Müddessir Sûresi
Mart 25, 2020بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
Müddessir Suresi
Giriş
Sorumluluk duygusu, çok ağır bir yük gibidir; insan, sorumluluk yüklenmeden önce o sorumluluğu hakkıyla yapıp yapmayacağına bakmalıdır. İlahi mesajı yüklenen rasuller, önce bu sorumluluğu yüklenecek psikolojik gücü kendilerinde bulmaya çalışmışlardır.
Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve Hz. Muhammed (as)’da çok açık bir şekilde ortaya konulan bu sorumluluk duygusu onların, bu sorumluluğu yüklenebilecek psikolojik güce erişmelerinden sonra yüce Allah (cc) tarafından kendilerine görev verilmiştir.
Herhangi bir konuda sorumluluk verilecek kişi, önce yükleneceği görev ve o görevi yerine getirirken karşılaşacağı durumlar hakkında detaylı bir şekilde bilgilendirilir ve onun göreve hazırlanmasından sonra kendisine görev verilir. İlahi mesaj da tıpkı dünyevi görevler gibi kalifiye elemanlara, işi yapabilecek kimselere verilir. Bunun için öncelikle kişideki eksiklikler giderilir, görevi ve görev sahası hakkında bilgilendirilir sonra görevlendirilir.
Alak suresinde Rasulü’nü davetle görevlendiren Yüce Allah (cc) ona, daveti sırasında karşılaşacağı zorba kişileri, zor durumları ve bu zorlukları nasıl aşacağını anlatmış, onu zorluklara karşı fikri planda hazırlamıştır.
Kalem suresinde, Rasulü’nün ahlaki yapısını olgunlaştıran yüce Allah (cc), Rasulü’ne, tüm düşünce, söz ve davranışlarını, Kur’ani ölçüler içerisinde düzenlemesini, delilsiz ve hevai hareketlerden kaçınıp Kur’an’ı, tek delil olarak almasını, zorluk ve sıkıntılar, muhaliflerin şiddetli tepkileri karşısında bıkıp usanmadan, davet yerini terk etmeden, sabırla davetini sürdürmesini bildirmiştir.
Müzzemmil suresinde, Rasulü’nü fiziki olarak bütün zorlukları göğüsleyecek bir yapıda ve karakterde olgunlaştıran yüce Allah (cc), her zaman ve her yerde Rasulü’yle beraber olduğunu, bu nedenle hiçbir surette hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini bildirmiştir.
Müddessir suresi, Alak süresinde sorumluluk verilen Rasulün, (Hz. Muhammed (as) şahsında tüm iman edenlerin), Alak, Kalem ve Müzzemmil surelerinde, psikolojik ve fiziksel olarak mükemmel bir şekilde yetiştirildikten sonra artık göreve başlama zamanının geldiğini bildiren ilahi bir uyarıdır.
Vahyi bilinci kuşanmadan davet yapmak, Tevhidi esaslara zarar verir
Tevhidi esaslara davet, birkaç ayet ezberleyip bunu insanlara anlatmak değildir. Tevhidi esaslara davet yapacak bir kimse, öncelikle Alak suresinin süzgecinden geçerek Uluhiyet ve Rububiyet konusunda tüm hücrelerine kadar Rabb’ine teslim olmalıdır.
İkincisi, Kalem suresinin rehabilitasyonunda düşünce, söz, ahlak ve davranış olarak terapi süreci geçirmelidir. Üçüncüsü, Müzzemmil suresinin fizyoterapi seanslarına sonuna kadar devam ederek bedeni fonksiyonlarını en mükemmel şekle getirmelidir.
Bu üç sureden geçerli not almadan kişi ve kişiler, İslâm’a ve Tevhidi esaslara insanları davet etmeye kalkışmamalıdır. Çünkü böyle bir durumda, hem yüce Allah yanında Saf suresi, 2 ve 3. ayetleri kapsamına girerler, hem bilgi kirliliğine neden olduğu için İslâm’a ve Tevhidi esaslara insanların yönelmelerine engel olur, hem de -birçok örneği apaçık bir şekilde görüldüğü üzere- temelsiz bir binanın, en küçük bir sarsıntıda yıkılıp gitmesi gibi topukları üzerinden gerisin geriye küfür ve şirk bataklığına saplanır gider, şeytanın oyuncağı olur.
Özellikle günümüzde kendileri daha doğru dürüst Kur’an’ı okumayan, okuduklarını anlamayan, okudukları ayetleri hayatında yaşamayan, ferdi ibadetlerini bile doğru dürüst yapmayan, ahlakî yönden sıfırı tüketmiş, cehalet bataklığında çırpınan kimileri, Alak, Kalem ve Müzzemmil surelerinin kıyısından bile geçmeden okudukları bir iki ayetle adeta İslâm’ı kötülemek istercesine, insanları tekfir etmektedirler. Bu kimseler, ancak İslâmi konularda bilgi kirliliğine neden olurlar, İslâm düşmanlarının bile veremediği zararı verirler.
Tevhidi esaslara davet yapabilecek kimseler
Tevhidi esaslara daveti ancak Alak, Kalem ve Müzzemmil surelerinden geçerli not alarak psikolojik ve fiziksel yönden kendilerini tamamlayan kimseler yapabilirler. Yüce Allah (cc), bu surelerde verilen ödevleri mükemmel bir şekilde yerine getiren Rasulü’nü, Müddessir suresinde Tevhidi esaslara davetle görevlendirmektedir.
Bilgi, sabır, mukavemet ve cesaretle yetiştirilen, ahlaki olarak mükemmel bir hale getirilen davetçiden bu surede, görevi yerine getirmesi istenmektedir. Artık bekleme, durma zamanı değil, bunalımdaki insanlığı, bulunduğu durumdan kurtarıp layık olduğu yüceliğe çıkarma zamanıdır. Bu görevi de görev sorumluluk bilinciyle yetişen davetçiler yapacaklardır.
İmanın hazzını tatmış, Kur’ani bilince ulaşmış, sorumluluğunu idrak etmiş Müslüman şahsiyetlerin, sıradan denilebilecek bir hayat sürmesi, yerinde oturup gününü gün etmesi mümkün değildir. Onlar, imanlarına şirk bulaştırmış Samiri soylu bel’amlar gibi sloganların arkasına sığınarak, işin edebiyatını yaparak, çıkar peşinde koşarak insanları uyutmak için değil, insanlara Rab’lerinin mesajını duyurmak için çalışırlar.
Müslümanların yapması gereken tek şey, vakit kaybetmeden sorumluluk bilinci ile hareket ederek daveti ortaya koymaları, Tevhidi esasları insanlara ulaştırmalarıdır. Bu, Müslüman şahsiyetlerin olmazsa olmaz en öncelikli ve en önemli görevleridir.
Surenin açıklaması
Artık uyarma zamanıdır, kalk uyar
1-2- Ey örtüsüne bürünen! Kalk artık uyar.
Müddessir, örtünen, duyguları içine kapanan, kişi anlamındadır. Bu, düşünce planında kendilerini netleştirmiş, vahyi bilgi ile donanmış, sabır zırhını kuşanmış, her türlü zorluk sıkıntı, baskı ve zulme karşı mukavemet etmeye hazırlanmış, korku dağlarını aşarak korkusuzca hareket etmeyi şiar edinmiş, Kur’an’ın ortaya koyduğu ölçülere sıkıntı duymadan teslim olmuş kişilere bir uyarıdır.
Kalk artık uyar. Yüce Allah (cc), Alak, Kalem ve Müzzemmil surelerinde ahlaken, psikolojik, ve fiziksel olarak mükemmel bir şekilde olgunlaştırıp hazırladığı Rasulü’ne, artık görev zamanının geldiğini, artık kalkıp uyarması gerektiğini bildiriyor.
Olgunlaşmış bir meyve nasıl ki, artık dalında durmayıp düşüyor ve insanlar ondan faydalanıyorsa Müslüman davetçiler de, onca bilgi ile donandıktan, sorumluluk yükünü sırtlarına aldıktan, insanların içerisinde bulundukları acınacak durumu gördükten sonra artık yerlerinde duramazlar.
Tevhidi esasları gereği gibi kabul edip kavramış Müslüman şahsiyetler için ikinci aşama, davet görevlerini yerine getirme ve beşeri ideolojilerin elinde zillet içerisinde kıvranan insanları, Kur’ani esasları kabul etmeye ve onları, beşeri sistemlerin zulüm karanlıklarından İslâm’ın aydınlık nuruna ve nizamına teslim olmaya davet etme zamanıdır.
Müslümanlar, iman esaslarını kavradıktan, sorumluluklarının bilincine ulaştıktan sonra artık çevrelerinde cereyan eden inkâr ve inançsızlığa, ahlaksızlık ve seviyesizliğe, yolsuzluk hırsızlığa, baskı ve zulme karşı içlerine kapanarak duyarsız kalamazlar. Onlar, iman ve bilgi ile kuşandıktan, psikolojik ve fiziki olarak hazır hale geldikten sonra vakit kaybetmeden topluma ilahi mesajı duyurmaya başlarlar.
Vahyi esasları insanlara duyurmayı ilk iş edinen Risalet önderleri ve Tevhid erleri Müslümanlar “Ey örtüsüne bürünen! Kalk artık uyar” emri ile yaşadıkları dönemde kalkmışlar, insanları Tevhidi esaslara davet etmişlerdir. Onlar, karşılaştıkları tüm hakaret, iftira, baskı ve zulümlere rağmen davet görevlerine hiçbir şekilde ara vermemiş, küfür ve zorba sistemlerin iznine sığınarak Hakk’ı eğip bükmemiş, Hakk’ı batılla bulayıp gerçekleri gizlememişler, emrolundukları şekilde dosdoğru hareket ederek yalnızca Rab’lerini razı etmeyi amaç edinmişlerdi.
Düşünce planında tüm şüphelerini giderdikten sonra müşrik bir toplumda, putperest bir sisteme karşı Hakk’ı ortaya koyan Hz. İbrahim (as); endişe ve korkularını yendikten sonra kendisini toplumunun rabbi gören, despot ve zalim Fir’avn’ı Rabb’ine iman etmeye çağıran Hz. Musa (as), bir an bile gecikmeden daveti ortaya koymuşlardır. Aynı şekilde Rasul olduğuna tam inandıktan sonra müşrik ve zorba güçleri iman etmeye davet eden Hz. Muhammed (as) da, şirk içerisinde bocalayan toplumunu Rab’lerine iman etmeye çağırmıştır.
Birbirlerine kalpleri kaynaşıp aralarında bir birliktelik sağladıktan sonra toplumlarını ve zalim yöneticilerini bir tek ilaha iman etmeye ve O’nun indirdiği hükümlere teslim olmaya çağıran Ashabı Kehf ve daha niceleri de, kendilerini iman noktasında tamamladıktan sonra tebliğ etmeye başlamışlardır.
Tevhidi gerçekleri kavramış, bu gerçeklerin kendilerinden ne istediğini anlamış Müslümanların, ilk ve en önemli görevleri, vahyi esasları, insanlara ulaştırmak, insanları şirk ve küfür sistemlerinin esareti altından kurtarıp İslâm’ın, huzur ve güven veren aydınlığına davet etmek, şirkten kurtulmalarına yardımcı olmak, onları şiddetli azaba karşı uyarmak ve iman edenleri cennetle müjdelemektir.
“Kalk artık uyar” emrinin gereğini yapacak Müslümanlar, aşağıda belirtilen hususlara uygun davranmalıdırlar.
1- Yalnızca vahiyle hareket ederek insanları inandırmak adına, vahiy dışı kaynaklara başvurmayacaklar, duyguları ile hareket etmeyecekler, duygusallıktan kaçınacaklardır.
2- Allah’tan başka hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmayacak, idaresi altında yaşadıkları tağuti sistemlerin baskı ve zulmü karşısında, hiçbir şekilde daveti yumuşatmayacak, taviz vermeyecek, küfrün yasalarından yararlanma yoluna gitmeyeceklerdir.
3- Emrolundukları gibi dosdoğru olacaklardır.
4- İlk ve en önemli görevlerinin daveti ortaya koymak olduğunu bilerek diğer dünyevi işlerini ve ilişkilerini ikinci plana bırakacaklardır.
5- Daveti, sürekli bir şekilde gündemde tutacak, hiçbir şekilde ve şartta davet görevine ara vermeyecek ve ertelemeyecek, daveti ortaya koymakta ısrar ederek sabırlı olacaklardır.
6- Toplumsal gündemin içinde boğulmayacak, kendileri, ortaya koydukları Tevhidi mesajla gündemi oluşturacaklardır.
Sünnetullahta daveti ortaya koyan Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin uydukları temel ölçü hep aynı olmuştur. Onların tatbik ettikleri bu ölçü, günümüz iman eden Müslüman davetçileri için de geçerlidir ve onlar da Rab’lerini razı edebilmek için bu ölçüden hareket etmekle mükelleftirler.
Kalk artık uyar emri, bizzat yüce Allah (cc) tarafından yapıldığı için davetçi Müslümanların artık bu emirden sonra oyalanmaları, zaman kaybetmeleri mümkün değildir. Müslümanlar, bu emirle davete başlayacaklar, şahsi, ailevi, mali ya da başka endişelerle, toplumsal kınama, eleştiri ya da zorba sistemlerin zulüm ve baskısıyla hiçbir şekilde daveti terk etmeyeceklerdir. Çünkü emir, âlemlerin Rabb’i yüce Allah’tan gelmiştir, bu yüce emri, basit ve düşük beşeri engellemeler durduramayacak, durdurmamalıdır da.
Davete başlama bir defadır; ondan sonra, davetçilerin ölmeleri, şehit edilmeleri ya da İslâmi esasların hâkim olması dışında davetin durması mümkün değildir. Devlet aşamasında davet, İslâm devletinin Tebliğ ve İrşad işleri ile görevli bakanlığı tarafından yürütülecektir.
Uyarı görevi, Müslüman davetçiler için asıldır; bu nedenle hiçbir gerekçe ile bu görev savsaklanamaz, tehir edilemez, ikinci plana atılamaz. Müslüman davetçiler, Kalk uyar hükmü ile en yakın çevrelerinden başlayarak insanlara Tevhidi esasları anlatmaya başlarlar ve daveti ortaya koyma alanını adım adım genişletirler.
Tevhidi esaslara davet, ancak yüce Allah’ın belirlediği esaslar dahilinde yapılır
Tevhidi esaslara davetin nasıl yapılacağı ile ilgili esasları yüce Allah (cc) belirtmiş, buna uyulmasını emretmiştir. Müslüman davetçiler, bu esastan hareket etmekle mükelleftirler. Onlar, beşeri sistemlerin izin verdiği vakıf ve dernek gibi şirk ve küfür yuvalarında, İslâmi konularda edebiyat yapan vakıfçılar gibi sloganik ifadelerle oturdukları yerden davet yapamazlar. Onlar, davetin sorumluluğunu bütün hücrelerinde hissederek yaşamlarının ana gayesi bilirler, bu bilinçle davet görevini Rab’lerinin bildirdiği şekilde yerine getirirler.
Şirk, küfür, fısk ve nifak içerisinde bocalayan, beşeri zorba sistemlerin zulmü altında kan ağlayan insanları, bulundukları bataklıktan kurtarıp İslâm’ın aydınlığına iletmek, onlara ilahlarının bir tek ilah olduğunu hatırlatıp yüce Allah’a iman etmeye davet etmek, Ulûhiyet ve Rububiyetin yalnızca O’na ait olduğunu bildirmek Müslümanlar için iman etmenin gereğidir.
Beşeri küfür sistemleri, insanların yüce Allah’ın Ulûhiyet ve Rububiyetini tanımalarını engellemekte, onların şirk içerisinde yüce Allah’a inanmaları için özel ajanlar kiralamakta, onlar vasıtasıyla kendi küfür ve şirk düzenini sürdürmektedir.
Tağuti sistemin, kimilerine bazı sıfatlar vererek, bazılarına vakıflar kurdurarak, bazılarına da makamlar vererek ödüllendirdiği kiralık ajanları, İslâm’ın Tevhid yönünü gizleyerek insanlara, tahrif edilmiş bazı ibadi konuları anlatmaktadırlar.
Müslümanlar, davet görevlerine Rab’lerinin kendilerine öğrettiği şekilde başlayacaklar ve hiçbir şekilde bundan sapmayacaklar. Onlar, daha rahat hareket etme adına, Samiri soylu bel’amlar gibi inançlarından taviz vererek, küfrün izin ve icazet verdiği şirk ve küfür yuvalarının kirli tabelaları arkasına sığınarak zillet içerisine giremezler. Onlar, küfürden icazetli kurumlarda bulunmanın, orada davet yapmanın Tevhidi gerçeklere, Sünnetullah’taki davet metoduna ve davetçilere ihanet olduğunu bilirler.
Kalk artık uyar emri, açık ve net bir uyarıdır; Müslüman davetçiler, uyarı görevlerini açık ve net bir şekilde ortaya koymalı, kimin adına hareket ettiklerini açıkça belirtmelidirler.
Kendi hevalarını davete karıştıranlar, tasavvuf, parti, dernek ve vakıflar gibi küfrün icazetli kurumlarında İslâm’ı lekeleyenler, yüce Allah (cc) adına hareket edemezler. Unutulmasın ki, hiçbir neden ve mazeret davetin gizlenmesini meşru gösteremez. Bu nedenle Müslümanlar, önce kendilerini fikri planda temizlemeli, sonra daveti ortaya koymalıdırlar.
Müslüman davetçiler, şayet herhangi bir korku ve endişeleri varsa öncelikle bu korku ve endişelerini gidermeli, daha sonra davete başlamalıdırlar. Bu konuda yüce Rabb’imiz Hz. Musa (as)’ı örnek vermektedir. Bilindiği üzere Hz. Musa (as), davet ile görevlendirildiğinde oldukça diretmiş, daha sonra yüce Allah’ın yardım vaadini aldıktan, kendisini tamamen netleştirdikten sonra Fir’avn’e gitmiş, onu yüce Allah’a iman etmeye davet etmiştir. İşte yüce Allah (cc) ile Hz. Musa (as) arasında geçen diyalogdan bir kesit.
– “Bir zaman Rabb’in Musa’ya seslendi: ‘O zalimlerin toplumuna git, Fir’avn’ın kavmine, korunmayacaklar mı.”
– “Dedi ki; ‘Rabb’im, doğrusu ben, beni yalanlayacaklar diye korkuyorum.” (Şuara, 10-12)
– “Seni kendim için düzenledim; sen ve kardeşin, ayetlerimle gidin ve bana itaatte gevşeklik etmeyin, ikiniz gidin Fir’avn’e, gerçekten o tuğyan etti, bu yüzden ona yumuşak söz söyleyin, ta ki o, öğüt alsın yahut korksun.’
Dediler ki: ‘Rabb’imiz, gerçekten biz korkuyoruz, bize aşırı davranır yahut iyice azar diye.’
Dedi ki: ‘Korkmayın, şüphesiz ben ikinizle beraberim, işitir ve görürüm.” (Taha, 41-46)
-“( Musa): ‘Ve onlara karşı üzerimde bir suç var, bu yüzden korkuyorum beni öldürecekler diye.’
(Rabb’in) dedi ki: ‘Hayır, şimdi ikiniz ayetlerimizle gidin, muhakkak Biz sizinle beraberiz, dinliyoruz.” (Şuara, 14-15)
– “(Musa): dedi ki: ‘Rabb’im, doğrusu ben, onlardan bir nefsi öldürmüştüm, bu nedenle korkuyorum beni öldürecekler diye.”
– “(Rabb’in): ‘Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size yetki vereceğiz, ayetlerimiz sayesinde size asla erişemeyecekler; ikiniz ve size uyanlar galip geleceksiniz!” (Kasas, 33, 35)
– “Dedik ki: ‘Korkma, şüphesiz üstün gelecek sensin sen.” (Taha, 68)
– “Onlara yardım ettik, böylece onlar, galip gelenler oldular.” (Saffat, 116)
Müslüman davetçiler, kendilerinde özgüven duygusu tam oluştuktan sonra davet görevlerine başlamalı, hiçbir şekilde kendilerini gizlememeli, Tevhidi esasları açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Müslümanlar için burada çok önemli olan husus, vahyi esaslardan başka bir şey söylememeleri, ilahi mesajı olduğu gibi ortaya koymaları, insanları Rab’leriyle başbaşa bırakmalarıdır.
“Musa dedi ki: ‘Ey Fir’avn, muhakkak ki ben, âlemlerin Rabb’inden bir Rasulüm; doğrusu gerçekler üzerine Haktan başkasını Allah’a karşı söyleyemem; andolsun, Rabb’inizden apaçık bir delille size geldim, artık İsrailoğullarını benimle gönder!” (A’raf, 104-105)
Hz. Musa (as)’ın örneğinde görüldüğü üzere yüce Allah’a güvenip O’ndan başkasından korkmayan Müslüman, O’nun yardımı ile en zorlu kâfirlere diz çöktürecek, onları zelil durumuna düşürecektir. Ancak bunun yapılabilmesi için Müslüman davetçi mutlak anlamda her konuda Kur’ani hareket etmeli, hevai söz ve hareketlerden kaçınmalıdırlar.
Rab’lerini büyükleyenler, başka kimseyi büyükleyemezler
3- Ve Rabb’ini böylece büyükle!
Büyüklemek, söz ile değil davranış ile yapılması halinde gerçekleşir, işte o zaman gerçek manada bir anlam ifade eder. Saygı gösterilen, sevilen, bu nedenle emrine tabi olunan, buyruklarına uyulan kişi ve güçler üstün kabul edilir, büyüklenir. Yüce Allah’ı büyüklemek, O’nu düşünce, söz ve davranışlar üzerinde tek otorite, tek güç kabul etmek ve yalnızca O’nun emrine göre hayatı düzenlemek ile mümkün olabilir.
Hayatlarını yüce Allah’ın emirlerine göre düzenlemeyen, beşeri sistemlerin yasalarını kabul edip onu oy vererek onaylayan, küfrün yasalarına sığınarak şirk kurumlarında İslâm adına sözümona davet yapanlar, gece gündüz durmadan yüce Allah’ın sıfatlarını saysalar, O’nu övüp dursalar bile O’nu büyüklememişlerdir. Onlar, idaresi altına sığındıkları, izni ile hareket ettikleri küfür ve şirk düzenlerini büyüklemişler, onları rab ve ilah edinmişlerdir.
Yüce Allah’ı büyükleyen Müslümanlar için beşeri zulüm sistemleri, hiçbir anlam ifade etmeyen, Rab’lerine isyan eden azgınların oluşturduğu değersiz, basit, aşağılık sistemlerdir.
Beşeri sistemlerin ne derece basit ve değersiz olduklarını bilen, onlardan korkmayan Müslümanlar, İslâmi davranışlarında, düşünce yapılarında küfür ve şirk düzenlerine kesinlikle yer vermezler. Onlar, vahyin belirlediği ölçü içerisinde hareket ederek Rab’lerini büyüklerler.
“Üstlerindeki Rab’lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar. Allah dedi ki: ‘İki ilah edinmeyin, şüphesiz O, tek ilahtır, öyleyse yalnızca benden korkun.’ Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur ve din de daima O’nundur; o halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz!” (Nahl, 50-52)
Yüce Allah’ı büyüklemek, O’nu, Ulûhiyet ve Rububiyette tek ve üstün kabul ederek ubudiyeti yalnızca O’na has kılmak, O’nun hükümlerine teslim olup O’na kulluk etmektir.
Kendilerini arındırmayanlar, başkalarını arındıramazlar
4- Durumunu artık arındır!
İslâm, iman edenlere İslâmi bir kimlik kazandırmak için hayatın her alanına müdahale eder. Öyle ki, onların yürüyüşlerinden oturuşlarına, konuşma üsluplarından davranışlarına, evlenme, boşanma ve aile hayatlarından sosyal hayatlarına, siyasetlerinden ticaretlerine, dış devletlerle ilişkilerinden savaş ve barışlarına kadar her alanlarına müdahale eder.
İslâm, yaratılışta en güzel vasıfta yaratılan insanın, bu güzel vasfını koruması için onu yönlendirmekte, mükemmel bir insan olmasını sağlamaktadır. İslâm, özellikle davet görevi ile görevlendirilen kişilerin, bu göreve uygun bir kişilik kuşanmaları üzerinde hassasiyetle durur.
Müslümanlar, yüklendikleri ilahi mesajın görev ve sorumluluklarının bilincinde, diğer insanlardan çok daha fazla hassasiyet göstermelidirler. Bu nedenle yüce Allah (cc), davetçilerin temizlenmelerini istemekte, onlara, şirk pisliğinden, kendilerini küçük düşürecek tutum ve davranışlardan, söz ve ifadelerden kaçınmalarını emretmektedir.
Kalem suresinde, itaat edilmemesi istenilen kişilerin vasıfları sayılırken bu vasıfların Müslüman davetçilerde kesinlikle bulunmamasını da istenmekteydi.
“Şunların hiçbirine itaat etme; yemin edip duran aşağılık, kötüleyen, söz götürüp getiren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da kötülükle damgalı, mal ve oğullar sâhibi olmuş diye.” (Kalem, 10-14)
Müslümanların yapacakları en küçük bir hata, toplum ve İslâm düşmanları tarafından İslâm’a mal edileceğinden dolayı Müslüman davetçilerin daha fazla hassasiyet göstermeleri gerekmektedir. Daha önce Müslüman olmuş bazı kimselerin, zaman içerisinde bazı basit nedenlerle irtidat etmeleri karşısında toplumdan ve İslâm düşmanlarından bazı kimseler hemen bunu kullanarak “Eğer daha önce üzerinde bulundukları İslâm iyi olsaydı bunlar irtidat edemezlerdi” diyorlar.
Bazı İslâmcı müşriklerin olumsuz tutum ve davranışlarına bakan İslâm karşıtları, bu müşriklerin bozuk davranışlarına, seviyesiz sözlerine bakarak. “Bak işte Müslümanlar böyledir” ya da “İslâm dediğiniz bu mu?” diyerek İslâm’ı kötülüyorlar.
“Durumunu artık arındır!” bu hitap, Müslümanların dış görünüşleri kadar içyapılarını, ahlaki tutum ve davranışlarını, her türlü duygu ve düşüncelerini de kapsamaktadır. Çünkü Müslüman bir şahsiyet, bütün yönleriyle bir bütündür. Bu nedenle bir Müslüman, söz ve davranışları ile iman ettiği ve insanlara ulaştırmaya çalıştığı Tevhidi esaslara uygun bir kişilik ortaya koymalı, örnek bir şahsiyet olmalıdır.
“Durumunu artık arındır!” bu deyim, Araplar arasında “ayıplardan ve kötü sıfatlardan temizlenme” anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle “Durumunu artık arındır!” buyruğu, “ayıplardan ve kötü sıfatlardan kaçın, bu tür lekeleri üzerinde bulundurma” üzerlerinde bir leke bulunduranlar, iman ettikleri ilahi mesaja zarar verecekleri için İslâm davetçisi olamazlar, oysa davetçi şahsiyetlerin her yönüyle temiz olmaları gerekir.
5- Pislikten böylece kaçın.
Kötü sıfat ve ayıplardan temizlenen Müslüman şahsiyetlerin, en fazla dikkat edip kaçınmaları gereken husus şirk pisliğidir. Bu ayet, Müslüman şahsiyetlerin ve İslâm davetçilerinin, hiçbir şekilde şirke bulaşmamalarını, şirkten kaçınmalarını emretmektedir. Çünkü şirk, Kur’an’ın ifadesi ile pisliktir.
“Ey iman eden kimseler, şüphesiz müşrikler ancak pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar; şayet yoksul düşmekten korkarsanız, o takdirde Allah dilerse kendi lütfundan sizi zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hâkimdir.” (Tevbe, 28)
“Amma kalplerinde hastalık olan kimseler, işte onların pisliklerine pislik katarak artırmıştır ve onlar, kâfirler olarak ölürler.” (Tevbe, 125)
Şirkin pis olmasının birçok nedeni vardır, ancak en önemli nedenlerinden biri, ilah edinilerek putlaştırılan basit, düşük istek ve arzular, yüce Allah’ın dışındaki otoriteler ve yöneticilerdir. Yüce Allah’tan başka her itaat edilen şey kişiyi şirke sokan pis şeylerdir.
“Bu Allah’ın haram kıldıklarına hürmet eden kimse, artık, Rabb’inin indinde kendisi için daha hayırlıdır; size okunan şeyler dışındaki hayvanlar sizin için helaldir, artık o pis putlardan kaçının ve kaba kuvvetten de kaçının.” (Hac, 30)
Pis putlardan ve yalan sözden kaçınmak, iman eden her Müslümanın en çok hassasiyet göstermesi gereken hususların başında gelmektedir. “Pislikten kaçın” ilahi buyruğu, insan olma sıfatının korunması için bir gerekliliktir. Çünkü şirk koşanlar, en aşağılık yaratıklardır.
“De ki: ‘Size haber vereyim mi Allah yanında durumu bundan daha kötü olanı; Allah’ın, kendisine lanet ve gazap ettiği kimse ve kendilerinden maymunlar, domuzlar ve tağuta itaat eder kıldığıdır; işte onların yeri daha kötü ve düz yoldan sapmışlardır.” (Maide, 60)
Beşeri sistemlerin ortaya koydukları kanunlar, şirk kanunlarıdır; bu kanunlara uymak, o kanunlardan izin ve icazet alarak İslâmi davet(!) yapmak da şirktir. Kur’an, bu kimseleri tağuta itaat edenler kabul etmekte, bunların, yüce Allah’ın lanet ve gazap ettiği maymunlar, domuzlar gibi yerlerinin daha kötü ve sapık olduklarını bildirmektedir. Bu nedenle tağuti sistemlere uyanlar, pis müşrik olduklarından hiçbir zaman davetçi olamazlar.
Müslümanlar, şirk pisliğinden korunmak ve kaçınmak için tağuti beşeri sistemlerin kanun ve kurallarından uzak durmak zorundadırlar. Onlar, vahyi esasların belirlediği ölçüleri hayat prensibi olarak kabul eder, ona uyarlar. Temiz olan Tevhidi ilkeler, ancak temiz kimseler tarafından, temiz metotlarla insanlara ulaştırılabilir. Buna göre temiz olan Tevhidi esaslar, pislik olan beşeri şirk kanunlarıyla, bu kanunların izin verdiği parti, dernek, vakıf gibi şirk kurumlarıyla insanlara ulaştırılamaz.
Beşeri şirk kanunlarıyla hareket etmek kişiyi hem şirke sokar, hem de İslâmi daveti lekeler. Zaten müşriklerin İslâmi davet yapma hak ve yetkileri de yoktur, onlar davet yapmaya kalkışsalar bile bunun, onlardan kabul edilmeyeceği ve boşa gideceği bildirilmiştir.
“Nefislerinin küfrüne şahitler iken Allah’ın mescitlerini imar etmeleri müşrikler için mümkün değildir; artık onların amelleri boşa çıkmıştır ve onlar, ateşte sürekli kalacaklardır.” (Tevbe, 17)
Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerden rahatsızlık ve sıkıntı duyanlar, beşeri yasaları ve toplumsal değerleri vahyin önüne geçirenler, küfür ve şirk sistemlerinin izin verdiği ölçüde vahyi gerçekleri ortaya koyanlar, vahyin belirlediği esaslar doğrultusunda yaşamayanlar küfür ve şirk içerisinde bulunan pis müşriklerdir. Bunlar, İslâmi davet yapamaz, tebliğde bulunamaz, Kur’an çalışması ve tefsiri yapamazlar. Onlar, nefislerinin küfrünü göre göre İslâmi faaliyette bulunamazlar, onların, öncelikle gereği gibi iman edip pislikten kaçınmaları gerekir.
Davetçilerin amacı, -ne pahasına olursa olsun- çoğalmak değil, Hakk’ı anlatmaktır
6-7- Ve çoğalmak adına minnet etme; Rabb’in için sabret.
Davet görevi, ağır bir sorumluluktur; sabır, fedakârlık ve süreklilik ister; bu nedenle bu sorumluluğu çok az insan yüklenmiştir. Bunlar da ancak Kur’ani ölçülere teslim olan, Tevhidi ilkeler içerisinde hareket eden, şirk toplumlarının kınama ve eleştirilerine aldırış etmeyen, İslâm karşıtı tağuti sistemlerin baskı ve zulmünden korkmayan kimselerdir.
Fedakârlık ve süreklilik, davet görevinin vazgeçilmez iki temel unsurudur. Bunlardan birisinin yokluğu, davet işlevinin yitirilmesine sebep olur. Bu iki temel unsurun sabırla bütünleşmesiyle davet görevi istenilen düzeye ulaşır. Risalet tarihinde davet görevini üstlenen Risalet önderleri ve onların yolunda giden Tevhid erleri hep bu çerçevede hareket etmişlerdir.
Tarihi süreçte tüm zorluklara, baskı ve işkencelere rağmen nebevi davet, gece gündüz denilmeden her ortam ve şartta ortaya konulmuş, insanların daveti kabul edip etmediklerine bakılmaksızın gizli ve açık bir şekilde sürdürülmüştür. Risalet önderi rasuller ve Tevhid erleri, hayatlarının sonuna kadar bıkıp usanmadan, korkup saklanmadan tüm değerlerini ve hayatlarını ortaya koyarak Tevhidi esasları insanlara duyurmaya çalışmışlardır.
Davetin ve davetçilerin engellenmesi, toplumsal ve siyasal baskının artması, zulüm ve işkencenin doruk noktaya ulaşması halinde bile davet durdurulmaz, aralıksız bir şekilde sürdürülür. Müslüman davetçiler, bu gerçeği bilerek davet görevini üstlenmelidirler.
“Ve çoğalmak adına minnet etme;” davetçi Müslümanlar, davet görevini bir lütuf olarak değil, iman etmeleri nedeniyle Rab’lerinin kendilerine yüklediği zorunlu bir görevdir. Bu nedenle ortaya koydukları davetin, toplum tarafından kabul görmemesi halinde insanlara kızarak “Anlatıp duruyoruz anlamıyorlar”, “Bunlar anlamaz bir toplumdur” diyerek insanlara minnet edip başlarına kakınç yapamaz, daveti bırakamaz, daveti terk edemezler. Onların görevi ve sorumluluğu daveti ortaya koyarak sonucu yüce Allah’a bırakmaktır.
“Ve çoğalmak adına minnet etme;” İslâmi daveti üstlenen Müslümanlar, bu görevi, yüce Allah (cc) indinde kendi nefislerini kurtarmak, Rab’lerini razı edebilmek için yapmalı, davet görevinin, kendileri için bir övünç vesilesi ya da bir ayrıcalık olmadığını bilmeli ve davet sorumluluğunu üstlendikleri için övünüp böbürlenmemelidirler.
Müslüman davetçiler, “Bunca yıldır daveti sürdürüyoruz” diye bir düşüncede olmamalı, böyle bir düşünce ya da söz, kişinin böbürlenmesi ve hâşâ yüce Allah’a kakınç anlamına gelir ki, yaptıkları boşa gider ve çok büyük bir sorumluluk altına girerler.
İslâmi bir çalışma içerisinde yer alan Müslümanlar, bu çalışmalara katılmayı kendileri açısından bir lütuf olarak görerek, kendileri olmazsa bu hareketin sürmeyeceğini, biteceğini düşünmeleri övünmedir. Yüce Allah (cc) bu tür düşünen insanlar için şöyle buyuruyor.
“Teslim oldular diye sana minnet ediyorlar; de ki: ‘İslâm olmanızı bana minnet etmeyin; bilakis sizi imana hidayet etti diye Allah, size iyilikte bulunmuştur; şayet sadıklardan iseniz.” (Hucurat, 17)
Tevhidi mücadelede sabır asıldır
“Rabb’in için sabret” Tevhidi mücadelenin, birey ya da devlet anlamında hedefine ulaşması ancak sabretmekle mümkün olabilir. Her türlü zorluğa, çile, sıkıntı ve tepkiye karşı yalnızca Allah için sabredip mücadeleyi ve uyarı görevini, tahriklere, hevai arzu ve isteklere kapılmadan sürdürmekle istenilen amaca ulaşılabilir. Zaten yüce Allah’ın, davet görevini üstlenenlerden de istediği bundan başka bir şey değildir.
Sabır, ibadetlerin en zoru, ancak sevabı en fazla olanıdır. Yüce Allah (cc), sabredenleri sevmekte, onları müjdelemekte, sabredenlerle beraber olduğunu bildirmektedir. Bu müjde bile insanın sabretme ibadetini sürekli yaşama isteğini artırıyor.
“Nebilerden nicesi savaştı, onunla beraber birçok rabbaniler de; ancak Allah yolunda onlara isabet eden şeylerden cesaretleri kırılmadı, zayıflık göstermediler ve küçük düşmediler. Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146)
“Yoksa siz sanıyor musunuz ki Allah, sizden cihat eden kimseleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirtmeden gerçekten cennete gireceksiniz!” (Al-i İmran, 142)
“Ey iman eden kimseler, sabırla ve namazla yardım isteyin, şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
“Ve andolsun sizi biraz korku, açlık ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)
Nüzul sırasına göre dört surede, davetçiden sabretmesi istenmektedir; yüce Allah (cc), uyarı görevinin zorluklarına dikkatleri çektikten sonra davetin sabırla yapılmasını emretmekte, sabırsızlığın davetçinin aleyhinde olacağını, Hz. Yunus (as)’ı örnek vererek bildirmektedir.
“O halde Rabb’inin hükmüne sabret ve balık sahibi gibi olma; o zaman seslenmişti ve o öfkesine hâkim olmuştu. Gerçekten Rabb’inden bir nimet ona yetişmeseydi, çıplak halde atılırdı ve o, kınanırdı,.” (Kalem, 48-49)
Yüce Allah (cc), Tevhidi mücadelenin, hiçbir şekilde kesintiye uğramamasını, bu görev ve mücadelenin davetçilerin ölümüne kadar sürdürülmesi gerektiğini bildirmektedir.
“Andolsun biliyoruz ki, gerçekten senin, onların dedikleri şeylere göğsün daralıyor. O halde Rabb’ini hamd ile tespih et ve secde edenlerden ol ve sana yakin gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et!” (Hicr, 97-99)
Davet görevi, insanın hayatını kuşatan bir sorumluluk ve görevdir, davetçilerin, daveti son nefeslerine kadar sürdürmeleri gerekir. Davetin sürekliliğinin örneği Hz. Nuh (as)’dır.
“Andolsun Nuh’u kavmine gönderdik, böylece onların içinde elli yıl müstesna, bin sene kaldı, nihayet onları, zulmederlerken tufan yakaladı.” (Ankebut, 14)
Bir mücadele süreklilik ister, sürekliliği olmayan bir çalışma, hiç yapılmamış gibidir. Yıllarca sürdürülen bir mücadelenin, son yıllarda bırakılması, o güne kadar yapılanların boşa gitmesine neden olacak, sahibine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Mücadeleyi yarı bırakmak, yarı bırakan kişiler için ağır bir sorumluluktur ve kişiyi, kıyametin o zorlu gününde hesabını veremeyecek bir duruma sokar. Bu, apaçık bir uyarıdır.
Yüce Allah’ın ayetlerini inkâr edip ayetlere muhalefet edenler için zorlu bir gün
Yüce Allah (cc), Sur’a üflendiği günün kâfirler için kolay olmadığını bildirirken bu aynı zamanda daveti, belirlenen esaslara göre yapmayanlar, yarı bırakanlar için de bir uyarıdır.
8-10- Nihayet darbe vurulduğu zaman, işte o gün çok zorlu bir gündür! Kâfirler için kolay değildir.
Yapılan her işin bir hesabının olduğu gerçeği nasıl inkâr edilemiyorsa, dünya hayatının da bir hesabının olduğu bir gerçektir. Dünya hayatlarında sorumluluklarının bilincinde olan, kulluk görevlerini yerine getirenlerin, Kıyamet gününde kurtulacakları müjdelenmektedir.
“Allah, korunan kimseleri başarılarıyla kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.” (Zümer, 61)
Tevhidi esaslara karşı umursamaz bir tavır takınanlar, ilahi mesajın belirlediği esaslara uygun yaşamayanlar, Kur’ani hükümlerden sıkıntı duyanlar, kendi arzuları peşinde gidenler, beşeri küfür ve şirk düzenlerine itaat edenler, dünyevi değerleri vahyi esasların önüne alanlar için hesapların görüleceği mahşer gününde durumları hiç de kolay olmayacaktır.
“Ayetlerimiz konusunda âciz bırakmaya çalışan kimseler, işte onlar, azabın içinde hazır bulundurulan kimselerdir.” (Sebe, 38)
Yüce Allah (cc), insanlara fırsat vermiş, irade vermiş ve bir ömür boyunca onların tabi olacakları Kur’ani esasları göndermiş, kurtuluş yolunu göstermiştir. Kendilerine gönderilen ilahi mesajı yeterince değerlendirmeyen, iman ve hidayet nimetinden yararlanmayan kimseler, için yüce Allah (cc), “Nihayet darbe vurulduğu zaman, işte o gün çok zorlu bir gündür! Kâfirler için kolay değildir.” buyurarak bu kimselerin karşılaşacakları durumu bildirmiştir.
Bu ilahi uyarı, iman edenler için de geçerlidir; şayet iman edenler, Tevhidi esaslara gereği gibi teslim olup bu esasları insanlara duyurmaya çalışmazlarsa, onlar da tıpkı inkârcılar gibi o gün çetin bir durumla karşılaşacaklardır.
Kur’an’ın uyarı ayetleri, inkârcılara hitap ettiği gibi ilahi mesajı kabul edenlere de hitap etmekte, onları da uyarmaktadır. Müslümanlar, emir ve tavsiye ayetlerine muhatap oldukları kadar uyarı ayetlerine de muhataptırlar. Emredilen hususlar konusunda samimiyetsiz davranan Müslümanlar, sorumluluk altına girecekler, tevbe edip kendilerini düzeltmezlerse, Allah korusun, ilahi mesajı inkâr edenler gibi yargılanacaklardır.
Müslümanlar, yüce Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmekle mükelleftirler ve hiçbir nedenle bu ölçülerin dışında hareket edemezler. Belirlenen ölçülere uygun hareket edilmesi, hem kulluk görevinin yerine getirilmesi, hem de davetin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi açısından gerekli ve zorunludur.
Davetçilerin, davetteki sınırları
11-15- Bana bırak tek olarak yarattığım kimseyi ki ona, gittikçe artan mal, gözönünde oğullar verdim ve ona yaydıkça yaydım, sonra elbette artırmamı umuyor.
Müslümanlar, Tevhidi esasların ilkelerine uyma konusunda bu esaslara muhatap olanlar kadar sorumludurlar ve hiçbir şekilde bu esaslara aykırı hareket edemezler. Yüce Allah’ın bildirdiği üzere hareket etmekle mükelleftirler. Bu nedenle daveti ortaya koyarlarken hiçbir şekilde hevai hareket edemezler, daveti duyurup sonucu, davetin sahibi olan yüce Allah’a bırakmak zorundadırlar.
Kalem ve Müzzemmil surelerinde de aynen tekrarlanan “Bana bırak” ifadesi ile yüce Allah (cc) Alak suresinde, kendisinin o kimseleri cezalandıracağını bildirmişti. “Bana bırak” ifadesi, açık bir meydan okuma ve tehdit içeren çok önemli bir uyarıdır. Müslümanlar, bu uyarıyı gözönünde bulundurarak hareket ederler ve ne insanlar kabul etmiyorlar diye onları cezalandırmaya kalkarlar, ne tavizler vererek davetin ruhuna aykırı hareket ederler, bu ifade ile kendilerini helak edecek derecede üzüntüye de sevk etmezler.
“Bana bırak” bu ifade, önceki surelerde yapılan açıklamalar yanında belirtildiği üzere, davetçilerin, davete karşı gösterdikleri samimi duruşlarını, aktivitelerini, istek ve iştiyaklarını ve hareketteki mücadelelerini de ortaya koymaktadır. Davetçi Müslümanlar, tıpkı Risalet önderleri ve Tevhid erleri gibi, daveti duyurma konusunda, bu dava uğrunda maddi, bedeni, zaman ve psikolojik bütün değerlerini ortaya koyarlar.
Müslümanlar, Hz. Nuh (as) gibi gece gündüz demeden gizli ve açık olarak daveti ortaya koyarlarken, Hz. Musa (as) ve Ashabı Kehf gibi zalim diktatörlere karşı bu Tevhidi ilkeleri ilan ederler. Onlar, Hz. Muhammed (as) gibi, bütün mal varlıklarını harcarlar, Hz. İbrahim (as), gibi bu uğurda ateşe girmeyi bile göze alırlar ve nihayet Ashabı Uhdud’a giden davetçiler ile Kasabalılara giden elçiler gibi kendi bedenlerini bu uğurda seve seve verirler.
Müslümanlar, davet sırasında kimi zaman ısrarlı, aceleci bir tavır sergileyerek insanların, yüce Allah’a inanmaları, O’nu tek ilah edinmeleri için bütün güçleri ile çalışırlar, kendilerini helak edercesine çabalarlar. Bu çabalama bazen öyle ileri dereceye ulaşır ki onlar, insanlar inanmıyorlar diye insanlara kızıp sinirlenirler. Yüce Allah (cc), böyle bir tavır gösteren davetçileri uyarmakta, onlara görevlerini hatırlatarak “Bana bırak” buyurmaktadır.
“O halde öğüt ver, şüphesiz sen, öğüt verensin, onların üzerinde düzenleyici değilsin. Ancak kim yüzçevirir ve inkâr ederse, o takdirde Allah, en büyük azapla ona azap eder. Şüphesiz onların dönüşü Bizedir, sonra muhakkak onların hesabı Bize aittir.” (Ğaşiye, 21-26)
Baskı ve zorlama, hem insanların özgür iradeleriyle seçim yapmalarını engeller, hem davetin güzellikle yapılması esprisiyle çelişir, hem de davetçilerin haddi aşmaları anlamına gelir. Yüce Allah (cc) “Bana bırak” buyurarak onlara, davetteki sınırlarını belirtmiştir.
“Bana bırak” buyruğu, Alak suresinde, “Muhakkak ki dönüş Rabb’inedir.” “Bilmiyor mu, muhakkak Allah’ın gördüğünü!” “İyi bilin ki, andolsun şayet vazgeçmezse muhakkak perçemi(ni) tutup çekeriz,” ayetlerinde inkârcılara karşı bir meydan okuma şeklinde ortaya konulurken, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinde “sabır” kelimesiyle bağlantılı olarak davetçiye yönelik bir anlamla ifade edilmektedir.
Yüce Allah (cc), “Rabb’inin hükmüne sabret” (Kalem, 48), “Onların söyledikleri şeylere sabret” (Müzzemmil, 10), “Rabb’in için sabret” (Müddessir, 7) hitaplarının hemen öncesinde ya da sonrasında “Bana bırak” buyurmaktadır. Bu hitap, davet görevini üstlenen davetçinin, davete karşı gösterdiği aşırı duyarlılığını, aktif çalışmasını, aceleci tutumunu gösterdiği gibi, aynı zamanda yüce Allah’ın, daveti kabul etmeyen inatçı kâfirlere karşı olan kızgınlığını da göstermektedir.
“Gerçekten onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o halde yapabilirsen, gerçekten istiyorsan yerin içine bir tünel aç ya da göğe bir vasıta (yap); böylece onlara bir ayet (mucize) getiresin! Şayet Allah, dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o halde cahillerden olma!” (En’am, 35)
“Şimdi neredeyse sen, bu söze inanmıyorlar diye peşlerinden üzüntüden canına kıyacaksın!” (Kehf, 6)
İslâmi davet, samimiyet ve ihlas gerektiren, eylemsel yönü ağır basan, heyecan ve coşku ile ortaya konulan bir görevdir. Bu nedenle kimi zaman davetçi Müslümanlar, bazen ihlas ve samimiyetlerinden bazen de heyecana kapılarak davet görevi ile bağdaşmayan aşırılıklar gösterebiliyorlar. Yüce Allah (cc), “Bana bırak” buyurarak davetçileri uyarmakta ve onların davetteki sınırlarını belirtmektedir.
Nankörler, doymak bilmezler, şükretmezler
“Bana bırak tek olarak yarattığım kimseyi ki ona, gittikçe artan mal, gözönünde oğullar verdim ve ona yaydıkça yaydım, sonra elbette artırmamı umuyor..”
İnsan nankör, cahil ve düşüncesiz olunca geçmişini, önceden ne olduğunu, neden ve nasıl yaratıldığını, nereden geldiğini unutuverir ya da öyle görünmeye çalışır. Yüce Allah (cc), insana geçmişini hatırlatarak onu düşünmeye, böylece iman etmeye çağırıyor. Yukarıdaki hatırlatma önceki surelerde de benzer ifadelerle tekrarlanmıştı.
Alak suresinde, insanın yaratılışı hatırlatılmış, ona çeşitli nimetler ikram edildiği, bilgi verildiği, ancak insanın bunları kullanarak azdığı; Kalem suresinde, mal ve oğullar sahibi olanların, bahçe sahiplerinin azgınlıkları; Müzzemmil suresinde, nimet sahiplerinin azgınlığı belirtilmişti. Bu surede de, kâfirlere verilen mal, oğullar ve nimetler sıralanmaktadır. Dört suredeki benzer bu ifadeler, davetin nasıl ortaya konulacağının ipuçlarını vermektedir.
Yoktan var edilip yaratılan insan, hiçbir şeye sahip değilken Rabb’i tarafından çeşitli nimetler, mal ve oğullar verilerek zenginleştirilmiş, ancak o, verilen onca nimete karşılık şükredip Rabb’ine yönelecek, O’nun indirdiği esaslara teslim olacak yerde isyan etmeyi yeğlemiş, azgınlığında sınır tanımaz hale gelmiştir.
İnsan, Rabb’inden gelen Tevhidi esaslara teslim olacağına, kendisine verilen malları, Rabb’inin belirlediği ölçüde insanlara infak edip nimetlere şükredeceğine, bunu yapmayarak Rabb’ine nankörlük yapıp azgınlık yolunu seçmiştir. Bütün bunlara rağmen utanmadan Rabb’inden kendisine daha çok mal verilmesini beklemektedir. Tıpkı Kalem suresinde bahçe sahiplerinin, helak edilen bahçeleri yerine yüce Allah’tan daha fazlasını istemeleri gibi.
“Sonra elbette artırmamı umuyor.” İnsandaki doyumsuzluğun, utanmazlığın bariz bir örneği olan bu tavır, bütün müşrik, münafık, fasık ve kâfirlerin ortak özelliğidir. İmanı olmayanın kanaati de olmaz; Rasulullah (as) bu tipler için, “Kanaatsiz insana bir dere dolusu hazine verseniz ikincisini ister, ikincisini verseniz üçüncüsünü ister” buyurmuştur.
Maddeyi ilahlaştırıp ona tapanlar, hem yüce Allah’ın verdiği nimetlerin hakkını verip infak etmezler, hem de verilen nimetin daha da artırılmasını ümit edip isterler. Hâlbuki kendilerine lütfedilen nimetlerden infak edip şükretseler, hem Rab’lerini razı ederler, hem de bu nimetlerin daha da artırılmasını sağlayabilirler. Ancak maddeperest materyalistler, Rab’lerinden kendilerine bir nimet geldiğinde onu alırlar, Rab’lerinden kendilerine Tevhidi esaslar indiğinde ona karşı inatçı kesilirler.
Tevhidi esaslara iman etmemek ayetlere karşı direnmektir
Tevhidi esasları bildiren ayetlere iman etmemek, yalnızca onu sözel inkâr etmek değildir; ayetlerin bildirdiği hükümler doğrultusunda hareket etmemek de onu inkâr etmektir. Kendilerine Kur’ani esaslar anlatıldığı halde bunun gereğini yapmayanlar, bu esaslara karşı direnerek onu inkâr etmişlerdir.
16- İyi bilin ki şüphesiz o, ayetlerimize direndi.
İnsan bir kere azmaya görsün; artık ne anlatırsa anlatılsın fayda vermez; azgınlık, mal ile şımarıklık, insanın gözünü kör ederek onun basiretini bağlar, böylece sağlıklı düşünmesini engeller. Onların kalpleri kararmış, düşünme yetenekleri yitirilmiştir. Bu nedenle onlar için uyarının da hiçbir faydası olmaz.
“Uyarsan ya da uyarmasan onlara aynıdır; iman etmezler.” (Yasin, 10)
İman etmek, akıl ile kalbin beraber hareket ederek kabul etmesiyle mümkündür. Aklını madde ile bozmuş, düşüncesini, dünyevi zevkler işgal etmiş bir kimsenin, kalbi de karardığı için artık iman etmesi mümkün değildir. Böyle kimseler, arzularını ilah edinip onun peşinde gittiklerinden dolayı kendilerine anlatılan ayetleri düşünüp iman etmezler.
Günümüz Samiri soylu bel’amlarda açık örneği görüldüğü üzere, Kur’an’ı çok iyi bilmiş olsa da bir kimse, hevasına tabi olduğu için şeytana tabi olmuş, iman nurunu terk etmiştir. Onun durumu, A’raf suresi 175-176. ayetlerde anlatılan kişinin durumu gibidir.
“Onlara, o kimsenin haberini oku ki, ona ayetlerimizi verdik, fakat ondan ayrıldı, bu yüzden o, şeytana tabi oldu, böylece azgınlardan oldu! Şayet dileseydik elbette onu, onunla yükseltirdik velakin o, dünyaya daldı ve o hevasına tabi oldu, işte onun misali, tıpkı şu köpeğin misali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtır, onu bıraksan da dilini sarkıtır. İşte ayetlerimizi yalanlayan kimselerin toplumunun misali budur, işte bu kıssayı anlat, ta ki düşünsünler.” (A’raf, 176)
Vahyi esaslar, insanları yüceltir, onları, yaratılışlarındaki güzelliklerine ulaştırır. Bu esaslara sırt dönüp arzularına tabi olanlar, en önemlisi de kendilerini yoktan var edip çeşitli nimetlerle donatan Rab’lerine nankörlük yapanlar en aşağı seviyeye düşerler.
“Dedi ki: ‘Öyleyse in oradan, orada büyüklük taslamak doğrusu senin için mümkün değildir, şimdi çık, şüphesiz sen, küçük düşürülenlerdensin!” (A’raf, 13)
İblis (aleyhillane), Rabb’inin emrine karşı direndiği için alçaltılmış, aşağılanmıştır. Dünyevi değerlerle böbürlenip kibirlenen, ilahi mesaja karşı inatçı kesilen, Rab’lerine isyan edenler, İblis (aleyhillane) gibi alçalan ve acıklı azabı hak eden kimselerdir.
Kur’an’a karşı direnenler helak edilirler
Her inatçı zorbanın karşılaşacağı sonuç zorlu bir hesap, zorlu bir ceza, acıklı bir ateştir. “İşte o gün çok zorlu bir gündür! Kâfirler için kolay değildir.” Onlar, Rab’lerinden gelen ayetlere karşı inatçı bir tutum takınarak ayetler doğrultusunda hareket etmeyerek onları inkâr etmişlerdir. Bu nedenle onların hesapları oldukça zor geçecektir.
Dünya hayatını ebedi zannedenler, bir gün bu hayatın sona ereceğini, bunun hesabını vereceklerini düşünmezler, düşünmek istemezler. Ancak onlar, düşünseler de düşünmeseler de isteseler de istemeseler de dünya hayatı ve onların, bu hayatta sürdükleri zevk ve sefa bir gün sona erecek ve acı gerçek ortaya çıkacak, dünyada helak edileceklerdir.
17- Yakında onu şiddetli bir şekilde yakalayacağım.
Bu öyle bir yakalayıştır ki, dünyada acıklı bir helak, ölüm meleğinin ziyareti ile başlar, sura üflendiği gün devam eder, Kıyamet günü doruk noktaya ulaşır, o noktada sürekli bir şekilde kalıcı olacaktır. Dünya hayatını gaye edinip Rab’lerinin emirlerine karşı umursamaz bir tavır içerisinde günlerini gün edenlerin kendi elleriyle kazandıkları bir sonuçtur!
“İnkâr eden kimselerin, ülkelerde dönüp durmaları seni aldatmasın; azıcık bir faydalanmadır, sonra varacakları cehennemdir, ne kötü bir istirahat yeridir!” (Al-i İmran, 196-197)
İlahi adalet, dünya hayatında da ahiret hayatında da sürekli bir şekilde tecelli edecek, herkes hak ettiğini bulacaktır. Dünya hayatlarında cenneti yaşadıklarını zannedenlerin ahiretleri cehennem olacaktır. Oysa dünya hayatlarında Rab’lerini razı edebilmek için zorlukları, sıkıntıları göğüsleyenlerin ahiretteki hayatları cennetlerde olacaktır.
Hevalarını ilah edinip onun peşinde koşanların, dünyada zor gördükleri Allah için infakı, Hakk’ı tavsiye etmeyi Müslümanlar, Rab’lerini razı edebilmek için yapmışlardır.
“Fakat o zorluğa atılamadı, anlıyor musun nedir, o zorluğun ne olduğunu! Bir köleyi, fidyesini verip azat etmek yahut açlık gününde yedirmektir, yakınında bulunan yetimi ya da yoksulluk içinde olan miskini, sonra iman eden kimselerden olup sabrı tavsiye etmek ve merhameti tavsiye etmektir.” (Beled, 11-17)
O Müslümanlar, dünyadaki zorlu çalışmalarının karşılığında ahirette emekli olacaklar, orada saraylarda oturacaklardır. Dünya hayatını gaye edinen materyalistler için ise zorlu hayat başlayacak ve bu zorluk, ebediyen sürecektir.
“Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini, iman edip salih amel işleyen kimseler gibi yapacağımızı mı sandılar, yaşamaları ve ölümleri onlarla bir mi olacak; ne kötü hüküm veriyorlar!” (Casiye, 21)
Tevhidi esasları, görmezden gelip dünyayı imar eden, hevalarını ölçü edinip ilahi mesajı önemsemeyenleri bekleyen zorluklar, dünya hayatındaki zorluklarla kıyaslanamayacak derecede ağırdır. Dünya hayatında zorluk olarak belirtilenleri yapmak insana huzur ve mutluluk verirken ahiretteki zorluk acı ve ıstıraptan başka bir şey vermez.
Yüce Allah (cc), zorluklar arasında seçim yapmayı insana bırakmış, herkese, tercih ettiğinin karşılığını vermiştir. Bu ilahi adaletin tecelli etmesi için gereklidir.
Allah yolunda mücadele edip -canları da dâhil- bütün değerlerini ortaya koyanlar ile yüce Allah’ın hükümlerine karşı umursamaz bir tavır takınıp dünya hayatlarını imar edenlerin hesapları bir olmayacaktır. Müslümanlar, Rab’lerine varan yolda her geçitte rahat ve mutlu bir geçiş yaparlarken dünyayı gaye edinenler, her geçiş noktasında dayanılması zor anlar yaşayacaklardır. Onlara ölümle başlayan süreçte yapılacak azap sura üflendiğinde ve mahşer günündeki azaplarla devam edecek ve sonuç olarak onlar, “büyük azaba itileceklerdir.”
“Ve yüzler var ki o gün kaşlar çatıktır, bir belanın ona muhakkak yapılacağını anlar. İyi bilin ki (can), köprücük kemiklerine ulaştığı zaman denir ki: ‘Kim tedavi edecek?’ Ve gerçekten onun bir ayrılık olduğunu anlar ve bacak bacağa dolaşır; o gün, sevk Rabb’inedir. Buna rağmen tasdik etmedi ve teslim olmadı velakin yalanladı, döndü, sonra böbürlenerek halkına gitti.” (Kıyamet, 24-33)
Kur’ani hükümlere göre hareket etmeyenler, onları inkâr etmişlerdir
Kur’ani hükümler, işitildiğinde hemen teslimiyeti esas alır, iman edenler, işittiklerinde vahye hemen teslim olur, gereğini yaparlar. Bu, onların kurtuluşunu sağlayan bir teslimiyettir.
“Aralarında hüküm verilmesi için Allah’a ve Rasulü’ne çağırıldıklarında Mü’minlerin sözü ancak: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Nur, 51)
İnkâr ve azgınlığı yol edinenler ise işittikleri vahye aykırı hareket ederek isyan ederler.
“Bir zaman Tur’u üzerinize kaldırmış kesin sözünüzü almıştık: ‘Size verdiğim şeyi kuvvetle tutun ve dinleyin.’ Dediler ki: ‘İşittik ve isyan ettik’ inkârları sebebiyle kalplerine buzağı sızdırıldı…” (Bakara, 193)
Kendilerine ilahi mesaj anlatıldığı zaman insanlardan birçoğu, anlatılan ayetleri kimileri, kabul etmeyerek, kimileri ayetlerin gereğini yapmayarak inkâr eder.
18-20- Doğrusu o, düşündü, değerlendirdi, bak canı çıkası nasıl değerlendirdi, sonra canı çıkası nasıl değerlendirdi.
Çeşitli endişe ve korkular taşıyarak ayetlere yaklaşanlar, iman ile küfür arasında bocalayıp dururlar. Vahyin doğruluğunu kabul etmelerine rağmen taşıdıkları endişe ve korkular nedeniyle şeytanın da vesvesesi ile küfrü imana tercih ederler. Kur’an, iman ile küfür arasında bocalayıp küfrü tercih edenler için şu örnekleri verir.
“Onların gönüllerini ve gözlerini, ilk defa ona iman etmedikleri gibi döndürürüz ve tuğyanları içerisinde onları bırakırız, başıboş gezinip dururlar.” (En’am, 110)
“…bize kavuşmayı ummayan kimseleri bırakırız, tuğyanları içerisinde başıboş gezinip dururlar.” (Yunus, 11)
Yüce Allah (cc), her şeye gücü yetmesine, bir şeye “Ol” diyerek o şeyin olmasını sağlamasına rağmen insanların iman etmesi konusunda baskı yapmamış, onların iman ya da küfrü özgürce seçimlerine fırsat vermiştir. O, kullarına doğruları ve yanlışları bildirmiş, seçimi kendilerine bırakmıştır.
İnat ve zorbalık, kişiyi bile bile Hakkı yalanlamaya ve inkâra yöneltir, bu ise kişinin hüsranı olur. Zorba ve inatçı kâfirlere, Tevhidi esaslar anlatıldığında, bunların doğruluğunu kabul ederler, ancak taşıdıkları endişe ve korkular nedeniyle nefislerine ağır geldiğinden iman edip teslim olmazlar. Onlar, Tevhidi esasların doğruluğu ile hevalarının istekleri, toplumun ve idaresi altında yaşadıkları tağuti sistemlerin baskı ve zorlamaları arasında sıkışıp kalırlar.
İmani bir hassasiyete, sağlıklı bir bilgiye, ebedi hayatına ait bir düşünceye sahip olmayan bir kimse, iman ve küfür arasındaki gelgitleri sonucunda küfrü tercih eder.
“Doğrusu o, düşündü, değerlendirdi, bak canı çıkası nasıl değerlendirdi, sonra canı çıkası nasıl değerlendirdi.”
Bazı kimseler, Hakk’ı batılla bulayarak, gerçekleri gizleyerek dolaylı bir şekilde Tevhidi esasları inkâr edip küfrü tercih ederler. Genellikle vakıf, parti ve dernek gibi şirk yuvalarında olan Samiri soylu bel’amlar, küfür içerisinde bulundukları halde Haktan yana görünürler. Böylece kendi mantıklarına göre hem açıkça inkâr etmemiş, hem de toplumun kınama ve eleştirisinden, beşeri tağuti sistemlerin baskı ve zulmünden korunmuş oluyorlar.
“Şüphesiz ahirete iman etmeyen kimselerin amellerini onlara süsledik, artık onlar, başıboş gezinip dururlar. İşte onlar o kimselerdir ki, azabın en kötüsü onlaradır ve onlar ahirette de hüsrana uğrayanlardır.” (Neml, 4-5)
İman ile küfür arasında gelgit yaşayan kimseler, Kur’an’ın tümüne inanmış görünürler ancak tümünü hiçbir zaman kabul etmezler. Onlar, Tevhidi esaslara iman etmedikleri için tağutun izni dışında hareket etmezler. Bu müşrikler, yüce Allah’a bir kenarından ibadet eden, İslâm’dan bir çıkarları olduğunda sevinen ancak İslâm uğrunda başına bir şey geldiğinde yüzüstü dönen, yani Kitap’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr eden kimselerdir.
“İnsanlardan kimi, Allah’a kulluk etmekte kararsızdır, ancak şayet bir hayır kendisine isabet ederse, onunla mutmain olur ve şayet bir fitne kendisine isabet ederse yüzü üstüne döner; (o), dünya ve ahireti kaybetmiştir, işte o, apaçık bir hüsrandır.” (Hac, 11)
“…Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz; artık sizden bunu yapan kimsenin cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir ve Kıyamet gününde onlar, azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 85)
Müslümanlar, iman ettikleri esasların önemini çok iyi kavrayıp tercihlerini Rab’lerinin rızasından yana kullanarak hareket etmeli, iman ettikleri esasları, dünyevi tüm değerlerinden üstün tutmalı, Tevhidi esaslara hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmalıdırlar.
“O kimselere, Rab’lerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, ona karşı sağırlar ve körler olarak kapanıp kalmazlar.” (Furkan, 73)
“Rabb’imiz, şüphesiz biz, ‘Rabb’inize iman edin’ diye imana çağıran bir çağrıcı işittik, hemen iman ettik. Rabb’imiz, bizim günahlarımızı artık bağışla, bizim kötülüklerimizi gizle ve canımızı iyilerle birlikte al.” (Al-i İmran, 193)
İman, mukayese kabul etmez
İman, tereddüdü ve isteksizliği kabul etmez; ihlas, samimiyet ve gönüllü kabulü esas alır. Tevhidi esaslara karşı küçük bir şüphe ve tereddüt küfrü gerektirir, aynı şekilde şüphe ve tereddüt ile yaklaşılan bir şey önemsenmemiş ve değersiz görülmüş demektir. Yüce Allah’ın indirdiği Tevhidi esasların önemsenmemesi, büyük bir küfrün ve inkârın göstergesidir.
21-25- Sonra mukayese etti, sonra surat astı ve kaşlarını çattı, sonra arkasını döndü, büyüklük tasladı, peşinden dedi ki: ‘Doğrusu bu, ancak rivayet edilen bir sihirdir; elbette bu, yalnızca bir insan sözüdür.
Küfrün en şiddetlisi, hiç şüphesizdir ki, gerçeklerin bile bile inkâr edilmesidir. Ayetleri gördükleri, üzerinde düşünüp gerçek olduklarını anladıkları halde, sırf kimi endişe ve korkular nedeniyle hayatlarında yaşamayıp inkâr edenler, küfrün en şiddetlisini işlemişlerdir.
“Sonra baktı” çıkarlarının bozulacağını anladı, ne yapacağını düşündü; Allah’ın hükmüne teslim olup hayatını ona göre tanzim edip Allah yolunda bütün değerlerini versin mi, yoksa eski cahiliye hayatını mı sürdürsün!
Yüce Allah (cc), kullarını uyarmakta onların, iman ve küfür arasında kalmamaları için tercihlerini doğru yapmalarını istemektedir. Dünyevi tercihlerini Kendisinden, Rasulü’nden ve Kendi yolunda mücadele etmekten daha önemli görenlerin fasıklar olduklarını bildiren yüce Allah (cc), bu kimselerin hidayete ulaşmayacaklarını haber vermektedir.
“De ki: ‘Şayet babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz ve o (sonradan) tiksinti duyacağınız mallar, o durgun olacağından korktuğunuz ticaret, kendisinden hoşlandığınız meskenler, Allah’tan, Rasulü’nden ve O’nun yolunda cihat etmekten size daha sevimli ise, o halde bekleyin Allah emrini getirinceye kadar! Allah, fasıklar kavmine hidayet vermez..” (Tevbe, 24)
Kendisine ulaşan Rabb’inin ayetlerini kabul etmesi durumunda hayatını buna göre yeniden düzenlemesi, iman ettiği Tevhidi esasları, birinci görev olarak kabul edip bütün değerlerinden öne alması gerekir. Bu ise, işine gelmez, içerisinde yaşadığı cahili toplumun kınama ve eleştirileri, beşeri tağuti sistemin baskı ve zulmü ile karşılaşacak, atalarından miras kalan din anlayışını ve geleneksel kültür kalıntılarını, eski adet ve alışkanlıklarını, elde ettiği sosyal ve toplumsal konumunu terk edecektir. Bu ise, oldukça zor bir durumdur.
Gerçekten iman etmeyen kimse, sıkıntı içerisinde bocaladı, “sonra surat astı, kaşlarını çattı” oldukça zor bir durumdaydı. Nihayet eski cahiliye yaşantısı, taşıdığı endişe ve korkuları baskın çıktı ve “Sonra arkasını döndü, büyüklük tasladı.”
İlahi mesajdan yüzçevirenler, üzerinde bulundukları sosyal ve toplumsal konumun kendilerine verdiği gurur ve kibirle böbürlenirler. Onlar için ayetler, Tevhidi gerçekler bir insan sözü imiş gibi hiçbir şey ifade etmez. Kibir ve gururla kalpleri kararmış, düşünme yetenekleri körelmiş inkârcılar, insanları küçük gördükleri gibi ilahi mesajı da önemsiz görerek değer vermezler. Bu nedenle ilahi mesajı bir insan sözü gibi değerlendirirler.
“Peşinden dedi ki: ‘Doğrusu bu, ancak rivayet edilen bir sihirdir; elbette bu, yalnızca bir insan sözüdür.”
İnsan, bir kere seviye kaybedince nerede duracağı belli olmaz, Esfele Safilinde bulur kendisini. Tevhidi gerçekleri inkâr edip nefsinin çöplüğünde burunlarındaki kölelik zincirinden kurtulamayan kâfir, müşrik, münafık ve fasıklar, lügatlerinde dürüstlük kavramı bulunmadığı için inkâr ve şirk duygularını açıkça ortaya koyup İslâmi esaslara karşı çıkmazlar.
Küfür ve şirk bataklığında bocalayan kâfir ve müşrikler, inkârlarını dürüstçe ortaya koyup “Bu ayetler işimize gelmiyor, bunları kabul etmek zorumuza gidiyor; tapındığımız değerler ilahlaştırdığımız beşeri sistem ve kişiler bundan hoşlanmıyor, başımıza sıkıntılar gelir, bu nedenle bu ayetleri kabul etmiyoruz” demezler. Onlar, içerisinde bulundukları seviyesizlik girdabında bocalarlarken ilahi mesajın ayetlerini de kendi seviyelerinde değerlendirirler.
Küfrün ve şirkin mantığı hep aynıdır; onlar, kendilerine bir mazeret bulabilmek ve kendi konumlarını meşrulaştırmak için ayetleri tevil ederler, umursamaz bir tavır takınarak dillerini eğip bükerek, kelimeleri yerlerinden kaydırarak ayetlerin anlamlarını değiştirerek cahiliye yaşamlarını sürdürürler. Bu, yüce Allah’a karşı çok büyük bir yalanlama, en aşağılık bir seviyesizliktir. Yüce Allah (cc), onlara uygun bir ceza.
26-30- Onu Sekar’a atacağım; sen, anlamazsın Sekar’ın ne olduğunu! Alıkoymaz, bırakmaz; beşer için kavurucudur, onun üzerinde ondokuz vardır.
Yapılan zorbalığa, inkâr ve inada, şirk ve küfre, nifak ve fıska uygun bir cezadır Sekar. Sekar’ın şiddeti, işlenen fiilin, söylenen sözün şiddetine uygun ve süreklidir.
“Şüphesiz ayetlerimizi inkâr eden kimseler, onları yakında ateşe atacağız, her ne zaman onların derileri pişerse -azabı tatmaları için- ondan başka derilerle onları değiştireceğiz! Şüphesiz Allah Aziz, hâkim olandır.” (Nisa, 56)
“Yüzlerini ateş yakar ve onların orada yüzleri asıktır.” (Mü’minun, 104)
İslâm’a düşmanlığında sınır tanımayan zorba kâfirlere, tağuti sistemin kanunlarının gölgesine sığınan, Tevhidi ilkeleri gizleyerek şirk koşan Samiri soylu bel’amlara, bid’at ve hurafeleri, İslâm’ın yüce değerlerine karıştıran hurafecilere öngörülen ceza, yaptıklarına orantılı bir ceza olacaktır.
Bu bölümün (11-30. ayetler), Mekke aristokratik sınıfının ileri gelenlerinden Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Nüzul sebebi o olsa da Kur’an’ın çağlarüstü ve evrenselliği nedeniyle vahye karşı tavır takınan her müşrik ve kâfir aynı durumdadır.
Günümüzde vahye karşı tavır takınan nice kâfir, müşrik, fasık, münafık, mürted ve sapık var ki Velid b. Muğire’yi mumla aratacak kadar inatçı, zorba ve inkârcıdırlar. Velid, bir simge olarak kendi döneminde işlediği küfrüyle tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. Bu kara lekeler, günümüze kadar her çağda var olagelmişlerdir. Günümüzde bütün çağlardan daha fazla Velid b. Muğire lekeleri vardır. Bunlar, ancak Tevhidi esasların net ve açık bir şekilde ortaya konulmasıyla silinecek ve dünya tertemiz bir şekilde İslâm nuruyla pırıldayıp aydınlanacaktır.
Kur’an, kalplerinde hastalık bulunan kâfir ve münafıkları şaşkına çevirir
Tarihi süreçte ve günümüzde, Tevhidi esaslara karşı çıkanlar, yalnızca Velid b. Muğire ve benzerleri olmamıştır. Onlarla beraber, Tevhidi esasları yeterince anlamayan ya da işlerine gelmediği için anlamak istemeyen, Allah’tan başkalarından korkup çekinen, hevalarını ölçü edinen, aklı kıt, basiretleri kör, idrak hazneleri kapalı, müşrik, münafık, fasık ve mürtetler de değişik şekillerde, kendilerine özgü söylem ve tavırlarla Tevhidi esaslara karşı çıkmışlardır.
“Üzerinde ondokuz vardır.”
Bu ayet, Kur’an’ın var olduğu her dönemde, kalplerinde hastalık bulunan, fitne çıkarmayı bozuk bir karakter haline getiren kişileri adeta deşifre ediyor. Özellikle günümüzde küfür ve azgınlıklarında sınır tanımayan, fitne çukurunun en dip noktasında bulunan kişiler, bu ayeti dillerine dolayarak Kur’an’ı tahrif etmekte, yüce Allah’ın en güzel örnek olarak uyulmasını emrettiği Rasulü’nü inkâr ederek küfür ve azgınlıklarında haddi aşmaktadırlar.
Ayetlerin bir kısmını da inkâr ederek inkâr ve fitneleri ile azgınlıklarının en dip çukuruna, esfele Safiline yuvarlanan kimseleri yüce Allah (cc), şu ayetle apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
“O ki, Kitab’ı sana indirdi; onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar, Kitabın anasıdır ve diğerleri müteşabihdir. Ancak kalplerinde sapma bulunan kimseler, fitne amacıyla ve onu tevil etmek isteyerek onun Müteşabih olanlarına tabi olurlar; onun tevilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde ileri gidenler derler ki: ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır,’ akıl sahiplerinden başkası düşünmez.” (Al-i İmran, 7)
Yüce Allah (cc), Müslümanlarla bu inkârcıları birbirinden ayırmak için Kur’an’ı inzal etmiştir. O, inzal ettiği bazı ayetlerle Müslümanların imanlarını artırırken kalplerinde hastalık bulunan kâfir ve münafıkları adeta şaşkına çevirmiş, fitne anaforunda dalaletlerini artırmıştır.
Yüce Allah (cc), Kur’an’ı çok açık bir şekilde inzal etmiş, insanların Tevhidi esasları net bir şekilde anlayıp iman etmelerini istemiştir. Kur’an’ın, net ve anlaşılır olmasına rağmen Tevhidi esaslara teslim olmak istemeyen, kalplerinde hastalık bulunan kimseler, Kur’an ayetlerinden Müteşabih olan ayetleri kendilerine göre tevil ederek yorumlamaya çalışmışlardır.
“Üzerinde ondokuz vardır” ve hemen devam eden ayette, “Biz cehennemin muhafızlarını hep melekler yaptık, onların sayısını da kâfirler için bir imtihan yaptık ki,” ifadeleri, gerçek iman edenlerle inkâr edenleri birbirinden ayırmaktadır. Bu ve benzeri birçok ayet üzerinde tartışmayı hastalık haline getirenlerin amacı, vahyi daha iyi anlamak olmayıp kendilerindeki yanlış iman ve davranışları meşrulaştırmaktır.
İnsan bir kere haddi aşınca artık küstahlaştıkça küstahlaşır; kendisine Rabb’inin ayetleri hatırlatılsa onu alaya alır. Tarihi süreçte bu seviye yoksunu kimseler bulunduğu gibi günümüzde benzerlerine de aynen rastlamak mümkündür.
“Üzerinde ondokuz vardır” ayetini işiten Mekke müşriklerinden Kelde İbn Useyd İbn Halef, azgınlığında aşmış bir halde çevresindeki kişilere: “Ey Kureyş topluluğu, siz onlardan ikisini alt edin, ben de on yedisini alt edeyim” diyerek aklınca ayetle alay ediyordu.
“Şüphesiz kendilerine gelmiş hiçbir hüküm olmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışan kimseler, şüphesiz onların göğüslerinde yalnızca bir kibir vardır, onlar, onu güzel söylemiyorlar; o halde Allah’a sığın, muhakkak ki O, işiten, gören O’dur.” (Mü’min, 56)
Yüce Allah (cc), ayetlerin anlaşılmasının ancak Kitaptan bir delile dayalı olabileceğini, bunun dışındaki bir tartışmanın, ayetler üzerinde tevil yapmanın kişiyi kibir ve gurura sevk edeceğini belirtmektedir. Delilsiz tartışanlar, kalplerinde hastalık bulunan kimselerdir.
Yüce Allah (cc), Tevhidi esaslara karşı kuşku duyan, ayetleri tevil edip kendi arzularına göre değiştiren kişileri belirtmekte, onların şaşkınlıklarını gözler önüne sermektedir. Özellikle anlamı kapalı gibi görünen ayetler üzerinde fırtınalar koparıp kendi mantıklarına göre bir din ortaya koyanları, “Üzerinde ondokuz vardır” buyurarak daha çok şaşırtmakta, şaşkınlıklarını artırmaktadır.
Yüce Allah (cc), kalplerinde hastalık bulunan kişilerin, ayetlere nasıl kuşku ile yaklaştıklarını “Üzerinde ondokuz vardır” ayeti ile adeta teşhir etmekte, onların, şaşkınlık içerisinde nasıl bocaladıklarını ortaya koymaktadır.
Gerçekten iman edenler, kuşku duymadan ayetlere teslim olurlar
İman edenlerin ayetlere yaklaşımı hep tasdik ve kabul şeklinde olmuş, bu da onların iman ve sadakatlerini artırmıştır.
Surenin devam eden 31. ayetinde bu durum çok açık bir şekilde anlatılmakta, iman edenlerle kalbinde hastalık bulunan kimselerin durumunu açıklanmaktadır.
31- Ateşin refakatçılarını, meleklerden başka yapmadık ve onların sayısını inkâr eden kimseler için imtihan yaptık ki, Kitap verilmiş kimseler yakinen iman etsin ve iman eden kimselerin de imanları artsın. Kitap verilmiş kimseler ve Mü’minler şüpheye düşmesinler; kalplerinde hastalık bulunan kimseler ve kâfirler de: ‘Allah, bu misalle ne bildirdi?’ desinler. Böylece Allah, dileyen kimseyi dalalete düşürür, dileyen kimseyi hidayete erdirir. Rabb’inin askerlerini O’ndan başkası bilemez; O, insanlar için ancak bir öğüttür.
Kullarını çeşitli şekillerde intihan eden yüce Allah (cc), böylece onların samimiyet ve sadakatlerini ortaya çıkarmaktadır. İman etmek, bir iddia bir söylem değil, kuşku duymadan, samimi bir şekilde tasdik edip teslim olmaktır. Bazı ayetleri tevil edip diğer ayetlerle bağdaşmayacak şekilde ve diğer ayetleri adeta yalanlarcasına yorumlamak, kalplerde hastalığın bulunduğuna delalettir.
Nifak, çok kötü bir hastalıktır; insana bir kere bulaştı mı, artık kolay kolay tedavi edilmez; kalplerinde hastalık bulunanlar, yüce Allah’ın ayetlerini bile kendi çıkarları uğruna tevil ederler. Kur’an’ı anlamadıkları halde ayetleri tevil edip kendilerince manalar çıkaranlar, bu ayetleri kullanarak nasıl fitne çıkardıkları Al-i İmran 7. ayetinde açıkça belirtilmektedir.
Daha önceki surelerde ifade edildiği üzere birçok ayet, hem kâfirlere hem de iman edenlere hitap eder, herkes kendisine gerekeni alır. Müddessir, 31. ayetinde de cehennem bekçilerinin sayısının verilmesi, Kitap verilenlerin ve Mü’minlerin imanlarının artmasını sağlarken, kâfir ve münafıkların ancak şaşkınlıklarını artırmıştır.
Şirk ve nifak dolu bir mantıkla hareket edenler, indirilen ayetlerden sürekli kuşku duyarlar. Ayetleri anlamadıkları için: ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ diyerek şeytan (aleyhillane)nin peşine takılıp ayetleri, şeytani bir vesvese ile kendi hevalarına göre tevil ederler. Onlar, söylem ve tavırlarıyla, ayetlerin rahmet ve hidayetinden uzaklaşmışlardır.
“Şeytanın attığı şeyi, kalplerinde hastalık olan kimselere ve kalpleri katılaşanlara bir imtihan yapar; zalimler, uzak bir ayrılık içindedirler.” (Hac, 53)
Mü’minler, Rab’leri tarafından kendilerine indirileni hemen kabul edip ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır’ diyerek teslim olurlar, böylece Rab’lerinin: “Kitap verilmiş kimseler yakinen iman etsin ve iman eden kimselerin de imanları artsın.” müjdesine mazhar olurlar. Rab’lerinden indirilene tevil etmeden iman edenler, onun buyruklarına göre hareket ettiklerinden dolayı doğru yolu bulurlar.
“Ve kendilerine ilim verilen kimseler, onun gerçekten Rabb’inden bir Hak olduğunu bilsinler, böylece ona iman etsinler, kalpleri ona gönülden bağlansın. Şüphesiz Allah, iman eden kimseleri doğru yola elbette hidayet edendir.” (Hac, 54)
Yüce Allah (cc), iman edenlerin vahye teslimiyetlerini bildirdikten sonra vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmeyen, ayetleri kendi hevalarına göre tevil edip vahyin dışında zorlamalarla manalar çıkarmaya çalışan, Tevhidi esasları önemsemeyip hevasına göre hareket edenleri uyarmakta, yeminle Sekar’ın büyüklüğünü onlara duyurmaktadır.
Yeminlerin, mana ve ehemmiyeti
32-35- Kesinlikle andolsun Aya, döndüğü zaman geceye, ağardığı zaman sabaha ki, şüphesiz o, büyüklerden biridir.
Kur’an’daki yeminlerin mana ve ehemmiyetini, ne anlama geldiklerini Kalem suresinde anlatmış, bu yeminlerle körelen duyguların ve hassasiyetlerin uyarıldığı, dikkatlerin anlatılacak konulara çekildiği ifade edilmişti. Yemin edilerek dikkatlerin üzerlerine çekildiği şeyler, aynı zamanda sure bütünlüğü içerisinde bazen mecazi bir anlamda kullanılmış bazen de benzetmelerle manası açıklanmıştır.
Yüce Allah (cc), bu yeminlerle şaka yapmadığını ortaya koymakta, insanların vahyi esaslar konusunda duyarlılığını artırmaktadır. Aynı şekilde yemin edilen şeyler, o surede geçen konuya ışık tutmaktadır. Örneğin:
Necm suresinde, “İnen yıldıza andolsun” (Necm, 1) yemini ile vahyin inişine dikkatler çekiliyor, surede devam ayetlerde vahyin nasıl indirildiği anlatılıyordu. Kalem suresinde, Nun ve Kalem üzerine yemin ediliyordu; devam eden ayetlerde, iman edenlerin yapıp yapamayacakları hususların listesi çıkarılıyordu. Yani kalem, Nun ile ifade edilen okkaya (mürekkebe) batırılıyor ve insanın yaşam ilkeleri yazılıyordu.
Bu ayette de Ay üzerine yemin ediliyor ve devam eden ayetlerde “döndüğü zaman geceye, ağardığı zaman sabaha” denilerek Ay, karanlığın ifadesi olan gece ile irtibatlandırılmakta, gecenin gidip aydınlığın sembolü sabaha dikkatler çekilmektedir. Yani Ay, karanlığın gitmesine ve aydınlığın ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
“Andolsun Aya” Ay, insanları karanlıklardan aydınlığa ulaştıran vahyi, yani Kur’an’ı simgelemektedir. Kur’an’a tabi olanlar, içerisinde bulundukları beşeri sistemlerin zulüm zindanından, cahili düşüncelerin karanlıklarından (geceden) kurtularak aydınlık olan İslâm’a, İslâm’ın hidayet nuruna (sabaha) ulaşacaklar, böylece uyarı olan Sekar’ın azabından kurtulacaklardır.
“Elif Lâm Ra. Sana o indirdiğimiz Kitap, insanları Rab’lerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, Aziz ve Hamd edilenin yoluna çıkarman içindir.” (İbrahim, 1)
Kur’an’ın aydınlığına uymayıp kendi karanlık dünyalarında, beşeri sistemlerin yasaları altında kendilerince bir yaşam sürdürenler için “O (Sekar), büyüklerden biridir.”
Kur’an dışı her düşünce, söz ve hareket, aydınlık yolun dışında karanlıkları ifade eder ve sahibini sorumluluk altına sokar. Zaten insanlar için iki yol vardır; Kur’an’ın aydınlattığı İslâm’ın aydınlık yolu ve kişilerin tabi oldukları kendi hevaları ile beşeri düzenlerin şirk ve küfür olan yasaları. Bunular dışında üçüncü bir yol yoktur.
Kur’an’ı ölçü edinenler, gündüzün aydınlığını, Kur’an’ın dışında hareket edenler, gecenin zifiri karanlığını temsil etmektedirler. Bu nedenle Ay’ın güzelliği ile ifade edilen ilahi mesaj, Müslümanların eliyle gecenin karanlığını yok edecek, sabahın huzur veren aydınlığını getirecektir. “Andolsun Aya, döndüğü zaman geceye, ağardığı zaman sabaha” Ayın karanlığı aydınlatması gibi Kur’an da cahili karanlığı giderip ilahi ve ilmi aydınlığı ortaya koyacaktır.
İfrat ve tefritte olanlar
36-37- Beşer için uyarıdır, sizden ileri gitmek yahut geri kalmak isteyen kimseler için.
Ayette sözkonusu edilenler, ifrat ve tefrit içerisinde bulunan kimselerdir. Sekar, onlar için bir uyarıdır. Onlar, Tevhidi esasları bozan ya da hiç önemsemeyen kimselerdir.
Kullarına karşı rahmet ve merhamet sahibi olan yüce Allah (cc), ahirette bir sıkıntıya düşmesinler diye onları önceden uyarmakta, ifrat ve tefrit konusunda haddi aşanları cehennemin şiddetiyle korkutarak ölçülü hareket etmeye davet etmektedir.
Kur’an’daki uyarılar insanların, Rab’lerine isyan sayılabilecek düşünce, söz ve davranışlardan kaçınmalarını ve kurtuluşa ulaşmalarını sağlamak içindir. Merhameti her şeyi kuşatan yüce Allah’ın, Sekar’ın, “büyüklerden biridir” uyarısı da buna matuftur.
Kur’an, hidayete tabi olup aydınlığa ulaşanların, ölçülü hareket etmeleri için bir ölçüttür. Hangi gaye ile olursa olsun, Kur’an dışında hareket etmek haddi aşmak, ifrata kaçmak ya da tefrite düşmektir. Kur’an, Sekar ile uyarılan kişilerin kimler olduklarını da çok açık bir şekilde bu surenin devam eden ayetlerinde ortaya koymaktadır.
Yüce Allah (cc), iman edenlerin, vasat bir ümmet olduklarını bildirmiş, onlara cenneti müjdelemiştir. İman edenlerin, ifrat ve tefritte bulunanların kimler olduklarını da bildirmiştir.
“İşte böyle insanlara şahit olmanız için sizi vasat bir ümmet kıldık ve Rasul de sizin üzerinize şahit olsun. O üzerinde olduğun o Kıble’ye, -sadece Rasul’e uyan kimseyi, ökçesi üzerine dönen kimseden ayırt etmemiz için- yönelttik. Doğrusu (bu), Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah, sizin imanınızı zayi edecek değildir, muhakkak ki Allah, insanlara elbette şefkatlidir, merhametlidir.” (Bakara, 143)
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emrediyorsunuz, kötülükten men ediyorsunuz ve Allah’a iman ediyorsunuz. Şayet Kitap ehli, iman etmiş olsaydı, elbette onlar için hayırlı olurdu, onlardan Mü’minler de var ve onların çoğu fasıklardır.” (Al-i İmran, 110)
Bazı kimseler, yüce Allah’ın indirdiği Tevhidi esaslarla yetinmeyip kafalarında tasarladıkları kimi düşünceleri ilahi mesaja katarak, helal ve haramlar üreterek, kendilerince daha takvalı, daha iyi dindar olmak isterler. Bu, dinin eksik olduğu gibi bir düşünceye sahip olmaktır ki (hâşâ) yüce Allah’a iftira etmektir. Rasulullah (as) zamanında bile örneklerine rastlanan bu türleri yüce Allah uyarmaktadır.
“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine zararı olmayan ve fayda vermeyen şeylere ibadet ediyorlar ve diyorlar ki: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!’ De ki: ‘Göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?’ O, onların koştukları ortaklardan yüce ve münezzehtir.” (Yunus, 18)
Yüce Allah’ın, bildirmediği bir şeyi, dillerini eğip bükerek kendileri din ihdas edenler, haddi aşıp ifrata kaçan, Tevhidi bozanlardır. İşte Sekar, bunlara bir uyarıdır.
Bazı kimseler, “iman ettik” derler, ancak iman ettikleri Tevhidi esasların kendilerinden ne istediğini bilmeden yaşamlarını, beşeri yasalara iman edenler gibi sürdürürler. Onlar için İslâm ve İslâm’ın temel esası olan Tevhidi ilkeler hiçbir şey ifade etmez. Bunlar için hayat, yalnızca yaşadıkları zaman dilimidir ve o zaman dilimini en iyi şekilde geçirmek isterler. Bu kimseler, insanları kandırmak için iman ettiklerini iddia ederler. Bunlar için yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor.
“Bedevi Araplar dediler ki: ‘İman ettik’ de ki: ‘İman etmediniz velakin ‘teslim olduk’ deyin; iman kalplerinize girmedi, şayet Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederseniz, amellerinizden hiçbir şey eksiltilmez; şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 14)
İman, bir iddia, bir söylem değil bir eylem ve yaşam tarzıdır, bu gerçeği gözardı edip iman ettiklerini iddia edenler, kendi zanlarınca bir din üretmektedirler. Bu ürettikleri din ile de cennete gireceklerini beklemektedirler. Yüce Allah (cc) bunları da Sekar’ın büyüklüğü ile uyarmakta, bundan kendilerini korumalarını bildirmektedir.
38- Her nefis, kazandığı şeylerle rehindir.
İnsanlar, ister iman edip o doğrultuda yaşasınlar, ister ifrata kaçıp kendilerince bir din üretsinler ve bununla kurtuluş yolu arasınlar, isterlerse de tefritte bulunup, dünya hayatlarında günlerini gün edip eğlensinler, sonuç itibarı ile kazandıkları şeylerle yargılanacaklardır.
“Her nefis, kazandığı şeylerle rehindir” bu hatırlatma, tefrit içinde bulunan, yüce Allah’a kulluk, Tevhidi esaslara uygun yaşama konusunda hassasiyet göstermeyen, kendi zanlarınca uydurdukları dini hak zanneden, yaşam felsefelerini bu bozuk din üzere kuranlaradır. Birinci gruptakiler, bu surenin 43-47. ayetlerinde anlatılan kimseler, ikinci gruptakiler, surenin, 48-53. ayetler arasındaki kişilerdir.
İfrat ve tefrit içerisinde bulunanlar, düşünüp söyledikleri, yapıp ettikleri nedeniyle kazandıklarından hesaba çekilecekler. Hiç kimse, başkası adına iman etmeyeceği, ibadet yapmayacağı gibi, hiç kimse de kimsenin günahını üstlenmez ve yine hiç kimse, başka birini bağışlamaz ya da bağışlanması için aracılık yapamaz.
“Ve elbette insan için çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 39)
“Bu, senin ellerinin takdim ettiği sebebiyledir ve şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir!” (Hac, 10)
İnsan, ancak kendi ellerinin yaptığı şeyler yüzünden sıkıntı ve zorluklarla karşılaşır. Tevhidi esasları önemsemeyip kendi hevalarına ya da başka kişilerin istek ve arzularına uyanlar, elbette bunun karşılığını göreceklerdir. Rab’lerinin verdiği onca nimete nankörlük yapıp O’na kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, bu isyanlarına uygun cezayı alacaklardır.
“O gün her nefis, kazandığı şeyle cezalanır, bugün zulüm yoktur, şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min, 17)
Tevhidi esasları hayat prensibi edinenler, Rab’lerinin rızasına ve sonsuz mükâfatına ulaşacak, cehennemden kurtulacaklardır. Yüce Allah (cc), isyankâr ve günahkâr kullarına yaptıkları oranında ceza verirken, Mü’minlerin, yaptıklarının karşılığını, rahmet sıfatı gereği sonsuz bir şekilde verecektir.
“Ancak iman edip salih amel işleyen kimseler, işte onlara tükenmez bir mükâfat vardır.” (Tin, 6)
Cennet, dünyada yaşantılarını Kur’an ve Tevhidi ilkelere uygun düzenleyenlerin ebedi mekânı, dünyada kazandıkları güzellikler yurdudur. Cehennem ise, Kur’an’ın sunduğu hayatı reddederek dünya hayatını ebedi zannedip nefislerini ilahlaştıran hesap gününü unutup günlerini gün edinmeye çalışanların elleriyle kazandıkları azap yurdu ve son duraktır.
39-42- Uğurlu arkadaşlar müstesna, cennetlerdedirler, soruyorlar günahkârlara: ‘Sizi ateşte tutan nedir?’
Salih ameller, iman etmeyi tasdik eder
İman, salih amellerle tasdik etmeyi gerekli kılar, salih amelleri olmayan kimseler, imanlarında hayır görmezler, iman etmeyen kimseler gibi cehenneme girerler. Bunlar, cehenneme giriş nedenlerini bizzat kendileri açıklıyorlar.
43-47- ‘Dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık, yoksula yediren değildik ve (boş) söze dalanlarla beraber dalardık, din (hesap) gününü yalanlıyorduk, nihayet ölüm bize geldi.
Cennet ehlinin, “Sizi ateşte tutan nedir?” sorusuna cehennem ehlinin verdiği cevaplar oldukça düşündürücüdür. Bunlar, yüce Allah’ı inkâr etmedikleri halde namaz kılmamış, infak etmemiş, boş şeylerle uğraşmış ya da boş işlere dalanlarla zamanlarını geçirmişler, hesap vereceklerini unutarak günlerini gün edinmeye çalışmışlar ve ölüm, onların tevbe etmelerine fırsat vermeden ansızın gelivermiş.
Yüce Allah’a iman etmek, O’nun varlığını söylem olarak kabul edip sıfatlarını saymak değildir. İman, iman edilen esasları hayatta uygulamak, salih amellerle tasdik ederek onu bir hareket, bir eylem içerisinde göstermektir. Söylem bazında iman ettiklerini iddia edip salih amellerle bu iddialarını tasdik etmeyenlerin, iman etmeyenlerden hiçbir farkları yoktur.
İman ve İslâmi esaslar bir bütündür; bölünme, parçalanma, parçacı mantıkla hareket etmeyi kabul etmez ve ancak bir bütün olarak alındığı zaman bir anlam ifade eder. Hangi gerekçe ile olursa olsun, İslâmi esasların bir kısmını alıp bir kısmını bırakanlar, dünya ve ahireti kaybetmiş, apaçık bir hüsran içerisindedirler.
“İnsanlardan kimi, Allah’a kulluk etmekte kararsızdır, ancak şayet bir hayır kendisine isabet ederse, onunla mutmain olur ve şayet bir fitne kendisine isabet ederse yüzü üstüne döner; (o), dünya ve ahireti kaybetmiştir, işte o, apaçık bir hüsrandır.” (Hac, 11)
“Biz namaz kılanlardan olmadık” namaz kılmamak, yüce Allah’a gereğince iman edilmediğini gösterdiği gibi aynı zamanda dünyaya bağlılığı, bencillik ve cimriliği, gününü gün edinip lüzumsuz hareketleri, boş konuşmayı beraberinde getirir. Namaz kılmayan, yüce Allah’ı hatırlamayacağı, bu nedenle kendi oto kontrolünü yapamayacağı için ağzına gelen her sözü çekinmeden söyler, aklına esen her fiili rahatlıkla yapabilir.
“Biz namaz kılanlardan olmadık” Eylem olarak eda edilen bir namaz, isteksizce ve sıkıntı içerisinde bir duygu ile yapılmışsa o namaz hiç eda edilmemiş gibi boş olur.
“Onlardan, infaklarının kabul edilmesini engelleyen şey, ancak gerçekten onların, Allah’ı ve Rasulü’nü inkâr etmeleri ve onların, ancak üşenerek namaza gelmeleri ve onların, ancak isteksiz infak etmeleridir.” (Tevbe, 54)
“Şüphesiz münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar ve o kandırılan onlardır; namaza kalktıkları zaman tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı, ancak çok az düşünürler.” (Nisa, 142)
Namaz, yalnızca belli hareketleri yapmaktan ibaret değil, namaz ibadeti duyguları, psikolojik durumu, arzu ve isteği, diğer amelleri de içine alan bir bütündür. İman ettiğini iddia eden kimse, namaz kılsa, Hacca gitse bile infak etmediği sürece namazı boşa gider, namaz kılmamış gibi olur. Böyle bir kimse, aslında dini yalanlamıştır.
“Gördün mü dini yalanlayan kimseyi! İşte o, yetimi hor gören kimsedir ve yoksulu yedirmeyi teşvik etmez. Bu yüzden yazıklar olsun namaz kılanlara! Onlar, namazlarından gaflet eden kimselerdir. Onlar, ikiyüzlü kimselerdir ve onlar, engellemeye kendilerini adayanlardır.” (Maun, 1-7)
Namazın yüce Allah’ın rızasına uygun olabilmesi, ancak günlük hayatta yapılan diğer eylemlerin de imani esaslar uygun olması ile mümkündür. Günlük hayatta yapılan işlerin, yüce Allah’ın rızası doğrultusunda olmaması halinde kılınan namaz boşa gider.
İslâmi esasların diğer rükünleri, tam ve rıza-i ilahiye uygun yapılmadığı sürece namaz boşa gider, böyle yapan bir kimse, dini yalanlamış demektir. Namaz kıldıkları halde infak etmeyen, insanlara yardımda bulunmayan, yoksul ve kimsesizlere karşı sevgi ve şefkat göstermeyen kimseler, dini yalanlamış, kendilerine yazık etmişlerdir.
İslâmi hükümlerden birini, yüce Allah’ın rızasına uygun yapmamak ya da bilerek terk etmek, diğer olumsuz fiilleri de beraberinde getirecektir. İslâmi hükümler, tam ve şartlarına uygun bir şekilde, özgür bir irade ve istenerek yapılmalı ki, hem İslâm, bir bütün olarak yaşansın ve yüce Allah (cc) razı edilebilsin, hem de yapılabilecek diğer fiiller boşa gitmesin.
Namaz, eda edenlerin kurtuluşunu sağlar
Namazın geçerliliği ancak hayatın tüm alanlarında İslâmi esaslara uygun hareket edilmesi halinde bir anlam ifade eder, ancak o zaman namaz gereği gibi kılınmış olur, insana fayda sağlar, namaz kılanların kurtuluşa ulaşmalarına neden olur.
“Gerçekten Mü’minler felaha ulaştı; onlar, namazlarında huşu içerisinde olan kimselerdir ve onlar, boş sözden yüzçeviren kimselerdir ve onlar, zekât veren kimselerdir ve onlar, edep yerlerini muhafaza eden kimselerdir.
Onların ellerinin sahip oldukları ise, zevceleri müstesna; artık gerçekten onlar, kınanmazlar. Artık kim, bunun arkasından zina ederse, işte onlar, haddi aşanlar onlardır.
Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet eden kimselerdir; ve onlar, namazlarını muhafaza eden kimselerdir; işte onlar, varis olanların kendileridir. Firdevs’e varis olan kimselerdir; onlar, orada ebedi kalacak olanlardır.” (Mü’minun, 1-11)
Maun ve Mü’minun surelerinde apaçık bir şekilde belirtildiği üzere namaz, başlı başına bir şey ifade etmiyor. Namaz ile beraber hayatın diğer alanlarını Kur’ani hükümlere göre düzenlemeyenler, dini yalanlayanlar olarak namazları boşa gidenlerdir.
Mü’minlerin kurtuluşunu sağlayan namaz, ancak hayatın tüm alanlarında Kur’ani hükümlere göre hareket edilerek kılınan namazdır.
Namaz, iman edenler için yüce Allah’a iman etmenin, kişinin, her söz ve davranışında ölçülü olmasının göstergesidir. Rabb’ine hesap vereceği düşüncesine sahip olan bir kimse, günde altı vakit namazda Rabb’ine vereceği sözlerde yalancı durumuna düşmemek için ister istemez her söz ve hareketini tartarak ortaya koyacaktır.
Ölüm gelmeden tevbe etmek, kişinin kurtuluşuna neden olur
Yüce Allah (cc), rahmet sıfatı gereği, kullarını o ansızın gelecek ölüme karşı uyarmakta onların günah işlemekten vazgeçip tevbe etmelerini istemektedir.
“De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin, şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar; gerçekten O, Ğafur’dur, Rahim’dir. Rabb’inize dönün, O’na teslim olun, muhakkak size azap gelmeden önce, sonra size yardım edilmez. Rabb’inizden size indirilenin en güzeline tabi olun; ansızın ve hiç farkına varmadan azap muhakkak size gelmeden önce.” (Zümer, 53-55)
Cehennem ateşinde bulunanları itirafları da gösteriyor ki, kendilerine ölüm gelmeden tevbe etmeyenler için acıklı bir azap vardır.
“Nihayet ölüm bize geldi.” Gaflet ve dalalet çukuruna düşen kimse, oradan kolay kolay kurtulmaz, hayatı o hal üzere iken son bulur. Bu ise, en büyük ziyan, acı bir sondur. Kişi, hangi hal üzere yaşıyorsa o hal üzere ölür ve son pişmanlık da hiçbir fayda vermez.
Hayatları boyunca İslâmi hiçbir hassasiyet taşımadan dünya hayatlarını mamur etmeye çalışan, arzularını ilah edinip onu razı eden, kendilerine her yolu meşru görenlerin son anlarındaki pişmanlıkları kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Bu kimseler, yaşadıkları zaman diliminde, belli bir yaştan sonra tevbe edeceklerini söylerler ve merhametli olan yüce Allah’ın kendilerini bağışlayacağını düşünürler.
“Ve (elbette) kötülükler yapan kimselerin tevbesi değildir ki, nihayet ölüm onların birine geldiği zaman der ki: ‘Gerçekten ben, şimdi tevbe ettim’ ve kendileri kâfir olarak ölen kimselere de (tevbe) yoktur; işte onlar için acıklı bir azap hazırladık!” (Nisa, 18)
İnsanlardan çoğunun dünya hayatlarında duyarsız, başıboş hareket etmelerinin nedeni, cehennemin geçici olduğuna, orada sürekli kalmayacaklarına, günahları oranında yandıktan sonra oradan çıkarılacaklarına inanmaları ya da inandırılmalarıdır.
Bazı kişiler de, ellerinde Kur’ani hiçbir delil bulunmadığı halde ahirette bazı kişilerin kendilerine şefaat edeceklerini, cehennemden kurtulacaklarını söylerler. Yüce Allah (cc), bu düşüncede olan kimseleri yalanlamaktadır.
48-51- Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez; buna rağmen ne oluyor onlara ki öğütten yüzçeviriyorlar! Onlar, aslandan kaçan eşekler gibidirler.
Dünya ve ahiretin sahibi yüce Allah (cc), şefaat beklentisi içerisinde bulunanların beklentilerini boşa çıkarmakta, sandıkları gibi bir şefaatin olmadığını bildirmektedir.
“Ey iman eden kimseler, onda alışverişin olmadığı, dostluğun olmadığı ve şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin! Onlar, kâfirlerdir, zulmedenlerdir.” (Bakara, 254)
Kur’ani kavramların asıl manalarını değiştirip kendilerince bir yol tutanlar, Kur’an gerçeğini görmezden gelirler. Bunun nedeni, Kur’an’ın bildirdiği gerçeklerin, onların hayat tarzları ile uyuşmaması, kendi oluşturdukları din anlayışının yıkılması korkusudur. Kur’ani gerçekler kendilerine anlatıldığında kaçarlar. “Onlar, aslandan kaçan eşekler gibidirler”.
Kur’ani gerçekler apaçık ortada iken bazı kimselerin, batıl ve hurafe içerisinde yüzmelerinin, şirke, fıska ve nifaka düşmelerinin, vurdumduymaz bir tutum takınıp dünyada günlerini gün etmelerinin, Kur’ani gerçeklere karşı duyarsız olmalarının nedeni, onların, çarpıtılmış bir din anlayışına sahip olmaları, yanlış bir şefaat kavramına güvenmeleridir. Kur’an onların bu çarpık anlayışlarını tamamen reddetmektedir.
Bazı kimselerin, Kur’an’dan kaçma nedenleri
“Onlar, aslandan kaçan eşekler gibidirler.” Kur’ani gerçeklerden kaçanlara ne anlatılırsa anlatılsın hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü onların amaçları yüce Allah’ı razı etmek değil, hevalarını tatmin etmektir. Bu nedenle Kur’ani bütün delilleri değişik nedenlerle reddederek Kur’an gerçeğinden kaçarlar.
“Andolsun bu Kur’an’ı, öğüt almaları için gönderdik ve (bu) onların kaçışlarından başkasını artırmıyor.” (İsra, 41)
1- Kur’ani esasları inkâr etme: Bunlar, Kur’an’ı kabul etmeyip reddeder, kendi düşüncelerinin ya da tabi oldukları sistemlerin daha iyi olduğunu söylerler. Oysa onların tabi oldukları beşeri sistemler, insanlığa bugüne kadar ancak felaket getirmiştir.
“Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki, ‘gerçekten işittik, şayet istesek, bunun benzerini elbette söyleriz, şüphesiz bu, ancak öncekilerin yazdıklarıdır.” (Enfal, 31)
2- Kur’an’ın ikinci plana atılması: Kur’ani esasların tek başına kabul edilmeyip onun yanında başka kaynaklara da iman edilmesi.
“Dediler ki: ‘Ey kendisine Zikir indirilen kimse, sen mutlaka mecnunsun, gerçekten sadıklardan isen meleklerle bize gelseydin ya!” (Hicr, 6-7)
“Allah, Bir tek olarak anıldığı zaman; ahirete iman etmeyen kimselerin kalpleri daralır, O’ndan başka kimseler anıldığı zaman onlar, hemen sevinirler.” (Zümer, 45)
Kur’an’ın yeterliliğinden duyulan kuşku, günümüzde de devam etmekte, Allah’ın ayetleri okunduğunda bazı kimseler, “Her delili Kur’an’dan veriyorsunuz, neden başka kaynaklardan da örnek vermiyorsunuz!”, “Peki ya hadis, onu niçin söylemiyorsunuz?” diyerek tepki gösteriyor, kendilerine ayetleri okuyanları çoğu kez küfürle suçluyorlar.
“Bu sizin, şüphesiz o sebepledir ki, tek Allah’a çağrıldığınız zaman inkâr ettiniz ancak O’na ortak koşulunca inanmanızdır; artık hüküm, yüce ve büyük Allah’adır.” (Mü’min, 12)
3- Kur’an’ın önemsenmemesi, ona karşı tahammülsüzlük gösterilmesi: Bazı kimseler, Kur’an okunduğunda hiçbir tepki vermezler, onu duymazdan gelirler.
“Benim zikrime (Kur’an’a) karşı gözleri kapalı kimselerdi ve dinlemeğe tahammül etmiyorlardı.” (Kehf, 101)
“Ayetlerimiz ona okunduğu zaman gerçekten onu işitmemiş gibi, gerçekten kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak sırtını döner. İşte onu, acıklı bir azap ile müjdele!” (Lokman, 7)
4- Kur’ani mesajın algılanmaması, dinleyenler tarafından anlaşılmaması, kabul edilmemesi: Kur’ani esasları yeterince anlamayanlar, Allah’a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen işlerine geldiği şekilde hareket ederler, kimi zaman inanır, kimi zaman reddederler. Bunlar, hiç iman etmeyen kimseler gibidirler.
“İnsanlardan kimileri, derler ki: ‘Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ onlar, Mü’minlerden değildir..” (Bakara, 8)
“Ve kendileri işitmedikleri halde ‘İşittik’ diyenler gibi olmayın.” (Enfal, 21)
Kur’an’ı kabul ettiklerini iddia edip okuyan nice kimseler, Kur’an’ı anlamadan okudukları için pratikleri, Kur’an’la çelişmekte, ona aykırı hareket edebilmektedirler. Bunların bu çelişkileri Kur’an’ın verdiği mesajı anlamadıklarını gösteriyor.
5- Geleneksel kültürün din anlayışı: Geleneksel din anlayışı ve körü körüne atalar yoluna bağlılık nedeniyle bazı kimseler, Kur’an’dan uzaklaşmaktadırlar.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin!’ dendiğinde, derler ki ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!’ Ataları bir şey bilmiyor ve hidayet bulamamış olsalar da mı!” (Maide, 104)
“İşte böyle, senden önce bir kente uyarıcı birini göndermiş olmayalım ki, oranın zenginleri dediler ki: ‘Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve gerçekten biz, onların izleri üzerinde ilerleyenleriz.” (Zuhruf, 23)
Kur’an’dan uzaklaşma nedenleri, vahyi esasların nazil olduğu her dönemde var olagelmiştir. Tarihi süreçteki inkâr nedenlerinin tıpatıp benzerleri günümüzde de aynen devam etmekte, insanlar, Rab’lerinden gelen Tevhidi esasları değişik nedenlerle inkâr etmekte, önemsemeden ikinci plana atmaktadırlar. Bunlar, kıskançlık, çekememezlik ve kendilerini beğenme gibi düşük duygulara sahip ben merkezli kimselerdir.
52- Bilakis onlardan her kişi istiyor ki, gerçekten açılan sahifeler verilsin.
Kur’ani esasları reddeden, önemsemeyen, onlardan kaçan kimselere, her birine özel hitap eden, onlar için açıklanan sahifeler de verilmiş olsa, yine de kabul etmez reddederler. Çünkü onlar, esas itibarı ile Rab’lerine gereği gibi iman etmemişlerdir. İman etmeyen kişilere ise, ne anlatılırsa anlatılsın fayda sağlamaz.
“Şüphesiz inkâr eden kimseleri, kendilerini uyarman ya da onları uyarmaman, onlar için aynıdır, iman etmezler.” (Bakara, 6)
“Dediler ki: ‘Öğüt vermen ya da öğüt verenlerden olmaman bizim için aynıdır.” (Şuara, 136)
Küfür, karakteristik yapısı gereği her doğruyu reddederek inkârında diretir. Bu reddiyenin temel nedenlerinden biri, dünya hayatına olan aşırı sevgi ve muhabbet iken diğeri onların, yaşadıkları hayatın hesabını veremeyecekleri düşüncesidir.
53- İyi bilin ki, bilakis onlar ahiretten korkmuyorlar.
Müslümanların, inkârcıların inkârlarına aldırış etmeden Tevhidi esasları, her halükârda ortaya koyup ilahi mesajı duyurmaları, onların olmazsa olmaz görevleridir. Onlar, Tevhidi esasları anlatırlar, insanları bu esasları kabul etmeye davet ederler, uyarı görevlerini ifa ederler. Kabul edip etmeme inkârcıların kendi bilecekleri bir şeydir.
54-55- İyi bilin ki şüphesiz o, bir öğüttür; artık dileyen kimse öğüt alır.
Kur’an, bir uyarı ve öğütten başka bir şey değildir; kendisini hiçbir şekilde zorla kabul ettirmediği gibi, bu Kitab’ı tebliğ edenlerin de baskı ve zorlama ile davet yapmalarını istememektedir. Nitekim yüce Allah (cc), iman edip etmemeyi kişilerin kendi seçimlerine bırakmakta, onları zorlamamaktadır.
" Şüphesiz bu bir öğüttür; artık dileyen kimse, Rabb’ine varan bir yol tutar." (Müzzemmil, 19)
İnsanlar, özgür iradeleri ile iman ettikten sonra Kur’ani ölçülere uygun hareket etmekle mükelleftirler. Bunu yapmayanlar, Kur’an’dan yüzçevirmişlerdir. İslâmi esasları hakkıyla öğrenmek isteyenler, ancak Kur’an’da belirtilen esaslar doğrultusunda, Kur’an bütünlüğü içerisinde hareket etmeleri ile ondan gereken öğüdü alabilirler.
Kur’an okuyanlar, onun ayetlerini diledikleri şekilde yorumlayıp anlayamazlar. Ancak Kur’an bütünlüğü içerisinde hareket ederek, ayetler arasındaki bağlantıları bularak onu anlayabilirler. Kur’an’da keyfiliğe yer yoktur, onu anlamak ve ondan öğüt almak isteyenler, yüce Allah’ın belirlediği esaslara uygun hareket etmelidirler.
56- Şüphesiz Allah’ın dilemesi müstesna öğüt alamazlar; O, takvaya ehil kılan ve mağfirete ehil kılandır.
Kullarını bağışlayıp onları takva sahibi yapan yüce Allah (cc), onların bu mağfireti nasıl elde edeceklerinin, nasıl takva sahibi olacaklarının ölçüsünü de O, koyar ve yalnızca O doğru yolu gösterir. Rab’lerinin koyduğu hükümlere uygun hareket edenler, O’nun dilediği şekilde hareket etmişler, takvaya ulaşmış, mağfiret edilmişlerdir.
“Elbette hidayete iletmek bize aittir.” (Leyl, 12)
Kur’an’dan öğüt almanın esas ölçüsü, yüce Allah’ın belirlediği esaslara uymaktır; bunun dışındaki her yol ve metot, insanın, Allah yolundan ayrılmasına ve sapıklığa düşmesine neden olur.
“Şüphesiz bu, Benim dosdoğru yolumdur, ona tabi olun, başka yollara tabi olmayın ki, böylece sizi O’nun yolundan ayırmasın! Bu size, O’nun tavsiyesidir, ta ki korunasınız.” (En’am, 153)
-Müddessir suresi sonu-
Kurani Mücahede: 2010-12-19