarıyla ve Hz. Yusuf (as)’ın yokluğuyla imtihan edilmişler, bu konuda oldukça büyük sıkıntılar çekmişlerdir.

İnsanlar, kendilerine verilen dünyevi değerler konusunda, kendilerini birer emanetçi olarak gördükleri zaman, hiçbir sıkıntı ve zorluk çekmeden imtihan süreçlerini başarı ile aşarlar. Çünkü imtihana tabi tututlan kimseler, kendilerine verilen emaneti sahibine iade etmekte ya da emanet sahibinin talebini yerine getirerek emaneti istenilen yere vermektedirler.

İnsanlar, ne zaman ki kendilerini, kendilerine verilenlerin sahibi olarak görürlerse işte o durumda, imtihan süreçlerinde çok büyük sıkıntı ve zorluklar yaşammaktadırlar. Böyle kimseler, kendilerine ait zannettikleri dünyevi değerleri kullandıklarında Rab’lerine şirk koştukları gibi bu değerlerin kendilerinden alınışı sırasında da Rab’lerine isyan ederler.

İman ettiklerini söyleyen insanların, gerçekten samimi olup olmadıklarına kendilerini şahit tutmak için yüce Allah (cc) onları imtihan eder. Bu imtihan, insanların kendi durumlarını daha açık görmelerini sağlar.

İnsanların, Allah için hiçbir şey yapmadan oturdukları yerde, bir elleri yağda bir elleri balda yaşamaları ve iman ettiklerini iddia ettikleri din uğruna hiçbir şey yapmamaları onların gerçekten iman ettikleri anlamına gelmez. Bu nedenle onların doğru olup olmadıklarına, yalancı olup olmadıklarına kendilerini şahit tutacaktır.

“İnsanlar yalnız ‘inandık’ demekle, hiç denenmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun biz, onlardan öncekilerini denedik, elbette Allâh doğruları bilecek, yalancıları bilecektir.” (Ankebut, 2-3)

Yüce Allah (cc), insanların iman iddialarındaki samimiyetlerini denerken bir örnek vermektedir. Bu örnek, önceki insanların denendikleri örneğidir ve sonrakilerin de aynı süreçten geçeceklerini bildirmektedir.

Yüce Allah (cc), adalet sahibidir ve bu nedenle insanlar arasında adaletle hükmeder. O, önceki insanları nasıl imtihan ettiyse sonrakileri de imtihan edecek, onların iman iddialarındaki sözlerini açığa çıkaracaktır.

İnsanlar, iman edip etmedikleri konusunda denendikleri gibi, bu imanlarında ne derece sağlam ve samimi oldukları konusunda da deneneceklerdir. Ancak bu denemeler sonucunda insanların samimiyeti belli olacak ve ancak o zaman cennete girmeye hak kazanacaklardır.

“Yoksa siz, Allâh, içinizden cihâd edenleri bilmeden ve sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran, 142)

“Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki içinizden cihâdedenleri, sabredenleri ve söylediğiniz sözlerin(izdeki samimiyetinizi) bilelim” (Muhammed, 31)

Ashab-ı Kehf, Kasabalılara ve Ashab-ı Uhdud’a giden Tevhid erleri, hep bir deneme sürecinden geçmişler ve ancak denenmelerinden sonra yüce Allah’ın rızasını kazanmışlar ve ancak ondan sonra cennete girmeye hak kazanmışlardır.

Kur’an’da, Ashab-ı Kehf, Kasabalılara ve Ashab-ı Uhdud’a giden Tevhid erlerinin kıssalarının verilmesi, yüce Allah’ın onlardan razı olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda sonradan gelen Tevhid erlerinin ve onlara iman eden insanların da denenme sürecinden geçeceklerini ve bu süreçten geçmeden yüce Allah’ın rızasını kazanamayacaklarını göstermektedir.

İman edenler için imtihan, iman edilen esaslar doğrultusunda hareket etmekle başlar. Ondan sonraki aşama, kişinin bulunduğu halden daha ileriye gitmek, daha fazla çalışmak ya da en azında geldiği noktada sabit kalmak için direnmesi, mücadele etmesidir.

İmtihan sürecinde en büyük sığınak sabırdır. Bu sabır, iki türlüdür; birincisi, verilen nimetlerin Allah yolunda kullanılmasında, O’nun rızasına uygun bir şekilde harcanmasında, iman ve ihlasta, Allah yolunda yapılan mücadelenin O’nun rızasına uygun olmasında sürekli olmaktır.

Sabrın ikincisi, başa gelen hastalık, ölüm, açlık, korku gibi musibetlerde, yüce Allah’a yönelerek tevekkül etmek, O’ndan, başa gelen duruma karşı yardım istemektir. Böyle durumlarda hiçbir şekilde şikâyetçi olmamak ve Allah’tan geldiğini bilerek sabretmektir.

Gerçek iman sahipleri, kendilerine verilen dünyevi değerleri kullanırlarken Rab’lerine şükredip yöneldikleri gibi bu değerlerin ellerinden alınışında da Rab’lerine yönelerek O’na şükrederler. Bu, yüce Allah’a gereği gibi iman etmenin ve kendilerine verilen değerlerin gerçek sahibinin yüce Allah’a ait oluşunu bilmenin bir sonucudur.

İman eden kimseler, kendilerine verilen dünyevi değerleri aldıklarında Rab’lerine yönelip şükkrettikleri gibi bu değerlerin ellerinden alınışında da yani, ölüm, hastalık, yoksulluk, açlık, korku ve sıkıntı anlarında da Rab’lerine yönelirler ve hiçbir şekilde içerisinde bulundukları durumdan şikâyet etmezler. Çünkü onlar, içerisinde bulundukları durumun sebepsiz olmadığını ve Rab’lerinin izni ile olduğunu bilirler.

“Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele ki, onlara bir musibet eriştiği zaman: ‘Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 155-156)

Öncekileri deneyip onların samimiyet ve sadakatlerine kendilerini şahit tutan yüce Allah (cc), elbette günümüz insanları da deneyecek ve onların, imanlarındaki samimiyet ve sadakatlerine kendilerini şahit tutacaktır.

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allâh’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

Rasulullah (as)’ın buyurduğu üzere, insanın karşılaştığı imtihanlar derece derecedir. En zorlu imtihanlar, peygamberlerin karşılaştığı imtihanlardır, ondan sonra insanların iman ve sadakatlerine göre derece derece azalır.

“Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok erenler çarpıştılar; Allâh yolunda başlarında gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allâh sabredenleri sever.

Sadece şöyle diyorlardı: ‘Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (yolunda) sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım eyle!” (Al-i İmran, 146-147)

Risalet tarihinde birçok peygamber ve onlarla beraber iman edenler, çok zorlu durumlarla karşı karşıya bırakılarak imtihan edilmişlerdir. Ancak onlar, hiçbir şekilde bulundukları halden sıkıntı duymamışlar, bıkkınlık göstermemişler ve yalnızca Rab’lerine dua ederek dayanma gücü iştemişlerdir.

Hz. Nuh (as) için büyük tuzakların kurulması, Hz. İbrahim (as)’ın ateşe atılması, Hz. Yusuf (as)’ın zindan sokulması, Hz. Muhammed (as)’ın Mekke ve Taif müşriklerinin eziyetlerine uğraması, peygamberlerin karşılaştıkları imtihanlardan sadece birkaç tanesidir.

Sad suresinde, Hz. Davut (as)’ın insanlar arasında hüküm vermesiyle, Hz. Süleyman (as)’ı mal ve hastalıkla imtihan edilmesiyle denendikleri bildirildiği gibi Hz. Eyyüp (as)’ın da hastalıkla imtihan edildiği görülmektedir.

Hz. Eyyüp (as), uğradığı şiddetli hastalık ve bu hastalığa karşı gösterdiği sabır ve tevekkülle kendisinden sonra gelenler arasında hep sabrın simgesi olarak anılmıştır. Bu öyle bir sabır ve tevekküldür ki, bunu ancak çok büyük bir imana sahip olan kimseler gösterebilirler.

41- Kulumuz Eyyûb’u da an; (o) Rabbine: ‘Şeytan, bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu’ diye seslenmişti.

Hz. Eyyüp (as), çok ağır bir hastalıkla yıllarca mücadele etmiş, ancak bundan hiçbir şekilde şikâyetçi olmamış, gücünün tükendiği ana kadar sabretmiş, ondan sonra Rabb’ine yönelerek O’ndan yardım istemişti.

“Eyyub’u da an; o, Rabbine: ‘Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin!’ diye dua etmişti.

Biz de onun duasını kabul etmiş, kendisine bulaşan derdi kaldırmıştık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir öğüt olarak ailesini ve onlarla beraber bir katını daha vermiştik.” (Enbiya, 83-84)

Yüce Allah (cc), kullarının, bir mucadele sonucunda, güçlerini aşan durumlarda kendisine yönelip yardım istemeleri halinde, merhameti gereği kullarına yardım edicidir. “Ol” demekle her şeyi anında olduran yüce Allah (cc), insanların ummadıkları yerden onlara yardım eder. Nitekim Hz. Eyyüp (as)’a da yardım etmiş ve bir kaynak suyu ile onun muzdarip olduğu hastalığa şifa vermiştir.

42- Ayağını (yere) vur, işte yıkanacak ve içilecek serin (bir su) (dedik).

Yüce Allah (cc), diledikten sonra içilen bir su, en ağır hastalıkları tedavi eder, iyileştirir. Hz. Eyyüp (as)’ın, yüce Allah’a olan iman ve teslimiyeti, tevekkül ve güveni sayesinde yüce Allah ona su ile şifa veriyor.

Yüce Allah (cc), sabreden kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olduğu ve rahmeti her yeri kuşattığı için Hz. Eyyüp (as)’a daha fazlasını da ikram ediyor.

43- Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sâhiplerine bir ibret olarak âilesini ve onlarla beraber bir eşini daha armağan ettik.

Hz. Eyyüp (as), bütün içtenliği ile Rabb’ine yönelmiş, yüce Allah (cc) da hem onun hastalığına şifa vermiş hem de geçmişte kaybettiklerine ve daha fazlasına kavuşturulmuştur. Yüce Allah (cc), Hz. Eyyüp (as)’ın durumunu akıl sahiplerine bir ibret olarak vermekte ve kendisine yönelişin örnekliğini göstermektedir.

Yüce Allah’a yönelen bir kimse, mutlak anlamda O’nun rahmetine ve bağışlamasına ulaşır. Ancak bu yönelme, yüce Allah’ın belirlediği esaslara uygun, samimi ve içtenlikle olmalıdır. Yüce Allah (cc), kendisine yönelenlere hem rahmet eder hem de onları rızasına iletir.

“O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve Îsa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın (bu) esas, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve iyi niyyetle yöneleni kendisine iletir.” (Şura, 13)

Yüce Allah’a yönelmek, hayatın her safhasında, her an ve durumda olmalıdır. Bu öyle bir yönelme olmalı ki, hayatın tümünü kuşatmalıdır. Yüce Allah (cc), kullarının hayatın her anında kendisine yönelmesini istemekte ve mü’minlerin hayatlarının her anında kendisine yöneldiklerini bildirmektedir.

“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde Allâh’ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, mü’minlere vakitli olarak farz kılınmıştır.” (Nisa, 103)

Yüce Allah’a yönelmek ancak müşriklere ağır gelir. Onlar, Allah’tan başkalarını, heva ve heveslerini ölçü edindikleri için yüce Allah’a yönelmek hususunda sıkıntı duyarlar. Müşrikler ancak zorda kaldıkları ve ilah edindiklerinin kendilerine bir fayda vermediğini anladıklarında yüce Allah’a yönelirler, ancak rahata kavuştuklarında eski şirk ve küfürlerine dönerler.

“(Denizde) onları, gölgeler gibi dalga(lar) sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah’a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı döner; zaten bizim âyetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.” (Lokman, 32)

“İnsana bir zarar dokundu mu hemen içtenlikle Rabbine yönelerek dua eder. Sonra (Rabbi) ona kendisinden bir nimet verdi mi; önceden O’na yalvarmakta olduğunu unutur da, O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşmağa başlar. De ki: ‘Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın!” (Zümer, 8)

Müslümanlar, yüce Allah’a yönelme hususunda hiçbir sıkıntı duymazlar. Onlar, hiçbir sıkıntı ile karşılaşmasalar da her konu ve durumda yüce Allah’a yönelirler. Yüce Allah’a yönelmek, Müslümanlar için ibadettir, bu nedenle onlar, yürürken, otururken ve yanları üzere yatarlarken sürekli Rab’lerine yönelirler, Rab’lerini tefekkür ederler.

“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: ‘Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azâbından koru’ (derler)” (Al-i İmran, 191)

Mü’minler, hayatın her anında Rab’lerine yönelirler. Onlar, sıkıntı anlarında yüce Allah’a yönelmenin müşriklere mahsus bir hal olduğunu bilirler. Bu nedenle onlar, iyi günlerinde de sıkıntılı günlerinde de Rab’lerine yönelirler ve bundan huzur duyarlar. İşte ancak o durumda gerçek mü’min olurlar.

Hz. Eyyüp (as), kendisine isabet eden hastalığın Rabb’in dengeldiğini biliyor, bu nedenle sabrediyordu. O, ne zaman ki dayanma gücünü yitirdi, işte o zaman yeniden Rabb’ine yönelip O’ndan yardım istedi. Hz. Eyyüp (as), her durumda Rabb’ine yöneldiği gibi hastalıktan kurtulma konusunda da O’na yönelmişti ve yüce Allah (cc) da ona yardım etti.

Yüce Allah (cc), Hz. Eyyüp (as)’ı hastalığından kurtardığı gibi, hastalığı süresince sabretttiği, isyan etmediği için de ona, ondan uzaklaşan ailesini ve daha fazla şeyle nasip etmişti. Eyyüp (as)’ın eşine karşı ettiği yemini de yüce Allah (cc), en güzel bir şekilde yerine getirmesini tavsiye etmişti.

44- (Dedik ki): ‘Eline bir demet sap al, onunla vur da yeminini bozma’ Gerçekten biz onu sabreden bulmuştuk. 0, ne güzel kuldu, daima (bize) başvururdu.

Yüce Allah (cc), elbette güzel davrananların mükâfatlarını verecektir. Bu, yüce Allah’ın, kullarına karşı merhametinin bir göstergesidir. Yüce Allah (cc), güzel davrananlara peygamberleri örnek vermekte, kullarının da onlar gibi kendisine sürekli yönelmelerini istemektedir.

Sürekli yüce Allah’a yönelmek, ahireti düşünme özelliği ile temizlenmek

İnsan için temel amaç ve ulaşılacak hedef yaratılışı ile beraber apaçık bir şekilde belirtilmiştir. İnsan yaşadığı sürece kendisine bildirilen amaç doğrultusunda hareket ederek hedefine ulaşmalıdır. İnsanın yaratılış gayesi, yüce Allah’a kulluk yapmak, hedefi ise, yüce Allah’ı razı edip ahirette kendisine vadedilen mükâfatlara ulaşmaktır.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

İnsan, yaratılışın temel gayesi doğrultusunda hareket ettiği sürece kendisine belirlenen hedefe ulaşacaktır. Buna bir örnek verilecek olursa; bir kimse, bir işe girip o işte sürekli ve başarılı çalışması sonucunda işinde yükselip üst makamlara ulaşıyor ve o işten yüklü bir maaşla emekliye ayrılarak rahat bir hayat sürüyor.

Yaratılış gayesini terkeden bir kimse, kendisine belirlenen hedeften uzaklaşacak ve hem dünya hayatında, hem de ahiret hayatında perişan olacaktır. Bu kimsenin durumu, başarılı olmak, yükselmek ve hayatının sonunda rahat bir hayat sürmek niyetiyle bir işe giren bir kimsenin, girdiği işte sürekli olmaması, kurallara dikkat etmemesi, başarısız olması sonucunda işten atılarak işsiz güçsüz kalması, yaşlandığında sosyal bir güvenceden yoksun bir şekilde perişan ve sefil olması gibidir.

Bütün peygamberler ve onların izinde giden Tevhid erleri, yaşadıkları sürece yaratılış gayeleri doğrultusunda hareket etmişler, bu uğurda mücadele ederek kendilerine belirlenen hedefe ulaşmışlardır.

Kişi, hedefini belirlemişse, o hedefe ulaşmak için bütün gücü ile çalışmalıdır ki, arzu ettiği sonucu elde edebilsin; aksi halde hedefine ulaşmaz, hüsrana uğrar. Yüce Allah (cc), ahireti isteyen kimselerin, onun için çalışmaları halinde onu elde edebileceklerini bildirmekktedir.

“Kim de âhireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.” (İsra, 19)

Ahirete inanıp ona yaraşı biçimde neler yapılması gerektiği hususunda da yüce Allah (cc) iman edenlere yol göstermiş ve ancak bu yola uymaları halinde umduklarına ulaşacaklarını bildirmiştir. Bunlar:

Rasulullah (as)’ı en güzel örnek olarak almak

“Andolsun Allâh’ın Rasulünde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

Yüce Allah’a ibadet ve itaatte şirk koşmamak

“De ki: ‘Ben de sizin gibi bir insanım; İlahınızın bir tek İlah olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 110)

İnfak etmek

“O ki malını vererek arınır, yücelir ve onun yanında, hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur, yalnız yüce Rabbinin rızası için verir; yakında kendisi de razı olacaktır.” (Leyl, 18-21)

Böbürlenmemek, bozgunculuk yapmamak, muttakilerden olmak

“İşte âhiret yurdu; onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, (günâhlardan) sakınanlarındır.” (Kasas, 83)

Risalet önderlerinin hayatlarını örnek almak, onlar gibi hareket etmek

45-48- Kuvvetli ve bâsiretli kullarımız İbrâhim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an. Biz onları âhiret yurdunu düşünme özelliğiyle temizleyip, kendimize hâlis (kul) yaptık. Onlar bizim yanımızda seçkinlerden, hayırlılardandır. İsmâ’il’i, Elyesa’ı, Zülkifil’i de an. Hepsi de iyilerdendir.

Yüce Allah (cc), gönderdiği kutlu elçilerinin mücadele örneklerini vererek iman edenlerin de onlar gibi hareket etmelerini istemektedir. Surede, övülen ve isimleri zikredilen elçiler, amaçlarının ne olduğunu çok iyi bilen, sürekli yüce Allah’a yönelen, ahireti düşünerek davranışlarını düzenleyen kimselerdir.

Ahireti düşünerek hareket eden Allah rasullerin, halis kullar ve iyilerden olmalarını sağlayan amelleri onların, her iş ve davranışlarında, Rableri tarafından indirilen esaslara göre hareket etmeleri, bundan taviz vermemeleri, Tevhidi esasları insanlara duyurmaları, yaşadıkları bütün zorluklara rağmen, umutsuzluğa düşmeden sürekli olarak yüce Allah’a yönelmeleridir.

Rasuller ve onların izinde giden Tevhid eri Müslümanlar, gaye ve hedeflerini çok iyi bildikleri için, karşılaştıkları bütün sıkıntılara rağmen, bu gaye ve hedeflerinden sapmadan emrolundukları gibi dosdoğru hareket etmişlerdir. Yüce Allah (cc), rasullerin Kendisini nasıl razı ettiklerini belirterek mü’minlerin de onlar gibi hareket etmelerini istemektedir.

49-54- Bu, bir hatırlamadır; muttakiler için güzel bir gelecek vardır; kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri. Orada (koltuklara) yaslanarak bir çok meyva ve içki isterler. Yanlarında da bakışlarını yalnız (kendilerine) diken yaşıt dilberler vardır. İşte, hesap günü için size söz verilen budur! Doğrusu bizim bu rızkımızın bitip tükenmesi yoktur!

Yüce Allah (cc), “Bu, bir hatırlamadır; muttakiler için güzel bir gelecek vardır.” buyurarak iman edenlere ne yapmaları gerektiği konusunda yol göstermektedir. Güzel bir gelecek elde edebilmenin yolu, o geleceğe giden yolda olabilmek ve o yolun kurallarına harfiyen hareket etmekle mümkündür.

Her değerin bir bedeli vardır ve hiçbir değer, bedel ödenmeden elde edilemez; verilecek bedel, elde edilecek değer oranında olmalıdır. İnsan, elde etmek istediği değerin kendisinden nasıl bir bedel istediğini bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. Yüce Allah (cc), cennetin bedelini belirlemiş ve ancak bu bedeli ödeyecek olanların onu kazanacaklarını bildirmiştir.

“Allâh, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allâh’ın, Tevrât’ta, İncil’de ve Kur’ân’da üstlendiği gerçek bir sözdür! Kim Allah’tan daha çok sözünde durabilir? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarıdır.” (Tevbe, 111)

Yüce Allah’ın, cennet için belirlediği bedeli ödeyenler, yaptıklları alışverişte kazançlı çıkmışlar ve umduklarına ermişlerdir. Bu bedeli ödemeyenler de, Rab’lerini razı etmedikleri için, ne yaparlarsa yapsınlar, vadedilen cennete ulaşamayacaklardir. Bu kimseler, ister inandıklarını söylesinler, ister bir kısım salih amel işlesinler, isterse inanmadıklarını söylesinler, Kur’an’ın ifadesi ile onların hepsi azgınlardır ve azgınlardır durağı da cehennemden başka bir yer değildir.

55-59- Bu böyledir; muhakkak ki tuğyan edenlere de en kötü bir gelecek vardır: Cehennem! Oraya girerler; ne kötü bir döşektir o! İşte onu tadsınlar, kaynar ve kokuşmuş sudur ve daha başka çeşit çeşit (azâb) vardır. İşte şunlar da sizinle beraber (cehenneme) girecek olanlardır. Onlara merhaba (rahatlık) yok, onlar ateşe gireceklerdir.

Tuğyan edenler

Kur’an, Tevhidi esaslardan sonra ağırlıklı olarak en çok insanın tuğyan etmesi yani azgınlaşması üzerinde durur. Kur’an, daha ilk sureden itibaren tuğyan edenlere dikkatleri çeker ve onların nasıl tuğyan ettiklerini bildirir.

“Kesinlikle insan, müstağnileştiğinde tuğyan eder.” (Alak, 6-7)

Yaratılışı bir damla sudan olan, hiçbir şeye malik olmayan insan, Rabb’i tarafından kendisine mal ve sermaye, akıl ve bilgi verilerek güçlendirilmiş, yaratılış gayesi kendisine bildirilmiş ve ona iki yol gösterilerek iradi olarak serbest bırakılmıştır.

Aslı bir damla su olan insan, yaratılışta hiç bir şeye sahip değilken, Rabb’i onu, çeşitli nimetlerle donatmış, bu verilen nimetleri ne yapması, nasıl kullanması gerektiği konusunda kendisine yol göstermiştir. Ancak insan, kendisine verilen nimetleri Rabb’inin bildirdiği esaslara göre kullanmamış, aksine hareket ederek bu nimetlerle böbürlenmiş, insanlar üzerinde kendisini üstün görerek azgınlığı yol edinmiştir.

Yüce Allah (cc), insanların bir kısmına bilgi, bir kısmına fiziksel özellikler, bir kısmına mülk (egemenlik), bazılarına da mal, evlat ve sermaye vermiş ve bunların nasıl kullanılacakları ile ilgili emirlerini bildirmiştir. Ancak insan bütün bu verilenleri, kendisine bildirilen hükümler doğrultusunda kullanmayarak azgınlık (tuğyan) etmiş, küfre ve şirke düşmüştür.

Azgınlığında sınır tanımayanları en zirvesinde hiç kuşkusuzdur ki, yüce Allah’ın gönderdiği ilahi hükümleri reddedip kendileri insanlar üzerine hüküm koyanlar bulunmaktadır. İşte yüce Allah’ın öncelikle reddedilmesini istediği ve tağut olarak isimlendirdiği azgınlar bunlardır.

Yüce Allah’a iman etmenin ilk ve en önemli aşaması hiç kuşkusuzdur ki, tağutu reddetmektir. Tağut reddedilmeden yüce Allah’a, O’nun indirdiği Kur’an’a, Tevhidi esaslara iman etmek mümkün değildir. Bu nedenle yüce Allah (cc), her millete rasuller göndererek tağuttan kaçınmalarını istemiştir. Çünkü tağuttan kaçınmadan yüce Allah’a iman edilmesi, O’na kulluk yapılması mümkün değildir.

“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)

İnsanlık tarihi boyunca, her dönemde yaşayan insanlara tağuttan kaçınmaları, tağutu reddetmeleri ve yüce Allah’a iman edip kulluk yapmaları için elçiler gönderilmiştir. Yani tağut, yüce Allah’a iman etmenin ve O’na kulluk yapmanın önündeki en büyük engeldir. Bu engel aşılmadan yüce Allah’ın belirttiği gibi sapasağlam iman ve Tevhid kulpuna yapışıp iman etmek ve O’na kulluk yapmak mümkün değildir.

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)

Kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Tağutu, yani yüce Allah’ın indirdiği esasları kabul etmeyip insanların hayatları üzerine kanun koyarak tağut olan beşeri sistemleri inkâr etmeyenler, yüce Allah’a iman etmedikleri için sağlam olan ve kopmayan Tevhid ve iman kulpuna sarılamazlar.

Kelime-i Tevhidin samimiyetle söylenmesi için öncelikle insanlar üzerinde ilahlık taslayan tağutun reddedilmesi gerekir ve ancak bu durumda yüce Allah (cc) tek ilah ve Rab olarak kabul edilebilir.

Kişi ya da sistem olsun her tağut, aynı zamanda insanlar üzerinde ilahlık taslayan birer güçtürler. Bu nedenle birbirini tamamlayan tağut ve ilah kavramlarının ne anlama geldiklerini çok iyi bilinmelidir ki reddedilebilsin.

Tuğyanın nedenleri

Tuğyanın en önemli nedenlerinden biri, kişinin kendisini yeterli görmesidir. Daha ilk surede dikkatler, kendilerini yeterli görüp azgınlaşan kişilere çekilmektedir. İnsanların, kendilerini hangi konuda nasıl yeterli gördükleri hususu ise, devam eden surelerde çok açık bir şekilde ortaya konulmaktadır.

Zaman içerisinde yaratılış gayesini unutan insan, kendisine verilen nimetlerle azgınlığın zirvesine ulaşmış ve böylece Rabb’ine isyan etmiştir. Bu isyan, kimi zaman Rabb’ini unutup kendisi rablık taslamak şeklinde tezahür ederken, kimi zaman kendisine gönderilen Tevhidi esasları inkâr şeklinde kendisini göstermiş, kimi zaman da kendisine bildirilen ilahi mmesajı karıştırmak, bir kısmına inanıp bir kısmını terketmek şeklinde olmuştur.

İnsanlardan bazıları, kendilerine gönderilen Tevhidi esasları kabul etmeyip inkâr ederek azgınlaşırlarken bazıları da kendilerine verilen değişik nimetleri kendilerinden bilmişler zaman içerisinde kendilerine verilen nimetlerin asıl sahibi(rabbi)nin kendileri olduklarına inanmışlardır.

Diğer bir kısım kimseler de, kendilerine verilen nimetleri, kendilerine belirlenen ilahi esaslara göre kullanmayarak azgınlaşıp tuğyan etmişlerdir. Diğer bir kısım kimseler de kendilerine bildirilen Tevhidi esasları terk edip hevalarını ölçü edinerek azmışlardır.

İlahi mesajı ve Tevhidi esasları rededen kimseler, Rab’leri tarafından kendilerine gönderilen ilahi mesajı reddetmişler ve Hakkı tavsiye eden elçilere de karşı çıkmışlar, onlara baskı ve işkence yapmışlardır. Risalet tarihinde Tevhidi esasları inkâr edenler, genellikle toplumun önünde bulunan kimseler olmuştur. Bu inkârcıların tipik örneği Fir’avn’dır.

“Nasıl ki Fir’avn’e da bir elçi göndermiştik. Fir’avn, elçiye isyan etti. Biz de onu ağır bir yakalayışla yakaladık.” (Müzzemmil,16)

Fir’avn, azgınlığında sınır tanımayacak derecede azgınlaşmış, insanlar üzerinde kendisini ilah görecek derecede ileri gitmiştir.

“Fir’avn dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum, ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap, belki Mûsâ’nın ilahına çıkarım, çünkü ben onu (Mûsâ’yı) yalancılardan sanıyorum." (Kasas, 38)

“(Fir’avn ey Mûsâ): “Andolsun ki benden başka ilah edinirsen, seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım’ dedi.” (Şuara, 29)

“Ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi.” (Naziat, 24)

Fir’avn’ın bu azgınlığı, daha sonraki dönemlerde beşeri sistem ve ideolojiler yoluyla devam etmiş, günümüze kadar gelmiştir. Bugün beşeri sistem ve ideolojiler, azgınlıklarında, insanlar üzerinde ilahlık ve rablık taslamalarında Fir’avn’ı fersah fersah geride bırakmışlardır.

Günümüzde, tağut denilince ilk akla gelen beşeri siyasi sistemlerdir. Yüce Allah’ın indirdiği ilahi mesaja alternatif olarak ortaya çıkan kapitalist ve sosyalist düşünceler ile bu ideolojileri destekleyen toplumlar, yüce Allah’a apaçık bir şekilde hasım kesilmişlerdir. Gerek bu ideolojilerle idare edilen ülkeler, gerekse bu ülkelerde yaşayan ve bu ideolojileri benimseyen ülke halkları Allah’a açıkça isyan etmişlerdir.

Gerek birey bazında mal ve bilgi ile azgınlaşan gerekse ülke bazında ideolojik sapıklıklarla azgınlaşan kişi, yönetim ve toplumlar, yüce Allah’a döneceklerini unutarak azgınlıklarını günden güne artırmaktadırlar. Yüce Allah (cc), kimliğine, ideolojisine, azgınlık derecelerine bakmadan tüm tağutların reddedilmesini istemektedir.

İnsanın tuğyan etmesi, yalnızca kendisine gönderilen ilahi mesajı reddetmesi değildir. İlahi mesajı kabul eden bazı kimseler, daha sonra ilahi mesajı terkederek ya da kendi hevalarına göre değiştirerek azmışlardır. Bunların tipik örnekleri, Hz. Musa (as)’ın kavminden olan Samiri ve A’raf suresinde kendisinden sözedilen kişidir.

“Onlara şu adamın haberini de oku: Kendisine âyetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı, çıktı, şeytân onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu. Dileseydik elbette onu o âyetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür(öğüt alır)lar.” (A’raf, 175-176)

“(Mûsa): ‘Ey Sâmiri, ya senin amacın nedir?’ dedi. (Sâmiri): ‘Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. Elçinin eserinden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle hoş gösterdi.” (Taha, 95-96)

Samiri, elçinin getirdiği mesajı karıştırarak azgınlaşırken, Hz. Musa (as)’ın kavminde olan kişi ise, kendisine verilen ilmi terkedip havasının peşine takılarak tuğyan etmiştir.

Azgınlaşıp tuğyan eden başka bir kısım kimseler de; yüce Allah’a inandıklarını iddia etmelerine rağmen, insanları Allah yolundan saptırmak için çalışanlardır. Bunlar, günümüzde ağabey, üstad, şeyh vb. isimlerle insanların önüne çıkıp İslâm adına, İslâm ile ilgisi bulunmayan şeylerle insanları saptırıyorlar. Kıyamet günü bu kimseler, birbirlerini inkâr edecek ve birbirlerine düşman olacaklardır.

60-61- (Birbirlerine) dediler ki: ‘Hayır, asıl size merhaba (rahatlık) yok, siz bunu bizim önümüze getirdiniz; ne kötü durak (bu)! Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateşteki azâbını bir kat daha artır!’ dediler.

Dünyada söz söyletmedikleri, uğrunda gerektiğinde canlarını vermeye hazır oldukalrı, mallarını peşkeş çektikleri ağabey, efendi ve şeyhleri ile Kıyamet günü araları açılacak, birbirlerine düşman olacak ve birbirleri için azap dileyecekler.

Yüce Allah’ın rızasına dayanmayan her dostluk, geçici, sahte ve yüzeyseldir, gerçeklerle karşılaşıldığı anda bu tür dostluklar yıkılıp gidecek düşmanlığa dönüşecektir. İşte o hesap gününde bu sahte dostlar ayrılacak, ancak ayrılmaları onları kurtarmayacaktır. Bulundukları cehennemde gözleri müslümanları arayacak, ancak orada Müslümanları göremeyecekler.

62-64- Bize ne oldu ki (dünyâda) kötülerden saydığımız adamları (burada) görmüyoruz? dediler. Hani onlarla alay ederdik. Yoksa gözler(imiz) mi onlardan kaydı (da onları göremiyoruz)? Bu, mutlaka gerçektir, ateş halkının tartışmasıdır.

İnkârcı kâfirlerin, Hakkı batıla karıştırıcı müşriklerin, Tevhidi esaslardan rahatsızlık duyan münafıkların bulundukları yer, dünyada önemsemeyip inkâr ettikleri ateştir ve artık oradan onlar için bir çıkış da sözkonusu değildir. Yüce Allah (cc), küfür cephesinin cehennemdeki durumlarını örnek vererek o güne karşı insanları uyarıyor.

65-68- De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım; Tek ve kahreden Allah’tan başka ilah yoktur. O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir, dâimâ üstündür, çok bağışlayandır. De ki: ‘O, büyük bir haberdir; siz ondan yüz çeviriyorsunuz.

Yüce Allah (cc), cehennem ehlinin durumunu bildirdikten sonra, insanlara uyarının sürekli yapılmasını, büyük bir haber olan cehennemden kurtuluşun yalnızca yüce Allah’tan başka ilah olmadığına iman edilmesini istemektedir.

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir, dâimâ üstündür, çok bağışlayandır.” Yüce Allah’ın bir oluşuna inanmak yalnızca “O Bir’dir” demek olmayıp O’nun, göklerin ve yerin Rabb’i olduğu gerçeğini de kabul edip Uluhiyet ve Rububiyeti yalnızca O’na hasretmek gerekir. İşte o zaman yüce Allah (cc), kullarına karşı bağışlayıcı olacaktır.

Yüce Allah’a iman, bütün sıfatları ile O’nu kabul etmek ve O’ndan başka bir ilahın, otoritenin, rızık vericinin, korkulacak ve sevilecek bir gücün olmadığına inanıp hayatı ona göre düzenlemektir.

İman, hayatın yeni baştan yüce Allah’ın belirlediği esaslara göre düzenlemek, düşünce, söz ve davranışlar üzerinde O’ndan başka güce ve kişiye üstünlük vermemektir. İşte ancak o zaman gerçekten iman edilmiş olunacak ve işte ancak o zaman o büyük haber olan cehennemden uzak olunacaktır.

Yüce Allah’ın birlenerek O’nun, Uluhiyet ve Rububiyetine iman edilmesinin istenmesinde sonra insanın yaratılışı, meleklerin secdesi ve İblis’in isyan edişi üzerinde durulmaktadır. Bu haberin burada anlatılması, yukarıda verilen “Muhakkak ki tuğyan edenlere de en kötü bir gelecek vardır” 55. ayete bir atıftır.

İblis ve azgınlık, birbiri ile örtüşen iki kelime; yüce Allah’a tuğyan edenler, İblisin sıfatını almışlardır. Surede, tuğyan ediş nedeni; yüce Allah’ın emirlerini yapmamaktır. İşte yüce Allah’ın emrini yapmayıp tuğyan edenlerin yerleri de cehennemden başka bir yer olmayacaktır.

69-70- Yüce topluluk tartışırlarken (aralarında) neler geçtiği hakkında bir bilgim yoktu. Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.

71-74- Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal secdeye kapanın. Meleklerin hepsi tüm olarak secde ettiler; yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

75-81- (Rabbin) dedi ki: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun? (İblis) ‘Ben ondan iyiyim. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın’ dedi. (Rabb’in) buyurdu ki: ‘Haydi çık oradan, sen kovuldun; ta cezâ gününe kadar lânetim üzerinedir!’ (İblis) Rabbim, öyleyse yeniden dirilecekleri güne kadar bana süre ver’ dedi. (Rabb’in) buyurdu: ‘Haydi sen süre verilenlerdensin, o belli vaktin gününe kadar.

İblis, emredilen şeyi yapmayıp azgınlaşmasının nedeni olarak kendisinin üstün olduğunu ifade etmektedir. Kibir ve gurur, insanın sağlıklı düşünmesini, gerçekleri görmesini ve kendisinden istenilen şeyi muhakeme etmesini engeller. İşte İblis, bu hataya düşmüş ve kendisinin daha iyi oldupunu iddia ederek böbürlenip kibirlenmiştir.

Böbürlenip kibirlenmek şeytanın vasfıdır; bu nedenle yüce Allah (cc), kendisini öğüp yücelten, kibirlenip böbürlenen kişileri sevmemektedir. Övünüp böbürlenmek, azgınlığın ta kendisidir. Böbürlenen kimseler, ancak şeytanın kardeşleridirler.

“Kardeşleri ise onları, azgınlığa çekerler, hiç yakalarını bırakmazlar.” (A’raf, 202)

“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her âyeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’raf, 146)

“O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin, azâbdan kurtulacaklarını sanma. Onlar için acı bir azâb vardır.” (Al-i İmran, 188)

“Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya, akrabâya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yan(ınız)daki arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allâh, övünüp böbürlenen insanları sevmez.” (Nisa, 36)

Şeytan, insanları yaptıkları şeylerle böbürlendirerek azdırmakta ve böylece Allah yolunda saptırarak isyana sürüklemektedir. İslâm, mü’minlerin her yerde ve her zaman mütevazı ile hareket etmelerini, alçakgönüllü olmalarını istemektedir.

Müslümanlar, insanlarla ilişkilerinde, sokakta yürüyüşlerinde ve toplum içerisinde söz ve tavırlarında alçakgönüllü olurlar, kibir ve gurur içerisinde hareket etmezler. Müslümanlar, insanlar kendilerine bir şey sorduklarında kibirli bir tavır takınarak insanlardan yüzlerini çevirmez, onlarla ilgilenir, sorunlarına yardımcı olmaya çalışırlar.

“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa ‘Selâm’ derler.” (Furkan, 63)

“Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin!” (İsra, 37)

“İnsanlara yanağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allâh, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.” (Lokman, 18)

Şeytan (aleyhillane) kendisi, hakkı olmayan bir konuda kendisini üstün görüp böbürlenenerek Rabb’ine isyan ettiği için, insanları da aynı yolla Rab’lerine isyan ettirmek için uğraşmaktadır.

Bazı kimseler, edindikleri birkaç bilgi birikimi ile kendilerini diğer insanlardan üstün görürler. Özellikle günümüzde hoca, ağabet, şeyh, ustad vb. sıfatlar takılan bazı kimseler, kendilerine tabi olan kimseler yanında kendilerini adeta göklerde görür havası ile hareket etmekte, tabilerinin kendileri yanında el-pençe bağlamalarını onaylar bir tavırla karşılamaktadırlar.

İnsan, kendisine Rabb’i tarafından verilen her şeyin, kendisine emanet olarak verildiğinin ve bunun bir sorumluluk olduğunun bilincinde hareket etmeli, bu verilenlerin, veriliş gayesini çok iyi bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. Kendilerine verilenlerle sevinip böbürlenen kimseler, bu verilenlerin kendilerinden bir gün alınacağını ve bunların hesabını vereceklerini de bilmelidirler.

“Ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allâh’ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allâh, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.” (Hadid, 23)

Yüce Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerle sevinip bunlarla insanlar üzerinde üstünlük kuranlar, bunlarla övünüp böbürlenenler, şeytanın tuzağına düşmüş kimselerdir. Şeytan bu kimseleri bu yönden girerek Rab’lerine isyan ettirmiştir.

82-85- (İblis) dedi: ‘Senin izzet ve şerefine andolsun ki onların tümünü azdıracağım, yalnız onlardan salih kulların (hariç). (Rabbîn) buyurdu ki: ‘Doğrudur (salih kullarıma bir şey yapamazsın) ve ben gerçek olarak diyorum ki, senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi dolduracağım!

Yüce Allah (cc), Müslümanları şeytanın oyunlarına karşı uyarmakta, kendilerine herhangi bir konuda şeytani bir vesvese geldiğinde bu vesveseyi düşünüp doğruyu görmelerini istemektedir.

Müslümanlar, herhangi bir konuda vesveseye düştüklerinde hemen o konudaki yüce Allah’ın emrini hatırlayarak doğru olanı yapmaya çalışırlar ve doğruyu bulurlar. Bunu da ancak Allah’tan korkan muttakiler başarabilirler.

“Ne zaman şeytândan bir kötü düşünce seni dürtüklerse, Allah’a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. Allah’tan korkanlar, kendilerine şeytândan gelen bir vesvese dokunduğu zaman düşünür, (gerçeği) görürler.” (A’raf, 200-201)

Şeytandan ve şeytanın insan cinsinden olan yardımcılarından onların her türlü vesvese ve fitnelerinden korunmanın yolu, hez zaman Kur’ani ölçüler içerisinde hareket etmek, Rasulullah (as)’ın yaptığı gibi Kur’an’ı ahlak edinmektir. İşte muttakiler onlardır ki, Kur’an’ı hayat prensibi olarak almışlar, her söz ve hareketlerini Kur’ani hükümlere göre yapmaktadırlar.

“Kur’ân, oku(mak iste)diğin zaman kovulmuş şeytândan Allah’a sığın. Çünkü inananlara ve Rablerine dayananlara o(şeytâ)nın bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah’a ortak koşanlaradır (o, sadece onları etkileyebilir).” (Nahl, 98-100)

“Kullarıma söyle: En güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytân aralarına girer. Doğrusu şeytân, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra, 53)

“O beni, bana gelen Zikirden saptırdı. Zaten şeytân, insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakır.” (Furkan, 29)

Buraya kadar sure incelendiğinde görüldü ki, Kur’an’daki bütünlük, surelerde de kendisini göstermektedir. Surenin hemen başında Kur’an’a yemin edilerek ilahi hükümlerden sapanların nasıl gurur ve kibir içerisine girdikleri anlatılmış, azgınlaşan kavimlerden örnekler verilmiştir.

Surede, ilahi mesaja teslim olanların, her durumda yüce Allah’a yöneldiklerini ve bunların nasıl yüceltildiklerini ve yüce Allah (cc) yanında değerli kimseler oldukları bildirilirken, ilahi mesajdan yüzçevirenlerin de nasıl azgınlaştıklarını ve Rab’leri tarafından helak edildiklerini haber veriliyor.

Suredeki bu bütünlük, son bölümde de ortaya konulmakta ve yüce Allah’ın emrine isyan ederek azgınlaşan İblis (aleyhillane)’ın durumu haber verilmeltedir. İblis’in durumunu bildiren yüce Allah (cc), onun azgınlaşma nedenini de bildirmektedir.

‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun? (İblis) ‘Ben ondan üstünüm, beni ateşten onu çamurdan yarattın’ dedi.”

Suredeki bütünlüğe ve azgınlaşan kişilerin durumuna uygun olarak İblis’in azgınlığı ortaya konulmakta ve azgınların cehenneme girecekleri gibi İblis ve ona tabi olanların da cehennneme girecekleri bildirilmektedir.

Suredeki bütünlüğe uygun olarak surenin başında “Sâd, (uyarıcı) ve şanlı Kur’ân’a andolsun ki,” (Sad, 1) ve ortalarında “Bu, bir hatırlamadır; muttakiler için güzel bir gelecek vardır.” (Sad, 49) ile sonunda verilen “O (Kur’ân), ancak bütün âlemlere öğüttür.” (Sad, 87) ilahi mesajlar, surenin her yönden bütünlüğünü ortaya koymaktadır.

İslâmi davet ücret karşılığı yapılmaz

Kur’an, İslâmi davetin nasıl yapılacağını, davetçilerin, davette hangi şekilde hareket edeceklerini çok açık bir şekilde belirtmektedir. Yüce Allah (cc), insanlara gönderdiği Tevhidi esasların elçileri tarafından nasıl duyurulacağını, elçilerin nelere dikkat edeceklerini, insanlarla ilişkilerinin ne olacağını çok açık bir şekilde vermiştir.

İslâmi davetin, nasıl yapılacağı ile ilgili en güzel örnek hiç kuşkusuzdur ki, risalet önderlerinin Tevhidi esasları insanlara duyurma metodlarıdır. Risalet önderlerinin davet metodları, sonradan gelen Tevhid erleri tarafından, hiçbir değişiklik yapılmadan aynen alınmak zorundadır.

86-88- De ki: ‘Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum ne ben sahte (bir Rasul) değilim. O (Kur’ân), ancak bütün âlemlere öğüttür. Bir süre sonra onun haberini çok iyi bileceksiniz!

Tevhidi esasları insanlara duyurmanın, insanlari yüce Allah’ın gönderdiği dine davet etmenin ilk ve en önemli şartı, davetin, hiçbir güç ve otoriteden izin almadan yüce Allah’ın emrettiği ölçüler içerisinde yapılmasıdır. Bu, davetin olmazsa olmaz şartıdır.

Yüce Allah’ın indirdiği Tevhidi esasların tebliğ metodunu ya da bu davetin nasıl yapılacağı ile ilgili hükmü beşeri tağuti sistemler belirleyemez. İslâm, zaten bu beşeri sistemleri ortadan kaldırıp dini yalnızca yüce Allah’a has kılmak için gönderilmiştir.

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer (küfürlerine) son verirlerse muhakkak ki Allâh, ne yaptıklarını görmektedir.” (Enfal, 39)

Tevhidi esasların ilk şartı, yüce Allah’ın tağut olarak nitelendirdiği, insanlar üzerinde hükümran olan beşeri sistemleri ve kanun koyucuları reddedip yalnızca yüce Allah’ı tek ilah, tek otorite kabul etmektir. Tevhidi esasların son hedefi ise, yeryüzünden fitne olan bu beşeri düzenleri kaldırıp Allah’ın dinini hakim kılmaktır.

Tağutu reddedip yüce Allah’ın tek ilah, tek otorite kabul ettikten sonra yeryüzünden fitne kalkıp din tamamen yüce Allah’ın oluncaya kadar, yani Tevhidi esasların ilk şartından son hedefine kadar ki sürede, her durum ve konuda Kur’ani ölçüler içerisinde hareket etmektir.

İlahi hüküm, beşeri sistemleri yeryüzünden kaldırmayı emrederken, beşeri sistemlerden, “İzin verin de sizi yeryüzünden kaldırayım” ya da “Sizi yeryüzünden kaldırmak için hangi yolu kullanmalıyım” diye beşeri tağuti sistemlere sorulmaz, onlardan bu konu için izin alınmaz. Zaten beşeri sistemler de kendilerini yeryüzünden kaldıracak bir sisteme izin vermezler.

İslâmi davet, hiçbir şekilde bir menfaat karşılığında yapılmaz ve İslâmi davetle ilgili hususlarda davetçiler, şahsi çıkar elde etmeye çalışmazlar. İslâm adına yapılan çalışmalardan çıkar elde etmek, yüce Allah’ın bildirdiği üzere, Allah’ın ayetlerini az bir değere satmaktır. Bu nedenle bütün Risalet önderleri, davetlerini insanlara duyurmaya başladıklarında şu gerçeği ifade etmişlerdir.

“Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; ancak Rabbine varan yola girmek isteyene yol gösteriyorum’ de.” (Furkan, 57)

“Ben sizden, buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, yalnız âlemlerin Rabbine âittir.” (Şuara, 109)

Günümüzde, İslâm adına ortaya çıkıp İslâmi çalışmaları kendileri için gelir getiren bir araç gibi görenler, İslâmi kitaplar bastırıp köşe olanlar, yüce Allah’tan bir sevap alamayacakları gibi, O’nun ayetlerini ve dinini bir gelir kaynağı gördükleri için de çok büyük bir sorumluluk altındadırlar. İşte bu nedenle bütün Risalet önderleri, yaptıkları davet için bir ücret istemediklerini açıkça söylemişlerdir.

Gerçekten iman eden kimseler, İslâmi çalışmalardan gelir elde etmek bir yana bu uğurda, canları da dahil, dünyevi bütün değerlerini Allah yolunda harcamışlardır. Zaten olması gereken de ancak bu olmalıdır.

İslami davette çok önemli bir konu da davetçi şahsiyetin güvenilir olmasıdır. Davetçi şahsiyet, söz ve davranışlarında güven verici bir kişiliğe sahip olması gerektiği gibi, bizzat şahsiyet olarak da güvenilir olmalıdır.

Davetçi şahsiyetler, hiçbir şekilde başka isimlerle, kimi etiketlerle ortaya çıkmamalı, kimi kurum ve kuruluşların arkasına sığınmamalı ve kendisinin toplum içinde tanındığı isimle toplumun karşısına çıkmalı davetini bu isimle yapmalıdır. Bütün Risalet önderleri toplumda bilinen, tanınan ve kendilerine güvenilen, söz ve davranışlarından emin olunan kimselerdir.

“Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” (Şuara, 107)

Kur’an, yukarıdan beri anlatılan konuları, karşılıklı olarak verdiği örnekleri ve durumları, insanlara bir öğüt olması vermiştir. Bu verilen örneklerden öğüt almayanlar, kendilerine Rab’leri tarafından ne yapılacağını bileceklerdir.

O (Kur’ân), ancak bütün âlemlere öğüttür. Bir süre sonra onun haberini çok iyi bileceksiniz!

Dileyen öğüt alır, Risalet elçilerinin yolunu tutar, onlar gibi Rabb’ini razı ederek Rabb’i yanında yakın dereceler elde eder, dileyen hevasını ölçü edinerek azgınların yolunu tutar, akıbetine uğrar ve Rabb’inin gazabına uğrar.

 

Kurani mucahede: 2012-08-18