Press ESC to close

Beled Sûresi

Hayat, insan için zorluklarla doludur; hiçbir şey kolay elde edilmemektedir. Bu, dünya hayatı ile ilgili konularda olduğu gibi yüce Allah’ın rızasının kazanılması konusunda da böyledir. İnsan, elde edeceği değere göre bedel ödemek durumundadır; değer ne oranda büyükse bedeli de o oranda büyüktür. Elde edilmek istenen değer için konulan bedel ödenmedikçe o değere ulaşılmaz.

Yüce Allah (cc), kendi rızasının ve buna bağlı olarak vereceği mükâfatın bedelini açık bir şekilde belirtmiş, bunun ödenmesi halinde rızasına ve vadettiği mükâfatlara ulaşılacağını bildirmiştir.

“Allâh, mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allâh'ın, Tevrât'ta, İncil'de ve Kur'ân'da üstlendiği gerçek bir sözdür! Kim Allah'tan daha çok sözünde durabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarıdır.” (Tevbe, 111)

Tevhidi mücadele, başta nefis olmak üzere, dünyevi bütün değerlerin ortaya konulduğu, bedeli ağır olan bir mücadeledir. İnsanların mallarını Allah için vermekten çekindikleri bir gerçek iken bir de çocuklarını ve eşlerini de iman ettikleri esaslar doğrultusunda feda etmeye hazır olmaları elbettte kolay bir durum değildir.

İman etme hazzını tatmış, imani kimliğini kuşanmış, yüce Allah’ın ve O’nun dininin bütün değerlerin üstünde bir değer olduğuna iman etmiş kimseler için dünyevi değerlerin verilmesinin hiçbir zorluğu yoktur.

Beled suresi, ilahi mesajı yüklenen elçinin ve elçilerin, yaşadıkları topraklar üzerinde, içerisinde bulundukları toplumlara daveti ulaştırmalarını istemektedir. Ancak insanlara daveti ulaştırmanın kolay olamayacağını, insanın zorluklar içerisnde yaratıldığını da bildirerek bu mücadelenin zorluklarına dikkatleri çekmiştir.

İlahi mesajın ve özellikle de bu mesaj içerisindeki Tevhidi ilkelerin insanlara duyurulması elbette kolay bir iş değildir. Hevalarını ilah edinen ya da başka kişilerin arzularını tek ölçü ve hayat prensibi olarak kabul eden kimseleri, tapındıkları ve ölçü edindikleri değerlerinden vazgeçirip yalnızca tek olan yüce Allah’ın uluhiyetini kabul etmeye davet etmek, tarihi süreçte örnekleri görüldüğü üzere oldukça zor bir görevdir.

Bir mesajı taşıyan ve onu insanlara duyurmak isteyen bir kimse, öncelikle mesajını ortaya koyacağı toplumu, o toplumun düşünsel yapısını, değer yargılarını, kültürel ve geleneksel alışkanlıklarını çok iyi bilmelidir. Bu durum, bir tüccarın satacağı mal için iyi bir pazar bulup orada elindeki malı satması gibidir.

Tarihsel süreçte Risalet önderleri ve onların izinde giden Tevhid erleri, kendi toplumları içinde Tevhidi esasları ortaya koymuşlar ve en yakınlarından başlayarak insanlara duyurmuşlardır. Bunun en önemli nedeni, davetini duyurduğu insanları yakından tanıması ve onlarla nasıl diyalog kuracağını bilmesidir.

İslâmi davetin ulaştırılacağı kimselerin, kendilerine bildirilen ilahi esasları hemen kabul edip teslim olmaları ve iman ettikleri esaslar doğrultusunda fedakârlık yapmaları, elbette kolay değildir. Risalet tarihinde, ilahi mesajı getiren elçilerin, daveti ulaştırdıkları insanlar tarafından nasıl karşılandıklarının birçok örneği görülmüştür.

Yüce Allah (cc) ve O’nun dini uğrunda fedakârlık yapmak ancak imanın hazzını tatmayan, gerçek imanın ne olduğunu bilmeyen kimselere ağır gelir. Onlar, şu geçici dünya hayatını ebedi zannederek onu ihya etmeye ve bu dünya hayatında rahat bir yaşam sürmeye çalışırlar.

Beled suresi, yaratılış gayesini unutarak kendisini her şeyin üstünde gören, Rab’lerini unutan kişilerin durumuna dikkat çekmektedir. Sure, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği gerçekleri görmezden gelerek Allah yolunda infak etmeyen, yoksula, yolda kalmışa yardım etmeyen kişileri kınamakta, yapılması gerekenin ne olduğunu bildirmektedir.

İslâmi daveti yüklenen Müslümanlar, bütün zorlukları gözönünde bulundurarak yaşadıkları topraklar üzerinde Tevhidi esasları ortaya koyacaklar ve insanları bu esasları kabul etmeye davet edeceklerdir. İnsanların bütün karşı çıkışlarına rağmen Müslüman davetçiler, bu zor görevi yani sarp yokuşu tırmanmak zorundadır, aksi halde davete muhatap oldukları halde reddedenlerin durumuna düşerler.

Beled suresi, insanların yapmakta zorlandıkları işleri sarp yokuş olarak tanımlamış ve bunun nasıl aşılacağını göstermiştir. Bu sarp yokuşu tırmananlar, Rab’lerinin rızasını kazanmış kişiler olacaklar, bu sarp yokuşu tırmanmayanlar, yüce Allah’ın gönderdiği ayetleri inkâr etmiş kimseler olarak cehenneme kapatılacaklardır.

Surenin Açıklaması

1-2- Yoo, and içerim bu beldeye ki, sen bu beldede bulunmaktasın.

Sure, yaşanılan belde ve insanlara yemin ederek başlamaktadır. Yaşanılan belde ve insan, davetin ortaya konulacağı yer ve davetin muhataplarıdır. Bu ikisi arasında bir ilişki vardır. Risalet önderleri, yaşadıkları beldede davetlerini ortaya koymuşlar ve tanıdıkları insanlara davetlerini ulaştırmışlardır.

Yüce Allah (cc), Risalet önderlerini hep onların içerisinde yaşadıkları toplumdan çıkartmış, elçilerini başka toplumlara davetçi olarak göndermemiştir. Bu nedenle elçilere karşı çıkan kimseler, elçilerin kimlik ve kişiliklerini hiç sorgulamamış, getirdiği mesajı sorgulamışlardır.

“Andolsun ki Allâh, mü'minlere büyük lutufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, içlerinden kendilerine Allâh'ın âyetlerini okuyan, onları yücelten ve kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi.” (Al-i İmran, 164)

“Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik.” (Bakara, 151)

“Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara, 146)

“Andolsun biz, Nûh'u kavmine gönderdik, onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı, sonunda haksızlık etmekte olan insanları Tûfân yakaladı.” (Ankebut, 14)

Davetin, yaşanılan beldede ve toplumda ortaya konulması, davetçiler ve davet için çok önemli bir husustur. Davete muhatap olanların, davetçiyi tanımadıkları gibi bir mazeret ileri sürerek daveti reddetmelerinin önüne peşinen set çekilmektedir. Bu nedenle insanlar, ister istemez yapılan davetle yüzyüze kalmaktadırlar.

Davetçilerin yaşadığı beldede ve kendi toplumlarında daveti ortaya koymaları, o toplumun gerçeklerini yakından bilmeleri bakımından çok önemlidir. Çünkü kimin ne düşündüğünün, kimin hangi karaktere ve ahlaka sahip olduğunun, bilgi ve kişiliğinin bilinmesi davetin kime nasıl ulaştırılacağı konusunda davetçiye yol gösterecektir.

Davetçinin, bilmediği tanımadığı bir toplumda davetini ortaya koyması, yanlış kişilerle muhatap olmasına ve belki de davetinin akamete uğramasına neden olacaktır. Bu nedenle yüce Allah (cc), her topluma kendi içlerinden elçiler göndermiştir.

3-4- Ve çocuğuna ve velisine(andolsun) ki Biz, insanı zorluk içinde yarattık.

İnsanın zorluk içinde yaratılmasında kasdedilen zorluk içinde ifadesi, yaratılış aşamasındaki evreler değil, insanın yatarıldıktan sonra sürdüreceği hayat ile ilgilidir. Bu, insanın keyf çatmak için yaratılmadığını, mücadele dolu bir hayatın içerisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır.

İnsanın içinde yaratıldığı zorluk, öncelikle dünya hayatı içerisinde hayatını sürdürmesinde, daha sonra Rabb’inin kendisine yüklediği sorumluluğu yerine getirmesinde karşılaştığı sorunlar ve zorluklardır.

İnsan cennette kalsaydı hiçbir zorlukla karşılaşmadan hayatını sürdürecekti; yüce Allah (cc), insana cennette yaşama fırsatı vermiş ve belli kuralllar içinde hareket etmesi halinde orada sürekli kalacağını kendisine bildirmişti.

“Dedik ki: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz!” (Bakara, 35)

“Dedik ki: ‘Ey Âdem, bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın, sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksını ve sen susamayacaksın, kuşluk vakti güneşi(nin ısısı)ndan etkilenmeyeceksin.” (Taha, 117-119)

İnsan, kendisine verilen bu sonsuz nimetlerden, konulan kurallara aykırı hareket ederek mahrum kalmıştır. Ondan sonra gönderildiği dünyada hem zorluklarla karşılaşmış, sıkıntılı bir hayat sürmeye başlamış, hem de daha sonra yaratılan diğer insanlarla birbirlerine düşman olmuş, kin ve düşmanlıkla dolu bir hayat sürmeye başlamıştır. Bu durum, insanın kendi elleriyle kazandığından başka bir şey değildir.

“Derken şeytan onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları (ni'met yurdu)ndan çıkardı. (Biz de) dedik ki: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin, yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır.” (Bakara, 36)

“(Allâh) buyurdu: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir. Orada yaşayacak, orada ölecek ve yine oradan çıkarılacaksınız!’ dedi.” (A’raf, 24-25)

Yeryüzüne gönderilen insanın daha sonra gelen nesilleri, şeytanın da kandırması ile kimi çıkarlar uğruna birbirlerine düşman olmuşlar, birbirleriyle savaşmışlar, huzursuzluk içerisinde bir hayat sürmüşlerdir. İnsanın mal biriktirme ve üstün olma duygusu, onu başkalarına zulmetmeye yönlendirmiş ve başkalarının haklarını gasp etmesine neden olmuştur.

İnsan için diğer bir zorluk, yüce Allah’ın kendisine bildirdiği hükümler doğrultusunda yaşama ya da yaşamama duygusudur. İnsanlardan kimi, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği hükümlerin gereklerini yerine getirmekte oldukça zorlanmış, bu hükümlerin gereğini yerine getirmeyerek Rab’lerine isyan etmişlerdir. Yüce Allah (cc), indirdiği hükümlere iman etmeyenleri zorlu bir hayata sürükleyecektir.

“Bana bırak, tek olarak yarattığım o kimseyi ki, ona gittikçe artan mal, gözönünde oğullar verdim ve onu bollukla donattım, sonra daha da artırmamı bekliyor.

Muhakkak ki o, bizim ayetlerimize karşı inatçı kesildi. Onu dimdik yokuşa sardıracağım” (Müddessir, 11-17)

“Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse ve en güzel(söz)ü de yalanlarsa, ona da en zoru kolaylaştırırız.” (Leyl, 8-10)

İnsan, yoktan varedildiğini, yaratılış gayesini ve kendisini yaratan Rabb’inin ona her şeyi sınırsız bir şekilde verdiğini unutarak kendisini her şeyi yapmaya muktedir sanmış ve Rabb’inin hükümlerini tanımayarak isyan etmiştir. Bunun sonucunda yüce Allah (cc) o insan için cehennnemi hazırlamıştır.

Yüce Allah’ın hükümlerini kabul etmeyen insanlar için zorluklar olduğu gibi ilahi mesajı kabul edenler için de zorluklar ve sıkıntılar vardır. İman edenler, Rab’lerini razı etmek için kendilerine bildirilen Tevhidi esasları yerine getirirlerken oldukça büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar. Bu zorluk ve sıkntıları yüce Allah (cc) şöyle bildiriyor.

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allâh'ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki Allâh'ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

İnsanlar, dünya hayatına gönderildikten sonra burada başıboş bırakılmamış, uyacakları kurallar açık bir şekilde kendilerine bildirilmiştir. Kendilerine bildirilen ilahi hükümlere iman eden kimseler, iman ettikleri bu ilahi hükümleri insanlara ulaştırmak için çalışacak, bu uğurda canını, malını ve bütün dünyevi değerlerini feda etmeye hazır olacaktır.

Tevhidi esasları insanlara duyurmak durumunda olan Müslümanlar, toplumsal ve siyasal tepkilerle karşılaşacak, bu uğurda sıkıntılara düşecek, baskı ve zulüm görecek ve işkenceye uğrayacak, malı elinden alınacak, belki de ailesi ve çocukları da baskı görecek ve zulme uğrayacaktır.

“Andolsun, sizi korku, açlık, mallar(ınız)dan canlar(ınız)dan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

“Yoksa siz, Allâh, içinizden cihâd edenleri bilmeden, sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran, 142)

Tarihi süreçte ve günümüzde insanlardan bazıları, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği kuralları tanımayarak Rab’lerine isyan etmiş, kendierini her şeyi yapmaya muktedir görerek başıboş hareket etmişlerdir.

5-7- İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? (Böbürlenerek) ‘Ben birçok mal telef ettim’ diyor. Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?

Müstağnilik, yüce Allah’ı inkâr olduğu gibi aynı zamanda bir hastalık ve akıldan yoksunlukdur da. Basit bir maddeden yaratıldığı, zaafiyet sahibi, aciz ve eksik olduğu halde insanın kendi durumunu düşünmemesi, akıldan yoksun olmaktan başka bir şey değildir. Aynı şekilde hiçbir şeye sahip olmadığı halde Rabb’i tarafından kendisine her şey ikram edildiği halde bunları kendisinden bilmesi de insanın Rabb’ine isyanından başka bir şey değildir.

“O (Allah) ki kalemle öğretti; insana bilmediklerini öğretti. Kesinlikle insan, müstağnileştiğinde tuğyan eder.” (Alak, 4-7)

Tarihi süreçte, yaratılışlarını unutup Rab’lerine isyanda sınır tanımayan birçok zorba çıkmış, kendilerine verilenleri kendilerinden bilip azmışlardır. Bunların en azgınlarından olan Fir’avn, Haman ve Hz. İbrahim (as)’ın karşı çıkan Nemrut’tur.

“Fir'avn kavminin içinde bağırıp dedi: ‘Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu aşağılık, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan adamdan daha iyi değil miyim?” (Zuhruf, 51-52)

“Fir'avn dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum, ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak (tuğla imal et de) bana bir kule yap, belki Mûsâ'nın ilahına çıkarım, çünkü ben onu yalancılardan sanıyorum.’

O (Fir'avn) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve kendilerinin bize döndürülmeyeceklerini sandılar.” (Kasas, 38-39)

“Allâh, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp) Rabbi hakkında İbrâhim'le tartışanı görmedin mi? İbrâhim: ‘Benim Rabbim O'dur ki yaşatır, öldürür’ demişti. ‘Ben de yaşatır, öldürürüm’ dedi. İbrâhim: ‘Allâh, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!’ deyince o kâfir şaşırıp kaldı. Allâh, zâlim toplumu hidayete iletmez.” (Bakara, 258)

“(Karun), bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi dedi. Bilmedi mi ki Allâh, kendisinden önceki kuşaklar arasıda kendisinden daha güçlü ve daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helâk etmiştir? Suçlulara günâhlarından sorulmaz.” (Kasas, 78)

Azgınlığın ve nankörlüğün sınırı yoktur; azıcık bir nimete ya da güce kavuşan bazı kimseler, kendilerini müstağni görerek azmışlar, koydukları kural ve hükümlerle kendilerini ilah olarak görmeye başlamışlardır.

Bugün de durum farklı değildir; küfür, şirk ve isyanlarında sınır tanımayan bazı kimseler, yüce Allah’ın indirdiği hükümleri tanımayarak kendileri, hüküm koyarak insanlar üzerinde ilahlık taslamaya kalkışmışlardır.

Bugün yapılmaya çalışılan anayasa, yüce Allah’ın hükümlerini hiçe sayma ve insanlar üzerinde kendi ilahlıklarını ilan etmekten başka bir şey değildir. Özellikle sistemin kurucularını putları önünde yapılan tapınma merasimleri, Fir’avn benzeri bir beşeri ilah edinmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Bunlar, Rab’lerine dönmeyeceklerini sanmakta bu nedenle de azgınlıklarına dolu dizgin bir şekilde devam etmektedirler.

Azgınlık ve isyanlarında sınır tanımayarak, insanlar üzerine hüküm koymaya kalkışanlar, bu yaptıklarının hesabını vermeyeceklerini, yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zan etmektedirler. Oysa her şeyi bilen ve yapılan her şeyin hesabını soracak olan yüce Allah (cc), daha önceki zalim despot inkârcıları helak ettiği gibi, sonradan gelen bütün zalimleri de helak edecek ve onlar, ahiret hayatında da azabın en şiddetlisine itileceklerdir.

7-9- Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil, iki dudak?

Yüce Allah (cc), insanları yaratmış, onlara görme ve konuşma özelliklerini vermiş ve nasıl hareket edecekleri ile ilgili kurallarını bildirmiştir. Başıboş ve eğlence için yaratılmayan insana bildirilen bu kurallar, onların yeryüzünde nasıl hareket edecekleri ve ne söyleyecekleri ile ilgilidir.

Kur’an’da göz, kulak ve kalpler, birçok yerde beraber anılırlar. Gözler, kulağın duyduğu hakikatleri kalbe aktarır, kalbin onu kabullenmesinde rol oynar. Bu nedenle yüce Allah (cc) insanlara gözler, kulaklar ve kalpler verdiğini bildirmektedir.

“De ki: ‘Sizi yaratan, size işitme, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?” (Mülk, 23)

“O'dur ki, sizin için o kulağı, o gözleri ve gönülleri inşâ etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minun, 78)

“Allâh sizi, annelerinizin karınlarından çıkardı, size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz.” (Nahl, 78)

“Biz ona vermedik mi iki göz” iki göz, insana verilen nimetlerin en önemlilerinden biri olan gözler, insanın kişiliğini, duygularını, tavırlarını en iyi yansıtan bir uzuvdur. Hakkın görülmesinde ve kabul edilmesinde, yüce Allah’a karşı ibadetlerin yerine getirilmesi sırasında duyguların ifadesinde gözler, en önemli şahittir.

“Rasul’e indirileni dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. ‘Rabbimiz, inandık, bizi şâhidlerle beraber yaz!’ derler.” (Maide, 83)

“De ki: ‘Siz ister ona inanın, ister inanmayın, O, daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar, derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar.

Rabbimizin şânı yücedir, gerçekten Rabbimizin sözü mutlaka olacaktır! derler, ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve Kur’ân onların derin saygısını artırır.” (İsra, 107-109)

Gözler, mutluluk ve sevinç duygularının en güzel şekilde ifade edildiği uzuvlardır. İnsan mutlu olunca bu mutluluk gözlerine yansır ve ilk önce orada görülür.

“Ve: ‘Rabbimiz bize gözler sevinci eşler ve çocuklar lutfeyle ve bizi muttakilere önder yap!’ derler.” (Furkan, 74)

“Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı(ni'metleri)in saklandığını hiç kimse bilmez!” (Secde, 17)

“Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı her şey var ve siz orada ebedi kalacaksınız.” (Zuhruf, 71)

Gözler, Hakkın kabul edilmesinde en önemli rolü oynadığı gibi, Hakkın inkârında da en önemli rolü oynamaktadır. Yüce Allah (cc), inkâr eden kâfirlerin durumunu şöyle açıklıyor.

“Onlara size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları, ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağladı. Zira bile bile Allâh'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı ve alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.” (Ahkâf, 26)

“Allâh, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir. Onlar için büyük bir azâb vardır.” (Bakara, 7)

“(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar (Hakk'a) dönmezler.” (Bakara, 18)

Gözler, şahitlik yapma konusunda da çok önemli bir göreve sahiptir. Gerek insanların yaptıkları, gerekse insanın bizzat kendisinin yaptığı işler konusunda gözler, dünya ve ahirette şahitlik yapacaklardır.

“Nihâyet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları işler hakkında aleyhlerine şâhidlik ettiler.

Siz (günâh işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şâhidlik etmesinden gizlenmiyordunuz, yaptıklarınızın çoğunu Allâh'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (Fussilet, 20-22)

Gözlerin bir çoğu, gördükleri halde kördürler. Bu gözler, yaşadıkları süre içerisinde yüce Allah’ın yarattığı binlerce ayeti, mucizeyi ve harikaları görmelerine rağmen, bunların yaratıcı olan yüce Allah’ın eserleri olduklarını idrak etmeyerek kör olduklarını ortaya koyuyorlar.

“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalbleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık… Ve işte gâfiller onlardır!” (A’raf, 179)

“Onlar ki beni anmağa karşı gözleri perde içinde idi ve (Kur'ân'ı) dinlemeğe tahammül edemezlerdi.” (Kehf, 101)

“O kâfirlerin durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyene haykıran kimsenin durumu gibidir. (Onlar), sağır, dilsiz ve kördürler, onun için düşünmezler.” (Bakara, 171)

“Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil, iki dudak?” Bir dil ve iki dudak; gözlerin görüp algıladığı Hakikati, dudaklar ifade edecek, insanlara duyuracaktır. Yüce Allah’ın gönderdiği Tevhidi esasların insanlara duyurulması görevi, dudaklar ve dil ile yerine getirilecektir. Bu elbette kolay bir görev değildir; Tevhidi esasların insanlara duyurulması ve insanların, tüm cahili adetlerini, alışkanlı ve değer verdiklerini bırakıp tek olan yüce Allah’a davet edilmesi oldukça zorlu bir görevdir.

Tevhidi esasları reddeden kimseler, bütün güçleri ile kendilerini iman etmeye çağıran kişilere saldıracaklar, baskı ve işkence yapacaklardır. İnsanların Tevhidi esaslara davet edilmeleri, yüce Allah’ın bildirdiği gibi sarp bir yokuşu andırmaktadır ve bu sarp yokuşu tırmanmak her kişinin isteyip yapacağı bir iş değildir.

İki Tepe, Sarp Yokuş

Davet görevi yerine getirilirken davetçinin, canı başta olmak üzere, dünyevi bütün değerlerini gerektiğinde feda etmesi ve kimi zaman da bu uğurda eziyet görmesi, işkenceye uğraması sözkonusudur. Bunlar, nefis açısından sarp bir yokuştur. Bu sarp yokuşu tırmanmak ve aşmak, ancak güçlü bir irade, manevi bir kuvvetle mümkün olabilir.

Tarihi süreçte nice Risalet önderi peygamberler ve Tevhid erleri Tevhidi esasların insanlara duyurulması uğrunda işkenceler altında canlarını vermiştir. Onlar, önlerindeki sarp yokuşu tırmanmak uğruna her türlü baskı ve işkenceyi göze almışlar ve yüce Allah (cc) da onlara yardım etmiştir. Bu nedenle davet görevi surede, sarp bir yokuşa benzetilerek verilmektedir.

10-12- Ona iki tepeyi gösterdik, fakat o, sarp yokuşa atılamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin?

İki tepe, iki sarp yokuş; bu sarp yokuştan biri Tevhidi esasların insanlara duyurulması, ikincisi, Allah yolunda sahip olunan malların, paraların ve bütün değerlerin infak edilmesidir. Davet ve infak, insanın nefsine ağır gelen ve onun önünde sarp yokuş gibi duran iki konudur. Bu iki konu da ancak gereği gibi iman etmekle çok kolayca aşılabilecektir.

13-16- Bir boynu çözmek yahut açlık gününde doyurmaktır, akrabâ olan yetimi yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu.

İnfak etmek, elbette nefislere kolay gelen bir şey değildir; ancak niçin infak ettiğinin bilincinde olan, infak etmenin bir ibadet ve yüce Allahın rızasını kazanmaya vesile olduğunu bilen, yüce Allah’ın gönderdiği hükümleri kabul ve tasdik etme anlamı taşıdığını bilen kimseler infak edebilirler.

İnfak etmek, Kur’ani ifade ile en güzel söz olan Kelime-i Tevhidi tasdik etmektir. İnfak etmemek de Kelime-i Tevhidi inkâr etmek ve tanımamaktır ki yüce Allah (cc) bu kişilere eşkiya demektedir. Kural tanımayan kimselere eşkiya denildiği gibi yüce Allah’ın indirdiği Tevhidi esasları tanımayan, hayatlarını O’nun gönderdiği hükümlere göre düzenlemeyenler de Şaki yani eşkiya denilmektedir.

“Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse ve en güzel(söz)ü de yalanlarsa, ona da en zoru kolaylaştırırız.” (Leyl, 8-10)

“Ben, sizi alev saçan bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak şaki olan girer. O ki, yalanlandı ve sırtını döndü.” (Leyl, 14-16)

Gereği gibi ya da hiç iman etmeyen kimseler için infak etmek, Allah yolunda mal harcamak çok zor bir iştir. Bu kimseler için mal, canlarından daha ileridir ve tabir yerinde ise bu kimseler, canlarını verir mallarını vermezler. Bunların bir çoğu, dünya hayatında yüce Allah (cc) tarafından helak edilmişlerdir.

Rab’leri tarafından verilen mal ve sermayeyi kendilerinin zannneden kimseler, Kıyamet gününde, içerisinde ebedi kalmak üzere cehenneme sürüleceklerdir ve Allah yolunda vermedikleri malları da azaplarını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

“O ki mal yığdı, onu saydı durdu; malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanıyor. Kesinlikle o, Hutame'ye atılacaktır. Hutame'nin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Allâh'ın tutuşturulmuş ateşidir ki gönüllere işler.” (Hümeze, 2-7)

İnfak Etmek, İman etmenin göstergesidir

İnfak etmek, zorla yapılabilecek ya da zekâtta olduğu gibi devlet tarafından alınabilecek bir şey değildir. Gönülden ve hiçbir sıkıntı duymadan infak etmek, iman etmenin, yüce Allah (cc) tarafından gönderilen hükümlerden hoşnut olmanın ve O’ndan razı olmanın bir göstergesidir.

Gönülden infak etmek, insanın, kendisinde bulunan mal ve sermayenin Rabb’i tarafından emaneten verildiğinin bilincinde olması, kendisine bu mal ve sermayeyi kazandıracak güç ve aklı veren yüce Allah’a şükretmesidir. İnfak etmek, her türlü günah ve hatalardan arınıp temizlenmektir.

İman eden kimseler için infak, yüce Allah’a yaklaştıran, O’nun rızasını kazandıran bir ibadet olduğu için onlar, hiçbir sıkıntı duymadan, yalnızca Rab’lerinin rızasını kazanmak için, gönül hoşnutluğu ile infak ederler. Yüce Allah (cc), isteyerek gönülden infak edenleri övmüş ve onların da yakında razı edileceklerini bildirmiştir.

“O ki malını vererek arınır, yücelir ve onun yanında, hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur. Yalnız yüce Rabbinin rızası için verir. Yakında kendisi de razı olacaktır.” (Leyl, 18-21)

İman noktasında zaafiyet içerisinde bulunan birçok kimse, iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, Allah yolunda infak etmezler ve infak etmemek için birbir mazeret ileri sürerler. Böyle kimseler, Kur’an’da sürekli bir şekilde kınanmış ve bunların cehenneme girecekleri bildirilmiştir.

“Hayır, doğrusu siz yetime ikrâm etmiyorsunuz, yoksula yedirmeğe teşvik etmiyorsunuz, mirâsı hırsla yutuyorsunuz ve malı pek çok seviyorsunuz.” (Fecr, 17-20)

“Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz.” (Leyl, 11)

“Ve cehennem de getirildiği zaman. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne yararı var?” (Fecr, 23)

“Onların ne malları, ne de çocukları kendilerini Allah'a karşı koruyabilir. Onlar ateş halkıdır. Orada sürekli kalacaklardır.” (Mücadele, 17)

İnfak etmek istemeyen, imanı zayıf kimseler, basit nedenler ileri sürerek kendilerine bir çıkış yolu bulmaya çalışırlar. Onlar, kazançlarının yeterli olmadığını, kazandıklarının ancak kendilerini zor geçindirdiğini, borçları olduğunu vb. mazeretler ileri sürerler.

Gerçek iman sahibi kimseler, hiçbir mazeret ileri sürmeden, kazançlarının azlığına bakmadan Allah yolunda infak ederler. Yüce Allah (cc) böyle kimseleri övmüş ve onları sevdiğini bildirmiştir.

O(koruna)nlar bollukta ve darlıkta infak ederler, öfke(lerin)i yutkunurlar, insanları affederler. Allâh da güzel davrananları sever.” (Al-i İmran, 134)

İnfak etmekte ölçü bellidir; malların en iyisinden vermek, az vermemek, infak ederken kibirlenip böbürlenmemek ve başa kakmamaktır. Ancak bu durumda verilen infak yüce Allah’ın rızasına muvafık olabilir ve ancak yüce Allah (cc) böyle infak edenlerden razı olabilir.

“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyilerinden infak edin, kendiniz, göz yummadan alamayacağınız kötü şeyleri sadaka vermeye kalkmayın. Bilin ki Allâh zengindir, övülmüştür.” (Bakara, 267)

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla gerçek imana eremezsiniz. Ne infak ederseniz Allâh onu bilir.” (Al-i İmran, 92)

Yüce Allah (cc), hangi mallardan infak edileceğini belirtmiş, buna göre hareket edilmesini istemiştir. Gerçek imana ancak, kazanılan ve elde edilen malların iyilerinden ve sevilen şeylerden infak edilmesi ile ulaşılacağı belirtilmiştir.

İnfak edilecek malların, nasıl verilmesi gerektiği ile ilgili ölçüleri de koyan yüce Allah (cc), bu ölçülere uyulması halinde sadakaların bir anlam ifade edeceğini de bildirmiştir.

“Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha iyidir ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır. Allâh yaptıklarınızı duyar.” (Bakara, 271)

“Mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak edenlerin mükâfatı Rab’leri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 274)

Rab’lerinin hoşnutluğunu kazanmak için infak eden kimseler, sarp yokuşu, hiçbir yorgunluk hissetmeden aşmışlar ve Rab’lerinin kendileri için müjdelediği mükâfatları elde etmişlerdir.

17- Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak.

Sarp yokuştaki ikinci tepe, hiç kuşkusuzdur ki, Tevhidi esasları insanlarda duyurmaktır. Tevhidi esasların insanlara duyurulması elbette kolay bir görev değildir. Risalet tarihine bakıldığında bu görevin ne denli zor olduğu açıkça görülecektir.

Davet görevindeki zorluk, iman ettikten hemen sonra kişinin nefsi ile yaptığı mücadele ile başlamaktadır. İkinci olarak, kişinin, sosyal çevre ile karşı karşıya gelmesi, sosyal çevre tarafından dışlanması, alay edilmesi, hakarete uğraması gelmektedir. Üçüncü olarak daveti ortaya koyan kişinin, siyasal egemen güçlerle ve onların temsilcileri ile karşı karşıya gelmesi, onlar tarafından baskıya, zulme ve işkenceye uğraması, zindanlara girmesi ve nihayet öldürülüp şehit edilmesi sözkonusudur.

Davetin ortaya konulması, kişinin üç tane putu yıkıp aşması ile mümkün olabilir. Nefis putu, toplumsal put ve siyasal put.

Davet görevinin üstlenmesinde insanın kendi nefsini aşması, oldukça zor olan ilk aşamadır. Bu ilk aşamadaki zorluğu, Risalet önderlerinden Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve Hz. Muhammed (as)’ın, vahye ilk muhatap oluşlarında çok açık bir şekilde görülmektedir.

Hz. İbrahim (as), kendi kendisini ikna etmesi oldukça uzun sürmüş ve ancak tam mutmain olduktan sonra davet görevine başlamıştır.

“Böylece biz İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.

Üzerine gece basınca bir yıldız gördü; ‘Budur Rabbim’ dedi. Yıldız batınca: ‘Batanları sevmem’ dedi.

Ay'ı doğarken görünce: ‘Budur Rabbim’ dedi. O da batınca: ‘Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum’ dedi.

Güneşi doğarken görünce: ‘Budur Rabbim, bu daha büyük’ dedi. (O da) batınca dedi ki: ‘Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben müşriklerden değilim!” (En’am, 75-79)

Bu gerçekleri görüp idrak etmesine rağmen Hz. İbrahim (as), kalbinde en küçük bir tereddüde yer vermemek için çalışmış ve tam mutmain olmak için yüce Allah’tan bazı deliller istemiştir.

“İbrâhim de bir zaman:

– ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti.

– (Allâh); ‘İnanmadın mı?’ dedi,

– (İbrâhim): ‘Hayır (inandım), fakat kalbim kuvvet bulsun diye’ dedi.

– ‘O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (kendine alıştır), sonra her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra onları kendine çağır; koşarak sana gelecekler. Bil ki, Allâh dâimâ üstün, hakimdir’ dedi.” (Bakara, 260)

Hz. Musa (as) da, davet görevi kendisine verildiğinde bir sürü mazeretler ileri sürmüş, ancak yüce Allah’ın kendisini destekleyeceğine tam iman ettikten sonra davete başlamıştır.

– “(Ey Musa): Seni kendim için seçtim, sen ve kardeşin, âyetlerimi götürün, beni anmakta gevşeklik etmeyin. Fir'avn'e gidin, çünkü o azdı.” (Taha, 41-43)

– “Dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden, yahut iyice azmasından korkuyoruz.’

– ‘Korkmayın, ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm’ dedi.” (Taha, 45-46)

– “(Mûsâ): ‘Rabbim ben, onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum. Göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor, onun için Hârûn'a da elçilik ver; hem benim üzerimde onlara karşı işlediğim bir günâh da var, onların beni öldürmelerinden korkuyorum.’ dedi.”

– (Allâh): ‘Kesinlikle ikiniz de âyetlerimizle gidin, biz sizinle beraberiz, dinliyoruz’ dedi." (Şuara, 12-15)

– ‘Rabbim, ben onlardan bir kişi öldürmüştüm, beni öldüreceklerinden korkuyorum’ dedi.

– ‘(Allâh) ‘Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir yetki vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size asla erişemeyecekler, ikiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz’ dedi.” (Kasas, 33,35)

– ‘Korkma, üstün gelecek sensin, sen’ dedik.” (Taha, 68)

“Onlara yardım ettik de üstün gelenler kendileri oldular.” (Saffat, 116)

Hz. Muhammed (as) da, kendisine ilk vahiy geldiğinde koşarak evine gitmiş, titremeye başlamış ve üstüne yorganlar örttürerek yatmıştır.

“Biz senin göğsünü açmadık mı? Atmadık mı senin üzerinden, belini büken yükünü? Senin şanını yüceltmedik mi? Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır; muhakkak ki her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse boşaldığın zaman tekrar uğraş ve Rabb’ine rağbet et.” (İnşirah, 1-8)

Bütün bu tarihi örnekler de ortaya koyuyor ki Tevhidi esasları ortaya koyup insanları bu gerçekleri kabul etmeye davet etmek oldukça zor bir görev ve sorumluluktur. Ancak gereği gibi iman edildikten sonra bütün zorluklar aşılmış ve Tevhidi mücadele başlamıştır.

Günümüzde birçok kimsenin, Kur’an okuduklarını iddia etmelerine rağmen Tevhidi bir davetin ve hareketin olmamasının temelinde işte bu sarp yokuşa tırmanmama nedeni vardır. Bu kimseler, Kur’an okumalarına ya da tefsir yapıp insanlara anlatmalarına rağmen, Tevhid konusunu çarpıttıkları için ancak ibadi konular üzerinde duruyorlar ki bunun, insanların yanında ve siyasal egemen güç nezdinde hiçbir riski bulunmamaktadır.

İşte ancak bu sarp yokuşu ve iki tepeyi, Rab’lerinin yardımlarıyla aşanlar, Rab’lerini rızasına ulaşacak ve vadedilen mükafatlara kavuşacaklardır.

18- İşte onlar sağın adamlarıdır.

İnfak etmeyenler ve Tevhidi esasları insanlara duyurmayanlar, sarp yokuşu tırmanmamış, kimi yokuşun başında, kimi yarısında kimileri de belli bazı noktalarda kalmış, sonra yokuş aşağı cehennneme kadar yuvarlanmışlardır. Onlar, o cehennemde sürekli kalacak, kapıları üzerlerine kilitlendiğinden oradan bir daha çıkmayacaklardır.

19- Âyetlerimizi tanımayanlar ise solun adamlarıdır. Onlara (kapıları) üzerlerine kilitlenecek bir ateş vardır!

 

Kurani Mücahede: 2012-05-20

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir