Fatiha Suresi

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

Fatiha Suresi

Giriş

İnsanlar arasındaki her ilişkinin, her hareketin, üzerine bina edildiği bir esas, bu esasın kurallarını belirleyen bir anlaşma, bir sözleşme vardır. İnsanlar arasındaki tüm ilişkilerde –ticari, siyasi, iş evlilik gibi- mutlaka yazılı ya da sözlü kimi esaslar belirtilir. Belirlenen bu esasların, taraflar arasında kabul edilmesi ile bunlar, yazılı ya da sözlü olarak bir anlaşma, bir sözleşme olarak kabul edilir. Buna göre taraflar, üzerinde anlaşmaya vardıkları hususları açık bir şekilde bilirler ve ona göre hareket ederler.

İnsanlar arasındaki kimi sözleşmelerin varlığı gibi insanların, Rab’leri ile olan ilişkilerinde de bir sözleşmeleri vardır. İman eden bir kimsenin, yüce Allah’a niçin ve nasıl iman ettiğini, iman ettiği Rabb’inden beklentilerini, kendi sorumluluğunun ne olduğunu, neler yapacağını çok açık bir şekilde bilmesi gerekir. İşte tüm bu soruların ve isteklerin esası Fatiha suresinde ortaya konulmaktadır.

Fatiha suresi, İslâm’a girişi belgeleyen bir belge, iman eden insanın, Rabb’ine sunduğu bir akit, bir taahhütnamedir. Yüce Allah (cc), kelime-i şehadeti getirip iman kapısından içeri giren kişiler için Fatiha suresini, bir form olarak düzenleyip ortaya koymuştur. İman edenlerin, bu formda yazılanları kabul edip belirtilen hususlara uyacaklarını taahhüt etmeleriyle anlaşma yürürlüğe girmiş olur.

Her rekâtta okunan Fatiha suresinin ne anlama geldiğini bilmeyen bir kimsenin durumu, eline tutuşturulan yabancı dilde bir yazıyı okuyup kenara koyan kişinin durumuna benzer. Oysa Fatiha suresini okuyan kimse, her okuyuşunda Rabb’ine söz vermekte, kendisini bağlayan bir sözleşme imzalamaktadır. Daha doğrusu Fatiha’yı okuyan kişi, kendisini bağlayan bir taahhütnameyi Rabb’ine vermektedir.

Fatiha’yı okuyan bir Müslüman, yüce Allah’ın Ulûhiyetini, Rububiyetini kabul ettiğini, O’ndan başka birinin Ulûhiyet ve Rububiyetini kabul etmeyeceğini, tüm düşünce, söz ve fiillerini yalnızca O’na has kılacağını kabul etmiştir. Müslüman bireyin, bundan sonra yapacağı şey, verdiği bu taahhütnamenin gereklerini yerine getirmektir. İşte bu taahhütname, A’raf suresinde iman edenlerin, Rab’lerine verdikleri sözdür.

“Bir zaman Rabb’in, Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendi nefislerine şahit tutmuş ve: ‘Ben Rabb’iniz değil miyim?’ dediler ki: ‘Evet, şahidiz.’ Kıyamet günü ‘Gerçekten biz, bundan gafil idik!’ demeyesiniz diye.” (A’raf, 172)

Ayetten anlaşıldığı gibi iman edenler, Rab’lerine verdikleri söze şahit olduklarını itiraf ediyor, Ulûhiyet ve Rububiyette yalnızca O’nu tanıdıklarını tasdik ediyorlar. Daha doğrusu yüce Allah (cc), Fatiha suresi ile iman edenlere Rububiyetini tasdik ettiriyor.

Fatiha suresi, iman edenlerin her an diri kalmalarını sağlayan, günün yirmidört saatinde kendilerini gözden geçirmelerine neden olan, onlara, sorumluluklarını sürekli hatırlatıp nefis muhasebesi yapmalarını sağlayan bir vesikadır.

Fatiha suresi, iman edenleri kula kulluktan kurtarıp âlemlerin Rabb’ine kul olma şuuruna yükseltmekte, onların zihinlerinde yüce Allah’ın büyüklüğünü ve gücünü, şefkat ve merhametini sürekli olarak canlı tutturarak onları Rab’lerine yöneltmektedir.

Bu sure, iman edenlere cemaatleşme bilincini kazandırmakta, bireye cemaatle var olduğunu hatırlatmaktadır. Fatiha’yı okuyan bir kimse, bencil olmaktan uzaklaşmakta, cemaat içerisinde var olduğunu anlamaktadır. Bu nedenle iman eden kişi, Rabb’inden kendi adına değil cemaat adına talepte bulunmaktadır.

Fatiha’yı okuyan Müslüman, aracısız bir şekilde yüce Allah ile konuşmakta, yalnızca O’na ibadet ettiğini bildirerek Mü’minler adına O’ndan yardım istemekte, Mü’minlerle beraber doğru yola iletmesi için dua etmektedir. Bu sure, aynı zamanda geleneksel din anlayışına, kültürel yanlışlığa bir reddiyedir. Çünkü geleneksel din anlayışında Fatiha suresi, yaşayan insanlar için değil ölen kişiler için okunmaktadır.

Fatiha suresinin içerdiği anlamlara bakıldığında sure, kendisini okuyan insanları sorumlu tutmakta, onların dünya hayatında nasıl hareket edeceklerini bildirmektedir. Oysa geleneksel, kültürel din anlayışında Fatiha’yı okuyan birey, kendisini tamamen devre dışı bırakmakta ölen kişileri ön plana çıkarmaktadır. Bu nedenle bu kültürde birey, Fatiha’yı okuyup bırakmakta, kendisi bundan zerre kadar etkilenmemekte, kendisinin sorumlu olduğunu düşünmemektedir.

Fatiha’yı ölülere okumanın durumu, tıpkı işe yeni giren bir kimsenin, iş akdini imzaladıktan sonra işverene, “Ben bu iş akdini, ölen babam ya da kardeşim için imzaladım, lütfen bu iş sözleşmemi kabul edin” demesindeki gülünç duruma düşmesi gibidir. Böyle bir iş akdi nasıl ki mümkün olamayacaksa, Fatiha’nın da ölen insanlar için okunması hem mümkün değildir hem de bu şekilde bir okumanın, okunan kişilere hiçbir faydası olmayacaktır.

Fatiha’yı okuyan kişi, bizzat kendisi sorumludur ve o surede verdiği sözlerden yüce Allah (cc) katında sorulacaktır. Fatiha’yı, ölen kişiler için okuyan, kendisi hiçbir sevap kazanamayacağı gibi aksine, surenin amacını saptırdığı için günaha girecektir.

Sure hakkında birkaç kısa bilgi

Kur’an’da bulunan 114 sure içinde en fazla isimlendirilen, halk arasında birçok isimle anılan sure, hiç kuşkusuzdur ki Fatiha suresidir. Aynı zamanda halk arasında en çok bilinen ve en fazla okunan sure yine Fatiha suresidir.

Fatiha, Kur’an’ın başlangıç suresi olduğundan bu adı almıştır. F-T-H harflerinde teşekkül eden Fatiha, giriş, başlangıç, ilk açılma anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda Kur’an’a ilk girişi sağladığından dolayı Fatih, açma anlamında da Fetih olarak kullanılmıştır.

Fatiha, kitabın başlangıcı anlamında Fatihatü’l- Kitap ve el- Fatiha; hamd ile başladığından Suretü’l-Hamd -ki bu isim, Anadolu’da en çok kullanılan ifade şekli el-hamd adı ile maruftur- Kur’an’ın anası Ümmü’l-Kur’an ve Ümmü’l-Kitap-ki bu isim, Levh-i Mahfuz olan, yüce Allah (cc) indinde bulunan ana kitap için de kullanılır- ya da aynı sebepten dolayı Esas’tır.

Fatiha, yeter ve tam olması nedeniyle el-Vafiyye, yeterli olan, tamam anlamında el-Kâfiye, her şeyi içine alması nedeniyle hazine anlamında Kenz, sürekli tekrarlanan yedi ayet anlamında Seb’i Mesani, namazlarda her rekâtta okunması nedeniyle es-Salat, şükür içerdiği için sure-i Şükür, dua olarak okunmasından dolayı sure-i Dua, okunduğunda psikolojik bir rahatlama sağladığı için sure-i Şifa ya da Şafiye ve yüce Allah’tan isteme anlamında talim-i Mes’ele olarak çeşitli isimlerle anılmaktadır. (1)

Fatiha, iman edenlerin, yüce Allah’ın Ulûhiyet, Rububiyet ve Mabut sıfatlarını öğrenip yalnızca O’na kulluk yapacaklarına ve yalnızca O’ndan yardım talep edeceklerine söz vermeleri nedeniyle taahhütname ve sure-i Akit ya da Sözleşme suresi de denilmektedir. Fatiha, yüce Allah’ın Ulûhiyet, Rububiyet ve Mabut sıfatlarını içinde barındırdığı ve Müslümanların, kulluğu yalnızca yüce Allah’a has kılacaklarına söz vermeleri nedeniyle Tevhid suresi de denilebilir.

Tevhidin anlamında, yüce Allah’ın, kişinin tüm düşünce, söz ve davranışları üzerinde tek İlah, Rab ve Melik olduğuna göre bu sure-i celileye Tevhid suresi demek çok isabetli bir isimlendirme olur. (2) Fatiha’nın en önemli ismi, yüce Allah’ın Ulûhiyet, Rububiyet ve Mabut sıfatlarını bir arada toplaması nedeniyle hiç şüphesizdir ki Ümmü’l-Kur’an’dır.

Surenin nüzulü

Fatiha suresinin Mekke’de nazil olduğu ile ilgili rivayetler oldukça fazladır; surenin Mekki olduğuna bir delil de Hicr suresi 87. ayetidir “Andolsun sana ikililerden yedi ve bu büyük Kur’an’ı verdik.” Surenin Mekki oluşuna bir delil de Mekke’de namazın kılınmaya başlanması ve Rasulullah (as)’ın, “Fatihasız namaz yoktur” (3) sözüdür. Namazda Fatiha okunması zorunlu olduğuna göre, Mekke’de kılınan namazlarda da okunması surenin Mekki oluşuna delil teşkil eder.

Fatiha suresinin, bütün ayetleri bir arada inen ilk sure olduğu konusunda birçok rivayet bulunmaktadır. Rasulullah (as), yalnız kaldığı bir zamanda kendisine Fatiha suresinin bütün ayetleri okunur. Fatiha’daki ayetlerin, birbirleriyle olan tamamlayıcı bütünlüğü de bu surenin bir arada indiğini gösterir.

Surenin açıklaması

1- Rahman, Rahim Allah’ın adıyla.

Bir binaya girmenin, bir işe başlamanın mutlaka bir girişi, bir başlangıcı vardır. Bu nedenle besmele de Fatiha suresinin ilk girişi ve ilk başlangıcıdır.

Besmele, yapılacak işin yüce Allah (cc) adına, nasıl ve ne şekilde yapılacağını gösteren bir kılavuz, yapılacak işin, O’nun rıza ve isteğine uygun olduğunu ifade eden bir güvencedir. Hz. Süleyman (as), Sebe Melike’si Belkıs’ı, iman etmeye ve teslim olmaya davet ederken, mektubuna Besmele ile başlamıştı.

Belkıs, kendisine ulaşan Hz. Süleyman (as)’ın mektubu için demişti ki: “Şüphesiz o, Süleyman’dan ve gerçekten o, Rahman ve Rahim Allah’ın adı iledir.” (Neml, 30). Belkıs, Hz. Süleyman (as)’ın neye davet ettiğini biliyordu, bu nedenle Hz. Süleyman (as)’ın yanına geldiğinde “bize ondan önceden bilgi verilmişti ve biz, Müslümanlardan olmuştuk” diyordu.

Besmele, yapılan ve yapılacak her işin yüce Allah’ın rızasına, indirdiği Kur’ani ölçülere uygun olacağını ifade edip O’na söz vermektir. Artık kişi, yapacağı işin Rabb’ine verdiği söz doğrultusunda olması için en azami dikkati göstermeye gayret eder. Bunun için Besmele, pratik hayatla bütünleşen bir eylem, insanı motive eden bir harekettir.

Besmelenin, yüce Allah (cc) adına yapılan iş ve eylemlere bir anlam ifade ettiğini gösteren bir başka delil de Hz. Nuh (as)’ın gemisidir. Hz. Nuh (as), yüce Allah (cc) adına davetini yaparken, kavmindeki azgın müstekbir sınıf tarafından reddedilir, daveti kabul edilmez, kendisine saldırılır. Bunun üzerine yüce Allah (cc) Hz. Nuh (as)’a, gemiyi yapmasını emreder, gemi yapılır, iman eden Mü’minleri ve diğer yaratılan her şeyden ikişer çift gemiye alır. Tufan kopar, gemi, yüce Allah’ın takdiri gereği hareket eder.

“Nihayet emrimiz geldiği ve tandır kaynadığı zaman dedik ki: ‘Ona, her şeyden ikişer çifti ve -önceden kendisi aleyhinde söz bulunan kimse hariç- aileni ve iman edenleri ona yükle!’ Onunla beraber çok azı dışında iman etmemişti.

Dedi ki: ‘Ona binin, onun yüzmesi de durması da Allah’ın adıyladır; Muhakkak ki Rabb’im, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir!” (Hud, 40-41)

Hz. Nuh (as)’ın bu örnekliğinden de anlaşılacağı üzere yüce Allah’ın emrine uygun hareket edip hayatlarını O’nun belirlediği esaslara göre düzenleyenlere yüce Allah (cc) yardım etmekte ve o kimseleri bağışlayıp esirgemektedir.

Besmele çekilerek yapılacak işler, mutlak anlamda yüce Allah’ın rızasına uygun olmalıdır. Buna, yaşanılan hayattan bir örnek verilirse Kur’an’da, Allah’ın adı anılarak kesilen hayvanların yenilmesi, O’nun adı anılmadan kesilen hayvanlardan yenilmemesi gerektiği bildirilir.

‘‘O halde üzerine Allah’ın ismi anılan şeylerden yiyin, gerçekten O’nun ayetlerine iman edenler iseniz.’’ (En’am, 118)

“Üzerine Allah’ın ismi anılmayan şeylerden yemeyiniz ve gerçekten o fısktır; şüphesiz şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için ilham verirler, şayet onlara uyarsanız, muhakkak siz müşriklerden olursunuz.” (En’am, 121)

Burada önemli olan husus vardır; yüce Allah’ın adı anılarak kesilecek hayvanın ya da şeylerin yenilebilmesi için öncelikle O’nun rızası doğrultusunda kazanılan helallerden olması gerekir. İkincisi, kesilecek hayvanın neden kesildiği çok önemlidir. Yüce Allah’ın adı ile kesilecek hayvan, yüce Allah’a isyan eden kişi ve kurumlar için kesilmemelidir.

Gayri İslami yerler olan tekke ve zaviyelerdeki yatırlara, yüce Allah’a isyan eden beşerî sistemlerin bakan, başbakan, Cumhurbaşkanı, gayri İslami kurumların açılışları adına, onları yüceltmek ve kutsamak maksadıyla kesilmemelidir. Bu nedenlerle kesilen hayvanlardan yemek, kurulan o sofralarda oturmak haramdır. Aynı şekilde yılbaşında kesilen hindi ve tavuklar da haramdır. Bunlar üzerine göstermelik olarak besmele çekilse hatta Kur’an bile hatmedilse, onlardan yemek Müslümanlara kesinlikle haramdır.

Besmele, yüce Allah (cc) adına, O’nun rızasına uygun hareket etmenin temel ölçüsüdür. Bu konuda Hz. Muhammed (as)’a ilk gelen Alak suresi verilebilir; Rasulullah (as), vahyin ilk nazil edilişi sırasında “Davet et, Rabb’inin adıyla,” emrini aldıktan sonra hayatı boyunca Allah adına hareket etmiş, bundan zerre kadar taviz vermemiştir. Bu nedenle Besmele ile başlayan her hareket, hayatı kuşatan kurallar, söylenen her söz mutlak anlamda yüce Allah’ın rızasına uygun olmalıdır.

Kur’an’ın ve Fatiha suresinin Besmele ile başlaması Müslümanların, okudukları bütün ayetlerin ortaya koyduğu esaslara kesinlikle teslim olacaklarının, “İşittik ve iman ettik” diyerek, hiçbir sıkıntı duymadan bu esasları kabul ettiklerinin açık bir ifadesidir. Müslümanların, okudukları ayetler doğrultusunda hareket etmeyişleri halinde müşrik, fasık ve münafık olacakları yine Kur’an’ın ortaya koyduğu bir uyarıdır.

Rububiyet sıfatı

2- Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun.

Hamd, yüceltme (tazim) ve saygı ile birlikte sevgi göstererek övmek, verilen ve verilecek olan nimetlere, yapılan ve yapılacak lütuflara karşılık, lütuf ve nimet sahibi yüce Allah’a saygıyla şükretmektir.

Hamd, şükürden daha kapsamlı, daha geniş anlamlıdır. Şükür, verilen nimete ya da yapılan iyiliğe karşılık iken hamd, verilen nimetler yanında verilecek olan nimetleri ve yapılacak lütufları da içerisine alır.

Hamd, yalnızca yüce Allah’a yapılırken şükür ya da teşekkür, insanlara da yapılır. İnsanlara, en büyük nimetleri veren, sınırsız lütuflarda bulunan yüce Allah (cc) olduğundan hamd, bütün anlamlarıyla yalnızca O’na yapılır. Hamd, yüce Allah’ın sıfatlarından biridir. Kur’an’da onyedi yerde geçen el-Hamid sıfatı yalnızca O’na aittir.

“Hamdolsun Allah’a, O ki, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur; ahirette de hamd O’nadır, O, Hâkim’dir; Haber alandır.” (Sebe, 1)

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı rasuller yapan Allah’adır; yaratmada dilediği şeyi artırır, şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” (Fatır, 1)

Kur’an’da hamd, ismi has olarak geçer; en çok hamd eden manasında Ahmet, övülmeye layık ve hamd eden anlamında Muhammed olarak da dört yerde geçmektedir. Yüce Allah’a hamd ve hamdın yalnız O’na mahsus olduğu ile ilgili olarak Kur’an’da kırk altı yerde zikredilmektedir.

Yapılacak hamd, bilinçli yapılmalı, yüce Allah’a neden, niçin, hangi sebepten hamd edildiği hamd eden tarafından çok iyi bilinmelidir. Bilinmeden yapılan hamdın hiçbir anlamı olmaz. Kur’an’da, yüce Allah’a hamdın bilinçli olarak yapıldığı ile ilgili birçok örnek vardır.

“O halde sen ve senin beraberindeki kimseler, gemiye yerleştiğiniz zaman artık de ki: ‘Hamdolsun Allah’a, O ki bizi, zalimler kavminden kurtardı!” (Mü’minun, 28)

“Hamdolsun Allah’a; O ki bana, ihtiyarlık çağımda İsmail’i ve İshak’ı bahşetti; şüphesiz Rabb’im duayı işitendir.” (İbrahim, 39)

“Andolsun Davut’a ve Süleyman’a bir ilim verdik ve dediler ki: ‘Hamdolsun Allah’a, O ki, Mü’min kullarından çoğuna bizi üstün kıldı.” (Neml, 15)

Görüldüğü üzere yüce Allah’a yapılan hamdın, hepsinin bir anlamı, bir nedeni vardır. Hamd edenler, Rab’lerine neden hamd ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca Mü’minlerden sıkıntıyı giderip onlara huzur vermesi, onların dünyada yaptıklarına karşılık kendilerine cenneti ihsan etmesi nedeniyle de yüce Allah’a hamd edilir.

“Dediler ki: ‘Hamdolsun Allah’a! O ki, bizden kederi giderdi; şüphesiz Rabb’imiz Ğafur’dur, çok şükredilendir.” (Fatır, 34)

“Dediler ki: “Hamdolsun Allah’a! O ki, o vadettiğini bize doğru çıkardı ve cennette dilediğimiz yerde yerleşeceğimiz yere varis kıldı; işte çalışanların ücreti ne güzeldir!” (Zümer, 74)

Bilinçli yapılan hamd, kişiyi verilen nimetlere karşı daha duyarlı kılar ve onu, bu nimetleri nasıl kullanacağına dair esasları öğrenmesine sevk eder. Diğer yandan bilinçli hamd, iman eden insanı yüce Allah’a karşı daha fazla tazim, sevgi ve saygıya yöneltir. Oysa bilinçli yapılmayan bir hamd, sahibine hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, onu umutsuzluğa götürecek ve nankör olmasına neden olacaktır.

İnsanlara karşılıksız ve sonsuz bir şekilde yardım eden yüce Allah (cc), insanların birçok kusur ve hatalarına hemen karşılık vermeyip onları bağışlamaktadır. Ancak insanlar, Rab’lerinin kendilerine olan sonsuz kerem ve mağfiretini yeterince değerlendirerek O’na hamd etmemektedir.

Birçok kimse, tüm düşünce, söz ve davranışları ile Rab’lerine isyan ettikleri halde sırf kimi alışkanlıkları nedeniyle ağız alışkanlığı gereği besmele çekip hamd etmektedir.

Hamdın, en doğrusu ve isabetlisi hiç şüphesiz bir nedene bağlı olarak söz ve fiille yapılandır. Kendilerine verilen malı, bilgiyi ve gücü, yüce Allah’ın emri doğrultusunda ve O’nun belirlediği esaslara uygun kullananlar, bilinçli ve gerçekten hamd edenlerdir. Kendilerine verilen nimetleri, yüce Allah’ın rızası doğrultusunda kullanmayanların sözle hamd etmeleri kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu kişilerin yaptıkları hamd, hiçbir anlam ifade etmeyen boş bir sözden başka bir şey değildir.

“Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun.”

“Âlemlerin Rabb’i,” Kur’an’da yetmişüç yerde geçen âlemler ifadesi, kırk iki defa âlemlerin Rabb’i şeklinde genel, otuz defa insanlar için özel, bir yerde de “Bütün âlemleri yaratan” (Mü’min, 64-65) şeklinde tüm kâinat ve içindekiler için kullanılmıştır. İnsanlar için kullanılan âlemler ifadesi, vahye muhatap, vahiyle üstün olma, vahiyden öğüt alma ifadeleriyle bütünleşmiş bir şekilde kullanılmaktadır.

Âlemlerin Rabb’i olan yüce Allah (cc), Rububiyet sıfatı gereği yarattığı bütün âlemlerin yaşam ve hareket kurallarını belirlemiş, onları rızıklandırmış, onlar için belli bir yaşam süresi tayin etmiştir. Rab kelimesi için Alak suresi tefsirine bakınız. (4)

3- Rahman’dır, Rahim’dir.

Rahman, Rahim sıfatları, Rububiyetin en önemli özelliklerindendir; çünkü bu sıfatlar olmasaydı ne canlılar hayat sürerlerdi ne rızık olurdu ne insanlarda huzur, güven ve mutluluk duyguları oluşurdu. Kâinata var olan sevgi, şefkat, merhamet ve iyilik duyguları, huzur, güven ve mutluluk hislerinin kaynağı, yüce Allah’ın Rahman, Rahim sıfatlarının yansımasından başka bir şey değildir.

Yüce Allah (cc), Rububiyet sıfatı nedeniyle kâinatta yarattığı canlıları tümünü, Rahman, Rahim sıfatlarından dolayı rızıklandırıp yaşatmakta, güven duygusuyla donatıp onların huzurlu ve mutlu olmalarını sağlamakta, sevgi ve saygı hisleriyle bir arada yaşamalarına imkân vermektedir. Güneşin doğup batması, yağmurların yağıp suların akması, mevsimlerin değişip her mevsime ait güzelliklerin ortaya çıkması, canlı cansız tüm varlıkların kendi kaderleri içinde hareket etmeleri Rahman, Rahim sıfatlarının tezahürüdür.

Rahman, Rahim sıfatları, Ulûhiyetin de temelidir; bu nedenle ceza vermede adalet, mükâfatta ise cömertlik ön plana çıkmaktadır. Bu sıfatları nedeniyle yüce Allah (cc), tek ilah olduğu halde zulmetmemekte, yarattıklarına şefkat göstermekte, kullarının birçok günahını affetmekte, hata ve kusurlarını bağışlamaktadır.

Rahman, Rahim sıfatları, Mabut sıfatının da temelidir; ibadetlerin kabul edilmesi, ibadetlerde işlenen hata ve kusurların bağışlanması, ibadetlere karşılık verilmesi hep Rahman, Rahim sıfatlarının gereğidir.

Rahman sıfatı, daha çok dünya hayatında bütün kullara rızık verme, onları koruma, yaşamalarını sağlama, kulların isyanlarına hemen karşılık vermeden azaplarını erteleme, yukarıdan beri anlatılan özellikleri ve hasletleri karşılar ve yapılan ibadetlerin kabulünü sağlar.

Rahim sıfatı ise, dünyada acıma özelliğini içermekle beraber daha çok ahirette Mü’min kulların kimi günahlarının bağışlanmasını, onlara acınmasını, mükâfat verilmesini sağlamaktadır. Diğer bir ifade ile yüce Allah (cc), dünya hayatında bütün kullarına karşılıksız verdiği maddi, manevi, fiziki, ruhi, sosyal ve zaman olarak bütün nimetleri Rahman sıfatı gereği verirken Mü’minlerin yaptıklarına karşılık verilen mükâfatlar, onlara fazladan yapılan bağışlanmalar da Rahim sıfatıyla karşılamaktadır.

Rahman, Rahim sıfatları Kur’an’ı Kerim’de 327 yerde geçmektedir.

Ulûhiyet sıfatı

4- Din gününün sahibidir.

Ulûhiyet sıfatı, egemen, sahip (malik) olmayı gerektirir; ancak bu zayıf, geçici ve etkisiz bir egemenlik değil güçlü, sürekli, etkili, insanın bulunduğu her yerde var olan bir egemenliktir. Din gününün sahibi olmak, ulûhiyet sıfatının bir gereğidir. Mâlik olmak, süreklilik gerektiren bir durumdur ve din günü var olduğu sürece var olan bir sıfattır.

Din gününün maliki sıfatını anlayabilmek için öncelikle dinin ne olduğunu bilmek gerekir. Çünkü dini anlamadan onun malikini anlamak mümkün değildir.

Din

1- İnsanın hayatını düzenleyen kanun ve kuralların, tabi olunan esasların tümüne din denilmektedir. Bu kavram Kur’an’da, kimi yerde millet olarak da tanımlanmaktadır. Günümüzde din kavramının karşılığında sistem, düzen, ideoloji, düşünce kullanılır.

2- İnsanları boyunduruk altında bulundurup itaat ettirmek, köleleştirmek ve onların hayat tarzını belirlemek için hüküm koymaktır.

3- Yapılan itaatleri mükâfatlandırıp iyi insanları onurlandırıp gözetmek, korumak, kötülük yapanlara, yaptıkları kötülük ve isyanlarının karşılığı olan cezayı vermektir.

Kur’an’da din, bütün bu anlamlarıyla geçmektedir

1- Din, insanların hayatını kuşatan kurallar bütünü olarak Kur’an’da birçok ayette geçmektedir. Yüce Allah (cc), Rasulü’nü Hak din ile gönderdiğini, kulları için koyduğu bu dinin (nizamın), müşriklerin dininden (sistemlerinden) üstün olduğunu bildirmiştir. Buna göre insanların hayatlarını düzenlemek için konulan kuralların tümü, dindir.

“O ki, Rasulü’nü, hidayetle ve Hak din ile gönderdi ki onu, bütün dinlerin üzerine o çıkarsın, velev ki müşrikler hoş görmese de.” (Tevbe, 33)

Din kavramının, insanların uyguladıkları düzen ve sistem oldukları ile ilgili bir örnek de Hz. Yusuf (as)’ın kardeşini yanında alıkoyması ile ilgili durumudur. Kardeşini yanında alıkoymak isteyen Hz. Yusuf (as), kardeşinin yükü içine gizlice kendi su tasını koydurtur, sonra da o tası kimin aldığını ve tası alanın cezasını sorar.

“Dediler ki: ‘Şimdi şayet yalancılardan iseniz, o halde onun cezası nedir?’ Dediler ki: ‘Onun cezası, kimin yükü içinde bulunursa işte o, onun karşılığıdır; işte biz, böyle cezalandırırız zalimleri.

Bunun üzerine Kardeşinin kabından önce onların kapları ile başladı; sonra kardeşinin kabından onu çıkardı. İşte Yusuf’a böyle bir plan düzenledik, elbette Allah’ın dilemesi hariç, Melik’in dinine(kanununa) göre kardeşini tutması mümkün değildi. Biz, dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf, 74-76)

Yüce Allah’ın bildirdiği şekilde hareket eden Hz. Yusuf (as), tası kardeşinin yükü içinden çıkartarak onu yanında alıkoymuştur. Bu örnekte uygulanan sistem, Hz. Yakup (as)’ın ilahi esasları uyguladığı sistemdir, Mısır kralının uyguladığı yasalarda böyle bir ceza bulunmamaktaydı.

2- İnsanları zorla itaat ettirip onların hayat tarzlarını belirlemeye örnek, Ashab-ı Kehf’in içinde yaşadığı müşrik toplum ve oradaki zorba yönetimdir. Bu müşrik toplum ve zorba yönetim, herkesi kendilerine itaat ettirmek için, günümüz demokratik diktatörlükte olduğu gibi, zorbalığa başvurur, alternatif düşünceleri susturmaya çalışır.

Ashab-ı Kehf gençleri, zorbalığa karşı kıyam ettiler ve sonunda hicret edip müşrik toplumdan ve zorba yöneticilerden saklandılar. Yüce Allah (cc), onları, bir mağarada 309 yıl uyuttuktan sonra uyandırmıştı. Onlar hem orada kalış sürelerini öğrenmek hem de biraz yiyecek aldırmak için bir arkadaşlarını şehre göndermeye karar verirler, ona şehirde dikkatli olmasını, zalim müşrik zorbalara yakalanmamasını öğütleyip derlerki:

“Gerçekten onlar, eğer sizi fark ederlerse taşlarlar yahut kendi dinlerine döndürürler, o zaman ebediyen iflah olamazsınız.” (Kehf, 20)

Ayette geçen “kendi dinlerine döndürürler” ifadesi, kendi kanunlarına döndürürler manasındadır. Bu konuda başka bir örnek de günümüz zorbalarının tarihsel ataları Fir’avn’ın kavmine söylediği ifadedir. Fir’avn, her dönem zorbalarının yaptıkları gibi alternatif düşünce sahiplerini yok etmek için çırpınır, ancak sonuçta her zalimin uğradığı akıbete uğrayarak kendisi yok olup gider.

“Fir’avn dedi ki: ‘Beni bırakın Musa’yı öldüreyim de Rabb’ini çağırsın; doğrusu ben, dininizi değiştirecek yahut yeryüzünde fesat çıkaracak diye korkuyorum.” (Mü’min, 26)

Tarihin her döneminde zorba güçler, Risalet önderlerini kendi yaşam tarzları olan sistemlerine yani dinlerine döndürmek için çalışmışlar, onları tehdit etmişlerdir. Bunlardan biri de Hz. Şuayb (as)’ın kavmidir.

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dedi ki: ‘Ey Şuayb, mutlaka seni ve seninle beraber iman eden kimseleri kentimizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz!’ Dedi ki: ‘Şayet biz istemeyen kimseler olsak da mı?” (A’raf, 88)

Kavmi, Hz. Şuayb (as)’ı, kendi sistemlerine (dinlerine) döndürmek için tehdit etmişler, ancak o, Allah’ın dininden dönmeyeceğini onlara açıkça bildirmiştir.

3- Ceza ve mükâfat verme konusunda da yüce Allah’ın, hak eden kimselere vereceği ceza örnek verilebilir.

“O gün Allah, onlara hak ettikleri cezalarını eksiksiz verecektir ve onlar bilirler ki, şüphesiz Allah, apaçık Hak’tır.” (Nur, 25)

“Ve şüphesiz, hesap (din) gününe kadar senin üzerine lanet edilecektir.” (Hicr, 35)

“Ve O’nun, din günü hatalarımı bağışlamasını gerçekten umuyorum!” (Şuara, 82)

Bütün manalarıyla din, en mükemmel şekilde ancak yüce Allah (cc) tarafından konulur ve ancak O’nun tarafından en adil ve en güzel karşılık verilir. Yüce Allah (cc), dünya hayatında insanların hayatlarını düzenlemek ve Ahiret gününde yapılanların karşılığını en adil şekilde vermek için din gününün Maliki (sahibi) dir. O’nun dışında, ceza ve mükâfat verecek hiçbir güç tanımamak, imanın gereğidir.

Din günü, dünyada yüce Allah’ın belirlediği ölçülere göre yaşayanların, Ahiret gününde karşılığını en iyi şekilde alacakları gündür. Din günü, dünya ile Ahireti bütünleştiren bir bilinçtir. Yüce Allah (cc), dünya ve Ahirette din gününün sahibidir.

İnsanlar, din günü bilincini kendilerinde hâkim kıldıktan sonra dünya hayatında daha duyarlı, daha etkin bir hale gelirler. Böylece dünyada kendilerine çeki-düzen verir, Ahirette de en iyi karşılığı görürler. Şüphesiz,

“Fakat Ahiret ve öncesi Allah’ındır.” (Necm, 25)

“…İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.” (A’raf, 29)

“O halde dini bundan sonra sana yalanlatan nedir!” (Tin, 7)

Buraya kadar olan bölüm özetlenecek olursa kişi, kulluk edip teslim olacağı otoritenin -ki bu yüce Allah’tır- Rububiyet ve Ulûhiyet sıfatlarını hakkıyla tanıyarak yüce ve üstün olan âlemlerin Rabb’ine tam anlamıyla teslim olursa, işte o zaman gerçek bir Mü’min olacak, böylece İslâmi bir kimlik kuşanacaktır. Yüce Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyet sıfatları net bilinmeden Mabut sıfatının ona hasredilmesi mümkün değildir.

Yüce Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyet sıfatlarını net olarak kavrayamayan müşrikler, bundan dolayı Mabut sıfatında O’na ortak koşmaktadırlar.

“Allah’ın hakikaten kadir olduğunu takdir edemediler, şüphesiz Allah elbette çok güçlüdür, çok üstündür.” (Hac, 74)

“Allah’ı hakkıyla takdir edemediler, O, güçlüdür ve kıyamet günü yerin hepsini O tutmuş ve gökler de O’nun tarafından dürülmüştür. O yücedir, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Zümer, 67)

Mabut sıfatı

5- Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım isteriz.

Ulûhiyetin Allah’a ait olduğu bilincini kuşanan Mü’min birey, artık tüm söz ve hareketlerini Rabb’inin indirdiği esaslara göre düzenleyerek Mabut sıfatının, yüce Allah’a ait olduğunu salih amelleriyle tasdik edecektir.

Mabut sıfatı, kulluğun yalnızca yüce Allah’a hasredilmesini gerekli ve zorunlu kılar. Mü’min kişi, Rububiyet ve Ulûhiyet sıfatlarında ortak koşmadığı yüce Allah’a Mabut sıfatında da ortak koşamaz. İlk iki sıfatta kâmil anlamda tanıyıp tasdik ettiği yüce Rabb’ine kulluğu hasretmek, Mü’min için kaçınılmaz olacaktır.

İbadeti yüce Allah’a has kılmak, bireyin tüm hareketlerini içine alır. Çünkü “abd” kelimesi kulluk, ibadet ve itaat kavramlarını ifade eder. Bu nedenle kişi, kime itaat ediyorsa ona ibadet edip kulluk yapıyor, onu mabut kabul ediyor demektir. Örneğin, İsrailoğullarını kendisine kul/köle edinen Fir’avn’e Hz. Musa (as), şu cevabı vermiştir.

“Bana karşı o cömertliğin, İsrailoğullarını gerçekten kendine kul/köle edinmendi.” (Şuara, 22)

Fir’avn, İsrailoğullarını kendisine itaat ettirip boyun eğdirmiş, bunun karşılığında onlara bazı yardımlarda bulunmuştur. Kur’an, bu olayı kulluk yapmak olarak verir ve İsrailoğullarının da fasıklar olduklarını belirtir.

“Böylece kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler, şüphesiz onlar, fasık olan bir kavimdi.” (Zuhruf, 54)

Ayetlerden anlaşıldığı gibi kulluğu, bütün yönleriyle yüce Allah’a has kılmayanlar, fasık kimseler olarak küfre girmişlerdir. Fısk sapmak, fasık ise sapan kimse olduğuna göre, mabutluk sıfatını Allah’tan başkasına hasredenler, sapmış fasık kimselerdir.

Cemaatleşme Esastır

“Yalnız sana kulluk ederiz” ifadesi çoğuldur; bu da gösteriyor ki Ümmü’l Kur’an olan bu surede, daha ilk başta cemaatleşmeye verilen önem ortaya konulmaktadır. Kur’an’ın bütününde yüce Allah’ın, Mü’minlere seslendiği tüm hitaplarında “Ey iman edenler,” “O Mü’minler” şeklinde ifadeler kullandığı görülür.

Kur’an, kurtuluşa eren kişilerin ancak Mü’minler olduklarını, bir duvarın tuğlaları gibi kaynaşanların yüce Allah tarafından sevildiklerini, yüce Allah’ın rahmetinin ancak velayet bağını oluşturan Mü’minlerin üzerinde olduğunu bildirmektedir. Yüce Allah (cc), Mü’minlerin, topluca Allah’ın ipine sarılmalarını, dağılıp parçalanmamalarını istemekte, Müslümanların tefrikadan uzak durmalarını tavsiye etmektedir.

Kur’ani gerçeklerden anlaşılacağı üzere İslâm’da cemaatleşme farzdır. Bu nedenle yüce Allah (cc), kendisine yapacağımız duayı öğretirken çoğul ifadesini kullanmıştır.

“Yalnız senden yardım isteriz.” Kulluk kime yapılıyor, kime itaat ediliyorsa yardım da ancak ondan istenir. Yardım istemek, kulluk yapanın doğal hakkı olduğu gibi, yardım etmek de kulluk yapılanın üstlendiği zorunlu bir görevidir. Bu üstleniş, kimileri için mecburiyetin, kimileri için ise rahmetin bir gereğidir ki yüce Allah (cc), rahmetiyle kullarına yardım etmektedir. O, Rahman oluşunun gereği ve sonucu olarak yarattığı tüm varlıklara yardım etmektedir. Bu, yüce Allah’ın Rububiyet sıfatının da bir gereğidir.

Yüce Allah’a kulluk yapmak gibi, O’ndan yardım istemek de yine çoğul ifadesiyle bildirilmektedir. “Yalnız senden yardım isteriz,” ferdi, cemaat adına harekete geçiren bir ifade; ben değil biz. Dua ve istekler, içinde bulunulan cemaat adına yapılmaktadır. Ferdin isteği, ancak cemaat için yapıldığı zaman bir anlam ifade eder ki bu, ferdi cemaatle bütünleştiren, onu cemaatin bir parçası kılan bir durumdur.

Bir kimsenin, “Yalnız senden yardım isteriz” diye dua edebilmesi, ancak o kişinin, bir cemaat içinde olması ile mümkün olabilir. İslâmi cemaat içerisinde bulunmayanların, bu ifadeyi kullanmaları onlara sorumluluk yükler ve onları yalancı durumuna düşürür.

Yüce Allah’tan istek, çoğul bir ifade ile cemaat adına yapılmaktadır “biz” denilerek yüce Allah’tan talepte bulunulmaktadır. Bu nedenle bir cemaat içinde bulunmayan bir kişi ya derhal bir cemaat içine girecek –tabii ki gireceği bu cemaat Kur’an ve Sünnet’in tarif ettiği ve Kur’ani ölçüler içerisinde hareket eden bir cemaat olacak- ya da namazında Fatiha’yı okumayacaktır.

Müslüman olan bir kimse, namaz kılacağına ve namazda da mutlaka Fatiha’yı okuyacağına göre -ki, Fatihasız namaz olmaz- bu durumda Müslüman olduğunu iddia eden kimse, derhal -vahyi ölçüler içerisinde- bir cemaate girmek zorundadır. Fatiha’yı değiştirip oradaki ifadeleri tekil yapamayacağına göre kendisini Fatiha’ya göre değiştirip bir an önce Müslüman bir cemaate girmek durumundadır.

Yüce Allah’ın rahmeti ancak cemaatleşen Mü’minler üzerinedir, cemaatleşme, Müslümanlar için olmazsa olmaz bir zorunluluk, iman etmenin gereğidir. Bir cemaat içerisinde olmayanlar, yüce Allah’ın yardımına mazhar olamaz, ona rahmet edilemez.

“Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler, iyiliği emrederler, kötülükten menederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte Allah, onlara rahmet edecektir, şüphesiz, Allah üstündür, Hâkimdir.” (Tevbe, 71)

Surenin 1-4. ayetleri, Ulûhiyet ve Rububiyet sıfatları kabul edilen yüce Allah’a söz verip ahitleşme bölümüdür. Kişi, yüce Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyet sıfatlarını iradi olarak kabul ettiğini beyan ettikten sonra 5. ayette, Mabut sıfatını da yalnızca O’na has kılarak Rabb’ine söz vermektedir. Bu ise kişinin, Rabb’ine verdiği bir taahhütnamedir.

Yardım talebi

6-7- Doğru yola bizi hidayet eyle! Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ki kendileri, gazaba uğramamışlar ve dalalete düşmemişlerdir.

Yüce Allah’a yapılan dualar, burada da çoğul ifade ile yapılmaktadır. Bu, öyle bir dua, bir yakarıştır ki, yalnız bu çağda yaşayanların değil, geçmiş çağlarda yaşayan Risalet önderlerinin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yakarışlarıyla bütünleşen bir yakarıştır.

O halde yeni iman etmiş bir kimse, Kur’ani buyruğa uyarak mutlaka vahdeti sağlayacağı kişileri bulmak durumundadır. Aksi halde sorumluluk altına girer.

“Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna” (5) bu hitap, yapılan ahitleşmenin içtenliğini, doğruluğunu teyit ve tasdik mahiyeti taşımaktadır. Bu, “Nimet verilenler” gibi olmak, onların yolunda gitmek, onlar gibi yaşamak istek ve temennisi, dua ve yakarışıdır.

Rasuller, sıddıklar, şehitler ve salihler gibi olmak, onlar gibi vahyin belirlediği esaslar içerisinde hareket etmek isteyen bireyin tek başına hareket etmesi, hiç kimse ile bütünleşmemesi mümkün değildir. Buna rağmen tek başına hareket eden ya da etmek isteyen kimse, yüce Allah’tan yapmayacağı bir şeyi talep etmektedir ki bu, yalancılık ve sahtekârlık olur.

Çünkü yüce Allah’a yapılan niyazda “Doğru yola bizi hidayet eyle, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna,” denilerek çoğul bir ifade kullanılıyor. Çoğul kullanıldığına göre o ifadenin içini dolduracak eylemde bulunulması gerekir.

Bir kimsenin, bir yerden birçok insan adına bir şeyler isteyip onu aldıktan sonra onları tek başına kullanması nasıl ki bir sahtekârlık ise, aynı şekilde İslâmi bir cemaatleşmeyi sağlamadan, çoğul adına dua edilmesi ve cemaatleşme için herhangi bir çabasının bulunmaması da yüce Allah’a karşı yalan söylemektir.

“Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna,” iman nimetiyle şereflenmiş rasuller, sadıklar, şehitler ve salihlerin yoluna duyulan arzu, istek ve iştiyakın ifadesidir. O nimet sahipleri ki, kendilerine gelen vahyi esasları, dünyevi bütün değerlerini ortaya koyarak insanlara ulaştırmaya çalışmışlar, diğer iman edenlerle, küfrün bütün baskı ve zulmüne rağmen cemaat olmayı başarabilmişlerdir.

Kendilerine nimet verilenlerin yoluna tabi olmak isteyenler, onlar gibi gereğince iman etmek, inandıkları esaslar doğrultusunda diğer Mü’minlerle bütünleşmek ve Tevhidi mücadeleyi bütün değerlerini ortaya koyarak yapmak zorundadırlar. Aksi halde saparak gazaba uğrayanların yoluna gireceklerdir.

“Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna,” yüce Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyetini tasdik eden, sonra Mabut sıfatını O’na has kılan Mü’minler, hayatlarının tüm aşamalarında kendilerini doğru yol üzerinde, nimet verilenlerin yolunda bulundurması için yüce Allah’tan yardım istemektedirler. Bu, kulluğun gereği bir taleptir ve ibadet edilene karşı acziyetin bir ifadesidir.

Âlemlerin Rabb’i olan yüce Allah (cc), Rahman ve Rahimdir! O, yardım talep edenlerin taleplerine karşılık verecek, kulluğu kendisine has kılanlara din gününde yardım edecek, Mü’minleri doğru yola, nimet verilenlerin, gazaba uğramaların ve sapmaların yoluna iletecektir. Bu, O’nun Rububiyet, Ulûhiyet sahibi ve Mabut sıfatının O’na has oluşunun bir gereği ve sonucudur.

“Ki kendileri, gazaba uğramamışlar ve dalalete düşmemişlerdir! Bu ifade hemen bütün meallerde, “Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil” şeklinde çevrilir. Oysa ayette çok açık bir şekilde غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ gazaba uğramamış, dalalete düşmemiş şeklinde geçmektedir. 7. ayet, 6. ayetin devamıdır, 6. ayette, “Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna,” denilmektedir. Kim bu nimet verilenler, “Kendileri, gazaba uğramamış ve dalalete düşmemiş kimselerdir.” Bunların kim olduklarını da Rabb’imiz zaten açıklıyor.

“Kim Allah’a ve Rasul’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olan kimselerdir ve işte onlar, ne güzel arkadaştır!” (Nisa, 69)

Fatiha suresinin 5. ayetinde verilen sözün, yapılan taahhütnamenin gereği olarak yüce Allah’a itaat ve kulluk görevlerini yapanlar, tıpkı Nisa, 69. ayette Allah ve Rasulü’ne itaat edenler gibi hidayet üzerinde bulunacak ve gazaba uğramayan, dalalete düşmeyenlerden olacaktır. Bu nedenle meallerde yapılan “Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil” şeklindeki çeviriler yanlıştır.

“Ki kendileri, gazaba uğramamışlar ve dalalete düşmemişlerdir!” İslâm, Hz. Âdem (as)’dan Hz. Muhammed (as)’a kadar gelen vahiy zincirinin adı olduğuna göre, Müslüman kimseler de İslâm’ın belirlediği esaslara göre hareket etmekle mükelleftir. Bu mükellefiyetlerini yerine getirenler gazaba uğramayan ve dalalete düşmeyenlerdir.

Kur’an’da, gazaba uğrayanlar ve sapanlar ya da başka bir ifade ile saptıkları için gazaba uğrayanlar, vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmeyip Allah ve Rasulü’nün belirlediği esaslar dışında hareket edenlerdir.

Fatiha’yı okudukları halde, okudukları doğrultusunda hareket edip İslâmi bir cemaat içinde bulunmayanlar, vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmedikleri için sapmış ve gazaba uğramış kimselerdir.

Yüce Allah’tan, nimet verilenlerin doğru yolunu isteyenler, istedikleri doğrultuda hareket etmemeleri halinde, gazaba uğrayanlardan ve sapanlardan olacaklardır.

Fatiha suresi, günde altı vakit kılınan namazlarda kendilerini gözden geçirip nefislerinin muhasebelerini yapan Mü’minlerin, âlemlerin Rabb’i yüce Allah’a sundukları bir taahhütname, iman eden kulun, Rabb’ine takdim ettiği bir sure-i akd ve Mü’minleri, bu akitten sonra Kur’an’a yönelten Ümmü’l Kur’an’dır.

Kur’an’da müjdelenen ve mükâfatlandırılan kimselerin duası ile diyoruz ki:

“O, Allah’tır, O’ndan başka ilah yoktur; başta da sonda da hamd O’nun içindir ve hüküm de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” (Yunus, 10)

“Selam olsun gönderilen rasullere, âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun!” (Saffat, 181-182)

(1) Bu isimlendirmeler için Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.1, sh. 27-28’den yararlanılmıştır.

(2) Bu tanımlama müfessirin kendisine aittir.

(3) Darimi, salat, 36; Ebu Davut, salat, 136; İbn Mace, salat, 11.

(4) Rab kelimesi için, Alak suresi tefsirine bakınız.

(5) Nimet kelimesi için, Kalem Suresi tefsirine bakınız

 

Kurani Mücahede: 2006-09-15