KUR'AN’IN NET ANLAŞILMASI-2

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Kur’an’ın Net Anlaşılması Önündeki Engeller

Günümüzde İslâm adına ortaya çıkmış ya da kendilerini Müslüman olarak nitelendiren ve birbirlerine oldukça zıt bir görünüm sergileyen kişi, grup ve hiziplerin hemen tümü, kendi durumlarını ya da iddialarını meşru göstermek adına Kuran’a dayandıklarını iddia etmekte, kimi zaman da bu iddialarını bir iki ayet vererek ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bu durumunu gören ve İslâm’ı yeterince bilmeyen bazı kimseler de bu grup, hizip ve kişilerin içerisinde bulundukları parçalanmışlığa bakarak Kur’an’ın gerçekten anlaşılmaz ve içerisinde çelişki bulunan bir kitap olduğunu sanmaktadırlar.

Kur’an, elbette ne olduğunu çok açık ifadelerle ortaya koymakta, kendisinde çelişki ve zıtlık bulunmadığını açık bir şekilde belirtmektedir.

“İşte o Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler için yol göstericidir.” (Bakara, 2)

“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.” (Nisa, 82)

Şu şaşmaz bir gerçektir ki, kullarının gizli açık her halini ve kânatta varolan her şeyi en ince noktasına kadar bilen yüce Allah’ın, kulların bugün iddia ettikleri gibi, çelişkilerle dolu bir kitap indirmesi elbette mümkün değildir. Bu nedenle sorun, Kur’an’da değil insanlarda ve insanların kafalarındadır. Kafalardaki bu karışıklık giderilmeden o kafalarda Kur’an’ın net anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle öncelikle kafalardaki bu karışıklığa ortaya koymak gerekir. Nedir bunlar:

1- İnsanlar Kur’an’ı, kendi içerisindeki bütünlükten hareketle anlamaya çalışmıyorlar.

2- Geleneksel din anlayışından hareketle Kur’an’ı okumaya ve anlamaya çalışıyorlar.

3- Kur’ani kavram ve deyimleri günlük kullandıkları kültürel kalıplarla açıklıyorlar.

4- Kur’an’ın belirlediği ölçüler içerisinde yaşamak zorlarına gittiği için kendi hayat felsefelerine uygun bir şekilde Kur’an’ı anlamaya çalışıyorlar.

5- Kur’ani hükümleri, dünya ve ahirete yönelik kurallar şeklinde ikiye ayırıyorlar.

6- Kendi duygu ve arzularına uygun ayetleri seçip onları ölçü ediniyorlar.

7- İsrailiyattan etkilenen kişilerin yaptıkları tefsirlerin etkisinde kalıyorlar.

8- Kur’an’ın, en güzel örnek olarak verdiği Rasulullah (as)’ı devre dışı bırakıyorlar.

9- Kur’an’ın bir bölümünü alıp bir bölümünü bırakıyorlar.

İşte sayılan belli başlı bu nedenlerden dolayı insanlar, Kur’an’ı anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. İnsanlardan kimi kendi hevasını, kimi şirkini, kimi küfrünü Kur’an’a onaylatmaya çalışıyor, dolayısıyla ortaya karmaşık bir durum çıkmaktadır.

Kur’an, içerisinde en küçük bir çelişki, bir şüphe ve zıtlık bulunmayan, tutarlı olan ve bütünlük arzeden, insanların bütün sorunlarını çözen, iman edenler için yol gösterici ve rahmet olan mükemmel bir kitaptır. Bu Kitap’ı ancak akleden ve aklını doğru bir eksende kullanan kimseler anlayabilirler.

Kur’an’ın nasıl anlaşılacağı ile ilgili konuya geçmeden önce yukarıda sıraladığımız konuları, daha net anlaşılması için biraz daha ve örnekleriyle açıklamakta yarar vardır. Ancak bu çalışmamızın bir kitap çalışması olmaması nedeniyle her başlık altında bir ya da en fazla iki örnek vermekle yetineceğiz.

1- Kur’an’ı, kendi içerisindeki bütünlükten hareketle anlamaya çalışmıyorlar.

Kur’an’dan hareket ettiklerini iddia edip yanlış bazı söylem ve hareketlerde bulunan bazı kimseler, bu söylem ve hareketlerini bazı ayetlerle desteklemeye çalışmaktadırlar. Birçok örneği bulunmakla beraber, burada nikah konusunu örnek vereceğiz.

Kur’an’ı kerimde, kimlerle ve nasıl nikâhlanacağı çok net ve anlaşılır bir biçimde, şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde açıklanmıştır. Ancak buna rağmen bazı kimseler, Kur’an’da çelişki oluşturacak şekilde nikâh konusunu istismar etmekte ve bunu çok ilginçtir ki Kur’an’dan hareketle yapmaktadırlar. Bu konuda birinci örneğimiz, Şiilerin Muta nikahıdır.

Şiiler, Muta nikâhı konusunda Nisa suresi, 24. ayetini dayanak olarak göstermektedirler;

“(Savaşta) ellerinize geçen(câriye)ler dışında, evli kadınlar(la evlenmeniz) de harâmdır. (Bunlar) Allâh’ın size yazdığı yasaklardır. Bunlardan ötesini, iffetli yaşamak, zinâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (evlenmeniz), size helâl kılındı. O halde onlardan yararlanmanıza karşılık, kesilen ücretlerini bir hak olarak onlara verin. Hakkın kesiminden sonra karşılıklı anlaşmada üzerinize bir günâh yoktur. Allâh bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (Nisa, 24)

Şii kaynakları bu ayetin diğer kısımlarını bırakarak yalnızca “…O halde onlardan yararlanmanıza karşılık, kesilen ücretlerini bir hak olarak onlara verin…” kısmını delil olarak alırlar. Oysa bu ayet, genel hüküm olan mehir konusunu burada tekrarlamaktadır. Bu Nisa 24. ayeti, Nisa, 4 ve Bakara, 237. ayetlerinde geçen mehir konusunu yeniden hatırlatmakta ve pekiştirmektedir.

Öncelikle Kur’ani bir gerçeği hatırlatmakta yarar vardır; Kur’an’da bir konu anlatılırken bir tek ayetten değil, değişik ayetlerde ortaya konulur. Böylece anlatılmak istenen konu anlaşılır bir şekilde bütün yönleriyle belirtilir. Şii kaynaklarının Mut’a Nikâhı’na delil olarak gösterdikleri Nisa, 24. ayetinde geçen“…O halde onlardan yararlanmanıza karşılık, kesilen ücretlerini bir hak olarak onlara verin…” ifade de Şiilerin iddia ettikleri gibi belirli bir süre ile kiralanan kadınlara cinsel arzuların tatmini için verilen ve zina ilişkisinde kadına verilen kullanma ücretini değil Kur’an’da emredilen, helal ve meşru olan evlenme akdi için belirtilen mehirdir. Bu bozuk mantık, günümüzdeki genelevlerini meşru gösterecek bir mantıktır ki, İslâmi esaslarla taban tabana zıttır.

Nisa, 24. ayetinde Müslüman erkeklerin hangi kadınlarla evlenecekleri ve evlenilecek kadınlara haklarının verilmesi, tıpkı Nisa, 3-4 ve Bakara 237. ayetlerde anlatıldığı mehir konusu işlenmektedir.

“Şâyet öksüz(kızlarla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında adâleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan  kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. O(kadı)nlar arasında da adâlet yapamayacağınızdan korkarsanız bir tane alın; yahut ellerinizin altında bulunanlarla yetinin. Cevr (ve haksızlık) etmemeniz için en uygun olan budur. Kadınlara mehirlerini bir hak olarak verin; eğer kendi istekleriyle o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa, onu da âfiyetle yeyin.” (Nisa, 3-4)

“Bir mehir kestiğiniz takdirde, henüz dokunmadan onları boşamışsanız, kestiğinizin yarısını (verin). Ancak kadınlar vazgeçer, yahut nikâh bağı elinde bulunan (erkek) vazgeçerse başka. Sizin affetmeniz (mehrin tümünü vermeniz) takvâya daha yakındır. Aranızda birbirinize iyilik etmeyi unutmayın. Şüphesiz Allâh, yaptıklarınızı görür.” (Bakara, 237)

Dikkat edilirse Nisa, 24. ayet ile Nisa, 3-4 ve Bakara 237. ayetlerde geçen ifadeler moda mod örtüşmektedir. İşte bu anlatım benzerliği, Kur’an’da ifade edilen ve birçok ayette her konudan sonra tekrarlanan “İşte Rabbinin doğru yolu budur. Biz, öğüt alanlar için âyetleri geniş geniş açıkladık.” (Enam, 126) ifadesinin ta kendisidir. Ancak Şiiler, bütün bu ayetleri almak yerine Nisa 24 ayetinden bir ifadeyi cımbızla çıkararak kendilerine delil olarak almaktadırlar ki bu, Kur’an esprisiyle taban tabana zıttır.

Muta nikâhı konusunda işin en acı ya da gülünç yanı, Sünni alemde alim diye sunulan bazı kimselerin de bu konuda Şiileri desteklemeleri ve “Nisa 24. ayetinden sonra Hz. Ömer (r.anh)’ın Muta nikâhını kaldırdığı” iddiasıdır. Bu kadar basiretsizce bir iddia, Hz. Ömer (r.anh) gibi Kur’ani esaslara bağlılığı ve hassasiyeti ile bilinen bir zata en büyük iftiradır. Allah Rasulü Hz. Muhammed (as)’ın bile vahyi esaslara karşı en küçük bir değişiklik yapmaya cesaret edemediği bir durumda Hz. Ömer (r.anh) yasaklama getirecek! Bu sorumsuzca ifade edilen ağır bir sözdür.

İkinci örnek, Kitap Ehli kadınları ile evlenme hususudur; Sünnilerden bazı kimseler, Maide 5. ayetinden hareketle Kitap Ehli kadınları ile evlenileceğini, ancak Müslüman kadınların Kitap Ehli kadınlarına verilmeyeceğini iddia ederler.

“Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine Kitap verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. İnanan, namuslu, hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, âhirette kaybedenlerdendir.” (Maide, 5)

Yukarıdaki ayette açıkça belirtildiği üzere, Ehli kitaptan ancak iman eden kimselerle evlenilebilecektir. Çünkü iman etmeyenler, yoldan çıkmış fasık kimseler oldukları ve bunların amelleri boşa gittiği için kâfir kimselerdir ki bunlarla evlenmeyi yüce Allah haram kılmıştır.

Kur’an’da açıkça ifade edilen Ehli kitap mensuplarını birbirinden ayırt etmeden, bunlarla evlenilebileceğini iddia etmek, hakkı batıla bulaştırmak ve yüce Allah üzerine iftira atmaktır. Şayet bu iddia sahipleri, Kur’an’ı bir bütün olarak okuyup anlamış olsalardı, Kur’an’ın bu konudaki hükmünü çok açık bir şekilde görebilirlerdi. Kur’an’da nikah hususunda temel hüküm şudur.

“Zinâ eden erkek, zinâ eden veya ortak koşan kadından başkasıyla evlenmez; zinâ eden kadın da zinâ eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez. Öyleleriyle evlenmek mü’minlere harâm kılınmıştır.” (Nur, 3)

Müslümanlar, Müslümanlardan başka ehli kitaptan olan ve Kur’an’ın övdüğü kimselerle de evlenebilecekleri bildirilmektedir. Bu kimseler, Kur’an’da hiçbir kapalılığa mahal bırakmayacak şekilde açıkça belirtilmiştir.

Kur’an bir bütündür ve içerisinde hiçbir çelişki bulunmamaktadır. Bu nedenle müşrik ve kâfir olan kimseler, Müslümanların içinde de bulunsalar, Ehli kitaptan de olsalar, bunlarla hiçbir şekilde evlenilmez. Kur’an’ın bir bölümünden hareket eden bu çarpık zihniyete göre yüce Allah (cc) Müslümanlar içerisindeki müşrik ve zanilere Müslümanların evlenmelerine izin vermiyor, ancak Kitap ehli müşrik ve kâfirleri ile evlenmeye izin veriyor. Bu söz, haşa yüce Allah’ın üzerine atılmış çok büyük bir iftiradır. Kur’an’ın evlenilmesine izin verdiği Ehli Kitabın kimler olduklarını Rabb’imiz şöyle tanımlıyor.

“Ama hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır.  Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men ederler; hayır işlerine koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. Yapacakları hiçbir iyilik inkâr edilmeyecektir. Şüphesiz Allah, korunanları bilmektedir.” (Al-i İmran, 113–115)  

“Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene inanırlar; Allah’a karşı saygılıdırlar; Allah’ın ayetlerini birkaç paraya satmazlar. Onların da Rableri katında ödülleri vardır! Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Al-i İmran, 199)

İşte Kurân’ın Müslümanların nikâhlamasına izin verdiği Kitap Ehli kadınları bu vasıflarda olan kadınlardır. Özellikle Müslüman erkeklerin, Kitap Ehli kadınlarını nikâhlayabileceği, ancak Müslüman kadınların Kitap Ehli erkeklerine verilmeyeceği çelişkisi, Kur’an’ın kadın ve erkekler için öngördüğü eşitlik kavramına aykırı bir düşüncedir. (Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi için “İslâm’da Kadının Konumu” adlı kitabımıza bakılması tavsiye edilir.)

2- Geleneksel din anlayışından hareketle Kur’an’ı anlamaya çalışma:

Geleneksel din anlayışına sahip kimseler, içerisinde bulundukları sosyal statüleri bozulacak endişesiyle Kur’an’a bir bütün olarak yaklaşmazlar, kendi konumlarına uygun ayetleri, bir anlayış eksikliği içerisinde alıp değerlendirirler. Buna örnek olarak erkek egemenliğini her şeyin üstünde tutan anlayışlarına uygun gördükleri ayetleri delil gösterirler.

“Allâh, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harcadıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı iyi kadınlar itâatkâr olup, Allâh’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi korurlar (kocalarına aslâ ihânet etmezler). Hırçınlık, etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda onlara sokulmayın, onları dövün. Eğer size itâat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Çünkü Allâh yücedir, büyüktür.” (Nisa, 34)

Bu ayeti alıp kadın ve erkeklerin, Allah katında bir ve eşit olduklarını anlatan ayetlere bakmadan kadınlar üzerinde katı ve sınırsız bir baskı ve üstünlük kurmakta, adeta kadını yüce Allah’a değil kendilerine kul yapmaya çalışmaktadırlar. Bu sakat anlayış, kadını sosyal hayattan çıkarıp dört duvar arasına kilitlemekte ve adeta hapishane gardiyanı gibi ancak erkek kapının kilidini açtığında kadın dışarı çıkabilmektedir. Oysa Kur’an’ı kerim, kadın ve erkeğin, sosyal hayatta omuz omuza olduklarını çok açık bir şekilde belirtmektedir.

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Elçisine itâat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allâh dâimâ üstündür, hakimdir.” (Tevbe, 71)

“Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâ’ate devam eden erkekler ve tâ’ate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar; sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’a) saygılı erkekler ve  saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (İşte) Allâh bunlar için bağış ve büyük bir mükâfât hazırlamıştır.” (Ahzab, 35)

“İnanan erkeklere söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allâh, onların her yaptıklarını haber almaktadır. İnanan kadınlara da söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar….” (Nur, 30-31)

Bu ayetler ve benzeri daha birçok ayeti görmezden gelen geleneksel din anlayışına sahip kimseler, kadının yüce Allah’a kulluk yapmasına fırsat vermedikleri gibi, bütün yasakları kadınlar için uygulamakta, sanki erkekler her istediğini yapacakmış gibi bir anlayışa sahip olmaktadırlar. Bu anlayışla Töre cinayetleri ve benzeri tüm melanet uygulamalar yalnızca kadınlar için uygulanmaktadır.

3- Kur’ani kavram ve deyimleri günlük kullandıkları kalıplarla açıklıyorlar.

Bu başlık için, “Arapça kavramları Türkçe kavramların hakim olduğu bir kafa yapısı ile açıklıyorlar” diyebiliriz. Burada bilerek ya da bilmeyerek çarpıtma da sözkonusudur.

Kur’an’da geçen ve Tevhid ilkesinin temelini oluşturan ilah, din, Rab, Tevhid, şirk, küfür gibi kavramlar ile Tevhid ilkesinin sürekliliğini sağlayacak davet, ibadet, kulluk, itaat, okuma, zikir, takva vb. birçok kavram ya bilerek çarpıtılmakta ya da günlük kullandıkları kalıplarla açıklanmaktadır. Bu ise, hem İslâm’ın anlaşılmasını zorlaştırmaktadır hem de dinin sosyal hayatta yaşanmasını engellemektedir. Burada birkaç örnek verecek olursak:

Vahyin ilk nüzulü sırasında Rasulullah (as)’a yapılan hitabı, Mevdudi gibi bazı müfessirler, “Oku” hitabını salt bir yazıyı okuma olarak almışlar ve Rasulullah (as)’a yazılı bir metnin verildiğini iddia etmişlerdir.

“Oku yaratan Rabbinin adıyla.” (Alak, 1)

Kur’an, Peygamber (as)’ın okuma yazma bilmediğini, ümmi olduğunu bildirmesine, tarihi vesikalarda Rasulullah (as)’ın bu durumu açıkça beyan edilmesine rağmen bu müfessirler, yüce Allah’ın (haşa) Peygamber Hz. Muhammed (as)’a bir kâğıt dayattığını ve zorla bunu okumasını istediğini yazarlar. Bu nasıl bir anlatış, nasıl bir düşüncedir ki, yüce Allah (cc), haşa zalim yerine konulmakta ve Peygamber (as)’ı, okuma yazması olmadığı halde bu konuda baskı yaparak zorlamaktadır. Oysa yüce Allah (cc), kulu Muhammed’in okuma yazma bilmediğini bildirmektedir.

“Sen bundan önce bir Kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı o zaman (Allâh’ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan) iptalciler, kuşkulanırlardı.” (Ankebut, 48)

“Onlar ki yanlarındaki Tevrât ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o ümmi Peygamber’e uyarlar. O ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri harâm kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek saygı gösteren, yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felâha erenler onlardır.” (Araf, 158)

Kur’an, Peygamber (as)’ın, okuma yazma bilmediğini belirtmekle kalmaz, aynı zamanda ona yazılı bir metnin verilmediğini de bildirir.

“Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir Kitap indirmiş olsaydık da onu elleriyle tutsalardı, yine inkâr edenler, "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir!" derlerdi.” (En’am, 7)

“Yahut altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Ama, sen üzerimize, okuyacağımız bir Kitap indirmedikçe senin sadece göğe çıkmana da inanmayız! De ki: "Rabbimin şânı yücedir. (Böyle şeyleri yapmak benim işim değildir). Ben, sadece elçi ol(arak gönderil)en bir insan değil miyim?” (İsra, 93)

Bütün bu ilahi bildirimlere rağmen bazı kimseler, bu ayetleri adeta görmezden gelerek, yüce Allah’ın, Peygamber (as)’a yazılı bir metin gönderildiğini ve bu metni okuması için onu zorladığını, hatta zorlamaktan öte vahiy meleğinin, Peygamberin canını çıkarırcasına sıktığını iddia ederler.

Bu konuda ikinci bir örnek de zikir konusudur; Kur’ani kavramlar içerisinde anlamı en çok tahrif edilen ve daraltılan bu kavram, Kur’an’ı kerimde, değişik kullanımlarıyla beraber 292 yerde kullanılmakta ve 37 anlamı içerisinde barındırmaktadır. Ancak ne yazık ki özellikle tasavvuf kesimi, kendi gayri İslâmi konumlarını meşrulaştırmak adına bu kavramı kullanmaktadır.

Zikir kavramı konusunda işin belki de en ilginç yanı, tasavvufçuların iddia ettikleri gibi bir anlamı zikir kavramı içinde kesinlikle barındırmamakta ve Rasulullah (as) zamanında da o anlamda hiçbir şekilde kullanılmamaktadır. Tabiiki tasavvufçular, Allah demenin zikir olduğunu söyleyecekler, Allah demek elbette zikirdir, ancak Kadirilerde olduğu gibi, bozuk bir testere gibi hırlamak ya da havlamayı andıran sesler çıkarmanın zikir kavramı ile hiçbir alakası yoktur.

Tasavvufçular, tefekkür etmenin de zikir olduğunu söyleyeceklerdir, bu da doğru, ancak tefekkür edilecek zat yalnızca yüce Allah’tır; Nakşilerde yapıldığı üzere, kendisini bile cehennemden kurtaramayan şeyh sıfatlı varlığın müridi kurtaracağını düşünmek zikir değil, olsa olsa küfür ve şirktir. Zikir kavramı ile ilgili daha geniş bilgi için bizim “Kur’ani Kavramlar” kitabımıza bakılabilir.

4- Kur’an’ın belirlediği ölçüler içerisinde yaşamak zorlarına gittiği için kendi yaşam tarzlarına uygun bir şekilde Kur’an’ı anlamaya çalışıyorlar.

Kur’an, iman eden kişilerin, neler yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini, önceliklerinin ne olduğunu, önceki dönemlerde yaşayan Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin mücadelelerinden örnekler vererek açıklar. Bütün bunların hepsine de Sünnetullah adını veren Kur’an, bu Sünnetullah’ın değişmediğini ve değişmeyeceğini de açıkça bildirir.

Her dönemde olduğu gibi günümüzde de bazı kimseler, Kur’an’ın öngördüğü bir şekilde yaşamak, mücadele etmek konusunda kendilerinde imani bir cesaret göremedikleri için ilk yaptıkları şey, kendi yaşam tarzlarına uygun ayetleri önplana çıkarıp diğer ayetleri, ya bulundukları hali meşrulaştıracak bir şekilde değiştirmişler ya da o ayetleri ikinci plana atıp gizlemişlerdir. Kur’an, onların bu yaptıklarını, Hakkı batıla bulayıp gerçekleri gizlemek olarak adlandırmıştır. Bu durumu en çok yapanların başında da, İslâm nokta-i nazarında birer şirk ve küfür yuvası olan ve egemen zorba sistemlerin izin ve icazeti ile açılan vakıf, dernek ve partilerde yuvalanan kişiler gelmektedir.

Sünnetullahta hiçbir dönemde benzerine rastlanılmayan vakıf, dernek ve parti gibi şirk ve küfür yuvaları, çağımızın bir vebası olarak Kemalist zorbalığın Anadolu topraklarını işgaliyle başlamış, zorba sistemin destek ve yardımı ile vücudu saran kanserli bir ur gibi Anadolu’yu bir baştan bir başa sarmıştır.

“Bile bile gerçeği bâtılla bulayıp hakkı gizlemeyin.” Bakara, 42)

“Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” Bakara, 44)

Kur’an’ın bu açık beyanına rağmen şirk yuvalarında kümelenen vakıf ve dernekçiler, Tevhidi esasları hiç gündeme getirmeden, egemen zorba sistemi kızdırmayacak kimi konuları işleyerek insanları, tıpkı kendileri gibi şirke sokup kendileri gibi sistemin bir parçası haline getirmeye çalışmaktadırlar. Egemen zorba sistem de, günümüz Samiri soylu bu belamların kimine parasal yardım yaparak, kimine prof.lük, dekanlık ya da rektörlük vererek atası Fir’avn gibi onları mükâfatlandırmıştır.

Dikta rejiminin kendilerine sunduğu yağlı parçayı kaybetmemek ve zillet içerisindeki cesetlerine bir zarar gelmesini engellemek için bu Samiri soylu belamlar, Risalet tarihinde ortaya konulan Tevhid şirk mücadelesini hiçbir şekilde gündeme getirmezler. Bu belamlardan bazıları şirk yuvaları içerisinde insanları, kendilerine benzetmeye çalışırlarken, bazıları küfür rejiminin kendilerine tanıdığı “Demokratik Haklarını” kullanmak üzere kimi zaman sokaklarda kalabalıkların duygularını istismar etmektedirler.

Samiri’nin günümüz temsilcileri, üç günlük dünya hayatında rahat etmek adına ebedi hayatlarını zindana çevirmeyi, küfür rejiminin kendilerine sunduğu yağlı basit bir parça kazanmak adına nimetlerinin en iyilerinin bulunduğu cenneti kaybetmeyi göze almaktadırlar. Ne diyelim, dünyada yağlı parçaları büyüsün, ahirette de ateşleri artsın.

5- Kur’ani hükümleri, dünya ve ahirete yönelik kurallar şeklinde ikiye ayırıyorlar.

Kur’ani hükümler bir bütündür ve iman edenlerin yalnızca dünya hayatlarını düzene koymak için indirilmiştir. Kur’an’ın ahirete yönelik hükümleri yoktur; Kur’an, ahirette insanların karşılaşacakları durumu, verilecek ceza ve mükâfatların ne olduğunu bildirir. Kur’an’daki hüküm ifade eden ayetler yalnızca dünya hayatı ile ilgilidir.

Kur’an, ona iman edenlerin dünya hayatlarını düzenleyen; insanın dünya hayatında, kendi nefsine, diğer nefislere (insanlara) ve Rabb’ine karşı görev ve sorumluluklarının ne olduğunu bildiren en kapsamlı bir kitaptır. Bu nedenle dünya hayatındaki siyasi, iktisadi, içtimai, sosyal ve hukuk alanındaki bütün konuları en açık bir şekilde belirtir, kişilerin buna uygun hareket etmelerini ister.

İman noktasında vahyi esasların belirlediği ölçüyü bilme konusunda iflas etmiş bazı kimseler, Kur’ani ifade ile imanlarını şirk ile kirlettikleri için Kur’an’ın kendilerine sunduğu, dünya ve ahiret saadetini sağlayan kuralları terk etmişle, kendilerinin ya da kendi benzerleri olan kimselerin heva ve arzularından çıkardıkları kanunları ölçü edinmişlerdir. Bu kimseler, ibadete taalluk eden bazı konuları, geleneksel din anlayışı içinde Kur’an’dan alırlarken, dünya hayatını düzenleyen siyasi, iktisadi, ticari ve içtimai kuralları kendi hevalarından ya da kendi benzerleri kişilerin eksik ve kıt arzularından çıkardıkları yasalarla düzenlemişlerdir.

Kur’ani esasları din ve dünya ayırımı şeklinde alarak ibadetlerini İslâmi prensiplere, dünya yaşamlarını beşeri yasalara göre düzenleyen kimseler, hem ilahi dine hem de beşeri dine bağlı olan iki dinli kişilerdir. Kur’an’da bu iki dinli duruma şirk denilmektedir.

6- Kendi duygu ve arzularına uygun ayetleri seçip onları ölçü ediniyorlar.

Kur’an, duygulara, heva ve arzulara değil akla hitap eder; bu nedenle sürekli bir şekilde öncelikle iman edenlere, daha sonra tüm insanlara akletmeyi, düşünmeyi, heva ve heveslerden uzaklaşmayı tavsiye eder, arzularına göre hareket edenleri, hevasını ilah edinmekle vasıflandırır. Kur’an’ın bu açık çağrısına rağmen bazı kimseler, kendi hevalarını ölçü edinerek hareket eder ve bu hareketini meşrulaştırmak için de Kur’an’dan delil getirmeye çalışır.

Yüce Allah (cc), insanlığın kurtuluşu için indirdiği vahyi esasların, nasıl, nerede ve ne şekilde uygulanacağını, Peygamberi en güzel örnek göstererek, kendisinin razı edilmesinin ancak bu örnekliğe uyulmakla mümkün olacağını belirtir.

“Andolsun ki, Allâh’ın Rasulünde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

Bu nedenle iman ettikleri iddialarında samimi olan kimselerin yapmakla mükellef oldukları şey, iman ettikleri vahyi esaslar, Peygamber (as)’ın örnekliğini esas almaktır. Bu, iman etmenin gereği ve sonucudur, aksi taktirde iman ettikleri iddiası bir anlam ifade etmez ve hevalarını ilah edinen kimseler olarak iman ettikleri esasların dışına çıkarlar.

Kur’an, insanların hevasını tatmin eden bir kitap değil, insanların, iman ettikten sonra isteyerek birinci derecede kendi nefisleri üzerine uygulayacakları ilahi bir kitaptır. Hiç kimse, iman ettikten sonra Kur’an’dan birkaç ayet alıp ben bunu böyle uygularım diyemez. O kimsenin yapmakla zorunlu olduğu şey, o ayetlerin Rasul (as) tarafından nerede ve nasıl uyguladığına bakmak ve aynı şekilde hayatında uygulamaktır.

Daha vahyi esasları kendi nefsinde uygulamayan, öncelikle Tevhidi esasları insanlara duyurmayan bazı kimseler, kendi kendilerine ya da bir iki kafadar ile çelik çomak oyunu oynadıklarını zannederek cihad ilan etmekte, zina yaparak cariyelik hukukunu sorgulamakta, yaptıkları hırsızlığa ganimet adı vermekte ve bir sürü gayri İslâmi hareketi anlamını çarpıttıkları ayetlerle örtmeye çalışmaktadırlar.

İslâm, bir samimiyet ve teslimiyet dinidir; bu nedenle İslâm yani teslimiyet adı verilmiştir. Bu öyle bir teslimiyettir ki, hiçbir konuda ve zamanda ona aykırı en küçük bir davranışta bulunmamak ve en içten duygularla pratik hayatta kurallarına göre yaşamaktır.

7- İsrailiyattan etkilenen kişilerin yaptıkları tefsirlerin etkisinde kalıyorlar.

Kur’an konusunda yapılan tefsirlerin ekseriyeti, Kur’an’ı Kur’an’la tefsir şeklinde değil, Kur’an’a aykırı indi görüşlerin hakim olduğu bir anlayışla yapılmıştır. Bu anlayış ise, tefsiri yapan kişinin, Kur’an dışı kaynaklardan etkilenerek elde ettiği kültürel birikimden başka bir şey değildir. Bu nedenle yapılan bu tip tefsirlerde ileri sürülen görüşler, Kur’an gerçeği ile zıtlık ve tezat teşkil etmektedir. Cehennemde sürekli kalma konusunda yapılan açıklamalar  buna örnek verilebilir.

Kur’an, cehennemde sürekli kalınacağını, oraya girenin bir daha oradan çıkamayacağını çok açık bir şekilde bildirmektedir. Ancak kimi müfessirler, bu ayetleri sanki hiç okumamış gibi, hiçbir delilleri bulunmamasına rağmen, israiliyatın etkisinde kalarak cehennemin geçici olduğunu, günahı kadar kişinin orada yandıktan sonra çıkıp cennete gideceğini iddia etmektedirler.

“Bir de dediler ki: ‘Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır.’ De ki: ‘Allah’tan (bu konuda) bir söz mü aldınız. şâyet öyle ise Allâh verdiği sözden dönmez yoksa Allâh hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?’ Evet kim bir günâh kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş halkıdır orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara, 80-81)

Cehennemde sürekli kalınamayacağı anlayışı, İslâm’a değil israiliyata dayanan ve Kur’an’a aykırı olan bir anlayıştır. Bu anlayış, insanları Kur’an’a yönelmekten alıkoymaktadır. Kur’an, bu iddiada bulunanların durumunu şöyle ortaya koymaktadır.

“Baksana Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allâh’ın Kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. Bu hareketleri, onların: ‘Bize, ateş sayılı birkaç günden başka dokunmayacak.’ demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.” (Al-i İmran, 23-24)

Kur’an’a aykırı bu bozuk anlayışı yaymaya çalışanlar, insanların Kitap’a yönelmelerini engellemekte ve affedilecekler zannıyla daha kolay günah işlemelerine fırsat vermektedirler. Cehennemim sürekliliği konusunda daha geniş bilgi için “Kur’ani Kavramlar” kitabımıza bakılabilir.

Kur’an üzerinde bu denli pervasızca ve sorumsuzca tahrifat yapan kimseler, şayet Kur’an’ı gereği gibi okuyup Kur’an’ın istediği şekilde iman etmiş olsalardı Kur’an’da bu konuda çok net bilgiye ulaşabilir ve insanların günaha girmelerine ortak olmamış olurlardı.

8- Kur’an’ın en güzel örnek olarak verdiği Rasulullah (as)’ı devre dışı bırakıyorlar.

Hiç kuşkusuzdur ki Kur’an, tek ve yegane kaynaktır; Peygamber (as) da dahil hiç kimse, Kur’ani hükümlerden tek bir tanesini hatta tek bir hecesini çıkaramaz. Kur’an’a iman eden herkes, iman ettiği esasları olduğu gibi kabul edip yaşamakla mükelleftir. Peygamber Hz. Muhammed (as), kendisine bildirilen esasları, olduğu gibi insanlara duyurmuştur, iman eden her kişi bu gerçeği bu şekilde kabul etmek durumundadır.

“Benim yapabileceğim sadece Allah’tan (bana vahyedilenleri) size duyurmak ve O’nun elçilik görevlerini yerine getirmektir. Artık kim Allah’a ve Elçisine baş kaldırırsa, ona içinde sürekli kalacağı cehennem ateşi vardır.” (Cin, 23)

“De ki: ‘Ben türedi bir elçi değilim; bana ve size ne yapılacağını da bilmem, ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.” (Ahkâf, 9)

Kur’ani bu bildirimine rağmen Sünnet edebiyatı yapan bazı kimseler, Peygamber (as)’ı haşa yüce Allah’ın karşısına çıkararak ikinci hüküm koyucu kabul edip ilahlaştırırken, diğer bazı kimseler de Peygamber (as)’a düşmanlık derecesinde tepki göstermekte ve onu haşa bir hiç yerine koymaktadırlar. Her iki aşırı uç da haddi aşan ve imanlarına şirk bulaştırıp küfre giren kimselerdir. Peygamberin devre dişi bırakıldığı bir inanç ancak inkâr inancıdır.

“Onlar ki Allâh’ı ve elçilerini inkâr ederler, Allâh ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, ‘Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!’ derler; bu ikisinin (imanla küfür) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır! (Nisa, 150-151)

Daha önce yazdığımız “Tevhidin Düşmanı TEFRİKA” adlı kitabımızda bu konuyu enine boyuna incelediğimiz için burada kısaca değineceğiz. Peygamber (as), nas anlamında hüküm koymaz, ancak o (as), konulan kendisine vahyedilen nasın daha net anlaşılmasını sözel ve fiili olarak açıklar, hayatında yaşayarak ortaya koyar ve maslahata yinelik hükümler koyar. Çünkü Peygamber (as) aynı zamanda bir önder ve imamdır.

Peygamber (as), kendisine bildirilen vahyi esasları en iyi şekilde anlayan ve zirve denilebilecek derecede Kur’an’ı ahlak edinerek yaşamış bir kimsedir. Bu nedenle Kur’ani hükümleri en iyi bir şekilde yaşamak ve böylece yüce Allah’ı razı etmek isteyen bir kimse Peygamberi tek örnek almak ve ona uymak zorundadır. Zaten yüce Allah’ın da kullarından istediği  bundan başka bir şey değildir. Bu nedenle kullarına Peygamberi en güzel örnek olarak almalarını bildirmektedir.

“Andolsun Allâh’ın Elçisinde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

Peygamber (as), vahyi esasları en iyi yaşaması yanında aynı zamanda iman edenler için kıyamete kadar vahdetin ana merkezidir. Kişi Peygamber (as)’a tabiiyeti oranında bu vahdetin ana merkezine yakın olur ki bu aynı zamanda imanın gereğidir, Peygamberden uzak oluşu oranında iman ve vahdetten uzak olur.

Peygamberin devre dışı bırakıldığı bir iman anlayışı, Kur’an’ın net anlaşılmasını engeller ve Kur’an’ın bir bölümüne iman etmektir ki bu şirk ve küfürdür.

9- Kur’an’ın bir bölümünü alıp bir bölümünü bırakıyorlar.

Kur’an’ın net anlaşılması önünde diğer bir engel de hiç kuşkusuzdur ki, Kur’an’ın bir bölümünü alıp bir bölümünü değişik nedenlerle bırakmaktır. İman ettikleri iddiasında olan bazı kimseler, Kur’an’ın Tevhidi esaslarını hiç tanımadan, ilah, rab, din, şirk ve küfür kavramların ihtiva ettikleri manaları bilmeden, İslâm’ın yalnızca ibadete yönelik kurallarını alarak Müslüman olduklarını ileri sürüyorlar. Bunlar, iman iddialarında samimi olmayan ve dünyada da ahirette de ziyana uğrayan kimselerdir.

“İnsanlardan kimi de Allah’a bir kenardan, ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzûra kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dininden döner). O, dünyâyı da, âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur.” (Hac, 11)

Bu anlamda yukarıda belli maddeler şeklinde verdiğimiz hususlardan hareket edenlerin tümü, yüce Allah’a dine bir kenarından tutunarak ibadet eden kimselerdir. Bunlar, hiçbir şekilde Kur’an’ı anlayamazlar. Kur’an’ı anlamadıkları için de vahyi ölçüler içerisinde bir hayat ortaya koyamazlar. Bunun sonucunda böyle yapan kimseler, gaflet ve delalet içerisinde ömürlerini tamamlayıp giderler ve ahirette ebedi azaba duçar olurlar.

“…Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezâsı, dünyâ hayâtında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler.  Allâh yaptıklarınızı bilmez değildir.” (Bakara, 85)

Ramazan Yılmaz: 2010 08 05