TASAVVUF (YENİ BİR DİN ANLAYIŞI) (1)

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Kur’an’ı Kerim, İslâm dinini bütün yönleriyle ve eksiksiz bir şekilde ortaya koymuş, hangi davranışın İslâmi, hangisinin gayri İslâmi olduğu açıkça belirtilmiş ve İslâm dininin tamamlandığı bildirilmiştir. Bu tamamlanan dinden yüce Allah’ın razı olduğu, bunun dışında ortaya konulacak dinlerden razı olmayacağı belirtilmiştir.

“Allah katında din, İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkar ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir.” (Al-i İmran, 19)

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 85)

“Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’a razı oldum.” (Maide, 3)

Yüce Allah (cc), kullarının, zatına kulluk yapmalarını ister­ken bu kulluğun nasıl ve hangi esaslar dahilinde yapılacağını da çok açık bir şekilde ve en ince teferruatına kadar belirtmiş, bu ölçülere uygun hareket etmeyenlerin, Allah’a ve Rasulüne karşı gelmiş sapıklar olduklarını bildirmiştir.

“Allâh ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36)

İman, ferdin cüzi iradesinin Rabb’inin külli iradesine tesli­miyetidir. Fert iman ettikten sonra, artık hiç bir konuda kendi hevasına, kendi istek ve arzularına göre hareket edemez. Kişi, yapacağı tüm hareketlerin kaynağını iman ettiği Rabb’inin indirdiklerinden delillendirmek ve örnek edindiği Peygamber (as)’ın sünnetine uygun yapmak zorundadır; iman bunu gerektirir. Aksine bir davranış kişi­nin küfre, şirke, fıska ve nifaka girmesine neden olur. İşte bu nedenle yüce Allah (cc), belirleyici gücün kendisi olduğunu, halisane kulluğun ancak kendisinin belirlediği ölçülere uygun olması halinde mümkün olacağını, bunun dışındaki her türlü davranışın yalancılık ve küfür olduğunu belirtir.

"Rabb’inizden size indirilene uyun ve O’ndan başka dost­lara uymayın! Ne kadar az öğüt alıyorsunuz!" (A’RAF, 3)

"Kitab’ın indirilmesi, aziz ve hakim olan Allah katındandır. Biz bu Kitab’ı sana hak ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis kılarak Allah’a kulluk et.

İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinerek: ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye itaat ediyoruz’ diyenler. Şüphesiz ki Allah, onlar arasında ayrılığa düştükleri^ şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı, kâfir insanı hidayete iletmez." (ZÜMER, 1-3)

İslâm’ı yaşamanın, yüce Allah’ı razı edebilmenin biricik yolu, yüce Allah’ın indirdiği Kur’an ve bu Kur’an’ın en güzel yaşama biçimi olan Hz. Muhammed (as)’ın Sünneti’dir. Bu öl­çünün dışındaki her türlü yol ve yöntemler Allah’a ve Rasulüne karşı savaş ve apaçık bir sapıklıktan başka bir şey değildir.

Kur’an ve Sünnet’in apaçık hükümlerine rağmen, insanlar­dan kimilerinin, zaman içerisinde bu gerçeklerden uzaklaştıkları görülmüştür. Kimi insanlar, Kur’ani mesajın apaçık hükümlerini, Peygamberi örnekliğin en güzel uygulamasını adeta yetersiz görüp yeni hükümler, yeni uygulamalar icat etmişler ve bunu İslâm dininin içerisine sokarak İslâm’a bid’at ve hurafe bulaştırmışlardır.

İslâm dininin en güzel uygulayıcısı, yüce Allah’ın mü’min kulları için en güzel örnek olarak verdiği Hz. Muhammed (as), “Din tamamlanmıştır, sonradan ortaya çıkan her şey bid’at, her bid’at sapıklık, her sapıklık cehennemdedir” buyurmuştur.

Kur’ani mesajı net kavramamaktan, dış unsur­ların tahrik ve saptırma faaliyetlerinden, Kur’ani mesajın heva ve heveslere ağır gelmesinden, çekememezlik, hasetlik, nefsi tatmin, gurur ve kibir gibi kötü duygulardan kaynaklanan bu sapmalar, günümüzde korkunç boyutlara ulaşmıştır. İslâm’ı kendi bozuk yaşantılarına uydurmaya çalışan sapık grupların her biri, dini kendi yaşadıkları bozuk hayattan ibaret zannettikleri için buna uymayan herkesi ya da her gruba karşı tavır almışlar, kendi bulundukları konumu düşünmeden, karşı kişi ve grupları sapıklıkla suçlamışlar/suçlamaktadırlar.

Bugün aynı dine mensup olduklarını iddia etmelerine rağmen Kur’an ve Sünnet’ten sapan grupların birbirlerine karşı ortaya koyduk­ları tavırlar, ayrı dinlere mensup insanların birbirlerine karşı ortaya koydukları tavırlardan çok daha şiddetli ve düşmanca olmaktadır.

Bu yazımızda, Kur’an ve Sünnet’ten sapan grupların İslâm dışılığını ve yüce İslâm dinine karıştırdıkları bid’at ve hurafeleri ortaya koyarken, takip edeceğimiz ölçü yine Kur’an ve Sünnet olacaktır. Kur’an ve Sünnet ölçüsünde yaptığımız bu çalışma­nın sonucunda dileriz ki, İslâm’a bid’at ve hurafe sokan sapıklardan, aklı selim sahibi olan kimileri, hatalarını anlar da bulundukları yerden vazgeçerek Kur’an ve Sünnet’e dönerler. Aksi halde, bu­lundukları durumda ölmeleri halinde ebedi olarak cehenneme girerler, Allah ve Rasulüne karşı gelmelerinin cezasını çe­kerler.

Tevhidi esaslara bağlı, Kur’an merkezli hareket eden biz Müslümanlar, Dünya hayatında yüce İslâm dinine bid’at ve hurafe karıştıran, dini karıştıran sapıklara karşı Kur’ani ölçüler içerisinde mücadele edecek, yanlış ve hatalar üzerine gideceğiz inşaAllah.

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allâh’ın ve Elçisinin harâm kıldığını harâm saymayan ve gerçek dini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.” (Tevbe, 29)

Sapıklarla birey olarak mücadelemiz, Kur’ani esasları hatırlatmak olacaktır. Sapıklara karşı güç kullanma şeklindeki mücadele ancak askeri yöntemlerle, İslâm devleti eliyle yapılabilecektir. Rasulullah (as), bid’at ve hurafecilere karşı nasıl mücadele edileceğini şöyle bildiriyor:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman onu elinizle düzeltiniz, gücünüz yetmezse elinizle düzeltiniz, buna da gücünüz yetmezse buğz ediniz ki bu imanın en zayıf noktasıdır.”

TASAVVUF

(Yeni bir din ihdas eden anlayış)

Kur’an ve Sünnet’in dışında faaliyet gösteren sapıklıkların başında gelen ilk grup, hiç şüphesizdir ki tasavvufi harekettir. Bu hareketin ilk çıkış kaynağı, aşağıdaki eserlerden de alıntıla­dığımız gibi, Orta Asya Şamanist inanış biçimidir. Türklerin, gruplar halinde İslâm’a yönelmeleri karşısında yalnız kalan şaman din adamları, inanmadıkları halde, eski nüfuzlarını elde etmek için inanmış görünerek İslâm’a girmişlerdir. Zamanla çevrelerinde İslâm’ı yeterince bilmeyen, inanmış insanları toplamaya muvaffak olan bu şaman din adamları, daha sonra gerçek kimliklerini açıkça ortaya koymuşlardır.

İshak Baba ve Hallacı Mansur gibi, kendilerinin Hak (haşa Allah) olduklarını iddia edenlerin yanında, velilerin peygam­berlerden üstün olduklarını savunan İbn-i Arabi ve mesnevisi­nin Kabe’nin üstünde kendisine verildiğini, Şem-si Tebrizi’nin Hak (haşa Allah) olduğunu iddia edip yüce Allah’a en ağır ha­karetleri yapan Celaleddin-i Rumi ve günümüzdeki İskender Evrenesoğlu gibi kimi zaman peygamberlik, kimi zaman da kainatın en büyüğü olduklarını iddia eden bu şahıslar, hep tasavvuf içinden çıkan, ta­savvufun şirk bataklığının ürünüdürler.

Tasavvufun, İslâm dışı kültürlerin ürünü olduğunu bildi­ren, bu kültürle yetişen kimi mutasavvıfların İslâm’la, Kur’an ve Sünnet’le çatışan, yüce Allah’a ve Hz. Peygamber (as)’a ha­karet eden birçok sözlerini derleyen kitaplar günümüzde ol­dukça çoktur. Konumuz gereği, onların İslâm dışı sözlerini bir yana bırakarak, tasavvufun İslâm dışılığı üzerinde duracağı­mızdan, bu İslâm dışı kültürün ilk çıkış kaynağını anlatan ki­tapların üç tanesinden kısa alıntılar yapaca­ğız.

"Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri" adlı eserinde velilik kavramını en ince noktasına kadar inceleyen değerli yazar A. Yaşar OCAK, veli kavramının İslâm öncesi kültüre ait olduğunu şu satırlarıyla bildirmekte­dir:

"Müslüman Türklerin yaşadıkları bütün mıntıkalarda ve bu arada tabiatıyla Anadolu’da veli kültü tahlil edildiği za­man, bunun kaynağını İslam öncesi eski Türk inançlarının teşkil ettiği daha ilk bakışta dikkati çekecek kadar sarihtir. Tasavvufun veli telakkisi, tabir caizse buna kılıf hizmetini görmüştür.

Bilindiği gibi Türkler Müslüman olmadan önce, çeşitli ve­silelerle temasta bulundukları kültür çevrelerinde, Şama­nizm, Budizm, Zerdüştilik, Mazdeizm, Manihaizm ve Hrıstiyanlık gibi, birbirinden mahiyet bakımından hayli farklı dinlere girmişlerdir. Bunlardan önce ise, uzun yüzyıl­lar kendilerinin sahip oldukları belli bir takım inanç sistem­leri vardır, Orta Asya gibi muazzam bir coğrafi sahada, yüz­lerce yıldır, birini veya birkaçını benimsemişler, zamanla birini bırakıp bir başkasını kabul etmişlerdir.

Bu değişiklikler esnasında bir önceki din yenisinin gel­mesiyle tamamen ortadan kaybolmamış, çoğu defa kendini yeni dinin kalıplarına uydurarak varlığını sürdürmüştür,…" (A. Yaşar OCAK Age, sh.7-8)

Yazar, kitabının sonunda tasavvuftaki menkıbelerin aslında, Kitab-ı Mukaddesten, Budizm kaynaklarından, Hrıstiyan Azizlerinin menkıbelerinden ve Kur’an’dan aktarma olduğunu şemalar halinde karşılıklı olarak ortaya koymuştur.

"Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" adlı eserinde tasavvufi harekete geniş bir yer verip en ince ayrıntılarına kadar inceleme yapan Dr. Fuat KÖPRÜLÜ ise başlıca şu bilgileri ve­riyor.

"… Esasen Türk Milletinin içtimai vicdanından doğan bu temayül (19. sh.) İslamîyet’in ilk asırlarında hiç mevcut değil iken, sonraları İran, Hind, Yunan fikirlerinin ve kısmen de İsevilik (Hrıstiyanlık)’in tesiri ile unsurlarından en fazlasını da İslamîyet’ten almak şartıyla teşekkül eden tasavvuf mes­leği az zamanda bütün İslam memleketlerini kaplamıştır."

İbni Haldun da Tasavvufun dil kaidesi ve kıyas bakımın­dan, Arap dil kaidesine uymadığını, Kuşayri’den rivayet eder. (Mukaddime II. c. 541. sh.)

Araplar, kendilerine ait bir şey hakkında, dil yönünden en ince ayrıntısına kadar inceleme yapmışlardır. Araplara ait ve Arapça olan bir kavram ya da konu, Arap dilinde değişik şekillerde tanımlanmış, dil yönünden oldukça zengin bir kelime haznesine kavuşturulmuştur. Oysa tasavvufi kavramların hemen tümü, Doğu kökenli ve Türklerin eski kültürlerini içermektedir. Daha da önemlisi ilk mutasavvıf olan Ahmet YESEVİ’nin Türk oluşu ve mezarının Türkistan’da bulunuşu tasavvufun ilk çık­tığı yer hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Diğer önemli bir yön ise, ilk mutasavvıfların şeyh, abdal ve baba diye adlandırılan şahısların hemen tümü Türk’türler. Şaman kültürü din adamlarının çoğunluğu, tasavvufun ilk önderleri arasındadırlar. (Bak. Dr. Fuat KÖPRÜLÜ’ NÜN Age, sh. 18, 34, 418-419, içindekiler bölümü ve Ahmet YESEVİ’nin Halifeleri bö­lümlerine.)

Tasavvufun, İslâm dışı kültürlerin ürünü olduğu apaçık bir şekilde ortada iken ve bütün yönleriyle İslâm’la çatıştığı biliniyorken, tasavvuf dininin müntesipleri, kendilerini İslâm’dan göstermek için Rasulullah (as)’ın, Nakşi tarikatını, Hicret esna­sında mağarada saklandıkları sırada Hz. Ebu Bekir (r. anh)’a; Kadiri tarikatını da Hz. Ali (r.anh)’a öğrettiğini iddia ederek bu değerli insanlara iftira ederler. Sanki Rasulullah(as) yalnız Hz. Ebu Bekr(r.anh) ve Hz. Ali (r.anh) için gelmiş, ya da yakınları olan bu iki kişiye iltimas geçmiş gibi. Oysa Rasulullah (as), tüm in­sanlığa gelmiş ve görevini yapmış bir elçidir.

Şayet tarikatçıların iddiaları doğru olmuş olsaydı ve Rasulullah (as), Hz. Ebu Bekr (r.anh) ve Hz. Ali (r.anh) gibi iki büyük sahabiye böyle bir şey öğretmiş olsaydı, kendileri için iyi gördükleri şeyi mü’min kardeşleri için de iyi gören ve kardeşlerini kendi nefislerine tercih eden bu büyük sahabiler, diğer sahabelere de söylerlerdi. O zaman da bu tarikatlar bütün sahabe arasında yayılırdı. Çünkü, bu iki sahabi bencil insanlar değillerdi. Hem sonra aynı tarikatçıların iddia ettikleri gibi, Allah’tan, bedenini çok büyütüp diğer insanların cehenneme girmemeleri için, cehennemi yalnız kendi bedeniyle doldurmasını talep eden Hz. Ebu Bekr (r.anh), nasıl bu kadar bencillik(!) yapar? Bu kadar fedakâr olan Hz. Ebu Bekr (r.anh), insanların kurtuluşuna(!) sebep olan böyle iyi(!) bir şeyi neden diğer bir sahabeye söylemesin?

Her şeyden önemlisi ise, bütün insanlık için gelen Rasulullah(as), nasıl diğer insanlara, Hz. Ebu Bekr (r.anh) ve Hz. Ali (r.anh)’a söylediklerini söylemez. Haşa Rasulullah (as)’a adam mı kayırdı? Adaleti ikame etmeye gelen Rasulullah (as) nasıl böyle adaletsizlik yapabilir? Rasulullah (as)’ın böyle yaptığını iddia etmek, Allah Rasulüne adaletsizlik vasfetmek değil midir? Oysa, Kur’an Rasulullah (as)’in davetini herkese eşit olarak açıklandığını bildiriyor:

"Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Ben sizin kepinize eşit biçimde açıkladım..." (Enbiya, 109)

İşte, düşünülmeden söylenen sözlerde ne büyük yanlışlık­lar yapıldığı ortadadır. Gerçi onlar, kendilerini İslâmi göster­mek için böyle söylüyorlar, ancak Kur’an’a ve Rasul’e iftira et­tiklerinin farkında değildirler.

"Onlardan öyle bir grup var ki, Kitap’ta olmayan bir şeyi, siz Kitap’tan sanasınız diye dillerini Kitab’a eğip bükerler ve: ‘O, Allah katındandır’ derler. Oysa o Allah katından değildir. Bile bile Allah’a karşı yalan söylerler." (Al-i İmran, 78)

Evet, eğer Hicret esnasında Rasulullah (as), Hz. Ebu Bekr (r.anh)’a böyle bir şey öğretmiş olsaydı, mutlaka ondan sonra gelen on iki sene boyunca, Kur’an’da ve Sünnet’te ondan söz edilirdi. Ancak Kur’an ve Sünnet’te böyle bir şeye rastlayamıyoruz.

Her ne kadar kendilerini İslâm’dan göstermeye çalışsalar da, her türlü hareketleri ve taşıdıkları bozuk itikatlarıyla İslâm’dan fersah fersah uzak olan tasavvufçular, okudukları o şirk, sapıklık, ahlaksızlık, bid’at ve hurafe dolu kitaplar yerine Kur’an’ı okumuş olsalardı, bu gerçeği apaçık bir şekilde görür­lerdi. Ancak onlar, içine düştükleri şirk batağından kurtul­maya niyetli olmadıkları için, Kur’an güneşinin aydınlığını görmemek için gözlerini kapatma yolunu seçmişlerdir.

Evet, bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, çıkışı itibariyle İslâm dışı kültürlerin ürünü olan tasavvufi hareketin temel çı­kış kaynağı, Orta Asya Türk gelenekleri ve Şamanist inanış bi­çimidir. İslâmi bir kılıf altına girerek İslâmi görünmeye çalışan tasavvufi hareket, hemen bütün yönleriyle İslâm’la ve İslâmi değerlerle çatışma halindedir. Tasavvufun, yapısı itibariyle İslâm’a sonradan girmesine rağmen, taşıdığı iddialar, geçmiş sapık ve müşrik kavimlerin iddialarıyla tıpatıp aynıdır.

Tasavvufi hareket, genellikle İslâmi bilgiden yoksun, Kur’an ve Sünnet esaslarından habersiz kitleleri etkisi altına almakta, bir sürü asılsız ve yanlış bilgilerle bu kitleleri saptırmaktadır. Kendisine yaklaşmanın aracısız bir şekilde olması gerektiğini, bunun için insanların Kur’an’la hareket etmelerini, Kur’an dışı her türlü hareket ve düşüncenin insanı saptıracağını bildiren yüce Allah (cc), yalnızca Kur’ani esasların ölçü kabul edilmesini istemektedir.

Tarikat önderleri ve bundan çıkarı olanlar, insanları Kur’an’dan uzak tutmak ve müntesiplerinin, Kur’an okumasını engellemek için Kur’an’ın anlaşılmasının zor olduğunu, onu herkesin anlamayamayacağını, Kur’an’ı anlamak için 16 ilmin tahsil edilmesi gerektiğini ileri sürerler. Bu iddialar, yüce Allah’ın Kitabı’na açıkça cephe almak ve yüce Allah’ın üzerine iftira atmaktır. Çünkü yüce Allah (cc), Kur’an’ın birçok yerinde, insanlar anlasınlar diye Kur’an’ın kolaylaştırıldığını bildirmektedir.

İnsanların, Kur’ani esaslara yönelmeleri halinde tasavvufun gerçek yüzünün ortaya çıkacağını, bu yönelişin sonucunda ta­savvufun biteceğini bilen tarikat şeyhleri, insanları Kur’an’dan uzaklaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Bunun en bariz örneği, yıllarını tarikata vermiş insanlara Kur’an’dan hiçbir şey öğretmemeleridir. Tarikat şeyhleri, kendi cahilliklerinden dolayı Kur’an’ı öğrenmedikleri gibi, Kur’an’a yönelen kimi insanları da, "Kur’an’ın anlaşılamayacağını, Kur’an’ı anlamanın zor olduğunu" iddia ederek onların Kur’an’a yönelmelerine engel olmaktadırlar.

Oysa yüce Allah (cc), indirdiği Kur’an’ı öğüt için kolaylaştırdığını bildirerek şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?" (Kamer, 17)

Yalnız Kamer suresinde dört defa ardı ardına Kur’an’ın öğüt için kolaylaştırıldığını bildiren ayetlerden başka, daha birçok surenin başında da Kitab’ın açıklanmış (mufassal) bir kitap ol­duğunu bildirmektedir. Şeyhler, bu tutumlarıyla evrensel me­saja yönelmeyi engelleyeceklerini zannediyorlar. Oysa onlar is­temese de yüce Allah(cc) nurunu tamamlayacaktır.

Tasavvufi hareket, İslâmi gerçekleri ikinci plana iterek bu­nun yerine aslı astarı ve Kur’ani hiçbir delili olmayan birçok iddi­alar ortaya atar. Tasavvufun bu iddialarına evrensel ve çağlarüstü mesaj olan yüce Kur’an cevap veriyor, Kur’an dışı iddialarda bulunanların durumlarını ortaya koyuyor. Biz, tasavvufun iddialarına kendi yorumumuzu kat­madan, Kur’an ve Sünnet gerçeğinden hareketle Kur’an’ın onlara verdiği cevapları vermeye çalışacağız. Ayrıca, tarikatçıların müctehid imamlar hakkın­daki iftira ve yalanlarına da o değerli imamların hayatlarından örnekler vererek cevap vereceğiz inşaAllah. Gerisi bu mesajı alanların sorunu; dilerlerse tevbe ederek yüce Allah’a dönerler, dilerlerse şirk bataklığı içinde bocalayarak ebediyen cehen­nemi boylarlar, bize düşen apaçık bir şekilde uyarmaktır.

Tasavvufçuların İddiaları ve Kur’an’ın Bu İddialara Verdiği Cevaplar:

a) Tasavvufun Allah’a yaklaştırdığı iddiası:

Tasavvufçular ya da tarikatçılar, bulundukları hale meşruluk kazandırmak ve kendilerini haklı çıkarmak için içinde bulundukları tarikatın kendilerini Allah’a yaklaştırdığını iddia ederler. Kur’an’ı Kerim, bu iddiada bulunanları şiddetle kınamakta, bunların yalancı kâfirler olduklarını ve dini bozukluklarını bildirmektedir.

"Dikkat edin, halis din Allah’ındır. O’ndan başka evliya edinenler: ‘Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye bunlara itaat edi­yoruz’ derler. Şüphesiz ki Allah onlar, arasında ayrılığa düş­tükleri şeyde hükmünü verecektir. Allah yalancı, kâfir insanı doğru yola iletmez" (ZÜMER, 3)

Yüce Allah (cc), kendisine kavuşmanın ve ahirette yüce Allah’ın vereceği mükâfatı elde etmenin, tarikatçıların iddia ettikleri gibi şeyhlere tabi olmakla değil, ancak Rasulullah (as)’ın örnek edinilmesi ve ona uyulması ile mümkün olabileceğini bildirmektedir.

“Andolsun Allâh’ın Elçisinde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

Yüce Allah (cc), kendisine nasıl yaklaşılacağını, kendisinin nelerden razı olacağını açık bir şekilde bildirdiği, aracı ve tefecilerin, yüce Allah’ın yanında hiçbir güce sahip olmadıklarını, bu aracı ve tefecilere uymanın sapıklık olduğunu, bunların insanlara yardım etme gücüne sahip olmadıklarını haber verdiği halde, Kur’an gerçeğinden habersiz olan tarikatçılar, tarikatta bulunma gerekçelerini, yüce Allah’a yaklaşma şeklinde açıklarlar.

b) Şeyhlerin müritlerine yardım edeceği iddiası:

Tarikatçıların, ikinci olarak ölüm anında ve mahşerin o şiddetli gününde şeyhlerinin kendilerine yardım edeceklerini iddia ederler. Oysa Kur’an bu iddiaların, hiçbir delilinin bulunmadığını bildirmekte ve bu iddiada bulunanları yalanlamakta­dır.

"Kendilerine yardım edilir diye Allah’tan başka ilahlar edindiler. Kesinlikle (o itaat ettikleri) kendilerine yardım edemezler. Aksine, kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir." (YASİN, 74-75)

"Kendilerine destek olsunlar diye Allah’tan başka ilahlar edindiler. Kesinlikle (onlar) bunların itaatlerini inkâr edecekler ve bunlara zıt olacaklardır." (MERYEM, 81-82)

"Allah’tan başka, kendilerine (Allah katında) yakınlık sağlamak için ilah edindikleri şeyler, kendilerine yardım etse­lerdi yal Hayır, (önderleri) onlardan (uzaklaşarak) kaybolup gittiler." (NAHL, 8)

"Onların hepsi, kıyamet günü, O’na tek başlarına gelecek­tir." (MERYEM, 95)

"O ki Allah ile beraber başka ilahlar edindi, bundan dolayı onu çetin bir azaba atın" (KAF, 26)

Evet, o gün yalancıların yalanları, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak ve yüce Allah’ın üzerine iftira atan yalancılar hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü şeyhleri, ne ölüm anında ve ne de kıyamet gününde kendilerine yardım ede­cektir. O gün onlar, tek başlarına kalacaklar ve tek başlarına hesap verecekler.

Tarikatçılar, mürit ölmek üzere iken şeyhinin kendisine ye­tişip yardım edeceğini ve imanını, şeytanın elinden kurtaraca­ğını iddia ederler. Oysa yüce Allah (cc), can vermekte olan kul­larına çok yakın olduğunu ve hiç kimsenin o anda ölen kişiye yardım edemeyeceğini bildirir.

"Ya can boğaza dayandığı zaman; ki siz o zaman bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsi­niz." (VAKIA, 83-85)

"Hayır, ne zaman ki can, köprücük kemiklerine dayanır ve ‘Kim afsun yapar acaba’ denir. Ve kendisi artık bunun ayrılık zamanı olduğunu anlar" (KIYAMET, 26-28)

c) Şeyhlerin mürit ile Allah arasında aracı oldukları iddiası:

Aracı ile ulaşılan her şey ya da herkes eksik ve noksandır. Aracı, ulaşılmak istenen kişiye, ulaşmak isteyen kişi ya da kişileri tanıtır, özelliklerini ve meziyetlerini anlatır. Aracı ile ulaşma, ancak ulaşılacak kişinin eksikliğinden, karşısındaki kişi ya da kişileri yeterince tanımamasından ve yetersiz bilgi sahibi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum, insanlar için mümkün olabilir, ancak yüce Allah için böyle bir durum sözkonusu olamaz.

Şirk, yüce Allah’ın sıfatlarının başkalarına verilmesi ve o kişilerin yüce Allah’a eş tutulmasıdır. Bu nedenle bu düşüncede olanların, yüce Allah tarafından bağışlanmayacakları bildirilmektedir. Yüce Allah’a aracılarla ulaşılacağını iddia etmek, yüce Allah’ı eksiklikle vasfetmektir ki bu, apaçık şirktir.

“Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 116)

Yüce Allah (cc), kullarının her halini ve kalplerinden geçen her düşünceyi gaybı bilen, gizli açık her şeyden haberdar olandır. O, eksiklikten münezzeh olan, kulları üzerinde görücü ve gözetleyici olan alemlerin Rabb’idir.

“Gayb’ın anahtarları, O’nun yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, ki mutlaka onu bilir, yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitapta olmasın.” (En’am, 59)

“Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar hep O’nundur. Sözü açık söylesen de (gizlesen de) muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir.” (Taha, 5-6)

“O, kullarının üstünde tam galiptir. O, hakimdir,(her şeyi) haber alandır.” (En’am, 18)

“Elbette Rabbin gözetleme yerindedir.” (Fecr, 14)

Kur’an’ın bildirdiği bunca açık hükümlere rağmen Kur’an okumayan ya da şeyhleri tarafından bilinçli olarak Kur’an’dan uzak tutulan her tarikatçı, şeyhlerinin kendileri ile Allah arasında aracı oldukla­rını düşünür. Bu aracılık olayını da bir misalle anlatmaya çalışan tarikatçılar, verdikleri misallerle yüce Allah’ı eksik ve yetersiz olan insana benzetiyorlar.

Tarikatçılar, "Nasıl ki bir valinin makamına çıkmak için aracılara ihtiyaç varsa ve direkt valiye çıkamıyorsak, Allah’a ulaşmak için de aracılara (şeyhlere) ihtiyaç vardır." iddiasını ortaya atarak yüce Allah (cc)’ı bir valiye benzetirler. Halbuki yüce Allah (cc)’ı bir valiye benzeterek, O’na ulaşmak için aracı­lar koymak bir yalan ve kandırmaca olduğu gibi, aynı zamanda bu iddia yüce Allah’a hakarettir. Çünkü, vali kapının arkasında ya da duvarın ötesinde ne olduğunu bilmezken, yüce Allah (cc), her şeyi görür ve bilir. Yüce Allah (cc)’ı valiye benzetmek, haşa O’na eksiklik vasfetmektir ki, bu iddia, materyalist düşüncenin bir ürünüdür ve küfürdür.

Kur’an’dan gafil olan ve cehalet içerisinde yüzen tarikatçılar, şeyhlerini yaptıkları rabıtada yüce Allah (cc) ile kendi aralarına koyarlar. Rabıtada müritler, yüce Allah’ı düşünür gibi görünürler, ancak onlar, gerçekte yüce Allah’ı değil şeyhlerini düşünürler ve mutlaka şeyhlerini devreye sokarlar. Kesinlikle şeyhsiz rabıta yapmayan müritlerden kimi­leri de rabıta anında, Allah’ın nurunu şeyhlerinin kalbine ya da alnına, oradan da kendi kalplerine aktığını düşünürler.

Tarikatçılar, rabıtalarında şeyhlerini Allah ile kendi aralarına sokmanın mantığını şöyle bir misalle anlatırlar. Onlar, şeyhleri bir trafoya benzeterek, "Allah’tan gelen nurun, kulu yakmaması için, şeyhlerin vol­taj düşürücü bir regülatör olduklarını iddia ederler." Oysa bu iddiayı ileri sürmek, yüce Allah (cc)’ın Rahman ve Rahim sıfa­tını inkâr etmektir. Acaba bu iddia sahipleri namazda şeyhin mi huzurunda duruyorlar, yoksa Allah’ın mı?

Kıyamet günü şeyhlerin, müritlerine yardım etmeleri, Allah ile kendi aralarında aracı olmaları bir yana, o gün şeyhler müritlerini reddedecekler ve tanımayacaklar. Hatta o dehşetli günde müritler ve şeyhleri birbirlerine düşman olacaklar.

"Her ümmetten bir tane şahit getirdiğiniz gün, artık ne nan­körlerin konuşmaların)a izin verilir, ne de onların özür dileme­leri istenir. Zulmedenler azabı gördükleri zaman artık ne onlar­dan (azap) hafifletilir, ne de onlara süre verilir. Ortak koşanlar, ortaklarını (putları) gördükleri zaman: ‘Rabb’imiz, işte senden başka yalvar(ıp ilahlaştır)dığımız ortaklarımız!’ derler. (Onlar da bunlara): ‘siz tamamen yalancılarsınız’ diye söz atarlar." (NAHL, 84-86)

“Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere dediler ki: "Size hidâyet geldiği zaman sizi ondan biz mi engelledik? Hayır, zaten siz kendiniz suç işliyordunuz.

 Yazının devamı, TASAVVUF (YENİ BİR DİN ANLAYIŞI) (2) Yazısında

Ramazan Yılmaz: 2008.12.20