Kevser Suresi

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Giriş

Kur’an’ın net anlaşılmasında ve ona iman edilip hayata aktarılmasında en önemli unsur, hiç kuşkusuzdur ki Kur’ani kavramlardır. Kur’ani kavramların net ve anlaşılır bir biçimde açıklanması, hem Kur’an’ın çağlarüstü ve evrensel özelliğini muhafaza etmesini sağlayacak, hem de insanlar tarafından her asırda net anlaşılacak ve Kur’an, yaşanır bir kitap olarak her asırda yaşayan insanların hayatını düzenleyecektir.

Kur’an’a iman eden her mü’minin ya da iman ettikleri iddiasında olan İslamcıların ağızlarından düşürmedikleri “Kur’an, her çağın sorunlarına çözüm getiren, her çağda anlaşılan bir kitaptır” sözleri doğru bir ifadedir. Ancak Kur’an tefsirlerinde yapılan hatalı ve Kur’an’ın ortaya koyduğu mesaja uymayan açıklamalar, bu gerçeği adeta tersyüz etmektedir. Çünkü Kur’an üzerine yapılan tefsirler, çağlarüstü ve evrensel bir özelliğe sahip olan bu ilahi kitabı, adeta nazil olduğu ilk döneme hapsetmekte ya da şahıslara hasredilmektedir. Bu ise, Kur’an’ın insanlar tarafından her asırda net anlaşılmasını engellemektedir.

Kur’an tefsirlerinde yapılan birçok açıklama, evrensel ve çağlarüstü özellikten ve anlaşılmaktan oldukça uzaktır. Bazı sureler ya da ayetlerle ilgili yapılan açıklamalar ve kimi kavramlara yüklenen anlamlar ya kişiye özel olarak yorumlanmakta ya felsefi içerikli ifadeler içermekte ya da kavram aslına aykırı bir anlam ile açıklanmaktadır. Bütün bunlar ise Kur’an’ın, her çağa hitap ettiği ve her çağın sorunlarına çözüm getirdiği gerçeğini gölgelemektedir.

Duha, İnşirah, Kevser ve benzeri birçok surenin, Rasulullah (as)’a ait ya da özel olduğu, Adiyat, Saffat, Zariyat vb. birçok surenin gerçek anlamları dışındaki açıklamaları, Kur’an’ı adeta nazil olduğu çağa hasretmiş görünmektedir. Daha sonra yapılan tefsirlerin de önceki tefsir çalışmalarından kopya edilmesi de Kur’an’ı nazil olduğu çağa hasretme çalışmalarına yardımcı olmuştur. Özellikle de ayetlerin orijinallerinde bulunmadığı halde, birçok surenin başına eklenen “Ey Muhammed” ifadeleri, Kur’an’ın yalnızca Hz. Muhammed (as)’a hitap ettiği imajını vermektedir.

Kevser suresinin tefsirinde yapılan kimi açıklamalar da, yukarıda belirtmeye çalıştığımız durumu yansıtmakta, surenin evrensel ve çağlarüstü özelliğine gölge düşürmektedir. Diğer taraftan sure için yapılan tefsir adı altındaki açıklamalarda sureyi oluşturan üç ayet, birbirinde kopuk, birbiriyle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi açıklanmaktadır. Bu ise, hem surenin bütünlüğünü bozmakta, hem de surede verilen asıl mesajı gölgelemektedir.

Surenin anlaşırlığını zorlaştıran ve Kur’an’ın evrenselliğini gölgeleyen bu tür tefsirler, İsrailiyattan etkilenmişlerse de, bunda geleneksel din anlayışının da çok büyük katkısı vardır. Bu her iki gayri İslâmi anlayışla yapılan açıklamalar sonucunda Kur’an, ona iman ettiklerini söyleyenler ve diğer insanlar için adeta ve hâşâ sıradan bir kitap olmaktan başka bir şey ifade etmemiştir.

Müfessirlerden bazıları, Kur’ani kavramları, ifade ettikleri asıl anlamlarına uygun bir şekilde ve İslâmi davet metoduna göre açıklamak yerine, bu kavramları ya felsefi ifadelerle ve güncel yaşamda pratiği olmayan karşılıklarla anlamlandırmaya ya da bireysellik ve yerellik ifade eden manalarla açıklamışlardır.

Kur’an’ın vermek istediği asıl mesajla hiçbir ilgisi bulunmayan bazı açıklamalar nedeniyle Kur’an, kendisine tabi olanlar açısından, bir yaşam tarzı, davet ve tebliğ metodu ve yol gösterici olmaktan çok, insanların sevap kazanmak düşüncesi ile alıp okudukları, tarihi olayları anlatan bir kitap olarak anlaşılmıştır. Böylece Kur’an, yalnızca lafız olarak nazil olduğu çağın dışına çıkmış, ancak içerdiği mesaj ve tüm çağları kapsayan sorunları çözme yönüyle nazil olduğu çağda kalmıştır.

Kur’an’ı, bugün de yaşamsal hayatta pratize edebilmek, tebliğ ve davet metodu olarak uygulayabilmek için yapılacak şey Kur’an ayetlerini ve Kur’ani kavramları, evrensel anlamlarına ve inzal olduğu dönemde anlaşıldığı şekilde açıklamaktır. Ancak bu halde Kur’an, çağlarüstü ve evrensel mesajını sürdürecek ve her asırda insanlar Kur’an’ın yol göstericiliğinden yararlanabileceklerdir.

Kevser suresindeki ayetler, elbette birinci derecede vahyi alan Rasulullah (as)’a ve vahiyle ilk muhatap olan o günün insanlarına hitap ediyor. Vahyin evrensel oluşu nedeniyle, vahiy, her çağın insanına hitap ettiği gibi doğal olarak ilk dönem insanlarına da hitap etmesi gerektiriyor. Ancak bu durumu görmezden gelen bazı açıklamalar, Kur’an’ı adeta indiği çağ ile sınırlamış ve nerede ise Rasulullah (as)’dan başkasına hitap etmediği anlayışını öne çıkarmıştır.

Kevser suresi, dünyada beşer cinsinden (peygamberler hariç) hiç kimseye nasip olmayacak bir nimetin, Hz. Muhammed (as)’a ve iman eden herkese verildiğini belirtiyor. Verilen bu sonsuz nimet, öyle bir tükenmez hazinedir ki, Kur’an’ın ifadesi ile hiçbir benzeri yoktur.

“De ki: ‘Andolsun eğer insan(lar) ve cin(ler) bu Kuran’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” (İsra, 88)

“De ki: ‘Rabb’imin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabb’imin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir.’ Yardım için bir o kadarını daha getirsek de.” (Kehf, 109)

“Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem, deniz(ler) de (mürekkep) olsa, arkasından yedi deniz ona yardım etse de (Allâh’ın kelimeleri yazılsa), yine (bunlar tükenir), Allâh’ın kelimeleri tükenmez. Allâh öyle üstündür, öyle hikmet sâhibidir.” (Lokman, 27)

İşte bu tükenmez, eşsiz Kevser; bolluk ve bereket olan yüce Allah’ın sözleri vahiy, Hz. Muhammed (as)’a ve ona tabi olup Rab’lerine iman edenlere verilmiştir. Bu sonsuz Kevser, İslâm’ın ta kendisidir. Bu tükenmez Kevser, ilk nazil olduğu dönemde Hz. Muhammed (as) ve onunla beraber iman edenlere ve kıyamete kadar iman edileceklere de verilmiş bir nimettir.

Kevser suresinin anlamını daraltarak hatta değiştirerek Rasul Hz. Muhammed (as)’a hasretmek, Kur’an’a karşı yapılmış çok büyük bir zulüm ve ihanet, Kur’an’ın evrensel ve çağlarüstü mesajını gölgelemeye yönelik bir harekettir.

Kevser’in, cennette bir ırmak olduğu ve bunun Rasulullah (as)’a verildiği iddiası, kendi başına doğru olsa bile bunun bu suredeki Kevser olduğunu iddia etmek, hiçbir delili olmayan boş bir iddiadır. Çünkü Kur’an’da bir şey açıklanırken, bu açıklanan şey başka ayetlerde desteklenmekte ve açıklığa kavuşturulmaktadır. Oysa bu suredeki Kevser’in cennetteki ırmak olduğu ile ilgili Kur’ani hiçbir delil bulunmamaktadır.

Şayet Rasulullah (as)’a bu surede iddia edilen Kevser verilmiş olsaydı o Kevser çok açık bir şekilde açıklanacaktı. Rasulullah (as)’a elbette çok büyük mükâfatların verileceği, başka surelerde çok açık bir şekilde açıklanmıştır. Ancak bu surede böyle bir mükâfattan söz edilmemektedir. Yüce Allah (cc), mü’minleri ilgilendiren konuları net olarak ortaya koymuştur. Örneğin mü’minlere cennette verilecek nimetlerin ne olduğunu çok açık bir şekilde açıklamıştır.

“Muttakilere söz verilen cennetin durumu şudur; içinde bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır ve onlar için orada her çeşit meyve, Rab’lerinden de bağışlama vardır. (Bu muttakiler) ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parçalayıp kesen sıcak suyun içirildiği kimseler gibi olur mu?” (Muhammed, 15)

Cennetlerde, sonu olmayan nimetlerin verileceğinin müjdelenmesi, iman edenlerin daha bir içtenlikle Allah yolunda çalışmaları ve bu uğurda fedakârlık yapmaları içindir. Bu verilecek nimetlerin ise ne oldukları, yoruma ihtiyaç hissettirmeyecek kadar, çok açık bir şekilde Kur’an’da açıklanmıştır. Oysa Kevser’in, cennette bir ırmak olduğu konusunda Kur’an’da hiçbir açıklama bulunmamaktadır. Bu nedenle bu suredeki Kevser’i, cennette bir ırmak şeklinde açıklamak, ayeti zorlamak, gerçek anlamı dışında manalandırmak ve Kur’an’ı hayatın dışına çıkarmaktır.

Surenin Açıklaması

1- Muhakkak ki Biz, sana Kevser’i verdik.

Surenin Nüzul Zamanı

Surenin Mekki olduğu, hem surenin içerdiği ifadelerdeki üsluptan hem diğer Mekki surelerle anlam benzerliğinden, hem de sahabenin birçoğunun yaptıkları açıklamalardan anlaşılmaktadır. Ashaptan bazıları, her ne kadar bu surenin Medeni olduğunu söylemişlerse de bu rivayetler zayıftır.

Kevser’in anlamı üzerinde bazı meal yazarlarınca kimi açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamaların hemen hiçbiri Kevser’in tam karşılığını ve verilen mesajı yansıtmamaktadır. İşte bunlardan bir kaçı:

“Biz sana Kevser’i (bol ni’met, ilim ve büyük şeref) verdik.” Süleyman Ateş

“Biz Kevser’i, peygamberliği, Kur’ân’ı, hayrı ilke edinen bir ümmeti, dünya hâkimiyetini, âhiret saadetini, lütfumuz ve ihsanımızla sana verdik.” Ahmet Tekin

“(Resulum!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.” Diyanet Vakfı

“Biz sana bolca nimetler verdik.” Edip Yüksel

“(Habîbim, yâ Muhammed!) Şübhesiz ki biz sana Kevser’i(2) verdik.” Hayrat neşriyat

“Biz sana sayısız nimetler verdik.” Şaban Piriş

“Hiç kuşkusuz, biz verdik sana Kevser’i/iyilik, bereket, mutluluk, güzellik, soy ve aydınlığın tükenmezini.” Yaşar Nuri Öztürk

“BAK, Biz sana bol nimet 1 verdik:” M. Esed

Muhammed Esed, ayrıca Zemahşeri ve Razi’den alıntı yapmaktadır. Bunlar;

1 Kevser terimi, “bolluk”, “çokluk” yahut “bereket” anlamındaki kesret isminin tekid halidir (Zemahşerî); ayrıca aynı anlamı veren bir sıfat olarak da kullanılmaktadır (Kâmûs, Lisânu’l-‘Arab, vb.). Kur’an’da kullanıldığı tek örnek olan yukarıdaki bağlamda Kevser, Hz. Peygamber’e vahiy, bilgi, hikmet, iyilik ve hem bu dünyada hem de öteki dünyada şerefli ve onurlu olmak gibi soyut ve manevî anlamda iyi ve güzel olan her şeyden bolca ihsan edilmesini anlatmaktadır (Râzî); genel olarak müminler açısından ise, bilgi elde etme, iyi fiiller işleme, bütün canlı varlıklara karşı şefkatli davranma ve böylece iç huzuruna ve tatminine kavuşma imkanını ifade eder.”

Bu açıklamalara bakıldığında, Razi’nin (soyut ifadesi hariç) açıklaması, Kevser’i çok güzel bir şekilde açıklamaktadır ki bu açıklama genel olarak İslâm’ın ta kendisidir. İslâm, ahiretle ilgili soyut ifadeler içerdiği gibi, dünya hayatına yönelik somut hükümleri de bulunmaktadır. bu nedenle Razi’in soyut ifadesi burada tam yerine oturmamaktadır. “Kur’an’da kullanıldığı tek örnek olan yukarıdaki bağlamda Kevser, Hz. Peygamber’e vahiy, bilgi, hikmet, iyilik ve hem bu dünyada hem de öteki dünyada şerefli ve onurlu olmak gibi soyut ve manevî anlamda iyi ve güzel olan her şeyden bolca ihsan edilmesini anlatmaktadır (Râzî)”

Kevser suresi açıklanırken surenin girişine eklenen “(Resulum!)”, “BAK,” ve “(Habîbim, yâ Muhammed!)” gibi ifadelerin surenin orijinal yapısıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar, sureyi şahsileştirme çabalarından başka bir şey değildir.

Surenin Mekki ya da Medeni olmasından daha önemlisi, surenin içerdiği anlam ve verdiği mesajdır. Suredeki ifadeler, birbirini bütünler nitelikte ve iman edenlerin neler yapmaları gerektiğini belirlemektedir.

“Biz sana Kevser’i verdik.”

Kevser, sınırsız bir çokluğu ifade eder; bitmez tükenmez bir bolluk, bir çokluk ve benzersizliktir Kevser. İnsanoğluna dünyada verilebilecek sınırsız çokluk, bitmez tükenmez bolluk elbette maddi bir varlık değildir. Bu öyle bir nimettir ki, dünya ve ahiret hayatında insanı yücelten, kurtuluşa ulaştıran bir nimettir. İşte bu nimet de ancak benzersiz olan, alemlerin Rabb’i tarafından indirilen, dünyada hiçbir benzeri bulunmayan, beşer düşüncesinden kaynaklanmayan Tevhid dini İslâm’dır.

İslâm, maddi değerlerin verilmesiyle elde edilebilecek bir şey değildir; özellikle de İslâm’a girmenin esası olan ve yalnızca yüce Allah’ın tasarrufunda bulunan “hidayete ulaşmak” ve “iman etmek” gibi sonsuz bir nimet, hiçbir şekilde maddi değerlerle elde edilebilecek, kazanılacak bir şey değildir. O halde bütün maddi değerlerden ve zenginliklerden daha değerli olan Kevser, insanın dünya ve ahiret saadetini sağlayan İslâm’dır.

Kevser’i, elde hiçbir delil olmadan, cennetteki bir nehir diye açıklamak hem Kur’ani gerçeklikle bağdaşmamakta, hem de bu surenin dünya hayatındaki yaşanırlığını kaldırmaktadır. Diğer taraftan bu surenin tefsirinde, surenin başına “Ey Muhammed” ifadesini eklemek, hem Kur’an’ın genel niteliğini kaldırmak ve sureyi özelleştirmektir, hem de ayette bulunmayan bir ifadeyi ayete eklemektir ki bu, yüce Allah’ın kitabına katkı yapmaktır. Şayet yüce Allah(cc) Hz. Muhammed(as)’a özel hitapla bu sureyi indirmek isteseydi elbette Kendisi “Ey Muhammed” ifadesini eklerdi. Ancak yüce Allah (cc) vahyini, evrensel ve çağlarüstü gönderdiği için vahyini genel ifadelerle kullarına göndermiştir.

“Biz sana Kevser’i verdik”

Yüce Allah (cc), dünyevi tüm zenginliklerden ve maddi değerlerden daha kıymetli, daha üstün olan İslâm’ı (Kevser’i) Rasule ve iman edenlere vermiştir. Bu, öyle bir zenginlik, hayır ve bereket verdik ki, cahiliye karanlığında yolunu kaybetmiş, kaos ve bunalım içerisinde çırpınan insanlığa yol göstermiş; insanlığı felaketten kurtarıp kurtuluşa erdirmiştir.

İnsana verilen her değerin elbette bir bedeli vardır. Diğer bir deyimle çok büyük bir değer ancak çok büyük bir bedel karşılığında elde edilebilir. İnsana verilen ya da insanın elde etmek için çalıştığı değerin, önemine ve büyüklüğüne göre bir bedeli vardır.

“Muhakkak ki Biz, sana Kevser’i verdik” verilen sonsuz nimet, büyük değer, elbette karşılıksız değildir. Bu sonsuz nimete, büyük değere kavuşan kimse, önemsiz bir şeye sahip olmuş gibi hareket edemez, kendisine verilen nimet ve değerin hakkını vermelidir. Bu hak da, insana verilenin karşılığında ona eş bir değer olmalıdır.

2- Öyleyse Rabb’in için salat et ve nahret.

Salat etmek ve nahretmek, verilen sonsuz ve kesintisiz Kevser’e, bitmez tükenmez nimete gönülden teslim olmak ve bu uğurda çalışmak, uğraşmak ve fedakârlık yapmaktır. Fedakârlığın en önemlisi de insan için en değerli varlık olan canı bu uğurda feda etmektir.

Salla ifadesi ve türevleri; salat, namaz, dua, rahmet, teslimiyet, destek olmak, tazim etmek, ibadet yeri ve Yahudilerin ibadet mekanı anlamlarında Kur’an’da geçmektedir. Salat ya da salla ifadesi, içinde yer aldığı ayetin durumuna göre anlam kazanmaktadır.

İçinde yer aldığı ayetin durumuna bakılmadan salât ya da salla ifadesine peşinen “namaz” anlamı yüklemek, kavramı daraltmak olduğu gibi, aynı zamanda bu anlamı yükleyen kişiyi, kavramı yanlış anlamlandırmadan dolayı büyük bir sorumluluk altına sokacaktır. Örneğin, Ahzab suresi 56. ayetteki salla ifadesini namaz ya da dua olarak anlamlandırmak yüce Allah’ın üzerine iftira atmak demektir.

Dua aciz olanın yüce olana yakarışıdır; yüce Allah’tan yüce bir varlık olmayacağına göre bu ayette geçen salla kavramını dua diye anlamlandırmak yüce Allah’ın üzerine iftira atmaktır. Bu nedenle Ahzab suresi 56. ayetteki salla ifadesini dua olarak ifade etmek kişiye büyük bir sorumluluk getirir. Bu ayetteki salla kavramı, destek olmak anlamınadır.

“Muhakkak ki Allâh ve melekleri, Peygambere salât etmekte (destek vermekte)dir. Ey iman edenler, siz de ona salât edin (destek verin) ve içtenlikle teslim olun.” (Ahzab, 56)

Yüce Allah (cc) ve melekler, Rasule destek olmakta yardım etmektedirler, o halde ‘Ey iman edenler, siz de Rasule destek olun, yardım edin ve onun vereceği emirlere gönülden teslim olun’ denilmektedir Ahzab, 56. ayetinde.

Kevser suresinde geçen salla ifadesi, teslimiyeti ortaya koymakta, nahret kavramı ile de bu teslimiyete uygun olan fedakarlığın yapılması istenmektedir. Nitekim Bakara ve Ahzab surelerindeki şu ayetler, iman edilen esaslara nasıl teslim olunduğunu ve iman edenlerin iman ettikleri esaslar doğrultusunda nasıl fedakârlıklarda bulunduklarını ve nahrettiklerini ortaya koymaktadır.

“İnsanlardan öylesi de var ki, canını Allah’ın rızasını kazanmaya satar. Allah da kullara çok şefkatlidir.” (Bakara, 207)

“Mü’minlerden öyle kimseler var ki, Allah’a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağını yerine getirdi, kimi de beklemektedir, sözlerini asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23)

“Muhakkak ki Biz, sana Kevser’i verdik.” İster dünya ve ahiret için bir kurtuluş vesilesi olan, dünya hayatında insanı şirk ve küfürden kurtarıp huzur ve mutluluğa götüren, barış içinde özgürce yaşatan, onu onurlu kılıp üstün duruma getiren İslâm olsun, isterse insana ahirette verilecek ve bitip tükenmesi olmayan nimetlerle dolu olan cennet mükafatları olsun, yüce Allah’ın verdiği ve vereceği değer elbette çok büyük bir değerdir.

İnsana verilen İslâm nimeti ve verilecek cennet mükâfatı gibi büyük değerler, elbette oturulduğu yerden ve yalnızca sözel bir iki övgü ifadesi ile elde edilebilecek değerler değildir. Yüce Allah’ın verdiği nimete ve vereceği mükâfata layık olabilecek bir bedel ödenmedikçe bu sonsuz ve büyük nimet ve mükâfatlar elde edilemezler.

Gerçi insanın, kendisine verilen nimetler için ödeyeceği bedelin büyüklüğü, hiçbir zaman yüce Allah (cc) tarafından insana verilen İslâm’ın ve cennette verilecek mükafatın yani Kevser’in dengi olamaz. Ancak insan, kendisine verilen nimetin dengi olamazsa bile, kendisi için en değerli olan varlığını ortaya koymalı, nahretmelidir.

İnsan, kendisine lütfedilen Kevser karşılığında “Rabb’ine salat edip nahrederse” işte o zaman samimi olduğu ortaya çıkacak ve yüce Allah’ın rahmetiyle o sonsuz nimete, tükenmez bolluğa lâyık olabilecektir.

Yüce Allah’ın verdiği Kevser karşılığınsa insanın vereceği en değerli varlık da hiç kuşkusuzdur ki insanın kendi canıdır. İnsan, bu en değerli varlığını yani canını, hiçbir sıkıntı duymadan Allah yolunda verirse ya da vermek isterse işte bu durumda kendisine verilen sonsuz ve büyük nimetin karşılığını ortaya koymuş demektir. Bu da bu ayetin gerçek anlamını kavramış olduğunu gösterecektir.

Peygambere ve nihayet iman edenlere verilen nimet, hem oldukça büyüktür, hem de dünya ve ahireti kapsayacak şekilde süreklidir. Öyleyse bu uğurda verilecek olan değer de insan için her şeyden daha olan değerli canı olmalıdır.

Allah yolunda insanın canını vermesinin ilk aşaması, onun yüce Rabb’ine yönelmesi ve O’nun rızası için nefsini, dünyevi tüm arzu ve isteklerinden kesmesi, heva ve hevesinin isteklerini terkedip Tevhidi esaslar doğrultusunda hareket etmesidir. İkinci aşama, iman edilen esaslar uğrunda, hiçbir şeyden çekinmeden mücadele edilmesi ve gerektiğinde canını, iman edilen esaslar için feda etmesi, yani nahretmesidir.

“Rabb’ine salat ve nahret.”

Bu ayeti, müfessirlerden bazıları, namaz ve kurban olarak açıklamışlar ve bununla ilgili olarak çok değişik rivayetlere yer vermişlerdir. Ancak bu rivayetlerin birçoğu kendi içerisinde zıtlıklar ve çelişkilerle doludur. Bir ayet üzerinde bu kadar zıt ve çelişkili ifadelerin bulunması, ayeti anlaşılmaz hale getirdiği gibi, aynı zamanda ayetin yaşamsal yönünü de ortadan kaldırmaktadır. Oysa ayet, genel olarak Kur’an mantığı içerisinde açıklanmış olsa, ayetin ifade ettiği anlam ve işaret ettiği husus kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Kevser suresinden önce gelen Adiyat suresinde, daveti ortaya koyan İslâm davetçilerinin, canlarını feda edercesine ilahi mesajı insanlara nasıl ulaştırdıkları tasvir edilirken, yine önceki birçok surede, davetin yapılmasında ortaya konulan ve konulması gereken tavırlara dikkat çekilmektedir. Örneğin, Duha suresinde Rasule verilenler sayıldıktan sonra, kendisine bunların karşılığında neler yapması gerektiği açıklanmakta ve nimeti yani İslâm’ı anlatması emredilmektedir. Aynı şekilde İnşirah suresinde de Rasulün göğsünün İslâm’a nasıl açıldığı, üzerindeki sorumluluk yükünün nasıl hafifletildiği belirtildikten sonra Rasulün, artık hiç durmadan çalışması gerektiği ve Rabb’ine rağbet etmesi emredilmektedir. Yani önceki surelerdeki ifade kalıpları ile Kevser suresindeki ifade kalıpları hemen hemen aynıdır.

Kevser suresinde de, önceki surelerde olduğu gibi, önce verilen sonsuz, tükenmez nimete dikkat çekilmekte arkasından verilmesi gerekenler ya da yapılması gereken şeyler belirtilmektedir. Önce nimet hatırlatılmakta sonra bu nimet karşılığında yapılması gerekenler anlatılmaktadır, salat et ve nahret.

‘Nahret’menin kurban kesmekle ilişkilendirilmesinin, ayetin anlamı ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi ve ilişkisi yoktur. Çünkü şayet bu hitap, kurban kesmekle ilgili olsaydı, kurban da tıpkı namaz, oruç ve zekât gibi farz olurdu. Oysa kurban kesmek, -hac görevini ifa edenler dışında- mü’minler için farz bir ibadet değildir. Nahretmek ifadesinde geçen kesmek, boğazlamak anlamlarını kurban olarak vermek doğru bir manalandırma değildir.

Bazı müfessirlerin, açıkladıkları kimi ayetlerin anlamlarını aslına uygun vermemelerinin birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin birinci, bu kimselerin, ayetin siyak ve sibakına, Mekki ya da Medeni olup olmadıklarına dikkat etmemeleridir. İkincisi, önceki kimi tefsirlerden etkilenmeleri ya da o tefsirleri olduğu gibi kopyalamalarıdır. Üçüncüsü, geleneksel kültürel anlayışlarını önplana çıkarmaları ya da bu kültürel anlayışa sahip halkın tepkisinden çekinmeleridir.

Mekki ilk ayetlere bakıldığında, infak ve tebliğin açıkça yapılması dışında ameli herhangi bir farziyet bulunmamaktadır. Namaz emri bile hemen hemen Mekke döneminin son zamanlarında inzal olmuştur. Kurban, sosyal dayanışmayı içerdiğinden, Mekke’de karmaşanın hüküm sürdüğü, Müslümanlara her vesile ile saldırıldığı, Müslümanların can güvenliğinin bulunmadığı bir ortamda kurban ibadetinin olduğunu söylemek doğru bir iddia değildir.

İman edilen esaslar doğrultusunda Müslümanların, her şeylerini ortaya koyup bunları yüce Allah’ın rızası için feda etmeleri nahretmektir. Bu anlam, Kur’an mantığına ve ilk dönem Mekki ayetlerin yapısal bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. Bu da ilk dönem Müslümanlarının, iman ettikleri esaslara teslim oldukları, emredilen hükümler doğrultusunda hareket ettikleri ve inançları uğruna canlarını feda etmekten yani nahretmekten çekinmedikleri gerçeğidir.

İnandıkları Tevhidi esaslar doğrultusunda dünyevi tüm değerleriyle beraber canlarını feda edenlerin hem mücadeleleri süreklilik kazanacak, hem de o kimseler, kıyamete kadar, iman edenler tarafından rahmetle sürekli bir şekilde anılacaklardır.

3- “Muhakkak sonu kesik olan sana düşman olanlardır.”

Yüce Allah (cc), kendi yolunda mücadele eden Risalet önderlerini ve onların yolundan giden Tevhid erlerini, çağlarüstü ve evrensel Kitabı’nda zikrederek, onların her çağda rahmetle anılmalarını sağladığı gibi, onların mücadelelerine de çağlarüstü bir süreklilik kazandırmıştır. Kur’an’daki bu anılma, Risalet önderlerinin ve onlara tabi olan Tevhid erlerinin sonlarının kesik olmadığını ortaya koymaktadır. Oysa Risalet önderlerine ve Tevhid erlerine karşı çıkanların bugün adları rahmetle anılmadığı gibi, aynı zamanda kökleri de kesilmiştir.

“Böylece zulmeden milletin ardı kesildi. Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun.” (En’am, 45)

Tevhid-şirk tarihinin her döneminde Allah’a, O’nun rasullerine, İslami değerlere ve Müslümanlara düşmanlık yapanlar, mutlaka helak edilmişler, kökleri kurutulmuştur. Bu, dün olduğu gibi, bugün de mutlaka olacaktır. Ancak küfür ve şirk ehlinin sonlarının kesilip kurutulması için Müslümanların mutlaka Tevhidi esasları ortaya koymalı ve sürekli bir şekilde bunu sürdürmelidirler.

Ülkelerindeki halkların inançlarına saldıran, Müslümanlara düşmanlık yapan, İslami değerlere savaş açan zalim ve zorba diktatörler, tarihteki zalimler gibi yok olup gitmelerine sebep olacak Tevhid erleri Müslümanlar, kendilerine Rableri tarafından bahşedilen sonsuz nimet, ebedi bolluk ve rahmet olan İslâm (Kevser) için her şeylerini ortaya koymalı ve tüm değerlerini yüce Allah’ın dini uğruna feda etmeli/edebilmelidirler.

Kevser suresi, iman edenlerin, iman ettikleri esaslara samimiyetle teslim olanların bu uğurda nelerini feda edeceklerini, etmeleri gerektiğini bildirmiştir. Bir nimetin sürekli olabilmesi için ancak o nimete sahip olanların, o nimete yaraşır bir özveride bulunmaları ile mümkündür. Sonuç olarak Kevser suresi, yalnız Rasul (as)’a özgü değil, nazil olduğu dönemden kıyamete kadar iman edecek insanları kapsamaktadır.

 

Kurani Mücahede: 2006-09-15