VAKIFLAR (Tağuti Sistemin İcazetli Kurumları)

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Yüce Allah (cc), kendisine ibadetin nasıl, hangi şekilde ve ne zaman yapılacağını bildirdiği gibi, insanlara gönderdiği Tevhidi esasların nasıl tebliğ edileceği konusunu da en ince noktasına kadar belirtmiştir. O’nun belirlediği bu esasları  bırakıp beşeri sistemlerin belirlediği ve izin verdiği metoda göre hareket etmek, tağutun hükmünü yüce Allah’ın hükmüne tercih etmektir ki bu, apaçık bir sapıklık, şirk ve küfürdür.

“Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36)

“Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasule karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa, 115)

Yüce Allah (cc), iman edenlerin neyi nasıl yapacaklarını, şirk ve küfür toplumları içerisinde nasıl hareket edeceklerini çok açık bir şekilde bildirmiş ve bu konuda en güzel örnek olarak da Rasul Hz. Muhammed  (as)’ı ve diğer rasulleri vermiştir.

“Andolsun Allah’ın Elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

Bu nedenle iman ettiği iddiasında bulunan bir kimse, bu ilahi esaslara uymakla mükelleftir ki bu zaten imandır. İlahi esasların belirlediği kuralların aksine hareket etmek iman değil şirk ve küfürdür.

Şeytan ve onun taraftarı olan tağuti düzenlerin, iman edenlere bilmedikleri yönden yaklaşmasının en tehlikeli kapısı olan vakıflar, bugün birçok insanı Kur’an ve Sünnet’in çizgisinden, Tevhidi esasların belirlediği esaslardan çıkararak küfrün icazetli çizgisine çekmiştir.

Kur’an gerçeğini ve bu gerçeğin bildirdiği risalet önderlerinin örnek mücadelelerini yeterince bilmeyen ya da bilmek istemeyen kişilerin rahat bir şekilde kapıldıkları vakıflar, mü’minlerin yolları üzerine kurulmuş ve Allah (cc) yolundan saptıran tuzaklardır.

Bugün din adına ortaya çıkan tarikat, vakıf, dernek ve partiler, insanları Tevhidi esaslardan ve Allah yolundan saptıran, şeytanın dostları tarafından ortaya konulmuş farklı tuzaklardır. Kur’an, bu şeytani yöntem ve metotları şöyle tanımlamaktadır.

“Siz her yol üzerine, (insanları aldatmak için) bir işaret yapıp da boş şeyle mi uğraşıyorsunuz?” (Şuara, 128)

 “Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları Allah yolundan çevirmeğe ve o(Hak yolu)nu eğriltmeğe çalışmayın; düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!” (A’raf, 86)

Vakıflar konusundaki hassasiyetimiz, bu yuvaların Kur’an’da ve Risalet tarihinde yeri bulunmaması ve şeri hiçbir delile dayanmaması noktasındadır.

Kuruluşundan itibaren tağuti sistemlerin mahkemelerinin onayından geçen vakıfların tüm hareketleri, İslâm düşmanı tağuti sistem tarafından kontrol altında tutulmaktadır. Vakıfçılar, kendi inisiyatifleri doğrultusunda istedikleri gibi hareket edemedikleri gibi, kanuna aykırı en küçük bir hareketlerinin tesbit edilmesi halinde de bağlı bulundukları genel müdürlük ve kendilerine izin veren mahkeme tarafından derhal kapatılacakları ilgili kanunda açıkça yer almaktadır.

Kimi akıl sahiplerinin ve fıtratı bozulmamış kimselerin gerçekleri görmeleri için, vakıfçıların, izin almak için tağutun mahkemesine nasıl gittikleri ve vakıfların kuruluşu ile ilgili bilgileri, V. G. Müdürlüğünün ‘Yeni Vakıflar’ adlı kitaba bakmaları yeterlidir. Bu yazıda, vakıfların kuruluş aşamasını özetledikten sonra İslâmi nokta-i nazarındaki konumu üzerinde duracağız inşaAllah. Dileyen dilediği yolu tutar, sonuçta yüce Allah’a hesabını verecektir.

Bir vakfın kurulması için gereken şartlar

1- Noterde vakıf senedi düzenlenecek vakıf  senedinde; vakfın adı, merkezi, amacı açık olarak ve terettütlere  sebebiyet vermeyecek şekilde düzenlenecektir. Vakfın amacı,74. Madde gereğince; kanuna, ahlaka, adaba, milli menfaatlere aykırı olmayacak, belli bir ırk veya cemaat yararına çalışmayacak, egemen siyasi düşünceden başka düşünce taşımayacak, egemen siyasi güce aykırı düşünen siyasi bir düşünceyi veya cemaatı desteklemeyecektir.

2- Asliye hukuk mahkemesine, vakfın tescili için müracaat edilecek ve mahkemenin vereceği izinle kurulacaktır, aksi halde kurulmayacaktır.

3- Vakıf kurallarının kaç kişi tarafından oluşturulacağına V. G. M. karar verecek ve vakıf idarecileri, vakıf senedinde yazılı şartlara uymadıkları takdirde V.G.M.’ce görevden alınmaları için mahkemeye başvurularak görevden uzaklaştırılacaklardır.

4- Vakfın idaresinde ya da amacında yapılacak değişiklikler yetkili asliye mahkemesince tescil edilecektir, tescil edilmeyen değişiklikler geçersiz sayılacaktır.

5- Toplanacak bağışlar, V. G. M. personeli sosyal yardımlaşma ve emeklilik vakfı tarafından tarafından bastırılacak makbuzlarla mümkün olacaktır. Makbuzsuz olarak kesinlikle para toplanmayacak, toplanan paralar günü gününe vakıflar bankasına ya da bir devlet bankasına yatırılacaktır. Bankaya yatırılan hayır paraları, diğer mudilerin paraları gibi işlem görecektir. Yatırılan bu paralar, bir taraftan bankanın güçlenmesine katkıda bulunurken, diğer yandan bu paralara faiz uygulanacaktır. Faizle iştigal ise, Allah’a ve rasulüne savaş açmaktır.

6- Vakfın gelir ve giderleri, V. G. Müdürlüğünce hazırlanan muhasebe hesap planına uygun olacaktır.

7- Vakıflar, V. G. M.’nün teftişine tabidir. Teftiş makamı vakıf senedi hükümlerinin yerine getirilip getirilmediğini, vakıf mallarının tüzükte belirtilen gayeye uygun surette ve tarzda idare ve sarf edilip edilmediğini denetler. Teftiş her iki yılda bir zorunlu olarak yaptırılacaktır.

8- Kanuna, milli menfaatlere ahlaka ve siyasi idareye uygun bir şekilde kurulan vakıflar, bu gayenin dışına çıkmaları halinde V. G. M’nün müracaatı üzerine yetkili mahkemece dağıtılır.

9- Yetkili mahkemece dağıtılan vakıf malları, V. G. Müdürlüğünce idare ve temsil edilen mazbut vakıfların tüzel kişiliğine intikal eder.

Hangi ideolojiyi taşırsa taşısın, her siyasi irade kendi açısından toplumsal düzeni sağlamak, kendisine karşı oluşabilecek oluşumları önlemek, siyasi egemenliğini sürdürmek için her konuda tedbir almak, vatandaşlarını kontrol altında tutmak zorundadır. Bu İslâm için de Demokrasi için de, Sosyalizm için de böyledir.

Burada üzerinde durulan husus, İslâm’a inandıklarını iddia etmelerine rağmen, tağuti sistemin kurallarına göre hareket eden, ancak bu hareketlerini inançlarının bir parçası olarak gören dengesiz, tutarsız kişilerin, içinde bulundukları çifte standarttır.

Bugün, tarihin hiçbir döneminde olmayan çifte standartlık vakıfçılar tarafından ortaya konulmaktadır. Vakıfçılar, risalet tarihini sözde kabul ettiklerini iddia etmelerine rağmen, bu tarihi gerçeğe aykırı hareket etmektedirler. Onların bu tavırları, Tevhidi gerçeklerin insanlar tarafından net olarak anlaşılmasını engellemektedir. Bunun sorumluluğu ise, hiç şüphesizdir ki, hakkı batıla bulaştırıp gerçeği gizleyen vakıfçıların üzerindedir.

Diğer yandan halkın hayır diye verdiği paralar, vakıfçılar tarafından, İslâm’ın belirlediği ölçüler göz önüne alınmadan egemen siyasi rejimin rızasına uygun bir şekilde harcanmaktadır.

Vakıf konusunu, vakfın kuruluşu ile ilgili verilen bilgilerden de yararlanarak Kur’an ve Sünnet ölçüsünde değerlendirilecek olursa.

1- Müslüman davetçinin amacı, yüce Allah’ı yegane otorite kabul ederek, O’nun  indirdiği hükümleri, nefsinden başlayarak topluma, yaşadığı topraklar üzerine ve giderek tüm dünyaya; yeryüzünde  fitne kalmayıp, egemenlik yalnızca Allah’ın oluncaya kadar mücadele ederek, hakim kılmaktır. Bu durum ister istemez, Müslümanı, beşeri şirk düzenleriyle karşı karşıya gelmeyi gerektirmektedir.

Beşeri sistemler, “Hakimiyet ancak milletindir” diyerek egemenliği beşere tahsis etmiştir. İslâm ise, Hakimiyet ancak Allah’ındır” (12/40) hükmüyle hakimiyet ve egemenliği yüce Allah’a vermiştir. Bu durum ise, vakıf senedinin 74. Maddesine ters düşmektedir. Vakıf senedine aykırı bir vakıf kurulamayacağına göre, kurulan vakıflar, vakıf senedine uygun kurulmuş  demektir ki bu, gayri İslâmi ve küfürdür.

Vakıf senedine uygun kurulabilmek için kurucular, ister istemez yalan söyleyeceklerdir. Çünkü, hiçbir kurucu “Şeriat’ı getireceğim” diye dilekçe vererek vakıf kurma talebinde bulunamaz. Bu nedenle yalan söylenerek kurulan bir vakfın ne kadar İslami olacağı da bir gerçektir. Bu ise,  Emrolunduğunuz gibi doğru olun Hud,112.  ayeti celilesine aykırı hareket etmek ve Hakkı gizlenmektir ki bu küfürdür.

Vakıfçılık, takiyye yapmak ve İslâmi daveti net ve açık olarak ortaya koymamaktır ki bu haramdır. Buradan hareketle;

a) İslâmi olmayan metodlarla İslâm şeriatını getirmeye çalışmak İslâmi ve Makyavelist felsefenin, “Amaca ulaşmak için her araç meşrudur” mantığının bir ürünüdür. Ayrıca küfrün ideolojisine uygun bir şekilde kurulan vakıflarla İslâm’a hizmet etmeye kalkışmak, ilahi hükmü bırakıp tağutun hükmüne uymaktır.

“İşte biz onu, Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, artık seni Allah’tan kurtaracak ne bir veli ne de bir koruyucu olmaz” (Rad,37)

Vakıf, yüce Allah (cc) tarafından gelen hükümleri terkedip tağutun hükümlerine uymaktır. bu ise, İslâm dinini terk etmektir.

“O halde sana (İslâm) dini(ni) yalanlatan nedir?” (Tin, 7)

Müslümanlara, “Biz İslâm’ı getirmeye çalışıyoruz” diyen vakıfçılar, sistem tarafından kontrol edildiklerinde: “Sisteme uygun bir kuruluş” olduklarını söylemektedirler. Bu ise vakıfçıları, ilahi hükme sokmaktadır.

İman edenlere rasladıkları zaman; ‘inandık’ derler, fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman; ‘biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz’ derler.” (Bakara, 14)

Küfre karşı takınılması gereken tavrın nasıl olması gerektiği, kâfirlere itaat edilmemesi ve onların hevalarına göre hareket edilmemesi ile ilgili onlarca ayet-i kerime vardır. Vakıfçılar, bu ayetlere aykırı hareket etmektedirler.

b) Vakıflarla İslâm’a hizmet edebileceğini iddia etmek, açık ve net olan Kur’an mesajının önünde gürültü koparıp Kur’an’ın çağrısını bulanıklaştırmaktır.

“Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kollar da yalanladı. Her millet, elçisini yakalamağa yeltendi; hakkı gidermek için boş şeyler ileri sürerek tartıştılar. Bu yüzden onları yakaladım. (Bak) azabım nasıl oldu?” (Mü’min, 5)

c) Sünnetullahtaki mücadele metodunu saptırmak, yüce Allah’ın koyduğu mücadele metodunu terk etmektir. Oysa yüce Allah (cc), Sünnetullahtaki davet metodunda hiçbir şekilde değişiklik olamayacağını bildirmektir.

d) Tağuti sisteme muhakeme olmayı istemektir ki bu küfür, şirk ve sapıklıktır.

2- Vakfın gelir gideri tağuti sistemin kontrolü altındadır, yapılacak yardımlar, küfrün belirlediği kurallara göredir. Oysa İslâm’da, infakın nasıl ve nereden toplanacağı ve toplanan paraların nasıl ve ne şekilde harcanacağı Kur’an ve sünnet’te çok açık bir şekilde belirtilmiştir ki bu, mevcut sistemin kurallarıyla çatışmaktadır.

Yüce Allah yolunda çalışan ve küfür sistemle çatışan mü’minlere yardım etmek farzdır, vakıf bu farziyete engeldir. Çünkü yardım edilmesi halinde vakfın kapanacağı bir gerçektir. Vakıfçılar, vakıflarını kapatmamak için Allah (cc) yolunda çalışanlara yardım yapamazlar ya da yapsalar bile bunu takiyye yaparak gizlerler.

3- Müslümanlar arasındaki ilişkiler, İslâm’ın belirlediği esaslara göredir. Vakıflardaki ilişkiler tağuti sistemin belirlediği kurallara göredir.

4- Mevcut sisteme aykırı faaliyet gösterdiği tesbit edilen vakıflar, bağlı olduğu genel müdürlüğün müracaatı üzerine ilgili mahkeme tarafından faaliyetine son verilerek, mevcut malları, ilgili genel müdürlükçe idare ve temsil edilen vakıfların tüzel kişiliğine devredilir; isterse bu vakıflar, İslâm’a ve Allah’a düşman olsunlar. Oysa, mü’minlerin malları ancak yüce Allah’ın rızasına uygun olan yerlere harcanır.

Şimdi, bu gerçekler ortada iken, kimi vakıf tutkunları ya da bunları haklı gören bazı mantık sahipleri, vakıfçıların, “çifte standart uyguladıklarını ve rejime ayrı bildirimde bulunup hareketlerinde ayrı bir yol izlediklerini” iddia ediyorlar. Biz, bunun böyle yapıldığını elbette biliyor ve bu ikiyüzlülüğün İslâmi olmadığını (2/14), Tevhidi hareketin netliğini bozup parçaladığını, ayrı ayrı vakıfların vahdet bilincini yok ettiğini, bu tutumun “Topluca Allah’ın ipine sarılın,parçalanmayın” (3/103), hükmüne aykırı olduğunu, izzet sahibi olması gereken mü’minlerin zillete düçar olup tağuta izzet verdiklerini söylüyoruz.

Sistemin vakıflara bakışı oldukça olumludur; bu nedenle bugüne kadar “Dini amaçlı” 500’den fazla vakıfa izin vermiştir ve bu sayı her geçen gün giderek artmaktadır.

Vakıfların sistem açısından yararını, V. G. Müdür Vekili şöyle açıklamaktadır. “Vakıfların yaptıkları icraatlarla devletin kamu görevi yükünü hafiflettiklerini, bu nedenle vakıflara vergi muafiyeti tanınarak kurulmalarının büyük ölçüde teşvik edildiğini, vakıfların içişlerinde bağımsız olarak çalıştıklarını, dolayısıyla kuruluş gayelerinin dışında faaliyet göstermedikler sürece V. G. M.’nün herhangi bir müdahalesinin olmadığını, şimdiye kadar kurallara aykırı hareket eden 213 vakfın mahkemece dağıtılmasına karar verildiğini açıkladı.”

Tağuti küfür sistemin yararlandığı, varlıklardan rahatsızlık duymadığı vakıfların kuruluşunu, vergi muafiyeti de dahil her türlü kolaylığı sağlayarak teşvik ettiği, ancak en ufak bir rahatsızlık duyduğu vakıfları da anında kapattığı gerçeği ortada iken, hangi akıl sahibi bu tür vakıfların İslâm için çalıştığını iddia edebilir.

Vakıf yolu ile İslâm’a hizmet edildiğini savunan zavallılar bilmelidirler ki, varlıklarını borçlu oldukları, izin ve icazetiyle kanatları altına sığındıkları sistemin sahipleri kendilerinden çok daha akıllıdırlar. Sistemi savunanlar, bağlı oldukları sistemlerini, kendilerini akıllı zanneden vakıfçılardan çok daha iyi bilmektedir.

Bugün, sistemin izin ve icazetiyle kurulan ve kendilerini İslâm’a nisbet eden vakıfçılar, İslâmi davetin ilkelerini, yön ve yöntemini belirleme iddiasındadırlar. Yani, İslâmi davetin vakıf yolu ile de yapılabileceği iddiasıyla kurulmuşlardır ki bu apaçık bir şekilde Kur’ani hükümlere ters şirk ve küfürdür.

İslâmi davetin nasıl ve ne şekilde yapılacağını yüce Allah (cc), bütün boyutlarıyla ortaya koymuş, risalet önderlerinin mücadelelerinde örneklendirmiş ve bunları bizlere, yüce Kitab’ında bildirmiştir. Bu nedenle, İslâmi davet yapacak olan kimseler, Kur’an’ın belirlediği ölçülere uygun hareket etmekle mükelleftirler. Kişi, nasıl ki namazın, orucun, haccın ölçülerini kendisi belirleyemiyorsa davetin ilkelerini de kendisi ya da iman ettiği tağuti sistemler belirleyemezler.

Yüce Allah’a gerçekten iman edenler, O’nun belirlediği ölçüler içinde hareket ederler ve hiçbir endişe ile bu ölçülerin dışına çıkamazlar. Aksi halde, haddi aşan kimseler olarak ilahi uyarıya muhatap olurlar.

Bizim vakıfla ilgili hassasiyetimizin nedeni, bu şirk ve küfür yuvalarının gayri İslâmi ve sünnetullaha aykırı oluşları, insanları Tevhidi esaslara yönelmekten alıkoymaları ve risalet tarihinde ortaya konulan metoda ters düşmeleridir.

1- Vakıflar, yüce Allah (cc) tarafından Kur’an’da emredilmeyen, Rasulullah (as) tarafından bir örnekliği bulunmayan ve Sünnetullahta hiçbir Peygamber ve Tevhid eri tarafından uygulanmayan, İslâm düşmanı tağuti sistemin izni ile kurulmuş olan yerlerdir ki bu, apaçık bir şekilde küfür ve şirktir. Sünnetullahta, hiçbir davetçi ya da Risalet önderleri, içinde yaşadıkları sistemlerden izin alarak davet yapmamışlardır.

2- Davetin nasıl yapılacağı ile ilgili ölçüleri bizzat yüce Allah (cc) belirlemiş ve peygamberlerin mücadelelerinde ortaya konulmuş, peygamberler bu konuda örnek olarak verilmiştir.

3- Yüce Allah’ın hakkı olan hususlarda, Allah düşmanı tağuti sistemin belirleme, kontrol etme hakkı yoktur. Böyle bir hakkı tağuta vermek, çok büyük bir zulüm, zulüm ise şirktir. Kur’an’da kâfirlere itaat edilmemesi gerektiği açık bir şekilde bildirilmiştir.

“Kesinlikle ona itaat etme; (Rabb’ine) secde et ve yaklaş!” (Alak, 19)

4- Vakıf, davetin daha rahat yapılması, insanları bir araya getirme iddiası ve tağutun zulmünden emin olma hassasiyetinden kaynaklanmaktadır. Buna göre vakıf:

a) Al-i İmran, 103. ayetinde belirtilen Allah’ın ipine sarılmak yerine tağutun ipine (yasalarına) sarılmaktır ki bu, Kur’an’ın hükmüne aykırı ve tefrikadır. Tefrika içinde olanların yeri ise ancak cehennemdir.

Her vakıf kendisini daha iyi görmekte ve bir diğeri ile bir araya gelmemektedir. Bugüne kadar 500’den fazla dini amaçlı vakıf kurulmuştur. Bu, 500’den fazla tefrika yuvasının bulunduğu anlamına gelmektedir.

b) Mü’minleri bırakıp belli korkularla kâfirleri dost tutmaktır ki bu durumda olanların, yüce Allah (cc) ve mü’minlerle hiçbir dostlukları kalamaz. (Al-i İmran, 28)

c) En’am 80-82. ayetlerinde, açık bir şekilde tağuta ve taraftarlarına meydan okuyan Hz. İbrahim (as)’ın davranışını ve Mümtehine 4. ayette verilen örnekliğini görmezden gelmek ve onun örnekliğini terk etmektir.

d) İman ettikten sonra, imanlarının belirlediği ölçüler içinde hareket eden risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin mücadelelerinden örnek almamaktır. Özellikle Ashab-ı Kehf, Kasabalılara ve Ashab-ı Uhdud’a giden davetçilerin Tevhidi mücadelelerini terk etmektir.

e) Tağuttan korkmanın verdiği endişe ile hareket etmektir ki bu, Ahzab, 36; Ankebut, 10 ve Mü’minun, 52 ayetlerinde belirtilen “Korkulmaya layık olan Allah’tır” hükmünün hilafına hareket etmektir.

5- Bizden önce geçenlerin durumuna aykırı hareket etmektir. Bu nedenle onlara verilen mükafatları da beklemek mümkün değildir. (Bakara, 214, Al-i İmran, 142).

6- İnandıktan sonra üstün olması gereken mü’minin, vakıf olayını kabul etmesi nedeniyle kendisini aciz, aciz olan tağutu ise üstün görmesidir.

7- Fir’avn’ın emrinde olan sihirbazlar, iman ettikten sonra Fir’avn’ın, kendisinden izin alınmasını istemesi karşısında o Müslümanlar, net bir şekilde Fir’avn’ı tanımadıklarını haykırmışlardır.

“(Fir’avn): ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım, hangimizin azabı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz’ dedi.

Dediler ki: ‘Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz, yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin.” (Taha, 71-72)

Vakıflarla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür, ancak şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz. Konuyla ilgili verdiğimiz aşağıdaki Kur’ani gerçekler üzerinde düşünülmesini tavsiye ediyoruz.

Doğruluk sapıklıktan seçilip belli olduğu halde, İslâmi bir konuda (iman, davet, ibadet konusunda) sapık olan tağuta müracaat etmek, Kur’an’a aykırı hareket etmek ve tağutu tanıyarak İslâmi davet yapma konusunda ona yetki verip ondan izin istemek, sapık olana sarılmaktır.

“Dinde zorlama yoktur; doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)

 Safların belirginliğini (doğruluk ve sapıklığı) bulanıklaştırmak ve karıştırmak olur ki, bu kesinlikle yasaklanmıştır.

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.” (Kalem, 8)

“Ey peygamber, Allah’tan kork; kâfirlere ve münâfıklara itaat etme. Şüphesiz Allâh bilendir, hakimdir.” (Ahzab, 1)

Hz. İbrahim (as)’ın safları netleştirmek mücadelesine aykırı hareket etmektir.

“İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için çok güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka itaat ettiklerinizden uzağız, sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi. Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat Allah’tan gelecek bir şeyi senden savamam’ demesi hariç. ‘Rabbimiz, sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş sanadır!” (Mümtehine, 4)

Bu ayette İbrahim (as)’ın babasına mağfiret dilemesi bu örnekliğin dışında tutuluyor. Hz. İbrahim (as), davet konusunda net bir çizgi çizip safını netleştirirken, sosyal münasebetleri konusunda bu ayrışmayı ortaya koymamış, babasının kendisini kovmasına ve onun bir Allah düşmanı olduğunu anlamasına kadar, sapık ve kâfir gördüğü babasının yanında kalmış, onunla ilişkilerini sürdürmüştür.

Hz. İbrahim (as)’ın durumu, Hz. Muhammed (as), Mü’min suresinde bildirilen Müslüman ve Hz. Yusuf (as) için de geçerlidir. Onlar, sosyal ilişkilerinde, kâfir gördükleri kimselerle içiçe iken, inançları ve davaları konusunda, hayatlarını tehlikeye sokarak, saflarını netleştirmişlerdir. Zaten Hak-Batıl mücadelesinin hiçbir döneminde toplumsal ve sosyal konularda saflar ayrılmamıştır; ayrılma inanç, davet ve ibadetler (kulluk) noktalarında olmuştur.

İnanç, davet ve ibadet (kulluk-itaat) konularında safları belirginleştirmemek şirktir. Yani o konularda yüce Allah’ın belirlediği ölçüleri karıştırmaktır ki bu, Yusuf, 106’ya göre imana şirk karıştırmaktır. Onun için Yusuf, 108’de şu ifade ile davetin nasıl yapılması gerektiği bildiriliyor.

“De ki: ‘İşte benim yolum budur. Allah’a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar. Allah’ın şanı yücedir, ben müşriklerden değilim.” (Yusuf,  108)

Ayette göre, basiret(bilgiy)le, Kur’ani ölçüler içerisinde yapılmayan bir davet şirkitir. Bu da, davetin nasıl yapılacağı hususunda iman edenlere bilgi vermektedir.

Bizim, vakıf ve diğer konulara bakışımız, Kur’an, sünnettir ve Risalet tarihindeki mücadele metodudur. İslâmi davetin nasıl ve ne şekilde yapılacağı ile ilgili örnekleri yüce Allah (cc), önceki davet metotlarından örnekler vererek bize bildirmiştir.

İnsanın yaratılış mayası ve buna bağlı olarak fıtratı değişmediği, Tevhid ve şirk çağdan çağa değişken özellikler arzetmediği sürece, iman ettiği iddiasında samimi olanlar, yaşadığı çağa ve bu çağdaki müstekbirlerin kuzu postuna girmiş pozisyonlardaki durumlarına aldanmayanlar, yüce Allah’ın bildirdiği Kur’ani örnekleri esas almak zorundadırlar. Aksi halde iman ettikleri iddiaları bir iddia olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Vakıfçılar, içerisinde bulundukları küfür ve şirk yuvalarının, İslâmi olduğuna dair Kur’ani ve tutarlı, mantıklı bir delilleri yoktur. Onların, vakıflarda yuvalanmalarındaki tek endişeleri, bedenlerine herhangi bir zarar gelmeden, daveti(!) rahat bir şekilde ortaya koyup ucuz yoldan cennete kapağı atmaktır.

Rahatlarını düşünerek ve tağuttan korkarak icazetli şirk kurumları vakıflarda yuvalananlara diyoruz ki;, acaba Ashab-ı Uhdud’a ve Kasabalılara gönderilen davetçiler, Ashab-ı Kehf, onca zorluğa katlanan, saldırıya uğraya, Yasir ve Sümeyye’nin şehadetlerine şahid olan Müslümanlara yapılan dayanılmaz işkenceleri gören Hz. Muhammed (as); gözleri önünde kavminin erkek çocukları doğranan Hz. Musa (as); iftira ve haksızlıkla yıllarca zindanlarda zulüm gören Hz. Yusuf (as); Hakkı, Hakk’ın belirlediği ölçülere göre söylediğinden dolayı ateşe atılan Hz. İbrahim (as); gece-gündüz demeden 950 sene boyunca, açık ve gizli olarak vahyi gerçekleri toplumuna ulaştırmaya çalıştığı için, zulüm görüp tutuklanan Hz. Nuh (as) ve daha nice şanlı önderler ve mü’minler, sizin kadar akıllı değiller miydi ki, müşriklerce kendilerine yapılan onca cazip teklifleri reddedip hayatları, malları ve bütün değerleri pahasına Tevhidi esasları, vahyi ölçüler içerisinde ortaya koyuyorlardı. Yoksa siz, Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz?

“De ki: ‘Siz mi Allah’a dininizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir." (Hucurat, 16)

Vakıfçıların onurları, canları ve diğer değerleri, risalet önderlerinin onurlarından, canlarından ve diğer değerlerinden daha mı kıymetli? Yoksa günümüz müstekbirleri, insanları diri diri ateşe atan, davetçileri taşlayarak şehid eden, iman edenlerin, kol ve bacaklarını çaprazlama kesip kazıklara asan, değişik işkence aletleriyle mü’minlere her türlü işkenceyi reva gören müstekbirlerden daha az mı zalim ve acımasızdırlar?

“Şimdi sizin kâfirleriniz, ötekilerinizden hayırlı mı? Yoksa Kitaplarda sizin için bir berâet mi var?” (Kamer, 43)

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allâh’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

“Vakıflar, günümüzde ortaya çıkan kurumlardır” demek, bu kurumlarla İslâm’a hizmet edip davet yapmak Sünnetullahtan ve Risalet önderlerinin yolundan ayrılmaktır. Vakıfların şekil olarak günümüzde ortaya çıkmaları onları, İslâmi nokta-i nazarında meşru kılmaz.

Vakıflarla İslâm’ı anlatmaya çalışmak, gündemi, tağutun oluşturmasına fırsat vermektir. Küfrün ideolojisine uygun bir şekilde kurulan vakıflarla İslâm’a hizmet edeceklerini iddia edenlerin durumu, meyhanenin müdavimlerinden olan bir sarhoşun ya da genelevinde bedenini pazarlayan bir fahişenin yaptıkları işler sonucunda bu kurumları dağıtacaklarını iddia edenlerin durumuna benzer.

İşin en gülünç yanı ise vakıfçıların, bulundukları durumu ve konumu unutarak, İslâm için çalıştıklarını iddia etmeleri ve kimi söz ve yazılarında, Tevhid ve şirk konusunu işleyerek, Kur’an ve sünnet ölçüsünden hareket ettiklerini ima etmeleridir. İnsan gayri ihtiyari düşünüyor; acaba bu insanlar, gerçekten İslâm’ı ve İslâmi davet metodunu bilmiyorlar mı yoksa, bulundukları konumun farkında mı değiller?

Vakıfçıların yaptıkları şey, zehirle balı karıştırıp şifa diye dağıtmaktır. Bunlar, kendilerine yazık ettikleri gibi, kendilerine tabi olanlara da yazık etmektedirler. Oysa Kur’an ve sünnet’e samimiyetle bakmış olsalar ve tevbe edip Kur’an’ın belirlediği  ölçüler içerisinde hareket etseler, hem kendilerini hem de kendilerine uyanları büyük bir azaptan kurtarmaya vesile olacaklardır.

Yüce Allah (cc), Kıyamete kadar baki olacak ve hiçbir şekilde değişikliğe uğramayacak olan Kur’an’da; davetin nasıl yapılacağını, müstekbir zorbalara ve dinsiz kâfirlere karşı nasıl hareket edileceğini, Müslümanların görev ve sorumluluklarını çok açık bir şekilde ortaya koymuş ve onlardan bu esaslara teslim olmalarını istemiştir.

Öyleyse yalanlayanlara itaat etme istediler ki, sen yağcılık yapasın da (taviz veresin de) onlar da yağcılık yapsınlar (sana taviz versinler).” (Kalem, 8-9)

Kur’an, Müslüman davetçiye davet görevini yüklerken, onun kim adına hareket edeceğini, davette izleyeceği yolu ve daveti ulaştıracağı insanlara karşı tavrının ne olacağını de çok açık bir şekilde belirtmiştir. Müslümanların görev ve sorumluluğu, konulan ilahi esaslara şartsız bir şekilde uymaktır.

Hiçbir şart ve neden Müslüman bireyi, Rabb’i tarafından konulan hükümlerden taviz verdiremez, verdirmemelidir. Aksi halde davet görevini yerine getirmediğinden dolayı yüce Allah (cc) indinde sorumluluk altına girer.

 “Ey Rasul, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu yola iletmez.” (Maide, 67)

“(Elçiler), Allah’ın mesajlarını duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Ahzab, 39)

Müslümanlar, Tevhidi esasları duyururlarken yalnızca Kur’ani hükümlerden hareket ederler ve hiçbir şekilde içerisinde yasadıkları beşeri sistemlerin yasalarından hareket etmezler, edemezler, etmeleri de zaten mümkün değildir. Çünkü onlar, toplum hayatına egemen olan ve Kur’an’ın fitne olarak gördüğü beşeri sistemleri ortadan kaldırmak için Rab’leri tarafından görevlendirilmişlerdir.

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer (kifürlerine) son verirlerse muhakkak ki Allah ne yaptıklarını görmektedir.” (Enfal, 39)

Fitne olan beşeri sistemleri yeryüzünden kaldırmayı gaye edinen Müslümanlar, beşeri sistemlerin temsilcileri ile hiçbir şekilde ortak bir noktada bulunamazlar ve ortak bir konuda anlaşamazlar. Müslümanlar, Tevhidi esaslara zıt olan hiçbir konuda küfrün temsilcilerine itaat edemezler.

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme” (Kalem, 8)

Küfrün temsilcilerine, Tevhidi esaslara zıt olan konularda  itaat etmek, Haktan yüzçevirmek, şirke düşmektir. Yüce Allah (cc) kullarını bu durumdan sakındırmaktadır.

“Ey inananlar, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi arkanıza (küfre) çevirirler, o zaman büsbütün kaybedersiniz.” (Al-i İmran, 149)

Bu nedenle kâfirlere değil itaat etmek, Tevhidi konularda onlara, yumuşak davranmak bile iman eden kimsenin helak olmasına neden olur.

“Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını üstümüze atman için kandıracaklardı. İşte o zaman seni dost edinirlerdi.

Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, onlara bir parça yanaşacaktın. O takdirde sana hayatın da, ölümün de(azabı) kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra, 73-75)

O halde yapılacak şey, İbrahimi bir tavırla hareket etmek ve tavizsiz bir şekilde Hakkı ortaya koymaktır. Hz. İbrahim (as) Hakkı çok net ve açık bir şekilde ortaya koymuş, küfre karşı tavrını belirlemiş, ne istediğini açıkça söylemiştir.

Kalbinde zerre kadar iman, hareketlerinde azıcık samimiyet ve kafasında aklı olan sağduyu sahibi vakıfçılara sesleniyoruz;

“Gelin, yüce Allah’ın dinini bozan vakıf mantığını bırakıp tevbe edin, izzetli olan mü’minler iseniz zillete düşmeyin. Yüce Allah (cc) korkulmaya daha layık olandır, ancak ondan korkun, insanları, dillerinizi eğip bükerek kandırmayın. Vakıflar konusunda şeri delililinizin olmadığını bilin.

Fir’avn’a karşı şanlı bir kıyam ortaya koyan ve imanları doğrultusunda yaşayan Müslümanlar gibi yüce Allah’ın ceza ve mükâfatının daha geniş ve sürekli olduğunu bilin. Tağutun belirlediği ilkelere göre hareket eden bir vakıfçı değil, yüce Allah’ın hükmüne göre hareket eden bir Müslüman olun ve yalnızca Müslüman olarak ölün.

Barakın, zillet olan icazetli kurumlarda oyalanmayı da seleflerimiz Tevhid erleri gibi vahyin ölçüleri içinde mesajınızı ortaya koyun. Siz, Müslümanca bir tavırla daveti ortaya koyun, sonucu her şeyi en iyi düzenleyen yüce Allah’a bırakın.

Gelin, Kur’an ve sünnet ölçüsü içinde hareket ederek bütünleşelim. Her vakıf bir tefrikadır, vahdeti Kur’an’a sarılarak sağlayalım. Şayet bu ilkelere göre hareket ederseniz hem Müslümanlar olarak kardeşler, hem de yüce Rabbimizi razı etmiş oluruz. Aksi halde, yüce Allah (cc) aramızda hükmedinceye kadar sizinle ve içerisinde bulunduğunuz şirk ve küfür kurumları ile uğraşacağız.”

Ramazan Yılmaz: 2012.08.17