Âdiyat Sûresi

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Giriş

Vahyi esaslar, nazil oldukları her dönemde, insanlar üzerinde çok büyük etki yapmış, onu kabul edenlere, bambaşka bir yaşam sunmuş, onları yüceltmiş, insan olmanın onuruna yükseltmiştir. Ancak insanların Rab’lerine yönelmelerini, onların onurlu birer insan olmalarını çekemeyen, insanlar üzerinde kurdukları sömürü çarklarının bitmesini istemeyen küfür ve şirk çevreleri ile onların çıkar grupları, vahyi esasların insanlar üzerindeki büyük etkisini engellemek için var güçleriyle çalışmışlardır.

Küfür ve şirk taraftarları, her dönemde vahyi esasların insanlara ulaşmasını engellemek, vahyin insanlar üzerindeki etkisini azaltmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Küfrün bu engelleme çalışmaları Kur’an’a karşı da devam etmiş, Kur’an’ın insanlara ulaşmasını, onları etkilemesini engellemeye çalışmışlardır.

Küfür ve şirk ehli, bir düşünceyi, bir inancı ya da bir sistemi, insanlar üzerinde etkisiz kılmanın, onu yaşanır halden çıkarmanın ve hatta olduğundan daha başka bir hale dönüştürmenin en etkin yolunun, o düşünceye ya da inanca hayatiyet kazandıran kavramların içini boşaltmaktan ya da kavramlara olduğundan başka anlamlar yüklemekten geçtiğini iyi biliyorlardı. Bu nedenle, Kur’an’a karşı çıkmak, ona ve onu kabul edenlere savaş açmak yerine onlar, Kur’ani kavramların içini boşaltmayı, anlamlarını değiştirmeyi seçtiler ve maalesef bu konuda kısmen başarılı da oldular.

Küfür ve şirk ehli, yüzyıllar boyunca İslâmi esasları, fiili saldırılarla ve değişik propaganda araçlarıyla hayattan kaldırmak için çalışmışlar, ancak hiçbir zaman bu amaçlarına ulaşmamışlardır. İslâmi esasları hayattan kaldırmaya muvaffak olamayan küfür ve şirk ehli, ona hayatiyet veren kavramların içini boşaltarak, anlamlarını değiştirerek bozmaya çalışmışlar, bunda kısman de muvaffak olmuşlar, böylece İslâm’ın insanlar üzerindeki etkisini yok etmeye muvaffak olmuşlardır.

Küfür ve şirk ehli ile İsrailiyatın, Kur’ani kavramları bilinçli bir şekilde değiştirme çabalarının yanında, bunlara bilmeden alet olan kimi İslâmcıların yaptıkları çeşitli yorumlar da İslâmi kavramların ve doğal olarak Kur’an’ın insanlar üzerindeki etkisini azaltmış ya da kaldırmıştır. Bu çalışmalar, İslâm’a, Tevhidi esasların anlaşılmasına ve Müslümanlara çok büyük bir darbe vurmuş, Kur’an’a yönelen insanları, Kur’ani esaslardan ve o esasları net olarak anlamaktan uzaklaştırmıştır.

Adiyat suresi de, İslâm karşıtı güçlerin ya da bid’at ve hurafecilerin çarpıtmalarından nasibini almıştır. Suredeki aksiyoner İslâmi davet metodu ve İslâm davetçilerinin çabaları adeta inkâr edilmiş, sureye, surenin ana konusu ile hiçbir ilgisi olmayan anlamlar yüklenmiş, böylece surenin vermek istediği asıl mesaj örtbas edilmiştir.

Adiyat suresi, vahyi sorumluluğu yüklenen Risalet ve Tevhid elçilerinin daveti ortaya koyuşlarını ve kendi toplumlarına vahyi esasları nasıl ulaştırdıklarını anlatmaktadır. Elçiler, yüklendikleri daveti, yüce Allah’tan başka hiçbir güçten korkmadan, hiçbir şeyden çekinmeden ve bu gerçekleri gizlemeden, apaçık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Onlar, içinde yaşadıkları şirk toplumlarının tüm itirazlarına, karşı çıkışlarına, topluma egemen olan despot idarecilerin ve yönetimlerin baskı ve zulümlerine rağmen, daveti net ve açık bir şekilde insanlara duyurmuşlar, onları yüce Allah’a iman etmeye ve yalnızca O’na kulluk yapmaya çağırmışlardır.

İnsanlar, genellikle yeni duydukları bir şeye tepki gösterir, karşı çıkarlar. İşte Adiyat suresi, elçilerin daveti ortaya koyuş metotlarını ve bu davete karşı toplumların gösterdikleri tepkinin ve karşı çıkışın boyutlarını göstermektedir. Bu sure, Kur’an’da mücadele metodunun nasıl yapıldığını ortaya koymaktadır.

Surenin Açıklaması

1-3- Andolsun nefesleriyle ses çıkararak koşanlara, ateş çıkaranlara, sabahleyin akın edenlere, tozkoparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara.

Bir telaş, bir koşuşturma, bir mücadele ve heyecan ortamının en doruk noktasına işaret eden bu ayetler, çok önemli bir durumu ortaya koymaktadır. Bu önemli durum nedir ki, soluk soluğa kalmış bir halde, toplumun içine girilerek ortalık toz dumana katılıyor?

Kimilerine göre bu ayetler, burunlarından soluyarak koşan, koştukça tırnaklarından ateş çıkaran, doludizgin bir halde, sabahleyin akına çıkan ve tozu dumana katmış olarak bir topluluğun ortasına dalan atlara işaret etmektedir. Daha açık bir ifade ile bu ayetler, bu kimselere göre bir savaş ortamını anlatıyor.

Bu ayetleri böyle tefsir edenlerin şu gerçeği bilmeleri gerekir ki, bu ayetler, Mekkî oldukları halde ve Mekke döneminde savaşa izin verilmediği bilindiğine halde, nasıl oluyor da bu ayetlerin o günkü Müslümanlara bir savaş ortamını gösterdiği iddia ediliyor?

O gün baskı ve işkence altında inim inim inleyen Müslümanlara böyle bir savaş ortamının anlatılması onları zımmen savaşa teşvik etmek değil midir? Durmadan Rasulullah (as)’dan bir çıkış yolu soran, kendilerine yapılan zulme ve işkenceye karşılık vermek için izin isteyen sahabeye, savaş için ruhsat vermek değil midir? Üstelik sahabenin birçoğu genç, dinamik, heyecanlı ve savaşmak için can atan kimseler olduğu halde. Hâlbuki Mekke’deki istikbar güçlerinin yaptıkları baskı ve işkenceye karşı mü’minlerin sabretmeleri istenmekte, “iman ettik” demekle cennetin hemencecik kazanılmadığı ifade edilmektedir.

“Yoksa sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Rasul ve onunla birlikte iman edenler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

Rasulullah (as) da her türlü zorluk, sıkıntı, baskı ve işkence altında olan sahabeye, o sıkıntılı dönemlerinde şöyle diyordu:

“Size ne oluyor da hemen sızlanıyorsunuz? Sizden öncekilerin etlerini kemiklerinden demir taraklarla ayırıyorlardı da gene dönmüyorlardı. Sizden önce geçenlerden birinin başı ortasına testere konur ve ayağına kadar kesilirdi de bu onu dininden döndüremezdi.” (İbn-i Kesir,III. C. Sh. 831)

Mekke döneminde, Adiyat suresinden önce gelen surelerde, her şeyi en iyi bilen yüce Allah(cc) mü’minlere savaşmalarını değil, sabretmelerini emrediyordu.

“Rabbin için sabret” (Müddessir, 7)

“Onların dediklerine sabret ve güzelce onlardan ayrıl.” (Müzzemmil, 10)

“Sen Rabb’inin hükmüne sabret, balık sahibi gibi olma….” (Kalem, 48)

Görüldüğü gibi Mekki dönemde, her halükârda sabır emrediliyor. Kâfirler, Müslümanlara saldırıyor, işkence ediyorlardı; buna karşılık onlar, sabrediyor, direniyor, kâfirlerin ortaya koyduğu düzenlere tabi olmuyorlardı. Ta ki Hz. Sümeyye ve Yasir (ra) gibi şehit oluncaya kadar, Allah’a tevekkül edip sabrediyorlardı. Çünkü cennet ancak sabredenlerin yurdu ve mekânıdır.

O halde bu ayetler ne ifade ediyor? Bu ayetlere uygun olan açıklama ne olmalıdır? Nasıl açıklanmalı ki, bu açıklama surenin ruhunda ve anlamında bir sapma meydana getirmesin? Çünkü bir ayetin anlamını yanlış anlamak ve anlatmak kişiyi sapıklığa sürükler sorumluluk altına sokar ve Kur’an mesajının yönünü saptırır.

Evrensel ve çağlarüstü bir niteliğe sahip olan Kur’an mesajı, hiçbir zaman anlamsız, manasız ifadeler içermez. Her ayet, bir anlam taşımakta ve kıyamete kadar gelecek nesillere yol gösterecek yeterliliktedir. Belli bir çağda yaşayan birinin, yaşadığı çağa uygun olarak, bu evrensel mesajı yorumlanması yadırganacak bir durum değildir. Ancak asıl yadırganması gereken; asırlar sonra Kur’an’la muhatap olanların, asırlar önce yapılmış yorumlara, tefsirlere itibar etmeleri onları doğru kabul edip ölçü edinmeleridir.

Diyelim ki, asırlar önce bir müfessir, içinde yaşadığı ortama uygun olarak, Adiyat suresinin ilk beş ayetini, cihadı teşvik etmek, mü’minleri cesaretlendirmek ve Allah’ın dinine düşmanlık yapıp zarar veren kâfirlere karşı savaşa hazırlanmak için bu ayetleri, atların savaş ortamındaki durumuna uygun bir şekilde yorumladı. Peki, şimdi, ‘at’tan eser kalmadığı, her şeyin son teknolojik harikalarla yapıldığı bir çağda da mı bu asırlar önceki yorumlara itibar edilecek? Böyle bir hareket gericilik, çağın arkasında kalmak değil midir? Bu Kur’an’ın evrensel ve çağlarüstü niteliğine gölge düşürmez mi? Doğrusu böyle bir hareket Kur’an’a yapılan en büyük hakaret ve çok büyük bir zulümdür.

Aynı şekilde, bir müfessir kalkıp, Adiyat Suresinin bu ilk beş ayetini, çağımıza uygun bir şekilde, örneğin şu şekilde anlayabilir.

1- Andolsun gürültüleriyle ses çıkararak kalkan (uçak)lara,

2- (Düğmeye basınca veya tetiği çekince) ateş çıkaran (füze rampaları ve silah)lara,

3- sabahleyin akın eden (uçak)lara

4- (Attıkları füze ve bombalarla yerden) toz koparanlara.

5- Derken bir topluluğun ortasına dalan (füze ve bomba)lara.

Bilindiği gibi, çağımızdaki savaşlar eskisi gibi artık kalkan kılıçla, at ve develerle yapılmıyor, en son geliştirilmiş silahlarla yapılıyor. Buradan hareketle yukarıdaki ayetler teknolojik silahlanmayı gözönüne alarak açıklanabilir. Böyle bir açıklama da, bu çağda kalmaya mahkûmdur. Çünkü gelecek çağlarda daha başka durumların ortaya çıkması mümkündür.

Öyleyse açıklanacak ayetler, Kur’an bütünlüğünü bozmayacak ve Kur’an’ın vermek istediği mesaja aykırı düşmeyecek şekilde, Kur’an’ın diğer sure ve ayetlerindeki anlamlarla bütünleşecek şekilde açıklanmalıdır. Sureyi, içinde yaşanılan çağı gözönünde bulundurarak açıklamak yerine insanı, Kur’an’ın vermeye çalıştığı evrensel mesajını, düşünce yapısını, yaratılış gayesini de hesaba katarak açıklamak gerekir ki, bu tefsir tarzı çağlarüstü ve evrensel çağrıyı ortaya koyabilsin.

Bu surede, ilahi mesajı üstlenen davetçilerin toplumları içine girerek daveti ortaya koyuşları ve o toplumların, gelen mesaja karşı şaşkınlıklarını dile getirilmektedir. Bu ayetler, geleneksel kültürlerini din edinen toplumların, her yeni gelen mesaja karşı tutumlarını ve o gelecek mesaja karşı tepkilerini ortaya koymaktadır.

Andolsun nefes nefese koşanlara, ateş çıkaranlara.

Davet görevini üstlenen mü’min davetçilerin, bu sorumluluklarını yerine getirmeleri için azami bir gayret sarf etmeleri gerekmektedir. Bu öyle bir gayret olmalı ki, bir saniye dahi insanı durdurmamalı, insan, hayatının her safhasında davet görevini yerine getirebilmelidir. Çünkü davetçinin görevi hafif bir görev değildir. Onun görevi, çok ağır ve sorumluluk isteyen, yapılması mutlak emredilen bir görevdir. Bu öyle bir görevdir ki gökler, yer ve dağların onu kabullenmekten çekindikleri ağır bir görevdir. İşte bu ağır görevi insan yüklendi.

“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlalar sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular; onu insan yüklendi; doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 72)

“Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan, baş eğmiş, çatlamış görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 21)

Göklerin, yerin ve dağların kabul etmekten çekindikleri bu ağır sorumluluğu, insan yüklendi. Daha doğrusu insana yüklendi. O halde insan, bu görevi hakkıyla yerine getirmeli, bunun için çaba sarf etmelidir.

“Doğrusu biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.” (Müzzemmil, 5)

Bu ağır sorumluluğu yüklenen insan, emrolunduğu gibi dosdoğru bir şekilde bunu yerine getirmek zorundadır. Çünkü ondan istenen bu sorumluluğun yerine getirilmesidir. Aksi halde hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

“Andolsun asra ki, insan ziyandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr, 1-3)

Ziyandan kurtuluşun yolunu, hakkı ortaya koyarak insanlara Tevhidi esasları duyurmakta gören Müslüman bir davetçi, üzerindeki bu sorumluluğu, şartlar ne olursa olsun, her halükârda yerine getirmekle mükelleftir. Bu ağır mükellefiyeti yerine getirişinde davetçi çok acele edecektir. İşte yukarıdaki ayet buna işaret etmektedir. Nefes nefese koşan davetçiler toplumda ses çıkaracaklardır. Bu ses ‘ateş çıkaranlar’ olarak ifade edilmektedir. Ateş çıkaranlar ifadesi sevinç ve kızgınlığı ifade etmektedir.

Üzerindeki davet sorumluluğunu, emrolunduğu şekilde yerine getiren insanın gözleri sevinçten ışıl ışıl parlarken, davete karşı çıkanların gözlerinde kin ve düşmanlıktan ateş çıkmaktadır. Kur’an, küfür ve şirk ehlinin, Tevhidi esasları duyuran elçilere karşı gözlerinden ve ağızlarından nasıl kin kustuklarını veciz bir ifade ile anlatarak ateş çıkarmaya benzetmektedir.

“O inkâr edenler zikri işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. ‘O delidir’ diyorlardı.” (Kalem, 51)

“Ey iman edenler, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin, onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Onların ağızlarında öfke taşmaktadır, göğüslerinde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Düşünürseniz, size ayetleri açıkladık.” (Âl-i İmran, 118)

Burada, Tevhidi esasları ortaya koyan elçilere karşı kâfirlerin kin ve düşmanlıktan ne hâle geldikleri ortaya çıkmaktadır. Onlar, Tevhidi esasları kendilerine duyuran elçilere karşı kin ve düşmanlıktan dolayı adeta ateş saçıyorlar. Zaten kızan bir insanı tarif ederken de kullanılan ifade şudur; “gözlerinden ateş saçıyor.”

“Nefes nefese koşanlar” ifadesini Saffat suresinde daha açık bir şekilde ortaya koymakta ve bu nefes nefese koşuşun nedeni açıklanmaktadır.

“Andolsun o ardı arda dizilenlere, bağırıp sürenler, zikir okuyanlara ki ilâhınız birdir.” (Saffat, 1-4)

Nefes nefese koşanlar, bağırarak insanlara zikir (Kur’an) okumakta ve ilâhlarının bir tek ilâh olduğunu insanlara duyurmaktadırlar. Saffat suresindeki bu ayetler, Adiyat suresinin girişindeki “Andolsun nefes nefese koşanlara, ateş çıkaranlara” Ayetleriyle tamamen örtüşmektedir. Bağırmak, oturulduğu yerden yapılan bir hareket değildir, bir haberin getirilmesinde, o haberin önemine ve aciliyetine binaen, hızlı ve koşarak duyurulmasıdır. Bu önemli haber, “zikir okuyanlara ki ilâhınız birdir.”

Şirk ve küfür içerisinde bocalayan ve belki de biraz sonra bu haliyle ölecek insanlara, Tevhidi esasların çok acilen duyurulması gerekir. Çünkü bu kimseler, bu halleriyle ölürlerse ebediyen ziyana uğrayacak ve helak olacaklardır. Bu tıpkı ölmek üzere olan ve adeta son çırpınışlarını veren bir kalp hastası ya da nefes darlığı olan bir kimseye ilacını yetiştirme duyarlılığı içerisinde hızlı hareket etmek ve ilacın getirildiğini telaşla bağırarak söylemek gibidir.

Şu unutulmasın ki, şirk ve küfür üzere ölmek, ilaçsız ölmekten çok daha kötüdür. Çünkü ilaçsızlıktan ölen bir kimse, yalnızca ölecektir, ancak şirk ve küfür üzere ölen bir kimse, ahiret hayatında ebediyen helak olacak ve şiddetli bir azaba duçar olacaktır. İşte bu durumda olan kimseleri kurtarmak, Müslüman davetçilerin en acil görevlerinden biridir.

İslâmi davetin, önem ve aciliyetini gösteren ve Tevhidi esasların insanlara nasıl ulaştırılacağını bildiren yüce Allah (cc), Risalet tarihinde Risalet önderlerinin mücadelelerini örnek vererek açıklamaktadır.

“Andolsun birbiri ardınca gönderilenler, rüzgâr gibi esip savuranlara, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara, zikir bırakanlara.” (Mürselat, 1-5)

Risalet önderleri, yüklendikleri vahyi sorumluluğu yerine getirebilmek için boş durmamış, gecelerini gündüzlerine katarak, kendi toplumlarına hakkı ulaştırmaya çalışmışlardır. Onların bu davranışlarını örnek alan Tevhid erleri Müslümanlar da onlar gibi ilâhi mesajı yayacak ve hakkı batıldan ayırmak için zikri (Kur’an’ı) öğüt olarak insanlara bırakacaklardır. Tabii ki bunları yapmak için aktif olmak, çok çaba sarf etmek gerekir.

İşte bu mücadeleci ruh, Adiyat suresinde, ‘dabhan’ (nefes nefese) olarak belirtmektedir. ‘Dabhan’ ifadesi mecazi olarak kullanılmış, nefes nefese bir mücadele ortamını ve bu ortam içindeki davetçilerin konumunu ve durumunu ortaya koymuştur.

Mürselat suresinde geçen “esip savuranlara” ifadesi gibi, buradaki “nefesleriyle ses çıkaranlar” ifadesi de mecazi olarak kullanılmıştır. Ardı ardına gönderilen rasuller toplumları içinde fırtına gibi eserek hakkı duyurmuşlardır.

Bütün bu tanımlamalar, davetin insanlara nasıl ulaştırılması gerektiğini ifade etmektedir. Daveti üstlenen elçiler, vurdumduymaz, gününü gün eden, pısırık, hantal ve tembel olamazlar. Tabiidir ki böyle bir ortam nefsinin alçak isteklerini tatmin etmek isteyip yanları üzere yatanlar için hiçbir şey ifade etmeyecektir. Hele hele yüce Allah’ın fitne olarak nitelendirdiği ve yeryüzünden kaldırılıncaya kadar onunla mücadele edilmesini ve tağut olduklarını bildirip reddedilmesini istediği beşeri küfür ve şirk düzenlerinin yasaları altına zillet içerisinde sığınılarak yapılacak bir görev değildir Tevhidi mücadele.

Beşeri küfür sistemlerinin izin ve icazeti ile kurulan parti, dernek ve vakıf gibi şirk ve küfür olan kurumlarının içinde zilleti seçenlerin yaptıklarının İslâmi davetle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar, Tevhidi esasları bozan, Hakkı batıla bulayıp Tevhidi gerçekleri gizleyen Samiri soylu bozgunculardır.

Müslüman davetçiler, hareketli, aktif, çalışkan, konusunu bilen, şuurlu, duyarlı olan ve yalnızca Rab’lerinin bildirdikleri doğrultuda hareket eden kimseler olmak zorundadırlar. Çünkü davet görevi bunu böyle yapmayı gerektiriyor. Ağır bir sorumluluk altına giren davetçiler, bu sorumluluklarını, istenilen ölçülere uygun olarak yerine getirmelidirler.

Tevhidi esasların, insanlara duyurulması görevini Müslüman davetçiler, sabahın ilk ışıklarıyla beraber yerine getirmelidirler. Devam eden ayetlerde davetin ne zaman yapılacağını bildirmektedir.

3-5 Sabahleyin akın edenler, toz koparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara.

Daveti yüklenen davetçi bu görevini gündüzün ortaya koyacaktır. Günün ilk ışınlarıyla beraber insan topluluklarına hakkı duyurmaya başlayacak olan davetçi için gündüz davet ve mücadele, gece eğitim ve dinlenme zamanıdır.

“Çünkü gündüz, senin için uzun bir uğraşı vardır.” (Müzzemmil, 7)

Gündüzün uzun uğraşısı, daveti reddedenlerin mücadelesine karşın, davetçilerin azmini, direnişini ve mücadelesini ifade eder. Öyle bir mücadele ki, ortalığı ana-baba gününe döndürmektedir. Risalet önderlerinin mücadelelerine baktığımızda bu ortamı çok rahatlıkla görebiliriz. Bu ortamda davetle görevli elçiler, kimi zaman sıkıntıya da düşeceklerdir.

Sabahın kuşluk vaktinde Tevhidi esasları duyurdukları için şirk ve küfür cephesinin şiddetli tepkisiyle karşılaşan Tevhid elçilerini yüce Allah (cc) yalnız bırakmamakta, onlara yardım etmektedir.

“Andolsun kuşluk vaktine, sakinleşen geceye ki Rabb’in seni bırakmadı ve sana darılmadı.” (Duha, 1-3)

Duha ve Müzzemmil surelerinde de belirtildiği üzere Tevhidi davet, sabahları toplum içine koşup akın eden davetçilerce ortaya konulmaktadır. Bu davetin uyandırdığı etki sonucunda insanların tepki ve itirazları ve davetçilerin tavizsiz tutumu nedeniyle ortalık toz duman olmaktadır.

Tevhid şirk mücadelesi, Kur’an’da birçok kez anlatıldığı ve yukarıda yazılan ayetlerde de açıklandığı üzere nefes nefese, soluk soluğa bir mücadele sonucunda ortaya konulurken bazı kimseler, bu gerçekleri adeta görmezden gelmişler ve davet metodunu saptırmışlardır. Bunlar, Rab’leri tarafından kendilerine bildirilen Tevhidi esasları ve verilen imkân ve nimetleri değerlendirip sorumluluklarını yerine getirmedikleri için bile bile gerçekleri saptıran nankör insanlardır.

6-7- Ki insan, Rabb’ine karşı çok nankördür ve o da buna şahittir.

İnsanlardan kimileri, Rableri tarafından indirilen ve Risalet önderleri tarafından kendilerine bildirilen Tevhidi esasların değerini bilmemişler, kendilerine yüklenilen sorumluluğun gereğini yerine getirmemişlerdir. Böylece bu kimseler, Rabb’lerine karşı nankörlük yapmışlar, yapmaktadırlar.

Başlangıçta hiçbir şey değillerken, basit bir damla sudan yaratılan insanlar, Rab’leri tarafından, çeşitli nimetler verilmiş, elçilik görevi ile şereflendirilmişlerdir. İnsanlar, ancak kendilerine verilen nimetlerin gereğini yerine getirdikleri, kendilerini yücelten elçilik görevlerini yaptıkları sürece şereflerini koruyarak yüceleceklerdir. Aksi halde nankör kimseler olarak Rab’lerine isyan etmiş olacaklardır.

İnsanlar, kendilerine verilen nimetlerin ve elçilik görevinin hakkını vermeli, Rab’lerine nankörlük yapmamalıdırlar. Akıllı olan kimseler, kendi yararları ve kurtuluşları için bu nimetlerin kıymetini bilir, görev ve sorumluluklarının gereğini yerine getirirler. İşte Risalet önderleri, görev ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirdikleri için Rab’lerinin rızasını kazanmışlar, kurtuluşa ermişlerdir. Örneğin Hz. Nuh (as) ve diğer bütün rasuller gece gündüz, gizli açık demeden davet görevlerini yerine getirmişler, dabhan (nefes nefese) kavramın ifade ettiği şekilde hareket etmişlerdir.

“O da buna şahittir.” İnsanın nankörlüğüne insanın hem kendisi hem de Rabb’i şahittir. “O da buna şahittir.” Bu ifade, iki anlamda ele alınabilir; her iki mana da Kur’an esprisine ters düşmez. Birincisi, yüce Allah(cc)’ın bizzat Kendisi, insanın yaptığı nankörlüğü biliyor. İnsan, kendisine bildirilen ilahi mesajın gereğini yapmayarak ve verilen nimetlerin hakkını vermeyerek nankörlük yapmıştır.

İkincisi, insan, ilahi mesajın kendisinden ne istediğini anladığı sürece, davetin de, surenin bundan önceki ayetlerinde ortaya konulduğu şekilde yapılacağını bilir. Sorumluluğunu anladığı ve her şeyi apaçık bir şekilde bildiği halde bunun gereğini yapmadığının da açık bir şekilde farkındadır. İşte insanın, bütün bunları bilmesine rağmen kendisinden istenileni yapmaması Rabb’ine karşı nankörlüktür.

Kimi insanlar, birçok şeyi bildikleri halde, bu bildiklerini ne emrolundukları şekilde yaşamışlar, ne de topluma ulaştırmaya çalışmamışlardır. Bu kişiler, kendilerinde olan doğruları toplumdan gizleyerek ya da layıkıyla topluma ulaştırmayarak Rab’lerine karşı nankörlük etmişlerdir.

Bazı insanlar da, yüce Allah’ın kendilerine verdiği maddi imkânları, cimrilik yaparak kendilerinde tutmuşlar, bunları, ne ihtiyaç sahibi insanlara vermişler ne de Allah yolunda harcamışlardır. Bunlar, yüce Allah’ın verdiği bu imkânları, ancak nefislerini tatmin etmek için kullanmışlar, zenginlik ve şatafat içinde yaşayarak Rab’lerine yaklaşmaya çalışmamışlardır.

Yukarıda anlatılan her iki grup insan da, bu hareketleriyle, yüce Allah’ın dininin yeryüzüne egemen olmasına engel olmuşlar, gerek bilgileriyle gerekse mallarıyla İslâmi esasların toplum hayatına hâkim olmasına çalışmamışlar, bu hareketleriyle, hem Allah’a karşı nankörlük etmişler, hem de doğruları gizlemişlerdir. Bu hareketleri, onların dünyayı ve dünya malını ne kadar çok sevdiklerinin ifadesidir.

8- Doğrusu o, malı çok sever.

Mal, yüce Allah’a yaklaştıran ve toplum fertlerini birbirine yaklaştıran bir araç olmalı, insanı, yüce Allah’tan uzaklaştıran ve insanları birbirine düşman eden bir fitne olmamalıdır. Ancak kimi insanlar, mal edinmeyi temel amaç olarak almışlar ve bu nedenle malı çok severek hayatlarını onun peşinde koşmakla ve mal biriktirmekle harcamışlardır. O kimselerin malı çok sevmeleri, onlara asıl sorumlulukları olan kulluk görevlerini unutturmuş, Rab’lerinden gelen ilahi mesajı arkalarına atmalarına neden olmuştur.

“Doğrusu o, malı çok sever” bu mal sevgisi nedeniyle insan, kendisindeki malda başkalarının hakkı bulunduğu gerçeğini görmezden gelmiş, onlara haklarını vermeyerek Rabb’ine nankörlük yapmış ve isyan etmiştir. Oysa insan, kendisine verilen mal ile kendi kurtuluşunu sağlayabilir ve Rabb’ini razı ederek yücelebilirdi. Şayet insan, insanlardan bir karşılık beklemeden, yalnızca yüce Allah’ın rızasını kazanmak için malını verirse yücelir, Rabb’inin rızasına ulaşır ve şirk pisliğinden arınır.

“O malını vererek arınır, yücelir ve onda hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur. Yalnız Rabb’inin yüzünü arzular. Yakında kendisi de razı olacaktır.” (Leyl, 18-22)

Ancak ne yazık ki insan, Rabb’ini razı etmek için malını vererek yüceleceği yerde, mala olan aşırı sevgisi yüzünden alçalmış, alçaldıkça mala biraz daha tapmış, onu ilah edinmiştir. Bu kimseler, mallarını Allah yolunda harcamayarak, aynı zamanda İslâmi mücadelenin yapılmasına katkıda bulunmayarak, Allah’ın dinine engel olmuşlardır.

9-11- Bilmez mi o, kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, göğüslerde olanlar devşirtildiği zaman, (işte) o gün Rab’leri onların her hâlini haber almıştır.

Kıyamet günü insanlar, dünya hayatında biriktirip ilahlaştırdıkları, onun uğrunda insanlara zulmettikleri malın hesabını verecekler. Bu hesap öyle kolay verilecek bir hesap değil, mal yüzünden hem Rab’lerine isyan edişlerinin, hem mazlumların haklarını yiyişlerinin, hem de kulluk görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyişlerinin hesabını vereceklerdir. Üstelik o biriktirdikleri mal ile azapları daha fazla olacak, o mallar azaplarının şiddetlenmesini sağlayacaktır.

“Ey iman edenler, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allâh yolundan çevirirler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele!

O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır: ‘İşte nefisleriniz için yığdıklarınız, yığdıklarınızı tadın!’ (denilir).” (Tevbe, 34-35)

Allah yolunda harcanmayan, ihtiyaç sahiplerine verilmeyen mal, ahirette ancak kendisini sevenin azabını artıracak, kendisine fayda yerine zarar getirecektir.

“O ki mal yığdı, onu saydı durdu malının kendisini ebedi yaşatacağını sanır. Kesinlikle andolsun ki o, Hutameye atılacaktır.” (Hümeze, 2-3)

“Suçlu ister ki o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini (versin) de tek kendisini kurtarsın.” (Mearic, 11-14)

İnsanlar, öldüklerinde yanlarında hiçbir mal götüremeyeceklerini çok iyi bilmelerine rağmen yine de mal ve sermayeyi biriktirdikçe biriktiriyor, bu uğurda birçok sıkıntı çekiyor ve başkalarının haklarına el uzatabiliyorlar.

Yazıklar olsun o kimselere ki, Allah’ın indirdiği Tevhidi esasları, Rab’lerinin belirlediği kurallar doğrultusunda tebliğ etmemek için Hakkı batıla bulaştırıp gerçekleri gizliyor, mal peşinde zamanlarını harcıyor ve hayatlarını bu yolda tüketiyorlar.

 

Kurani Mücahede: 2008-08-01