Alak Suresi

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

Alak Suresi

GİRİŞ

Bir görevi üstlenen bir kimsenin, öncelikle o görevi yapmaya hazır olması, görevin sorumluluğunu üstlenecek fiziki ve psikolojik güce sahip olması gerekir. Üstlendikleri göreve hazır olmayan kimseler, görevlerini hakkıyla yerine getiremezler. Bu, her konuda olduğu gibi ilahi mesajın üstlenilmesinde de geçerli olan bir kuraldır.

İlahi mesajı üstlenecek Müslüman bir davetçi, insanlara ulaştıracağı mesajın mana ve ehemmiyeti yanında, mesajı ulaştıracağı toplumun içerisinde bulunduğu düşünce yapısını, siyasal eğilimini, kültürel birikimini de çok iyi bilmeli, ona göre hareket etmelidir.

Çağlarüstü niteliğe ve evrensel boyuta sahip Kur’an mesajının nesillere ulaştırılması için öncelikle daveti üstlenenlerin, bu mesajı kendilerinin anlamaları, kalpten kabul edip yaşamaları gerekmektedir.

İlahi mesaja muhatap olanların, ihlas sahibi, samimi olmaları gerekir, aksi halde mesaj, -ne denli açık olursa olsun- mesajı alanların ihlas sahibi olmamaları halinde kendilerine bir şey kazandırmayacaktır.

Kur’an okuyan kimse, hitabın birinci derecede kendisine olduğunu, kendisini ilgilendirdiğini bilmeli, Kur’an’la bütünleştirmelidir. Ancak Kur’an’la bütünleşenler, yaşayan Kur’an haline gelenler, davet görevini üstlenebilir ve Rab’lerinin hoşnutluğunu kazanabilirler.

Kur’ani mesajın net olarak anlaşılması, ancak Kur’an’daki kavramların ifade ettikleri anlama uygun olarak bilinmesiyle mümkündür. Kavramların ifade ettikleri anlamlarının aslına uygun bilinmesi, Kur’ani mesajın kolay anlaşılmasını, insanlara daha sağlıklı bir şekilde ulaştırılmasını sağlayacaktır.

Müslüman Davetçi

Tevhidi esasları topluma ulaştıracak Tevhid erleri, kimin adına hareket ettiklerini, üstlendikleri mesajın kendilerinden ne istediğini çok iyi bilmeli, mesajı ulaştıracakları toplumdan görecekleri her türlü tepkiye, hatta baskı ve işkencelere hazır olmalıdırlar.

Müslüman Davetçi, içinde yaşadığı toplumun özelliklerini, siyasal eğilimini, kültürel ve inanç değerlerini çok iyi bilmeli; çağının sorunlarını, siyasi durumunu, dünyada gelişen olayları yakından izlemeli, içerisinde yaşadığı dönemi çok iyi anlamalı, geçmiş dönemlerle karşılaştırmalı, böylece kendisini geleceğe göre hazırlamalıdır.

Tevhid erleri, kendilerinden önce Tevhid mücadelesini sürdüren davetçilerin davet metotlarını gözönünde bulundurarak hareket etmeli, onların, insanları yalnızca vahiyle uyardıklarını bilmeli, ona göre hareket etmelidirler.

Davetçiler, geçmiş dönemlerde cereyan eden Hak-Batıl mücadelesinde Tevhid erlerinin karşılaştıkları sorunları, sıkıntıları, bu mesajı insanlara ulaştırırlarken başlarına gelen baskı ve zulümleri en ince noktasına kadar öğrenmeli, kendilerinin de aynı sorunlarla karşılaşacaklarını bilmelidirler.

Davetçiler, kendilerinin müjdeci ve uyarıcı olduklarını bilincinde, sorumluluklarının şuurunda olmalı, Kur’an’ı ahlak edinmeli, Rasulullah (as)’ı örnek ve önder edinerek davette izleyecekleri metodu, Kur’an öğretisine, Rasulün uygulamasına göre yapmalıdırlar.

Davetçiler, davet görevlerini yerine getirirlerken yalnızca yüce Allah’a tevekkül etmeli, Rab’lerinin daima kendileriyle beraber olduğunu unutmamalıdırlar. Davetçiler, hiçbir şekilde ve şartta içerisinde yaşadıkları beşeri düzenlerden çekinip korkmamalı, sistemin belirlediği kurallara göre hareket etmemelidirler. Unutulmasın ki, ilahi mesajın en büyük düşmanları tağuti beşeri sistem ve onu destekleyen geleneksel din anlayışına sahip toplumdur.

Davetçiler, daveti reddeden topluma karşı ilk önce şefkat ve merhametle muamele etmeli, mümkün oldukça onlara acımalı; babanın asi çocuğuna bakışı gibi, topluma merhametle bakmalıdırlar. Buna rağmen toplum yüce Allah’a isyanına devam ederse, onların cezalandırılmasını yüce Allah’a havale etmelidirler.

Davetçiler, toplumu yönlendiren, onu şirk bataklığından hidayet aydınlığına çıkarmaya çalışanlar olduklarına göre, zorluklara karşı hazırlıklı olmalıdırlar. Bu zorlukların başında musibetler, sıkıntılar, yokluklar, işkence ve baskılar gelmektedir. Davetçiler, bütün zorluk ve sıkıntılara, baskı ve işkencelere karşı iman zırhıyla donanmalıdırlar.

Müslüman davetçiler, kendilerini şirk ve küfürden, geleneksel din anlayışından, statik kültürün düşünsel kalıntısından arındırmalıdırlar. Onlar, yalnızca yüce Allah’a tevekkül edip O’na güvenmeli, O’ndan yardım istemeli, yalnızca O’nu otorite kabul etmelidirler. Aksi halde bu zorluklara dayanamaz, davetin yükünü yüklenemezler.

Alak Suresi

1- Davet et, Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı!

2- İnsanı alak’tan yarattı!

3- Davet et ki, Rabb’in en Kerim’dir.

4-5- O ki, kalemle öğretti, insana bilmediği şeyleri öğretti.

6-7- İyi bilin ki şüphesiz insan, tuğyan eder; kendini müstağni gördüğünde.

8- Muhakkak dönüş Rabb’inedir!

9-10- Gördün mü men eden kimseyi, salat ettiğinde bir kulu!

11-12- Düşünsene, şayet (o kul) hidayet üzere ise yahut takvayı emrediyorsa!

13- Düşünsene, (engelleyen) yalanlamış ve yüzçevirmiş ise.

14- Bilmiyor mu, muhakkak Allah’ın gördüğünü!

15-16- İyi bilin ki, andolsun şayet vazgeçmezse muhakkak perçemi(ni) tutup çekeriz; yalancı, günahkâr perçemi.

17- Artık meclisini çağırsın!

18- Biz de yakında zebanileri çağırırız!

19- Kesinlikle ona itaat etme; secde et ve yaklaş!

Alak suresi hakkında kısa bir açıklama

lk beş ayeti, Hz. Muhammed (as)’a Hira mağarasında nazil olan ilk ayetlerdir.

İlk sekiz ayette, ilahi mesajın yalnızca yüce Allah (cc) adına yapılması gerektiği, insanın yaratılışı, verilen nimetler ve insanın, bu nimetlere karşı nasıl büyüklenip müstağnileştiği, sonunda Rabb’ine dönüşü anlatılmaktadır.

Surenin, 9-19. ayetlerinde Hak-Batıl mücadelesi, bu mücadelede davetçinin tavrı, Hakk’a karşı olanların durumları gözönüne serilmekte, davetçiden, davete karşı çıkanlara kesinlikle itaat etmeden yalnızca Rabb’ine yönelerek ilahi mesaja teslim olması istenmektedir.

Hz. Muhammed (as), cahiliye toplumunun içerisinde bulunduğu şirk ve küfür bataklığını görmüş, ancak buna çare bulamamanın sıkıntı ve endişesi ile Hira Mağarasında uzlete çekilmiştir. Sık sık gidip geldiği bu mağarada iken bir gün Cebrail (as) tarafından kendisine Alak suresinin ilk beş ayeti okunmuştur. Bu duyuru üzerine irkilip korkan Hz. Muhammed (as) evine giderek eşi Hz. Hatice’ye kendisini örtmesini söylemiştir.

Hz. Muhammed (as), kendisinin Rasul oluşuna uzun süre inanamamış, o çağda genel geçer olan kültürel yapılanmanın etkisiyle büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Kendisine gelen vahiyle Rasul olduğuna, -eşlerin en hayırlısı Hz. Hatice’nin büyük destek ve yardımıyla- inandıktan sonra, “Ey örtüsüne bürünen! Kalk uyar, Rabb’ini böylece büyükle!” (74 Müddessir 1-3) hitabı ile geleneksel kültüre aldırış etmeden Hakk’ı anlatmaya başlamıştır.

Surede geçen bazı kavramlar

İKRA: Ka-ra-e kökünden gelen bu kelime okuma, davet etme, söyleme, duyurma, ulaştırma anlamına gelmektedir. Her ne kadar lügat anlamı okumayı ifade ediyorsa da ıstılahı anlamı değişmektedir. Bir mesajın, bir yerden bir başka yere ulaştırılması, bir başka yerdeki insanın davet edilmesi anlamları “İkra”nın kapsamı içerisindedir.

Okumak, yalnızca bir yazıyı okumakla sınırlandırılamaz; davet etmek, söylemek, birini düğüne ya da herhangi bir yere çağırmak da okumaktır. Örneklendirilecek olursa.

“Ezan okunuyor”, “ezanı oku”, birini düğüne davet etmek anlamında “Filanı düğüne okuduk”, sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp konuşanlar için “Adam bildiğini okuyor” gibi ifadeler, söylemek, davet etmek, konuşmak anlamında okuma olarak telaffuz edilmektedir.

İSİM (Ad): Kurum ve kuruluşları belirleyen simgeleri, adına iş yapılan kişi ve kurumları belirleyen sıfat ve işaretlere isim denir.

Günümüzde bir işi yapmakla görevlendirilen, bir işi takip eden kişilere, kimin adına iş yaptığı, ne adına hareket ettiği sorulur. Elçiler ülkeleri dışında ülkeleri adına iş yapar, ülkelerini dışarıda temsil ederler ve temsil ettikleri ülkelerin konumlarına göre farklı etkilere, misyonlara sahip olurlar. Dünya siyaset sahnesinde büyük, güçlü, sesini duyurmuş ülkelerin elçileri her yerde saygı görürler. Elçiler, bu saygınlıklarını, adına hareket ettikleri ülkelerinden alırlar.

RAB: Yaratan, insanın hedefini gösteren, belirleyip takdir eden, bütün nimetleri bahşeden, mürebbi, ihtiyaçların giderilmesinde kefil, terbiye eden ve yetiştiren (mürebbi), gözeten, sorumluluğu üzerine alan, üstün olan, itaat edilen, otorite, toplayan, tasarruf sahibi, melik ve efendi anlamlarına gelmektedir.

İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana, zaman zaman rablık iddiasında bulunmuş kişiler ortaya çıkmıştır. Yönetici konumunda olanlar, zamanla insanlar üzerinde alternatifsiz bir idareci olduklarına inanmışlar, halka verdiklerini lütuf olarak verdiklerine, kendilerinin yokluklarında halkın perişan olacağına inanmışlar, giderek halk üzerinde zulme dayanan otoritelerini tesis ederek rablık iddiasına kalkışmışlardır.

Kendilerini, halk üzerinde rab kabul eden bu azgın kişiden bazıları, öldükten sonra da ortaya koydukları zulüm sistemleri dolayısıyla etkileri, belli bir müddet devam ettirmiştir.

Orta Asya’da Orhun Anıtları’nda görüldüğü gibi, Kültigin: ‘Siz açken sizi doyurdum, sizi çıplakken giydirdim, düşmandan korudum’ sözleriyle kendisini insanların rabbi ilan ederken Mısır’da Fir’avn:

“Fir’avn kavmine seslenip dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi, görmüyor musunuz.” (Zuhruf, 51)

“Ardından dedi ki: ‘Ben, sizin en yüce rabbinizim!” (Naziyat, 24)

Fir’avn, sözleriyle kendisinin rab ve mülkün sahibinin olduğuna inanmıştır.

Aslında tüm zalimler, toplumları üzerinde kendilerinin rab olduklarını bir şekilde ilan etmektedirler. Her çağda zalim ve müstekbirler hep aynıdır; rızkın kendileri elinde bulunduğunu, ceza ve mükâfat verebilme gücüne sahip olduklarını düşünürler.

“Sizin kâfirleriniz, sizden öncekilerden daha hayırlı mı (üstün mü), yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mı var!” (Kamer, 43)

Günümüzde iktidarı ele geçirenler, insanlar üzerinde egemenliklerini kurduktan sonra kendilerini halktan soyutlayarak müstekbirleşmişler, zamanla halktan üstün olduklarını, analarının kendilerini bu iş için doğurduğunu zannetmişlerdir. Kendilerini müstağni gören bu kimseler, -açıkça ifade etsinler ya da etmesinler- kendilerini, toplum üzerinde rab (ilah) olarak görerek helalı haram, haramı helal yapmışlardır. Bunlara itaat edenler, onların kanunlarına göre hareket edenler ve onlardan korkup çekinenler de bunları rab edinmişlerdir.

KEREM (Ekrem): Cömertlik, yücelik, büyüklük, eli açık, karşılıksız veren anlamlarına gelmektedir. Keramet bu kelimeden türetilmiş, ikram eden, çokça veren anlamları da kerim (Ekrem) kelimeleriyle izah edilmiştir.

Kerem, ölçüsüz cömertlik, eline geçeni vermek değil, ölçülü bir cömertliği ifade eder; hedefi belirlenmiş ve yalnızca yüce Allah’ın rızasını düşünerek vermek keremliktir. İsraf ise, hiçbir kural tanımadan, gösteriş için harcamak, haddi aşmaktır ki bu, Kur’an’da kınanmıştır.

“Elini boynuna bağlanmış yapma ve tamamen onu açma; sonra kınanır, hasret içinde oturursun.” (İsra, 29)

TUĞYAN (Taği, tağut): Aslı “Tağa” olan bu kelime; isyan etmek, aşırı gitmek, haddi aşmak, normal olanı beğenmeyip daha fazlasını almaya çalışmaktır. Örneğin, normal olarak akan dere suyunun sel suları ile taşması, taşkınlık, tuğyan, taği vb. olarak ifade edilir.

Azgınlık, Kur’an’daki ifadesi ile tuğyan, yüce Allah’ın hükümleri dışında hüküm koymak, razı olduğu dini, Tevhidi mücadelenin metodu ile ilgili bildirdiği yolu ve metodu bırakıp onun dışına çıkmak, yeni ölçüler belirlemek; yol ve yöntem olarak yüce Allah’ın ortaya koyduğu yol ve yöntemin dışında başka yöntemler koymak, azgınlık ve sapmaktır.

Surenin açıklaması

1- Davet et, Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı.

Oku (İkra): Söyle, duyur, davet et, oku anlamına gelen “ikra” Cebrail (as) tarafından, kendi halinde tefekkür içerisinde bulunan Hz. Muhammed (as)’e söylenince o, şaşırır, hatta biraz da korkuya kapılır. Bu şaşırma ve korku elbette normal ve doğaldır, çünkü hiç beklemediği ve daha önce hiç karşılaşmadığı bir durumla karşılaşmıştı bu güzel insan. Bu nedenle şaşkınlık içerisinde, karşısında bütün azametiyle duran Cebrail (as)’a:

– “Ne söyleyeyim” diye cevap verir.

Cebrail (as) aynı sözü tekrarlar:

– “Söyle” der.

Ancak Hz. Muhammed (as)’dan aynı karşılığı alır, bunun üzerine Cebrail (as) Alak suresinin ilk beş ayeti okur.

Davet et, Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı. İnsanı alak’tan yarattı! Davet et ki Rabb’in, Kerim’dir; O ki, kalemle öğretti; insana bilmediği şeyleri öğretti.

Burada sözlü bir hitap var, kimi tefsircilerin iddia ettikleri gibi Rasulullah (as)’a, yazılı bir metin verilmiyor, verilmesi de zaten mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed (as)’ın okuma yazma bilmediğini en iyi bilen de yüce Allah’tır. Bu nedenle O, Rasulü’ne yazılı bir metin göndermediğini bildiriyor.

“Şayet sana kitabı kâğıt içinde indirseydik, böylece elleriyle ona dokunsalardı, inkâr eden kimseler kesinlikle derlerdi ki: ‘Doğrusu bu ancak apaçık bir sihirdir.” (En’am, 7)

“Sen, ondan önce kitaptan bir şey okuyan değildin ve elinle de onu yazmıyordun; bu durumda iptalciler, kuşkulanırlardı.”(Ankebut, 48)

Bazı kimseler, yüce Allah’ın, Rasulü’nün ümmi olduğunu bildirdiği bu ayetleri adeta görmezden gelip yüce Allah’ın üzerine iftira atarak O’nun, Rasulü’ne yazılı bir metin gönderdiğini, yazılı metni okumadığı için de Cebrail (as)’ın eliyle Rasulü sıkıştırdığını, hatta canını çıkartırcasına, kemiklerini birbirine geçirtircesine onu sıktığını iddia edebilmektedirler.

Yüce Allah (cc) kullarına olduğu gibi, davet görevini yüklediği Rasulü’ne de elbette kolaylık diler, onu güç bir duruma sokmaz.

“…. Allah size kolaylık ister, size zorluk istemez…” (Bakara, 185)

Her şeyden önce yüce Allah (cc), rahmet ve merhamet sahibidir, bu nedenle bir insana gücünün üstünde yük yüklemez, onu gücünün üstünde bir yükle mükellef tutmaz.

“Allah, bir nefse, onun gücünden başka yüklemez…” (Bakara, 286)

“İkra”nın yazılı bir metni okumak olduğunu iddia etmek, Kur’an’ın evrensel ve çağlarüstü vasfına gölge düşürmektir. Bu düşünce ile Kur’an okuyan bir kimse, Kur’an’ı okumakla görevini yaptığını düşünecek ve üzerindeki davet görevini yerine getirmeyecektir. Böyle bir kimse, Kur’an’ın kendisine yüklediği sorumluluk duygusunu hiçbir zaman taşımayacaktır. Günümüz insanının, Kur’an’ı bir kılıfa sararak eve hapsetmesi bu tür kısır bir tefsir anlayışlarının sonucudur.

Dilimizde “İkra”nın kullanılmasına örnekler

“İkra”nın karşılığı olan oku hitabı günümüzde Anadolu halkı tarafından, hâlâ davet et, çağır, söyle anlamlarında kullanıldığı bir gerçektir. Nitekim birinin düğüne ya da toplantılara çağırılıp çağırılmadığını öğrenmek için:

– “Falanı okudun mu?” diye düğün sahibine sorulur. O da:

– “Okuduk (davet ettik)!” diye cevap verir.

“İkra”nın, okumak anlamından çok; söylemek, davet etmek, duyurmak anlamlarında ele alınması, vahyin mantığına ve bütünlüğüne, Kur’an’ın evrensel ve çağlarüstü mesajına, ilahi mesajın net anlaşılmasına daha uygundur. İkra’yı bu anlamda ifade etmek insanı, ister istemez davet görevini yüklenmeye ve bu görevi ifa etmeye sevk edecektir.

Kur’an’ı okuyan bir Müslüman, “İkra” (söyle) hitabıyla karşılaşınca bu hitapla kendisine bir sorumluluk ve görev yüklendiğini bilecek, hemen okuduğu Kur’an mesajını topluma ulaştırmak, toplumu bu mesajdan haberdar etmek için çalışacaktır. Bu görev, bir zorunluluk, bir gerekliliktir.

Müslüman birey, Rabb’inin kendisinden istediğini yapmadığı zaman görevini ifa etmediğini düşünerek rahatsız olacak, bu rahatsızlıktan kurtulmak için görevini yapmaya çalışacaktır.

İkra hitabı, “Davet et ki Rabb’in, Kerim’dir.” ayetinde de görüldüğü üzere insanlara Rab’lerinin nimetini hatırlatmak anlamında kullanılmaktadır. Buradan da anlaşıldığına göre Rasul (as), davetten sorumlu tutulmuş, bu nedenle ona gelen ilk emir, davet etmesidir.

“Ey Rasul, Rabb’inden sana indirilen şeyi tebliğ et ve şayet (onu) yapmazsan, O’nun Risalet’ini tebliğ etmemiş olursun!” (Maide, 67)

Müslüman birey, Rabb’inin adıyla mesajı duyurmalıdır

“Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı.”

Yüce Allah (cc) adına hareket etmek, büyük bir şeref olduğu kadar o oranda da büyük bir sorumluluktur. Sonsuz kudret sahibi olan yüce Allah (cc), bir damla sudan yarattığı kuluna elçilik görevi vererek ona değer verip onun şanını yücelterek, izzet sahibi kılıyor. Bu hitapla karşılaşan, bu ayeti okuyan kul, artık bunun gereği olarak Rabb’i adına hareket edecektir.

Hz. Muhammed (as), “Rabb’inin ismiyle” sözünün ne anlama geldiğini çok iyi biliyor, bu hitapla kendisinden ne istenildiğinin anlıyordu. O, görevin kimin tarafından verildiğini bildiği için bütün vücudunu bir titreme almıştı. Kendisine bu görevi verenin sıradan bir kişi ya da örgüt veyahut da devlet olmadığını biliyordu.

Bu görevi kendisine, gök kubbeyi direksiz yaratıp yıldızlarla donatan, yeri döşek yapıp insanların emrine veren, zerreden kürreye kadar bütün varlıkları “ol” hitabıyla oldurup rızklarını veren, yaşatıp terbiye eden, korkularından emin kılan, indirdiği nizamla dengeyi sağlayan, canlı cansız tüm varlıklar üzerinde egemen olan âlemleri Rabb’i veriyordu.

İnsanın yaratılış nedeni, Rabb’ine kulluk ve bu kulluğun gereklerini yerine getirebilmek için Rabb’inin yeryüzündeki halifesi olmasıdır. Yüce Allah (cc), insanı kendi halifesi olarak yaratmış, ona görevini vermiştir. Hilafet görevini yüklenen insan, bu sorumluluk duygusuyla, Rabb’inin kendisine gönderdiği ilahi mesajı okuyacak, bu şuurla topluma ilahi mesajını götürecektir. Mü’min birey için bu görev, zorunlu olduğu kadar iman etmesinin gereği ve ibadettir de.

“Bir zamanlar Rabb’in, meleklere demişti ki: ‘Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 30)

Yüce Allah (cc), Hz. Muhammed (as)’a Risalet görevini vererek ondan, hilafet görevini yerine getirmesini ve yalnızca kendi adına hareket etmesini istiyordu.

“Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı.”

Bu hitap elbette ilkin Hz. Muhammed (as)’a idi, ancak onun şahsına münhasır ve yalnızca onunla sınırlı olan bir hitap değildi. Kıyamete kadar iman eden her birey, bu hitaptan sorumludur. Bu nedenle de bu sorumluluğunun gereğini her zaman diliminde, her yerde yerine getirmekle mükelleftir. Bu, imani bir sorumluluktur.

Allah’tan başkası adına davet, şirk ve küfürdür

Topluma giden davetçi, başka bir grubun, partinin, meşrebin ya da kişinin adına değil, Risalet tarihinde görüldüğü üzere Rabb’inin adına hareket etmeli, yalnızca Rabb’ine ve indirdiği nizama davet etmelidir. Müslüman davetçi davetinde, Rabb’ini ilk sıraya almalı, yalnızca Rabb’inin indirdiği mesajı önceleyerek davetini yapmalı, bu davetin içerisine başka fikirleri, grup, meşrep, tarikat, kişi ve kurumları katmamalıdır.

Belli bir grubun, hizbin, kişi ya da kurumun düşünce, yol ve metotlarını birinci plana alarak ve davetin içine katarak davet yapmak, yüce Allah’a şirk koşmaktır. İslâmi davet, yapısı gereği ortak kabul etmez, insanlara nasıl ulaştırılacağı ile ilgili yöntem ve metodunu kendisi belirler, yalnızca ilahi mesajın ön plana çıkmasını ister. Bu nedenle de yüce Allah (cc), İslâmi davetle görevlendirdiği kişiyi, toplumun içerisinde normal olan insanlardan seçer.

Şayet yüce Allah (cc), ne pahasına olursa olsun yeterki mesaj anlatılsın diye murat etseydi bu durumda Risalet görevini, toplum üzerinde sulta sahibi olan, toplumları istedikleri gibi biçimlendiren Fir’avn, Haman, Karun, Nemrut, Ebu Cehil, Semud ve Ad kavimlerinin ileri gelenlerine verir, böylece dini daha çabuk ve herkes tarafından kabul görürdü. Ancak o durumda toplum, yüce Allah’ın indirdiği esaslara değil, bu güç sahiplerine teslim olacaklardı.

Zaten bu güç sahiplerine teslim olmuş, her istediklerini yapan toplumlar, davetin, güç sahipleri tarafından yapılması durumunda, yüce Allah’ın indirdiği esaslar, daha doğrusu Allah (cc), ikinci planda kalırdı. Hâlbuki yüce Allah (cc), davet görevini, toplumları içerisinde orta halli ya da müstekbirler tarafından ikinci sınıf durumuna düşürülen insanlara vererek kendi adını ve ilahi nizamını ön plana çıkarmıştır. Artık bu daveti kabul eden de reddeden de direkt olarak yüce Allah (cc) ile muhatap olacaktır.

“Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı.”

Yüce Allah (cc), ilahi mesajı duyurmaları için görevlendirdiği davetçilerine, yalnızca kendi adına hareket etmelerini, toplumlara giderlerken başka bir kimlik taşımamalarını hatırlatmaktadır. O halde davetçi kişi, kimin adına hareket ettiğini bilmek, ona göre bir kimliğe bürünmek, o ölçüde bir kişilik ortaya koymak zorundadır.

Tevhidi daveti üstlenenler, vahyi esaslara uygun bir kişilik ortaya koymalıdırlar

Dengesiz, tutarsız insanlar, pratik ve teorileri çelişen, yapmayacağı şeyi söyleyen, yalancı, korkak, pısırık, karaktersiz, sefih olanlar davetçi olamazlar. Davetçi olduklarını söyleseler de onlar, yalnızca kendilerini ve arkalarına taktıkları bilinçsiz kişileri aldatırlar. Rabb’ine yaraşır bir kişilik ortaya koyanlar ancak davetçi olabilirler.

“İkra” ey davetçi! Ey kutlu elçi! Ey alakadan yaratılan beşer, senin görevin büyüktür; sen artık büyük bir yaratıcının elçisisin. Elçilik görevini, davet işini yüklen ve Rab’lerini unutan, O’na eş koşan, O’nun dinini yeryüzünden kaldırarak kendi nefislerini ya da diğer nefisleri ilahlaştırıp putlaştıran, sistem diye kendi kuruntularını, hevalarını kurumlaştıran topluma git, Rabb’ine davet et, Rabb’inin hükmünü anlat.

İşte insanın benliğinde fırtınalar koparan, onu tiril tiril titreten, insanı sıradan bir beşer olmaktan kurtarıp “Eşrefil Mahlûk” yapan, dalaletten, şaşkınlıktan kurtarıp hidayete ulaştıran, sorumluluk yükleten hitap “İkra”, başıboş gezen insanlığı Rabb’inin hükmüne, O’nun nizamına teslim olmaya yönelten hitap “İkra” bu davet ta ki: “Fitne olmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar….” (Bakara, 193) devam etmelidir.

2- İnsanı alak’tan yarattı.

Kur’an’daki ayetler, hem daveti ortaya koyan iman edenlere, hem de ulaştırılacak kişilere hitap etmektedir. Bu ayette, bir tarafta daveti yapan kimse, kendi durumunu düşünürken, diğer taraftan davetle muhatap olanlar, kendi yaratılışlarını düşüneceklerdir.

Kendi acziyetlerini unutarak büyüklük taslayan, insanları hor ve hakir, kendilerini üstün görenler, haddi aşan kimselerdir. Bunlar, bu tavırları ile kendilerini yoktan var eden Rab’lerine bile isyan etmişler, Rab’lerinden indirilen hükümleri reddetmişlerdir.

“Düşünmüyor mu insan, şüphesiz Bizim onu bir nutfeden yarattığımızı da şimdi o, apaçık bir hasımdır!” (Yasin, 77)

“Canı çıkası insan, ne nankördür!” (Abese, 17)

Yüce Allah (cc), azgınlık içerisinde böbürlenen, Rabb’ine hasım kesilircesine kendisini çok yükseklerde gören insana aslını, yaratıldığı mayasını hatırlatarak hiçliğini, basitliğini gözler önüne seriyor. Bu aslını hatırlatma insanlar için bir uyarıdır; burada çok önemli bir husus vardır; daha ilk inen ayetlerde insanlara şirk koşmamaları, yaratılışına dikkat çekilerek onlardan, yalnızca yüce Allah’ı Bir’lemeleri isteniyor.

Yüce Allah tarafından bir damla sudan yaratılan insan

Tevhid, şirk, iman küfür gibi en önemli konulardan önce yaratılışa, insanın yaratıldığı mayaya dikkatler çekiliyor. Bu önemli bir uyarı ve mesaj, önce insanın kim olduğunu, neden yaratıldığını, acziyetini anlaması, aklını başına alarak kendine gelmesi içindir. Mahiyetini anlayan insan, kendisine indirilen mesaja daha kolay teslim olacaktır.

“Rabb’inin ismiyle, O ki, yarattı” ve “İnsanı alaktan yarattı”

İnsana yaratılışı hatırlatıldıktan sonra ona verilen nimetlere dikkat çekilmektedir. Buna göre insan, aslında hiçbir şeye sahip olmadığını anlayarak Rabb’ine rahat iman edecektir.

Mayası bir damla basit bir su olan insan, önce haddini bilecek, daha sonra Rabb’inin hükmüne teslim olacak, böylece başkaları üzerinde kibirlenip böbürlenmeyecek, başkalarını küçük görmeyecek, kendisiyle aynı mayadan yaratılan beşeriyete karşı mütevazı olacaktır.

Mütevazı olmak için insanın aslını, mayasını hatırlaması yeter. Yaratılış mayalarını hatırlayan kimseler, hem Rab’lerine kullukta kusur etmeyecek, hem de diğer insanlara karşı mütevazı olacaklardır. Bu düşünceyi kendilerine şiar edinen rasuller, Tevhid erleri, toplumları içerisinde bir beşer olmaktan başka bir şey olmadıkları bilincinde hareket ediyorlardı.

Yaradılışını ve gayesini unutanlar ellerine fırsat geçer geçmez, toplumlarına karşı üstünlük kurmaya çalışmışlar, onların haklarına el uzatmışlar, onları sömürerek tahakküm altına almışlardır. Yaradılışını unutan her tabakadan insan, idareci, sınıf ve gruplar, kendilerini rab zannetmişler, tavır ve hareketleriyle bunu göstermeye çalışmışlardır. Bu idareci kişi ve zümreye itaat eden, onların üstünlüğüne inanan toplum da onları rab edinmiştir. Onlar, rızklarının idareci sınıfın elinde olduğunu, onlar olmazsa kendilerinin perişan olup aç kalacaklarını zannetmişlerdir.

Kerim olan ancak yüce Allah’tır

Azgınları yüceltenler, bu tutumları ile yüce Allah’ın er-Rezzak olduğunu unutmuşlar, böylece Rab’lerine isyan etmişlerdir. Bu nedenle yüce Allah (cc), hem kendilerini üstün görüp Rab’lerine tuğyan edenlere, hem de onları, çeşitli nedenlerle yüceltip ilahlaştıranlara rızkı ve her türlü nimeti kendisinin verdiğini hatırlatıyor.

3- Davet et ki Rabb’in, Kerim’dir.

Yüce Allah (cc), idareci sınıfın değil Kendisinin kullarına rızık verdiğini, onlara her şeyden bol miktarda ikram ettiğini hatırlatıyor. Rasulü’ne de, rızkı insanlara Rab’lerinin verdiğini söylemesini (İkra) hatırlatmasını bildiriyor.

“Davet et ki Rabb’in, Kerim’dir.” Yeryüzünde ve gökyüzündeki sonsuzluk âleminde var olan hiçbir güç, hiçbir varlık kerem olmada, karşılıksız ikram etmede, Rab olan yüce Allah’a yetişemez, O’nunla yarışamaz. Zaten insan yapı olarak da cimridir, bu nedenle öncelikle kendisini düşünür ve insanları sömürmeden, onları köleleştirmeden onlara hiçbir şey vermez. İnsanlara yardım eden kimi zenginler, insanları düşündükleri için değil onlar üzerinde böbürlenmek, üstün gözükmek için verir.

“De ki: ‘Şayet Rabb’imin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, infak etmekten korkar tutardınız; gerçekten insan çok cimridir.” (İsra, 100)

İnsan, bir kere haddi aşınca artık ne yapacağını bilmez. Cahiliye döneminde bazı varlık sahipleri, kerem (keramet) sahibi olabilmek, insanlar arasında itibar kazanabilmek için mallarının tümüne yakınını verir, kendilerini bazen zaruret içerisinde bırakırlardı. Bu davranışları ile insanların saygınlığını kazanmaya çalışırlardı. Kerem ya da kerim kavramına yükledikleri yanlış anlamdan dolayı çoğu kez aç olarak sabahlayanlar da oluyordu.

Yüce Allah (cc), bu ayetle Kerem, Ekrem kavramına asıl manasını yükleyerek yanlış anlamayı düzeltmiş, en büyük Kerem sahibinin Kendisi olduğunu bildirmiş, her alanda olduğu gibi harcamada da ölçüyü koyarak insanların buna göre hareket etmelerini istemiştir.

“Elini boynuna bağlanmış yapma ve tamamen onu açma; sonra kınanır, hasret içinde oturursun.” (İsra, 29)

İnsanlara ikram etmek, bir haslet ve fazilet olduğu gibi aynı zamanda bir ibadettir. Yüce Allah’ın karşılıksız olarak verdiği nimetlerden, insanlara ikram etmek ve onlardan bir karşılık beklememek ancak fazilet sahibi Mü’minlerin hasletidir. Bu ikram, gösterişten, böbürlenmekten uzak olmalı ikram edilen insanlar incitilmemelidir.

Günümüzde, küfür sistemlerinden izin alarak kimi yardım kurumları oluşturanlar, insanlara verdikleri birkaç kuruş ya da bir iki parça eşyayı televizyon kanallarında teşhir edip reklamını yaparak böbürlenip övünmekte ve yardım ettiklerini zannettikleri insanları adeta rezil edip incitmektedirler. Bu tür infak ve yardımlar, boşa giden yardımlardır.

“Ey iman eden kimseler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, insanlara gösteriş için malını infak eden kimse gibi, minnetle (karşılık bekleyerek) ve eziyet ederek sadakalarınızı boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayaya benzer ki, bir yağmur ona isabet etti mi, böylece onu kupkuru bırakır; onlar, kazandıkları şeylerden hiçbirine muktedir olamazlar. Allah, kâfirler toplumuna hidayet vermez.” (Bakara, 264)

“Mallarını, insanlara gösteriş yapıp infak eden kimseler, Allah’a ve ahiret gününe iman etmezler; kim, o şeytana yakın olursa, artık (o) ne kötü bir yakınlıktır!” (Nisa, 38)

Reklam yapılarak verilen yardımlar, Kur’ani hükümlere aykırıdır; insanlara açıktan da yardım yapılabilir, ancak bu hiç ilgisi olmayanların göreceği bir şekilde reklamı yapılmamalı. Böyle yardım yapanlar, hem kendi reklamlarını yapıyorlar, hem de yardım yapılan kişiyi âleme ilan ederek incitiyorlar. Bu nedenle de ayetlerde belirtildiği üzere gösteriş yaptıkları için yardımları boşa gitmektedir. Fazilet sahibi kimselerin yardım usulleri.

“Şayet sadakaları açıktan verirseniz işte ne güzel ve şayet onu gizleyerek fakirlere onu verirseniz işte o, sizin için daha hayırlıdır ve sizin kötülüklerinizin bir kısmını gizler. Allah yapmış olduğunuz şeylerden haberdardır.” (Bakara, 271)

İnsanın, tuğyan edip azma nedenleri

Bilgi ile tuğyan edip azanlar

Bazı kimseler, azgınlıklarını yalnız mal ve sermaye ile değil, bilgi ve bu bilginin kullanılması ile de yapmaktadırlar. Bu nedenle yüce Allah (cc), bilginin de kaynağının Kendisi olduğunu, insanlara bu bilgiyi Kendisinin öğrettiğini bildirerek onların bu konudaki tuğyanlarının boş olduğunu ortaya koymaktadır.

4-5. O ki, kalemle öğretti; insana bilmediği şeyleri öğretti.

Bilginin kaynağı yüce Allah’tandır! O, bu bilgiyi kullanarak insanlar üzerinde üstünlük taslayıp bilgiçlik yapılmasının doğru olmadığını bildirmiştir. Hemen her dönemde ve maalesef birçok örneği görüldüğü üzere bazı kimseler, elde ettikleri bilgi ile azgınlaşmakta, insanların maddi ve manevi değerlerini sömürmektedirler.

Yüce Allah (cc), hiçbir bilgiye sahip olmayan insanı bilgilendirerek ona değer vermiş, ancak bu bilgiyi, kendisinin istediği biçimde kullanmalarını istemiştir.

“Ve Âdem’e O, bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 31)

“(Allah) dedi ki: ‘Ey Âdem, bunlara onları, isimleriyle onlara haber ver’ (Âdem), ne zaman ki onları isimleriyle onlara haber verdi, (Allah) dedi ki: ‘Size demedim mi, şüphesiz Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim ve sizin açıkladığınız şeyleri, gizlemekte olduğunuz şeyleri bilirim!” (Bakara, 33)

İnsanı, cehalet bataklığından kurtarıp bilginin aydınlığına çıkaran Allah (cc), onu kendisine halife yaparak eşyanın ve bilginin aslını ve adını öğretti. O halde insan, başkalarına üstünlük sağlamak için değil, yüce Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket ederek bu bilgiyi insanlara ulaştırmalı, Rabb’ine kul olmak için kullanmalıdır.

Bilginin kendisine yüklediği sorumluluğun bilincine varan insan, Rabb’inden, O’nun Kitabı’ndan öğrendiklerini insanlara ulaştırmak için gecesini gündüzüne katmalı, insanları bu bilgiden haberdar etmelidir. Gelecek nesillere aktarmak için yüce Allah (cc)’ın kalemle öğretti hükmünden hareketle bu bilgiyi kuşaktan kuşağa yazılı aktarmak için çalışmalıdır.

Bilgili kimse, işlerini bilerek yapacağı için daha az yanlış yapar. Bilmek, bildiğini yaşamak, sağlam bir bilgi üzerinde bulunmak insanı şirkten, sapmaktan korur, görevinin bilincine ulaştırır, kendisini yeterli görerek tuğyan etmesini engeller.

“De ki: ‘İşte o, benim yolumdur, Allah’a bir basiret üzere davet ederim, ben ve bana uyanlar da; Allah yücedir ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf, 108)

Bilgi, tıpkı mal gibidir; mal sahibi olan kimse, Rabb’inin kendisine verdiği malı nasıl ki hak sahibi insanlara ulaştırmak zorunda ise, bilgi sahibi kimse de kendisindeki bilgiyi, bu bilgiye sahip olmayanlara ulaştırmakla mükelleftir. Bilgili kimse, bilginin kendisine üstünlük değil, sorumluluk verdiğini bilmelidir. Vahyi bilinçten yoksun, Tevhidi esaslara yeterince iman etmemiş, imanına şirk bulaştırmış kimseler, bilgiyi bir üstünlük vesilesi görerek azarlar.

Kendilerini yeterli görerek azanlar

Yaratılışındaki mayası nedeniyle bir değer ifade etmeyen insan, yaratılış gayesini unutunca ne Rabb’inin kendisine verdiği nimetlerle şımarıp azgınlaşır, Rabb’ine isyan eder.

6-7- İyi bilin ki şüphesiz insan, tuğyan eder; kendini müstağni gördüğünde.

Aslı bir damla su olan insan, yaratılışta hiç bir şeye sahip değilken Rabb’i onu, çeşitli nimetlerle donatmış, bu verilen nimetleri ne yapması, nasıl kullanması gerektiği konusunda da yol göstermiştir. Ancak insan, kendisine verilen nimetleri gösterilen şekilde kullanmayarak aksine hareket edip bu nimetlerle böbürlenmiş, böylece Rabb’ine karşı gelmiştir.

Mal ve sermayeleri ile azanların tipik örneği Karun

Karun, Rabb’inin kendisine verdiği nimetleri, Rabb’ini razı etmek için kullanacak, hak sahibi yoksullara haklarını verecek yerde bunu yapmayarak Rabb’ine nankörlük yaparak isyan etmiştir.

“Şüphesiz Karun, Musa’nın kavminden idi, ancak onlara azgınlık etti; ona, hazineler vermiştik ki, doğrusu onun anahtarları kuvvet sahibi bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona dedi ki: ‘Şımarma, şüphesiz Allah, şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiği şeyden ahiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana ihsan ettiği gibi ihsan et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.’

Dedi ki: ‘Doğrusu bendeki bilgi sayesinde o bana verildi’ bilmedi mi ki şüphesiz Allah, ondan önceki kuşaklardan nicelerini helak etmiştir ki o kimseler, ondan daha kuvvetli ve çok kalabalıktılar; suçlulara günahlarından sorulmaz.

Böylece süsü içinde kavminin karşısına çıktı; dünya hayatını isteyen kimseler dedi ki: ‘Keşke, Karun’a verilen şeyin benzeri bizim de olsa, doğrusu o büyük şans sahibi.’

İlim verilen kimseler dedi ki: ‘Yazık size, iman eden ve salih amel işleyen kimse için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır ve sabredenlerden başkası ona kavuşmaz.’

Nihayet onu ve onun çevresini yere batırdık, artık onun, Allah’a karşı ona yardım edecek bir grubu da olmadı ve kendine yardım edenlerden de olmadı..” (Kasas, 76-81)

Yüce Allah (cc), insanlara verdiği mal ve bilgi gibi nimetlerin verildiği kişilere has olmadığını, yoksulların da bu nimetlerde hakları bulunduğunu bildirmiştir.

“Onların mallarında bir hak vardır, düşkün ve yoksul için.” (Zariyat, 19)

“O kimseler ki, onların mallarında bilinen bir hak vardır; düşkün ve yoksul için,” (Meariç,24-25)

İhtiyaç sahiplerine haklarının verilmemesi, yüce Allah (cc) tarafından kınanmış, bunların ibadetlerinin boş olduğu bildirilmiştir.

“İyi bilin ki bilakis siz, yetime ikram etmiyorsunuz ve yoksula yedirmeye teşvik etmiyorsunuz, mirası yığıp yedikçe yiyorsunuz ve çok sevdiğiniz malı toplamaktan hoşlanıyorsunuz.” (Fecr, 17-20)

“Gördün mü dini yalanlaya kimseyi! İşte o, hor gören kimsedir ve yoksulu yedirmeyi teşvik etmez Bu yüzden yazıklar olsun namaz kılanlara! Onlar, namazlarından gaflet eden kimselerdir, onlar, ikiyüzlü kimselerdir ve onlar, engellemeye kendilerini adayanlardır.” (Maun, 1-7)

Kendilerine verilen nimetlerle azgınlaşan kişi ve toplumlar

Yüce Allah (cc), kimilerine bilgi, kimilerine de mal vermiş, ancak onlar, kendilerine verilen malı ve bilgiyi üstünlük vesilesi sayarak azmışlardır. Yüce Allah (cc), verilen mal ve bilginin kendi rızası doğrultusunda kullanmalarını emretmiş, mal sahiplerinden malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, düşkünlere, ceza evlerinde olanlara vermeyi emir ve tavsiye etmiş, bunun iman etmenin gereği olduğunu bildirmiştir.

“Doğu ve batıya isteyerek yüzlerinizi çevirmeniz, doğrusu birr/Allah’a itaat etmek değildir velakin birr/iman etmek, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve nebilere iman eden kimsenin; sahip olduğu o sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, düşkün ve boyunduruk altında bulunanlara vermesi; namaz kılması, zekât vermesidir. Söz verdikleri zaman sözlerini yerine getirenler; sıkıntı ve zorluk durumunda, musibet zamanında sabredenler; işte onlar, sadık olan kimseler ve işte onlar, muttakilerin ta kendileridir.” (Bakara, 177)

Yüce Allah (cc), bilgi verdiği kimselere, Hakkı iletme, münkerden nehyetmek görevi yüklemiş, belli yetenekler bahşettiklerine, bu yeteneklerini Allah için kullanmalarını emretmiştir. Mülk (egemenlik) verdiği kimselere, ezilenlere, yetimlere, yaşlılara yardım etmelerini, bunları korumalarını bildirmiştir.

Ancak insan, verilenleri kendisinden bilmiş, kendisine bildirilen hükümler doğrultusunda kullanmayarak azgınlık (tuğyan) ederek Rabb’ine isyan etmiştir. Daha kötüsü, azgınlaşan insan, bu verilen nimetlerin esas sahibinin (rabbinin) kendisi olduğuna inanmıştır. Bu inanç sahipleri giderek müstekbirleşip azmışlar, bu azgınlıkla kendilerine Hakk’ı tavsiye edenlere işkence ve baskı yaparak Rab’lerine karşı gelmişlerdir.

Günümüzde, yüce Allah’ın indirdiği ilahi mesaja alternatif olarak ortaya çıkan tağuti sistemler, kapitalist ve sosyalist düşünceler, bu sistemleri destekleyen toplumlar, yüce Allah’a apaçık bir şekilde hasım kesilmişlerdir. Gerek bu ideolojilerle idare edilen ülkeler, gerekse bu ülkelerde yaşayan, bu ideolojileri benimseyen ülke halkları Allah’a açıkça isyan etmişlerdir.

Azgınlaşanlar, sonuçta Rab’lerine döneceklerdir

Birey bazında mal ve bilgi ile ülke bazında ideolojik sapıklıklarla azgınlaşan sistem ve toplumlar, yüce Allah’a döneceklerini unutarak azgınlıklarını günden güne artırmışlar; verilen nimetlerin hesabının bir gün mutlaka sorulacağını düşünmeden isyanlarını sürdürmüşlerdir.

8- Muhakkak dönüş Rabb’inedir!

İsyanlarında haddi aşan müstekbirler, Rab’lerine döneceklerini unutarak her geçen gün daha çok insanı kendilerine kul, köle edinmişlerdir. Tarihin hemen her döneminde ortaya çıkan müstekbir güçler ya kanun çıkararak ya da başka beşeri kanunları kabul ederek Allah’ın hükmünü bir kenara bırakmışlardır. Ancak sonuçta zillet içerisinde Rab’lerine dönmüşlerdir.

Tarih boyunca süregelen azgınlıklar, hâlâ da devam etmektedir. Dün denecek kadar yakın zaman diliminde dünyalara sığmayan, saraylarda, köşklerde oturarak halklarını sömüren kan emiciler, sonuçta zillet içinde Rab’lerine dönmüşlerdir.

Kendisini Nil’in ve Mısır’ın rabbi gören Fir’avn’dan Nemrut’a, Marx’tan, Lenin’e Şah’tan Sedat’a, demokratikleşme adı altında İngilizlere ve ABD’ye halkı uşak yapan çağdaş Fir’avn M. Kemal’den sosyalizm saralığına kapılan nice köksüzlere kadar hepsi zillet içinde hesap vermek üzere Rab’lerine dönmüşlerdir. Bunların türevleri de sonuçta bu zilleti yaşayacaklar, hor ve hakir olarak Rab’lerine döneceklerdir.

Yeryüzünü ifsat eden çağdaş Fir’avnlara, Kemalist zorbalığa ve onların koydukları hükümlere itaat edip zillet içerisinde yüce Allah’a dönmektense, bu dünyada şan ve şeref içinde çalışıp, mücadele edip, küfür nizamlarına karşı kıyam ederek O’na izzet ve şeref sahibi olarak dönmek daha onurlu bir davranıştır.

“Muhakkak dönüş Rabb’inedir!”

Müslümanlar, tüm düşüncelerini, hareket stratejilerini, Rab’lerine dönecekleri günü gözönünde bulundurarak tespit etmeli, her an o anı yaşıyormuş gibi dopdolu olmalı, bir an için de olsa Rab’lerine döneceklerini unutmamalıdırlar.

Surenin bu bölümden alınacak kısa ders

Yüce Allah’ın yeryüzünde uygulanacak olan kanunlarının uygulayıcısı olan, Hilafet göreviyle şereflenen Mü’minler, iman etmekle yeryüzünde Rab’lerinin elçisi, davet görevinin muvahhitleri oldukları bilincinde vakar ve edeple O’na layık biri kul olmalıdırlar. İmani bir kimlik taşımanın gururu ile ahlaklarını, tıpkı Rasulullah (as) gibi Kur’an ile süslemeli, her hareketlerini Kur’an doğrultusunda ortaya koymalıdırlar. Davet görevinin, vazgeçilmez ilk ve en önemli görev olduğu bilinciyle hareket etmeli, her yer ve ortamda bu görevi ifa etmelidirler.

Mü’minler, yaratılış mayalarının aslını bilip mütevazı olmalı, bilginin ve mülkün gerçek sahibinin yüce Allah (cc) olduğunu bilip kim olduklarının farkında bilgiçlik, ukalalık yapmadan yalnızca O’nun hükümlerine teslim olmalı, beşeri hükümlerden, siyasi entrikalardan, müstekbirlerin oyuncağı olmaktan uzak durmalı, İslâm’ın siyasi egemenliği için çalışmalıdırlar. İslâm, yalnızca düşünce bazında kalan bir inanç değil, yaşamın her alanına müdahale eden, insan yaşamını ilgilendiren her konuda hükümler vazeden bir nizamdır.

Kâfirlerin, mülhitlerin, müşrik ve münafıkların kınama, eziyet ve işkencelerine aldırış etmeden dönüşün yüce Allah’a olduğunun şuuruyla hareket edilmelidir. Başlangıcı bir damla pis su, sonu bir leş olduğu şuurunda olarak insan, Rabb’ine isyandan sakınmalı, tuğyan ve küfürden, O’na isyan ve itaatsizlikten yine O’na sığınmalıdır.

Davetin/salatın engellenmesi

Tarih boyunca müstekbirler, günümüzde olduğu gibi namaz kılanlardan rahatsızlık duymamışlardır. Onlar, Tevdidi esasların insanlara duyurulmasından rahatsızlık duymuşlar ve bunu engellemeye çalışmışlardır. Nitekim Medyen kavmi, Hz. Şuayb (as)’ın namaz kılmasından hiç rahatsızlık duymazken onun, kalkıp onları yüce Allah’a gerçekten iman etmeleri üzerine onun davetini engellemeye çalışmışlardır.

“Dediler ki; ‘Ey Şuayb, namazın mı sana, babalarımızın taptıkları şeyi yahut mallarımızdan dilediğimizi yapmamızı gerçekten terk etmemizi emrediyor? Doğrusu sen, halim selim, akıllısın!” (Hud, 87)

Mekke müşrikleri de kendileri namaz kılan kimselerdi, bu nedenle namaz kılan bir kimseden rahatsızlık duymuyorlardır. Ne zamanki Hz. Muhammed onları yüce Allah’ın birliğine davet etti, işte o zaman onu engellemeye çalıştırlar.

9-10- Gördün mü men eden kimseyi, salat ettiğinde bir kulu!

Salat, namaz, dua, davet, destek vermek, teslim olmak, rahmet, Havra (Yahudilerin ibadet yeri), namaz kılınan mekândır.

Salat’ı, namaz ile sınırlandırmak, Kur’an’ın mantığını anlamayıp mesajını daraltmaktır. Çünkü bu surede engellendiği anlatılan kişinin, yani Rasulullah (as)’ın namazı değil davetidir. Bu ayetlerin inzal olduğu dönemde namaz henüz farz kılınmamıştı.

Müşrikler, Rasul (as)’ı, namaz kıldığı için değil kendi kurallarını ve yaşam tarzlarını reddedip Allah’a teslim olduğu ve O’nun adına davet yaptığı için engellemeye çalışıyorlardı.

Devam eden ayetlerde “Düşünsene, şayet (o kul) hidayet üzere ise yahut takvayı emrediyorsa!” ifadeleri, davet yapan Rasul’ün engellendiği, “Kesinlikle sakın ona itaat etme, secde et ve (Rabb’ine) yaklaş.” ayet‎inde de kâfirlerin Rasul (as)’dan Allah’a değil kendilerine, kendi yasalarına itaat etmesini istedikleri anlaşılıyor. Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki buradaki Salat ifadesi namaz değil, davet ve yüce Allah’a teslimiyettir.

Kur’an’da Salat, destek vermek anlamında da kullanılmıştır. ayette yüce Allah’ın ve meleklerin, Rasul’e destek verdikleri, Mü’minlerin de Rasul’e destek vermeleri ve gönülden ona teslim olmaları istenmektedir.

“Şüphesiz Allah ve melekleri, Nebi’ye destek vermektedirler; ey iman eden kimseler, (siz de) ona destek verin ve tam bir teslimiyetle teslim olun.” (Ahzab, 56)

Ayette, Allah ve meleklerin, Nebi’ye salat ettikleri ifade edilmektedir; buradaki salat kavramı namaz ya da dua olarak alınırsa bu küfür olur, bu anlayış sahipleri küfre girerler. Çünkü kendisine ibadet edilen yüce Allah (cc) (haşa) kimseye namaz kılmaz, aynı şekilde dua da acziyet içerisinde olanın yüce olana yalvarmasıdır ki, bunu düşünmek bile küfrü gerektiren bir durumdur. Bu nedenle burada ifade edilen salat, Allah ve meleklerin, Nebi’ye yardım etmeleridir ki, Rabb’imiz, Bedir’de ve Uhud’da bin, üçbin ve beşbin melekle yardım etmişti.

“O zaman siz, Rabb’inizden yardım istiyordunuz, bunun üzerine size cevap verdi: ‘Muhakkak Ben, ardı ardına meleklerden bin tanesi ile yardım edeceğim.” (Enfal, 9)

“O zaman sen Mü’minlere diyordun ki: ‘Rabb’inizin, indirilmiş meleklerden üç bini ile size yardım etmesi, gerçekten size yetmez mi?’ Evet, şayet sabreder ve sakınırsanız, şu anda onlar aniden size gelseler, Rabb’iniz, işaretlenmiş meleklerden beşbini ile size yardım eder.” (Al-i İmran, 124-125)

Her dönemde olduğu gibi günümüzde de İslâm’ın yaşamsal yönü, İslâm düşmanları ve onları destekleyen bel’amlar tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılmakta, Müslümanların, iman ettikleri hükümler doğrultusunda yaşamaları engellenmektedir. Tıpkı bu surede Rasul’ün, daveti ve yüce Allah’a teslimiyeti engellendiği gibi. İşte bu ayette ifade edilen Salat’ın engellenmesi, davetin ve yüce Allah’a teslimiyetin engellenmesidir.

Rab’lerine davet eden davetçiler, bu görevleri sırasında zorluklarla, engellemelerle karşılaşacaklardır. Tüm engellemelere rağmen onlar, davet görevlerini yerine getirmelidirler. Tarih boyunca Hak-batıl mücadelesinde Allah düşmanları, yüce Allah’a davet yapanları engellemişlerdir. Tarihi süreçte bu engelleme yüce Allah (cc) adına yapılan davete yönelik idi.

Günümüzde yapılan engelleme nedeni kimi zaman namaz kılmaya, kimi zaman Kur’an okumaya, kimi zaman da başörtüsüne karşı yapılmaktadır. Tarihin hemen her dönemi kâfir, müşrik, fasık ve münafıkların İslâmi esasları engelleme mücadeleleriyle doludur.

Hz. Adem (as)’dan günümüze, günümüzden kıyamete kadar kâfirlerin tavrı, yüce Allah’a davet ve teslimiyeti, O’na kul olmayı, O’nun hükümlerine göre bir nizam kurmayı engellemek olmuştur, olacaktır da. Buna karşın davetçilerin tavrı da, kararlı bir şekilde yüce Allah’a daveti sürdürmek ve O’nun dinini tesis etmek olmuştur, olmalıdır. Müslümanlar, her dönemde, yerde yüce Allah’ın yegâne ilah olduğunu, hâkimiyetin O’na ait bulunduğunu ilan etmeli, yalnızca yüce Allah’a davet ve O’na teslim olma salatını sürdürmelidirler.

İnkâr, düşünceden yoksun bir hastalıktır

İnkârın ne mantığı ne de kuralı vardır, inkârcılar, araştırıp soruşturmadan, düşünüp taşınmadan inkâr ederler. Yüce Allah (cc), düşünme mekanizmalarını kapatmış inkârcıları, düşünme mekanizmalarını çalıştırmaya davet ediyor.

11 -12- Düşünsene, şayet (o kul) hidayet üzere ise ya da takvayı emrediyorsa!

Bir şeye körü körüne karşı çıkmadan önce o şeyin ne olduğu, nereden geldiği, kim tarafından gönderildiği hakkında sağlıklı bilgiler elde edilmelidir. Eğer gelen haber İslâmi bir konuda ise, o halde bu haberin Kur’an’a uygun olup olmadığına bakılır. Kur’an’a uygun olan haber itiraz edilmeden hemen alınır, aksi halde reddeden büyük sorumluluk altına girer. Özellikle gelen kişi ve getirdiği haber din adına reddediliyorsa bu apaçık küfürdür. Bu nedenle İslâmi bir konu reddedilmeden önce İslâm çok iyi bilinmeli, hataya düşülmemelidir.

İnsan, herhangi yeni bir fikirle karşılaştığında peşin olarak onu reddetmeden önce o yeni fikrin, iman ettiği esaslara ne oranda uygun olduğunu düşünmelidir.

“Düşünsene, şayet (o kul) hidayet üzere ise ya da takvayı emrediyorsa!”

Cahiliye dönemi insanları, kendilerini hak yolda sanıyor, Rasulullah (as)’a, Hanif din adına karşı çıkıyor, çarpık düşüncelerini hak kabul ederek Rasulullah (as)’ı engelliyorlardı.

Günümüz cahiliyesi ise, geleneksel din anlayışını hak kabul edip yüce Allah’a teslim olan Mü’minleri karalayarak, onlara karşı çıkarak geleneksel kültürün değer yargılarını din kabul edip Mü’minleri kınıyor, tekfir ediyorlar. Günümüz cahiliyesi ile Rasulullah (as) dönemi müşrikleri aynı tavırları ortaya koyuyorlar. O cahiller, Rasul’e karşı çıkarlarken, günümüz cahilleri düşünmeden Rasulullah (as)’ın izinde olan Tevhid erlerine karşı çıkıyorlar.

Dün olduğu gibi günümüzde de Hakk’ı yalanlayanlar, hep haktan yana bir görüntü veren kişiler olmuştur. Bunların, Risalet önderlerine ve Tevhid erlerine karşı çıkmalarının temel nedeni, bulundukları hali meşrulaştırma çabasıdır.

Günümüzde tağuti sistemin izin ve icazetine ile kurulan vakıf ve dernek gibi şirk yuvalarında, Hakk’ı batılla bulayarak Tevhidi Müslümanları kötüleyip engelleyen Samiri soylu bel’amların bu küfür olan engellemeleri kendi konumlarını koruma çabasıdır.

Tarih süreçte Hak-Batıl mücadelesi, geleneksel kültürünü, atalarının yolunu, Şamanizm’in kurallarını din kabul edenlerle Allah (cc) yolunda vahyi esasları her şeyin üstünde tutanlar arasında olmuştur. Tevhidi esaslara karşı çıkanlar, kendilerini doğru yolda zannediyorlar. Ellerinde Kur’ani bir ölçüt olmadan zanlarınca doğru yolda olduklarını kabul edip Müslümanlara karşı çıkan müşrikler, Hak ve hakikatin anlaşılmasını zorlaştırmışlardır.

13- Düşünsene, (engelleyen) gerçekten yalanlamış ve yüzçevirmiş ise.

Bağnazlık, şartlanmışlık, kendini beğenme, içinde yaşanılan şartların bozulacağı endişesi ve ön yargılar, çoğu kez kişinin Hakk’ı yalanlamasına neden olur. Oysa kişi, bir şeye karşı çıkmadan önce doğru yapıp yapmadığını, kendisinin de hata yapabileceğini düşünmeli; davranışlarını ve düşüncesini Kur’ani süzgeçten geçirerek doğruyu görmeye çalışmalıdır. Aksi halde takındığı bağnazlık ve yobazlık ona Hakk’ı yalanlatıp yüz çevirtebilir.

14- Bilmiyor mu, muhakkak Allah’ın gördüğünü!

Tevhidi esaslara karşı çıkanlar, Müslümanlara sözel ve fiili olarak zulmedenler, bilsinler ki, yüce Allah (cc) kendilerini görmekte ve onlardan yaptıklarının hesabını elbette soracaktır. Zulmedenler, yaptıklarının yanlarında kâr kalacağını düşünmesinler.

İnsan, hayatta ne yaparsa yapsın, yaptıklarının bir gün hesabını vereceğinin bilinciyle hareket etmelidir. Bilinçli hareket eden kimse, davranışlarında daha ölçülü olarak kendisine ulaşan bir haberi çok iyi tahlil ederek kabul ya da reddetmelidir. Kişi, her düşünce, söz ve davranışından hesaba çekilecektir. Çünkü insan başıboş değil, sorumlu olarak yaratılmıştır.

“İnsan, muhakkak başıboş bırakılacağı düşüncesinde mi!” (Kıyamet, 36)

İnsan kendisini kontrol eden bir gücün olduğunu, davranışlarını ona göre düzenlemesi gerektiğini bilmeli, bütün davranışlarında yüce Allah’ın rızasını ön plana almalıdır.

Zorbalık yapanlar helak edileceklerdir inşaAllah

İslâmi esaslara karşı çıkarak Müslümanlara zulmedenler, bu hareketleri ile yüce Allah’a savaş açmışlardır. Günümüzde İslâm’a ve Müslümanlara karşı olanlardan bazıları, kendi statülerini koruma, bazıları din edindikleri geleneksel kültürleri ya da tasavvuf adına karşı çıkarlarken kimileri de tabi oldukları beşeri ideolojiler adına karşı çıkıyorlar. Bunu yaparlarken de dindarlık, takva, çağdaşlık, ilericilik ve çeşitli paravanalar kullanıyorlar.

15-18- İyi bilin ki, andolsun şayet vazgeçmezse muhakkak perçemi(ni) tutup çekeriz; yalancı, günahkâr perçemi; artık meclisini çağırsın! Biz de yakında zebanileri çağırırız!

Hak-batıl mücadelesinde davetin karşısında olanlar, küfürlerinde direnirlerken, Hakk’ı temsil eden Mü’minler de daveti ortaya koymada direnirler, direnmelidirler. Sünnetullah’ta bu mücadele, böyle devam etmiş, kıyamete kadar da bu şekilde devam edecektir inşaAllah.

Müslümanlar, yüce Allah’ın kendileriyle beraber bulunduğunu bilmeli, bu bilinçle daha aktif, daha cesaretli olmalıdırlar. Çünkü yüce Allah (cc), dinine yardım ettiği müddetçe davetçi ile beraberdir, bu nedenle galip gelecek olan davetçi Müslümanlardır.

“Ey iman edenler, şayet siz, Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed, 7)

“Perçeminden yakalarız” Perçem, insanın alnı üzerindeki saçıdır, dik başlılığın simgesidir, kâfirlerin ordularına ve mali güçlerine güvenerek isyanlarındaki aşırılığı ifade eder.

Zebaniler ise güçlülüğü, izzeti ifade eder; yüce Allah’ın emrine göre hareket eden zebaniler, Allah (cc) taraftarı olan Mü’minleri ifade eder. Özellikle Araplarda padişahı koruyan polislere zebani denilmektedir. Yüce Allah’ın dinine karşı çıkan istibdat güçleri zalimler, Hakk’ın temsilcileri karşısında küçülerek zillet içine gireceklerdir.

Hak-Batıl mücadelesinde batılı temsil eden tağuti güçler, tevbe edip dönmedikleri zaman, Hak taraftarlarıyla ister istemez çatışmaya gireceklerdir. İşte böyle bir çatışma, kâfirlerin zevali ile son bulacaktır ki bu, Allah’ın vaadidir ve Allah (cc) vaadinde sadıktır.

“Allah sizden, iman edip salih amel işleyen kimselere vadetmiştir; onlardan önceki kimseleri, halife yaptığı gibi yeryüzünde onları da halife yapacak, onlar için razı olduğu dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularını sonradan güvene çevirecektir. Onlar, bana kulluk edecekler, hiçbir şeyi bana şirk koşmayacaklar ve kim bundan sonra inkâr ederse işte onlar, fasıklardır.” (Nur, 55)

Sünnetullah’ta birçok örneği görüldüğü gibi yakın tarihimizde ve günümüzde de örnekleri görülmektedir. Örnek verilecek olursa, Mısır’da zulmün, adaletsizliğin simgesi, İsrail ve Amerika’nın uşak ve oyuncağı olan, azgınlık ve tuğyanın doruk noktasına ulaşan Fir’avn sülalesinin çağımız temsilcisi Enver Sedat ve meclisi, saltanatlarının ihtişamını seyrederlerken yüce Allah’ın kendisine izzet verdiği Halit El İslambuli onu, perçeminden yakalayarak alaşağı etmişti. Yüce Allah (cc) için sıkılan bir kurşun, Enver Sedat’ın yalancı, günahkâr, pis perçeminden (alnından) girerek onu bir leş haline getirmişti.

İran’da kendi halkına kan kusturan Şah Rıza, İran halkının isyan etmesi neticesinde “perçeminden tutulup” rezil bir halde İran toprakları dışına atılmış, can çekiştire çekiştire ölmüştü. Azgınlık günlerinde İran’ın maddi ve manevi değerlerini peşkeş çektiği Amerika, yıkılışında yüzüne bile bakmamıştı İran şahının. Devrim günlerinde avenesi Amerika’yı her ne kadar yardıma çağırdı ise de, ne şah ne de jandarmalığını yaptığı Amerika, başkaldıran mustazaflar karşısında hiçbir şey yapamadıkları gibi rezil olup gitmişlerdi.

Türkiye’de, Müslümanları Batılı ilahlarına şikâyet edip “Bize yardım etmezseniz radikaller gelir diyenler” ve “Bu anayasayı değiştirmezseniz radikaller (Müslümanlar) silahlı olarak gelir” diyen, Müslüman maskesi takmış münafıklar, sonlarının yaklaştıklarının endişesi içerisinde çırpınmışlardır. Kur’an ile izzet kazanan Müslümanlar, yüce Allah’ın takdir ettiği bir günde Allah ve İslâm düşmanlarının yalancı, günahkâr, pis perçemlerinden yakalayarak onları layık oldukları yere göndereceklerdir inşaAllah.

Başlangıçları bir damla su, sonları bir leş olan Allah düşmanlarını, taraftarları dahi kurtaramadı, kurtaramayacak da! Yüce Allah’ın gücü her şeye yeter, yeter ki Allah (cc) taraftarları olan Mü’minler, Rab’lerine tevekkül edip güvensinler, O’nun hükümlerine teslim olsunlar, hiçbir şekilde küfre rıza göstermesinler, küfrün izinli ve icazetli kurumlarından medet ummadan, Hakk’ın belirlediği ölçü içerisinde hareket etsinler.

Zalimlere itaat edilmez

19- Kesinlikle ona itaat etme. (Rabb’ine) secde et ve yaklaş!

Kâfirlerin, tağuti sistemin eza, ceza, işkence ve zulmü Müslümanları tağuti sisteme itaat ettirmemeli, şirk hükümlerine tabi kılmamalıdır. Müslümanlar, ancak Rab’lerinin hükümlerine göre hayatlarını düzenlemeli, O’na teslim olup O’na yaklaşmalıdırlar. Şu bir gerçektir ki, küfre boyun büküp itaat etmeyenler, gereği gibi yüce Allah’a teslim olacak, ancak bu şekilde O’na yaklaşabileceklerdir. Çünkü küfürden uzaklaşmadıkça yüce Allah’a yaklaşmak mümkün değildir. Bu uzaklaşma hem düşüncede hem de davranışta olmalıdır.

Şirk yuvaları olan vakıf, dernek ve parti içinde kümelenenler, tasavvufun bid’at ve hurafelerine bulaşanlar, geleneksel kültür ve yaşayışını din edinenler, tağuti sistemin kurallarını ölçü alanlar, hiçbir şekilde yüce Allah’a teslim olamazlar ve O’na yaklaşamazlar.

“Dinde zorlama yoktur, Hak yol sapık yoldan kesin ayrılmıştır; artık kim tağutu inkâr eder, Allah’a iman ederse, artık gerçekten onun kopması olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır, Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)

“Tağuttan kaçınan kimseler, gerçekten Allah’a yönelirler ve O’na kulluk ederler, onlar için müjde var, artık kullarımı müjdele.” (Zümer, 17)

Tağuttan kaçınmakla yüce Allah’a yaklaşılır, tağuta itaat edip kulluk yapanlar, putları önünde kıyama durup ibadet edenler, tağutu kutsayan marşları söyleyenler, oy verip hükümranlığı tağuta verenler, hiçbir şekilde yüce Allah’a secde edip yaklaşamazlar.

Secde etmek; teslimiyetin, yüce Allah’a kul olmanın, O’na karşı insanın kendi küçüklüğünü idrak etmesinin bir simgesidir. Secde, yüce Allah’a gönülden teslimiyetin ifadesi, O’na ve Kur’an’a dönüşün göstergesidir. Secde, dünya hayatının sıkıntılarından, zulüm ve işkencesinden yüce Allah’a yönelmenin aracıdır.

Secde, Kur’an ahkâmının insan davranışlarına yansıması, Rabb’in kulundan kulun da Rabb’inden razı olduğunun ifadesi, Rabb’e yaklaşmanın öncü kılavuzudur. Secde, tağuta isyan, yüce Allah (cc) yanında yücelmenin basamağıdır. Secde eylemdir, harekettir, imanı kuşanma, iman eden kişinin, hayatının tümünü, Tevhidi esaslara göre düzenlemesidir.

Alak suresi son değerlendirme

“İkra” hitabıyla basit, değersiz bir sudan yaratılan insan, kâinatın efendisinin hitabına mazhar oluyor. Kâinatın yaratıcısı, yüceler yücesi olan yüce Allah (cc), “Bismi Rabbikellezi” emriyle yeryüzünde kanunlarını uygulayacak, kendi hükmü ile hükmedecek bir beşere elçilik görevi vererek onu yüceltiyor.

Rabb’inin adına hareket edecek insan, O’nun adına yaraşır bir kişiliğe sahip olmalıdır; basit ve kişiliksiz olanlar, yüce Allah’ın elçiliğini yapamazlar. Elçi, kendisine görevi verene layık olmalıdır her yönüyle. Bunun için yüce Allah (cc), elçi olarak seçtiği kuluna her çeşit nimeti ikram ediyor, onun her yönden destekliyor ve donatıyor.

Kendisine her çeşit nimet ikram edilen kula, bilgi ve bu bilgiyi nesillere ulaştıracak yetenekler de veriliyor. Kul, bu yeteneklerini kullanarak kendisine verilen bilgiyi diğer insanlara ulaştıracaktır.

“O ki, kalemle öğretti; insana bilmediği şeyleri öğretti” yüce Allah(cc), insandan elçilik görevini yerine getirmesini istemektedir.

Şanı yüceltilmek için kendisine sorumluluk yükletilen insan, bu sorumluluğunun yerine getirmezse zalim ve cahil olacak ve Rabb’ine isyan etmiş sayılacak.

“Şüphesiz Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; fakat onu yüklenmeyi kabul etmediler, ondan endişelendiler ve insan onu yüklendi; doğrusu o, çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab 72)

İnsan kendini yeterli görerek azdı, kendisine yükletilen sorumluluğu yerine getirmedi, bir damla sudan yaratıldığını unutarak kendisini yoktan var eden Rabb’ine isyan etti, O’nun indirdiği Tevhidi esasları değiştirerek şirk koştu, Rabb’i tarafından gönderilen rasulleri ve Tevhidi esasları yüklenen Tevhid erlerini yalanlayıp karşı çıktı. Kendisine emaneten verilen malı çok sevdi, Rabb’inden başkasına boyun bükerek onu ilah edinip onlara tapındı.

Rabb’inin hükümlerini yaşayıp yeryüzüne hâkim kılmaya çalışan Mü’minler, bu sorumluluklarını mallarıyla, canlarıyla ve bütün güçleriyle ifa etmeye çalışmalıdırlar. Onlar, Rab’lerine döneceklerinin bilincinde, yüklendikleri davet görevini aksatmadan, gece gündür demeden sürdürmelidirler.

“Muhakkak dönüş Rabb’inedir!” hükmünü unutanlar, tuğyanları içinde bocalarken ansızın, istemedikleri o dönüş günüyle karşılaşacaklardır. İslâmi daveti yüklenenler, şerefli insanlardır, bundan yüz çevirenler ise, bu şereften yoksun olanlardır ki durumları, hem dünyada hem de dönüş yerleri olan ahirette zillet içerisinde kalacaklardır.

Tevhidi mücadele, Kur’ani şereften yoksun olanlarla Kur’an’la şeref bulanların mücadelesidir. Kur’an’la şereflenenler, tüm insanların bu şerefe nail olmalarını ve küfrün esaretinden kurtulmalarını isterlerken, zilleti seçen, şereften yoksun istikbar güçleri de buna engel olmak için mücadele etmektedirler. İnsanlar Kur’an’a yöneldikçe küfrün baskısından kurtulup Hakk’a teslim olacaklardır. Bunu bilen istikbar güçleri, İslâmi olan bütün değerlere saldırmakta, bu değerlerin hayata hâkim olmasını engellemeye çalışmaktadırlar.

“Gördün mü men eden kimseyi, salat ettiğinde bir kulu!”

Hak-batıl mücadelesi dün olduğu gibi, bugün de bütün şiddetiyle devam etmektedir; ancak dün çok daha şiddetli bir şekilde devam eden bu mücadele bugün istenilen seviyeye çıkmamıştır. Bunun nedenini Hakk’a teslim olanların pasifliğinde aramak gerekir. Oysa batıl, çağlar boyunca bütün kurum ve kuruluşlarıyla zulmünü sürdürmektedir. Hakk’a teslim olan günümüz Mü’minleri, meselelerini tam anlamıyla kavrayamadıkları için, mücadele istenilen boyuta çıkmamışlardır.

Şu bir gerçektir ki, sorumluluklarını tam anlamıyla idrak edip teslim olmadıkları sürece Mü’minler, gündemlerini belirleyip mücadeleyi istenilen seviyeye çıkaramazlar. Ne acı bir durumdur ki Müslümanlar, gündemlerini belirleyecek, küfre karşı bütünleşip mücadele edecekleri yerde, birbiriyle çok basit meseleler yüzünden kıyasıya mücadele etmektedirler. Oysa teferruat bir kenara itilmeli esas üzerinde birleşilmelidir.

Alak suresi, hem daveti ortaya koyanları, hem de davete muhatap olanları tefekküre, doğruyu aramaya davet etmektedir.

“Düşünsene, şayet (o kul) hidayet üzere ise yahut takvayı emrediyorsa! Düşünsene, (engelleyen) gerçekten yalanlamış ve yüzçevirmiş ise. Bilmiyor mu, muhakkak Allah’ın gördüğünü!”

Bu açık uyarılara rağmen, Hakk’a dönmeyip diretenler,

“İyi bilin ki, andolsun şayet vazgeçmezse muhakkak perçemi(ni) tutup çekeriz; yalancı, günahkâr perçemi; artık meclisini çağırsın! Biz de yakında zebanileri çağırırız!”

Mü’min davetçi, tağuti güçlerin zulmünden çekinmemeli, korkmamalı, açık bir şekilde mücadelesini sürdürmelidir. Çünkü Mü’minin destekçisi Yüce Allah’tır. Kâfirlerin ise hiçbir destekçileri yoktur, onlar zorbalıklarına güvenerek zulüm ve işkence yapıyorlar. Küfrün bütün zulüm ve işkencesine rağmen Mü’minler onlara boyun eğmemeli, teslim olmamalıdırlar.

“Kesinlikle ona itaat etme. (Rabb’ine) secde et ve yaklaş”

Mü’minler, yalnız Rab’lerine, O’nun indirdiği hükümlere teslim olmalı, indirilen hükümler doğrultusunda çalışmalıdırlar. Ancak o zaman Rab’lerine yaklaşacak, mücadelelerinde başarı elde edeceklerdir. Yüce Allah’ın hükümlerinden kaynaklanmayan, Rasulullah (as)’ın sünnetine uymayan her hareket başarısız kalmaya mahkûmdur.

Başarı ancak Kur’an ve Sünnet çizgisinde olan Mü’minlerindir.

 

Kurani Mücahede: 2006-09-15