TEVHİD YOLUNDA DÖKÜLENLER

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

KUR’AN’A DAVET

TEVHİD YOLUNDA DÖKÜLENLER

Tevhid-şirk mücadelesi, zaman ve olaylarla sınırlı olmayan, bir ömrü içine alan uzun soluklu bir mücadeledir. bu mücadele içerisinde yer alan Risalet önderleri ve Tevhid erleri, son nefeslerine kadar mücadele etmişler, hiçbir şekilde Tevhidi esasları duyurmaktan vazgeçmemişlerdir.

Yüce Allah (cc), Tevhidi esasların bir ömür boyu sürdürülmesini emretmiş, bu konuda Hz. Nuh (as)’ın bir ömür boyu sürdürdüğü mücadelesini iman edenlere örnek vermiştir.

“Andolsun biz, Nûh’u kavmine gönderdik, onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı, sonunda zulmedenleri Tûfân yakaladı.” (Ankebut, 14)

Yüce Allah (cc), Hz. Muhhammed (as)’a da, içerisinde bulunduğu sıkıntılı duruma rağmen Tevhidi mücadelesini ve Rabb’ine davet etme görevini, kendisine ölüm gelinceye kadar sürdürmesini bildirmiştir.

“O, Allâh ile beraber başka ilah tutanlar, yakında bileceklerdir. Andolsun onların söylediklerine senin göğsünün daraldığını biliyoruz. Sen Rabbini hamd ile tesbih et, teslim olanlardan ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine davet et.” (Hicr, 96-99)

“Sana vahyolunana uy ve Allâh hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en iyisidir.” (Yunus, 109)

“(Allah), göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O’na davet et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun?” (Meryem, 65)

Tevhidi mücadele, başladığı andan itibaren hiçbir şekilde kesintiye uğramadan devam eder. Bu nedenle Risalet önderleri ve onların yolunu takip eden Tevhid erleri, son nefeslerine kadar Tevhidi ilkeleri insanlara duyurmuşlar, karşılaştıkları bütün zorluklara, sıkıntı ve baskılara, işkence ve zulümlere rağmen mücadelelerini sürdürmüşlerdir.

Kur’an, Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin karşılaştıkları sıkıntıları, uğradıkları hakaret ve eziyetleri, gördükleri zulüm ve işkenceleri iman edenlere bildirmiş, onların karşılaştıkları bütün sıkıntılarla sonradan iman edenlerin de karşılaşabileceklerini haber vermiş ve bunlarla karşılaşmadan cennete girilmeyeceğini bildirmiştir.

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allâh’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allâh’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

Tevhidi esasları insanlara duyuran Tevhid erlerinin, bu mücadeleleri sırasında nelerle karşılaşacaklarını da haber veren yüce Allah (cc), karşılaşacakları bu sıkıntılar karşısında Tevhid erlerinin sabırlı olmalarını, ancak bu halde cennete gireceklerini bildirmektedir

“Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

“Yoksa siz, Allâh, içinizden cihâd edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran, 142)

Tevhidi mücadelenin ne zamana kadar, nasıl ve ne şekilde yapılacağı Kur’an’da çok net bir şekilde açıklanmış, mücadelenin ancak bu şekilde yapılması halinde yüce Allah’ın rızasına uygun olacağı bildirilmiştir. Tevhidi mücadelenin kurallarını yüce Allah (cc) koyar; iman edenlere düşen sorumluluk, bu kuralları kabul edip onlara uymak ve olduğu gibi uygulamaktır. Peygamberler de dahil, hiçkimse, yüce Allah’ın belirlediği kuralların dışıında kendisince bir yol belirleyip hareket edemez.

Tevhidi mücadele, çok büyük fedakârlık gerektiren, uğrunda mal ve canlar verilen, sıkıntılar içeren, hayatın tümünü kapsayan uzun soluklu bir mücadeledir. Tevhidi esaslara iman eden bir Müslüman, bu mücadelenin kendisinden ne istediğini, bu mücadele sırasında birçok sıkıntı ile karşılaşabileceğini, canı da dahil olmak üzere, birçok değerini bu mucadele sırasında kaybedebileceğini çok iyi bilmek zorundadır.

Tarihi süreçte belli dönemlerde bazı kimseler, Tevhidi mücadelenin uzun soluklu oluşuna dayanamamış, kendilerinden istenilen fedakârlıkları yapmamışlardır. Bunlardan bazıları, yarı bıraktıkları Tevhidi çalışmalarına sonradan devam etmişler, bazıları ise, heva ve heveslerine tabi olup sapmışlardır. Kur’an’da bu kişilerden örnekler verilmiş ve bu konuda Müslümanlar uyarılmıştır.

Hz. Yunus (as) gibi bazı Risalet önderleri, Tevhidi mücadele sırasında bazı hatalar yapmışlar, ancak sonradan bu hatalarını anlayarak tevbe etmişlerdir. Yüce Allah (cc), bu kimselerin tevbelerini kabul etmiş ve bir daha hata yapmamaları konusunda uyarmıştır.

“Zünnûn’u (Yûnus ibn Matta’yı) da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi, sanmıştı. Nihâyet karanlıklar içinde (kalıp): ‘Senden başka ilah yoktur, Senin şânın yücedir, ben zâlimlerden oldum!’ diye yalvardı. Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız.” (Enbiya, 87-88)

İnsanlar, başladıkları bir işin genellikle hemen bitmesini isterler. Bu durum, diğer insanlar için böyle olduğu gibi Müslümanlar ve Risalet önderleri için de böyledir. Hz. Yunus (as) bu acelecilerden biridir. O, daveti ulaştırdığı insanların hemen iman etmelerini istiyor, bunun için de sabırsızlanıp duruyordu. Ancak kavmi, Tevhidi esasları kabulenmede konusunda pek istekli görünmüyorlardı. Bunun üzerine Hz. Yunus (as), kızarak kavmini terketti. Yaptığı hareketin yanlış olduğunu anlayan Hz. Yunus (as), tevbe ederek Rabb’ine yalvardı ve af diledi.

“Sen Rabb’inin hükmüne sabret, balık sâhibi (Yûnus) gibi olma; hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah’a) seslenmişti. Eğer Rabb’inden ona bir nimet yetişmeseydi yerilerek çıplak bir yere atılırdı, fakat Rabbi onun du’âsını kabul etti de onu Sâlihlerden yaptı.” (Kalem, 48-50)

Yüce Allah (cc), “Kalk uyar” (Müddessir, 2) emri ile Hz. Muhammed (as)’a görevi verdikten sonra ondan, Tevhidi esasları insanlara duyururken, insanların duyarsızlıklarına, isyan ve inkârlarına karşı sabırlı olmasını istiyordu.

“Verdiğini çok bularak başa kakma; Rabb’in için sabret” (Müddessir, 6-7)

Tevhidi mücadelede, sabırsızlığın yeri yoktur; davet görevi, ağır bir sorumluluktur; sabır, fedakârlık ve süreklilik ister. Bu nedenle bu sorumluluğu, tarihi süreçte çok az insan yüklenmiştir. Bunlar da, ancak Kur’ani ölçülere teslim olan, Tevhidi ilkeler içerisinde hareket eden, içerisinde bulundukları şirk toplumlarının kınama ve eleştirilerine aldırış etmeyen, İslâm karşıtı zorba sistemlerin baskı ve zulmünden korkmayan kimselerdir.

Fedakârlık ve süreklilik, davet görevinin vazgeçilmez iki temel unsurudur. Bunlardan birisinin yokluğu, davet işlevinin yitirilmesine sebep olur. Bu iki temel unsurun sabırla bütünleşmesiyle davet görevi istenilen düzeye ulaşır. Risalet tarihinde davet görevini üstlenen Risalet önderleri ve onların yolunda giden Tevhid erleri hep bu çerçevede hareket etmişlerdir.

 “Rabb’in için sabret” Tevhidi mücadelenin, birey ya da devlet anlamında hedefine ulaşması ancak sabretmekle mümkün olabilir. Her türlü zorluğa, çileye, sıkıntı ve tepkiye karşı yalnızca Allah için sabredip mücadeleyi ve uyarı görevini, tahriklere ve hevai arzu ve isteklere kapılmadan sürdürmekle istenilen amaca ulaşılabilir. Zaten yüce Allah’ın, davet görevini üstlenenlerden de istediği bundan başka bir şey değildir.

 “Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok erenler çarpıştılar; Allah yolunda başlarında gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146)

Sabır, ibadetlerin en zoru, ancak sevabı en fazla olan ibadetlerden birisidir. Yüce Allah (cc), sabredenleri sevmekte, onları müjdelemekte ve sabredenlerle beraber olduğunu bildirmektedir. Bu müjde bile insanın sabretme ibadetini sürekli yaşama isteğini artırıyor.

Tevhidi mücadelede, eş, dost, akraba, yakınları ve arkadaşları kayırmanın, onların hatırının yeri yoktur. Bu nedenle kim, Tevhidi ilkelere aykırı bir tavır içerisine girerse onun, Müslümanlarla hiçbir ilişkisi kalmayacaktır. İşte Hz. Nuh (as)’ın oğlu ile ilgili durumu.

“Nûh Rabbine dua etti: ‘Rabbim, oğlum benim âilemdendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimmlerin hâkimisin!’ dedi,

(Rabbi): "Ey Nûh, o senin âilenden değildir, o, yaramaz iş yaptı, bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana câhillerden olmamanı öğütlerim!’ dedi.

(Nûh) ‘Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım, eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyana uğrayanlardan olurum!’ dedi.” (Hud, 45-47)

Tevhidi mücadelede, duygusallığın, hatırın, tez canlılığın ya da tembelliğin yeri yoktur. Müslüman bireye düşen sorumluluk, her şeyden kendisini soyutlayarak belirlenen ilahi kurallar doğrultusunda hareket etmektir. Nitekim bu konuda yüce Allah (cc), Hz. Muhammed (as)’ı da uyarmış ve ondan, emrolunduğu şekilde hareket etmesini istemiştir.

“Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (doğru olsunlar), aşırı gitmeyiniz! Zira O, yaptıklarınızı görmektedir.

Sakın zulmedenlere dayanmayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım edilmez.” (Hud, 112-113)

Tevhidi mücadeleye katılan bir kimse, yüce Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olmakla mükelleftir ve zalimlere hiçbir şekilde meyletmemek, hiçbir şekilde aşırı hareket etmemek zorundadır. Bu ölçünün dışına çıkan kimseler, hem Tevhidi mücadeleyi sürdüremezler, hem de Rab’lerinin emirlerine karşı çıktıklarından dolayı sonları ateş ve azap olacaktır.

Tevhidi mücadele, bir bütündür ve kurallarını yalnızca yüce Allah (cc) belirler. Yüce Allah’ın koyduğu kurallar dışında başka kural koyanlar ya da Allah’tan başkasının koyduğu yöntemleri alanlar, hem Tevhidi mücadelenin dışına çıkacaklar, hem de acı bir azaba da uğrayacaklar.

 “Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi, o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın. O takdirde sana hayâtın da, ölümün de kat katını taddırırdık, sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra, 73-75)

Tevhidi mücadelede, heva ve heveslerini ölçü edinip sapan kimseler, zaman içerisinde ya münafıkça bir tavır sergileyerek Müslüman görünüp şirk ve küfürlerini sürdürmüşler ya da iman değerlerinden soyutlanarak sapıp gitmişlerdir. Bunların başında Hz. Musa (as)’ın kavminden olan Samiri ve A’raf s175. ayetinde sapan adam gelmektedir. Her ikisi de hevalarını ölçü edinerek ilahi mesajdan yüz çevirerek azgınlığı seçmişlerdir.

“Onlara şu adamın haberini de oku; kendisine âyetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı, çıktı, şeytân onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu.

Dileseydik elbette onu o âyetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı şu köpeğin durumuna benzer; üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünürler.” (A’raf, 175-176)

Kendilerine verilen ayetlerle Tevhidi esasları insanlara duyurup yücelecekleri yerde, hevalarını ilahlaştırarak sapıp alçalan günümüzdeki belamlar da, tıpkı ayette anlatılan adam gibi, Allah’ın ayetlerini öğrenmişler, bu ayetlerin gereği olarak insanları aydınlatacak, Tevhidi esasları ortaya koyacak yerde bu ayetleri kendi hevalarını tatmin etmek için çarpıtarak kullanmaktadırlar.

Allah’ın ayetlerini kendi azgınlıkları için kullanan belamlar, hevalarını ilah edinerek yere saplanmışlardır. Onların durumu, ayette anlatılan kişinin durumuna benzer; onlar, dilini sarkıtıp soluyan köpek gibidirler, onlara ne anlatılırsa anlatılsın iman etmezler.

Samiri, insanları saptırmak için ilah kavramını çarpıtmış, hakkı batıla bulayarak insanları kandırmış, böylece onları Rab’leri yüce Allah’a isyan ettirmiştir. Samirinin mazereti, günümüz belamlarının yaptıkları ile adeta özdeşlik arzediyor. Samiri’ye, kendisine insanları neden saptırdığı sorulduğunda verdiği cevap, adeta günümüz takipçilerinin kimliğini  orta koyuyordu.

“(Sâmiri): ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Elçinin izinden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.’ Dedi.”

Samiri’nin söyledikleri aslında çok açık; cahil olan basiretsiz halkın cehaletinden yararlanarak, kurnazlığını kullanarak insanları kandırmış, onların manevi duyguları yanında maddi değerlerini almış ve insanları buzağı şeklindeki puta taptırmıştır. Samiri, bunu yapma nedeni olarak da nefsinin bu yaptıklarını kendisine hoş göstermesiymiş.

Sonraki dönemlerde ve günümüzde, Samiri’nin takipçileri hep varolagelmiş, Tevhidi mücadeleyi onurlu bir şekilde ortaya koymaya cesaret edemeyen kimseler, hevalarına uyarak İslâmi  gerçekleri çarpıtmışlar, Hakkı batıla bulayarak gerçekleri gizlemişlerdir.

Samiri’nin günümüz takipçileri de, Tevhidi mücadeleyi omuzlayacak iman, bilgi ve cesaretten yoksun oldukları için, tıpkı ataları Samiri gibi, etraflarına toplanan insanların manevi duygularını ve maddi değerlerini sömürerek insanları aldatarak onları, tağut putuna taptırmaya çalışıyorlar.

Günümüz Samiri soylu belamları, tıpkı ataları Samiri gibi, elçiden aldıkları bilgileri tam tersine kullanarak insanları saptırıyor, tağuta itaat etmeleri için, Kur’ani gerçeklerin anlamlarını değiştirerek, Hakkı batıla bulayıp gerçekleri saklayarak nefislerinin hoşuna giden şeyleri yapıyorlar.

Günümüzde Tevhidi mücadelenin önünde en büyük engel, hiç kuşkusuzdur ki Samiri soylu belamlardır. Kendileri Tevhidi esaslara iman etmekten, bu yolda mücadele etme cesaret, iman ve bilgiden mahrum oldukları gibi, Kur’an’a yönelen insanları da Tevhidi mücadeleye katılmaktan alıkoymaya çalışmaktadırlar.

Tevhid yolunda yapılması gerekenler

Davetçi Müslümanlar, Kur’ani ölçüler içerisinde hareket ederek insanları Tevhidi esaslara davet edecekler, hiçbir güçten korkmadan, hiçbir çıkar gözetmeden iman ettikleri esasları insanlara duyuracaklar, uyarı görevlerini yerine getireceklerdir. Bunun için davetçi Müslümanlar,

1- Yalnızca vahiyle hareket edecekler, insanları inandırmak adına, vahiy dışı kaynaklara başvurmayacak, hiçbir şekilde duygularını öne çıkarmayacak ve duygusal hareket etmeyeceklerdir.

2- Allah’tan başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmayacaklardır. İdaresi altında yaşadıkları tağuti sistemin baskı ve zulmü karşısında, hiçbir şekilde daveti yumuşatmayacak, taviz vermeyecek, küfrün yasalarından yararlanma yoluna gitmeyeceklerdir.

3- Emrolundukları gibi dosdoğru olacaklar; insanların kınamasına, hakaret ve tepkilerine aldırış etmeden, en güzel örnek edindikleri Rasulullah (as) gibi, insanları yüce Allah’ın birliğine davet edeceklerdir.

4- İlk ve en önemli görevlerinin daveti ortaya koymak olduğunu bilecekler, kişisel ve dünyevi işlerini ve ilişkilerini ikinci plana bırakacaklardır. Uyarı görevi, Müslüman davetçiler için asıldır. Bu nedenle hiçbir gerekçe ile bu görev savsaklanamaz, tehir edilemez ve ikinci plana atılamaz.

5- Daveti, sürekli bir şekilde ortaya koyacaklar, hiçbir şekilde ve şartta davet görevine ara vermeyecek ve ertelemeyeceklerdir. Daveti ortaya koymakta ısrar edecekler, bu konuda sabırlı olacaklardır.

6- Toplumsal gündemin içinde boğulmayacak, ortaya koydukları Tevhidi mesajla gündemi kendileri oluşturacaklardır.

7- Müslümanlar, iman ettikleri Tevhidi esaslar uğruna dünyevi tüm değerlerini ortaya koyacaklar, şahsi, ailevi, mali ve gelecek endişesiyle hareket etmeyeceklerdir.

8- Küfür ve azgınlığıın sürekli bir şekilde Tevhidi esaslara saldırdığı günümüzde, Tevhidi esasları omuzlayan Müslümanların oyalanmaları, zaman kaybetmeleri mümkün değildir.

Davet emrinin, alemlerin Rabb’i yüce Allah’tan geldiği bilincinde olan Müslümanları, basit ve düşük beşeri engellemeler durduramayacak, durdurmamalıdır da.

9- Müslüman davetçiler, şayet bir korku ya da endişeleri varsa öncelikle bu korku ve endişelerini gidermeli daha sonra davete başlamalıdırlar.

10- Müslüman davetçiler, en yakın çevrelerinden başlayarak insanlara Tevhidi esasları anlatmaya başlarlar ve daveti ortaya koyma alanını adım adım genişletirler.

Sünnetullahta daveti ortaya koyan Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin uydukları temel ölçü hep aynı olmuştur. Onların uyup tatbik ettikleri bu ölçü, günümüz iman eden Müslüman davetçileri için de geçerlidir ve onlar da Rab’lerini razı edebilmek için bu ölçüden hareket etmekle mükelleftirler.

Davete başlama bir defadır; bundan sonra davetin durması mümkün değildir. Ancak davetçilerin ölmeleri, şehit edilmeleri ya da İslâmi esasların hakim olması ile davet durabilir. Devlet aşamasında davet, İslâm devletinin Tebliğ ve İrşad işleri ile görevli bakanlığı tarafından yürütülür.

 Davet görevine muhatap olan Müslüman davetçiler, küfrün izin ve icazeti ile kurulan şirk yuvalarında, İslâmi esaslar konusunda edebiyat yapan vakıfçı müşrikler gibi sloganların arkasına sığınarak oturdukları yerden işin edebiyatını yapamazlar. Onlar, davetin sorumluluğunu, bütün hücrelerinde hissederek yaşamlarının ana gayesi olarak bilirler ve bu bilinçle davet görevini üstlenerek kendilerinden istenildiği gibi ortaya koyarlar.

Müslüman davetçiler, davet görevlerine Rab’lerinin kendilerine öğrettiği şekilde başlayacaklar ve hiçbir şekilde bundan sapmayacaklar. Onlar, daha rahat hareket etme adına, Samiri soylu belamlar gibi inançlarından taviz vererek, küfrün izin ve icazet verdiği şirk kurumlarının kirli tabelaları arkasına sığınarak zillet içerisine girmezler. Onlar, küfürden icazetli kurumlarda bulunmak ve orada davet yapmanın(!) Tevhidi gerçeklere ve Sünnetullah’taki davet metoduna ve davetçilere ihanet olduğunu bilirler.

Müslüman davetçiler, uyarı görevlerini açık ve net bir şekilde ortaya koymalı, kimin adına hareket ettiğini açıkça belirtmelidir. Kendi hevalarını davete karıştıranlar, tasavvuf, parti, dernek ve vakıflar gibi küfrün icazetli kurumlarında İslâm’ı lekeleyenler, yüce Allah (cc) adına hareket edemezler.

Şu gerçek kesinlikle unutulmamalıdır ki, hiçbir neden ve mazeret davetin gizlenmesini meşru gösteremez. Bu nedenle Müslüman davetçiler, önce kendilerini fikri ve fiziki olarak temizlemeli, daha sonra daveti ortaya koymalıdırlar.

Tevhidi mücadelede, yapılacak en küçük bir hata, şahsi çıkar, nefsi istek ve arzular Tevhid yolundan sapmaya, dalalet ve sapıklığa düşmeye neden olur. Bu nedenle Müslüman davetçiler, bütün hassasiyet ve samimiyetleri ile kendilerini iman ettikleri Tevhidi esaslara vermeli, Risalet önderleri gibi gece gündür, gizli açık demeden Tevhidi esasları insanlara duyurmalıdırlar.

 

Ramazan Yılmaz: 2012.05.13