KUR’ANİ SORUMLULUK VE RASULE SAYGI

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

KUR’AN’A DAVET-6

KUR’ANİ SORUMLULUK VE RASULE SAYGI

Günümüzdeki siyasi, ekonomik, kültürel ve ideolojik gelişmelere, insan ilişkilerine bakıldığında, İslâm nokta-i nazarında hoş olmayan ve insanın içini acıtan olumsuz durumların oldukça çok fazla olduğu görülmektedir. Çağımız siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal ve insan ilişkileri açısından oldukça karanlık bir dönem geçirmekte, inançsızlık girdabında çırpınmaktadır.

Emperyalizm, ateizm ve totaliter diktatörlükler ile beşeri ideolojiler, çağımıza kara bir bulut gibi çökmüşler. Bunlar, kendileriyle beraber öncelikle kendilerine tabi olanları ve giderek tüm insanlığı sonu gelmeyen bir felakete, bir uçuruma, bir bilinmeze ve en önemlisi de yüce Allah’ın azabına sürüklemektedirler. Ancak ne üzücüdür ki, bu korkunç duruma “Dur” diyecek, bu kötü durumları düzeltecek ve yüce Allah’a karşı sürdürülen bu isyanı durdurup insanlığa rahmeti ulaştıracak Tevhid erleri, üzerlerine düşen sorumlulukları hâlâ yerine getirmemektedirler.

İnsanlar, hemen her konuda, emperyalizmin, onun yerli işbirlikçilerinin ve beşeri sistemlerin zulmü altında inim inim inlemekte, bunalım ve kaos girdabında çırpınmakta, küfür ve şirk içerisinde yüzmektedir. Bu durumlara sebep olan şeytan ve şeytanın insan cinsinden yardımcıları yeryüzünde cirit atmaktadır. İnsanlar, dünyayı beşeri sistemlerin zulmünden ve onların, insanlar üzerinde oluşturdukları zifiri karanlıktan, insanlığın yuvarlanmakta olduğu girdaptan kurtaracak Tevhid erlerini beklemektedir.

İnsanlığı içerisinde bulunduğu felaketten, şirk ve küfürden kurtarıp Tevhidi esaslara çağıracak, hidayet yolunu gösterecek, insanlara huzur getirecek rahmet elçileri,  insanlığın beklentilerine bir an önce cevap vermeli, ortaya çıkmalıdırlar. Yüce Allah (cc), zalimlerin zulmü ve sömürüsü altında ezilen, şiddete ve teröre maruz kalan ve yoksulluk içerisinde çırpınan insanların çığlıklarını, çağın rahmet elçilerine, Tevhid erlerine duyurmaktadır.

“Size ne oldu ki Allâh yolunda ve; ‘Rabbimiz bizi şu, halkı zâlim kentten çıkar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!’ diyen mustazaf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 75)

Yüce Allah’ın bu bildirisi, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olan Müslümanlar içindir. İnsanlığı içerisinde bulunduğu maddi ve manevi felaketten kurtaracak tek güç, Kur’ani sorumluluğu yüklenen, Kur’ani esasları hayat prensibi olarak kabul eden, Rasulullah (as)’ı en güzel örnek edinen Tevhid eri Müslümanlardır.

Müslümanlar, insanların bu çığlıklarına koşmayı, onları, beşeri sistemlerin zulüm ve baskısından, şirk ve küfrün karanlıklarından kurtarmayı, onları İslâm’ın aydınlığına, rahmet ve huzur nizamına davet etmeyi imani bir görev ve Kur’ani bir sorumluluk olarak kabul etmeli ve bu konuda üzerlerine düşeni zaman kaybetmeden yapmalıdırlar.

Yüce Allah (cc), Müslümanların, sorumluluklarını yerine getirerek bozgunculuğa karşı tavır almalarını, bu sorumluluklarını yerine getirmeyenlerin ise zalimler olduklarını bildirmektedir.

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zalimler ise, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar.” (Hud, 116)

Vahyi esaslara iman etmiş Müslümanların, insanlığın içerisinde bulunduğu ve insanlar için dünya ve ahirette felaket olan duruma seyirci kalmaları mümkün değildir. Müslümanlar, Tevhidi esaslar doğrultusunda hareket ederek Kur’ani esasları insanlara duyurmalıdırlar. Bu duyuru, Risalet tarihinde yapıldığı gibi net ve açık bir şekilde yapılmalı, insanlar ilahi mesaja çağırılmalıdır. Kur’an, Tevhidi esaslara iman eden, vahyi bilinci kuşanan Müslümanları, bu konuda sorumlu tutmakta ve bu sorumluluklarını yerine getirmeyenleri için uyarmaktadır.

“Bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir). Bilin ki Allâh’ın azâbı çetindir.” (Enfal, 25)

Zulme, küfre, baskı ve zorbalığa karşı sessiz kalmak, onların suçlarına ve günahlarına ortak olmaktır ki, bu onların görecekleri cezalara da ortak olmak demektir. Müslümanlar, tüm ön yargılardan, peşin hükümlerden, üretilmiş din anlayışlarından, kronikleşmiş geleneksel kültür artıklarından ve alışkanlıklarından tamamen uzaklaşarak Tevhidi esasları, vakit kaybetmeden ortaya koymalıdırlar.

Kur’an, Tevhidi esasların nasıl ortaya konulacağını çok açık bir şekilde belirtmiş, bu konuda Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin mücadelelerini örnek göstererek yol göstermiştir. Kur’an’ın ortaya koyduğu davet metodunu net olarak anlamak ve uygulamak için yapılması gerekenler:

1- İdaresi altında yaşanan beşeri küfür ve şirk sistemlerinin baskı ve zulmünden korkmamak, yalnızca yüce Allah’ın cezasından korkmak,

“Allâh kuluna kâfi değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allâh kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olmaz.” (Zümer, 36)

“(Elçiler) Allâh’ın mesajlarını duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allâh yeter.” (Ahzab, 39)

2- Şirki yaşam tarzı olarak alan toplumun kınama ve hakaretlerine aldırış etmemek, yüce Allah’ın emrinin daha önemli olduğunu düşünmek,

“Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajını duyurmamış olursun. Allâh seni insanlardan korur. Doğrusu Allâh, kâfirler toplumunu yola iletmez.” (Maide, 67)

3- Kur’an’ı, çok iyi bilmek, Kur’ani kavramların ihtiva ettikleri anlamları asıllarına uygun öğrenmek,

“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.” (Nisa, 82)

“Andolsun biz, Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?” (Kamer, 17)

4- Sünnetullahta değişiklik olmadığını, önceki davetçilerin tabi oldukları ilahi yasaya tabi olunduğunu bilmek,

“Bu, Allâh’ın öteden beri süregelen yasasıdır: Allâh’ın yasasında bir değişme bulamazsın.” (Fetih, 23)

5- Beşeri sistemlerin, İslâmi konularda belirttikleri kurallara itibar etmemek, yalnızca Kur’an’ın ortaya koyduğu metottan hareket etmek,

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uysan, seni Allâh’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 116)

“Aralarında Allâh’ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allâh’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allâh, bazı günâhları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu, yoldan çıkmışlardır.” (Maide, 49)

6- Peygamberlerin ve son peygamber Hz. Muhammed (as)’ın mücadele metodlarını örnek almak,

“Andolsun Allâh’ın Elçisinde sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

“İbrâhim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka itaat ettiklerinizden uzağız. Sizi (ve itaat ettiklerinizi) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir" demişlerdi…” (Mümtehine, 4)

7- Tevhidi esasları ilke edinen Müslümanlarla birlikte hareket etmek,

“Kendini, sabah akşam, rızâsını isteyerek Rab’lerine davet edenlerle beraber tut. Gözlerin, dünyâ hayâtının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itâat etme.” (Kehf, 28)

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasulüne itâat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allâh dâimâ üstündür, hakimdir.” (Tevbe, 71)

Kur’an, emperyalizmin, beşeri sistemlerin ve dikta rejimlerinin sömürüsü, baskı ve zulmü sonucunda zindana çevirip kararttığı dünyada, insanlığı bu karanlıklardan kurtarıp vahyin aydınlığına çıkarmak için indirilmiştir. Ancak Kur’an’ın insanlığa ulaştırılması ve insanlığın içerisinde bulunduğu karanlıklardan kurtarılması görevi, tağuttan kaçınıp Tevhidi esaslara iman eden Müslümanlara verilmiştir.

“Elif lâm râ. Rab’lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp o güçlü ve övgüye lâyık olan(Allâh)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz Kitaptır.” (İbrahim, 1)

Kur’an mesajının insanlara ulaştırılması görevi, Risalet tarihinde Risalet önderi peygamberler ve onların yolunda giden Tevhid eri Müslümanlar tarafından yerine getirilmiştir. Onlar, iman edip hükümlerine teslim oldukları vahyi esasları, bütün zorluklara, eziyet ve baskılara, işkence ve zulümlere rağmen insanlara ulaştırmaya çalışmışlar, Rab’lerine mazeret beyan edebilecek şekilde görevlerini ifa etmişlerdir.

Şirk ve küfür cephesinin tüm itirazlarına, karşı çıkmalarına ve taviz vermelerine rağmen Risalet önderleri ve Tevhid erleri, tavizsiz bir şekilde emrolundukları ölçüler içerisinde davet görevlerini sürdürmüşlerdir.

“Öyleyse yalanlayanlara itâat etme; onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da yumuşak davransınlar.” (Kalem, 8-9)

Yüce Allah (cc), Tevhidi esasların insanlara duyurulmasında tavizsiz bir tutum takınılması gerektiğini bildirmiş, bu konuda gelebilecek sıkıntılara göğüs gerilmesini ve bu yolda sabredilmesini istemiştir.

“Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok erenler çarpıştılar; Allâh yolunda başlarında gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allâh sabredenleri sever.

Sadece şöyle diyorlardı: ‘Rabbimiz, bizim günâhlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım eyle!" (Al-i İmran, 146-147)

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allâh’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allâh’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

Kur’ani sorumluluk, yalnızca Tevhidi ilkeler doğrultusunda ve vahyi esasların belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmeyi esas alır. Bunun dışındaki hiçbir ölçü ya da metodu kabul etmez. Zaten küfür ve şirk cephesiyle Müslümanlar arasındaki anlaşmazlığın temelimde yatan en önemli nedenlerden biri de bu metod farklılığıdır.

Hz. Muhammed (as)’a teklif edilen, “İstersen başımıza geç, istersen sana en güzel kızlarımızı, mal ve mülk verelim” teklifleri ya da “Bir sene sen, bir sene bir idareyi ele alalım” türünden tavizleri Rasulullah (as) elinin tersiyle geri çevirmiştir. O, kendisine yapılan bunca tekliflere karşı zerre kadar taviz vermemiş, tavizsiz tutumunu sürdürmüş, bu yoldaki kararlı tutumunu şu sözüyle müşriklere bildirmiştir. “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, yine de bundan vazgeçmem.”

Kur’an, Risalet önderlerine yapılan onca taviz tekliflerine ve öldürme tehditlerine rağmen onların, Tevhidi esaslardan zerre kadar taviz vermediklerini, kararlılıklarını şirk ve küfür cephesine açıkça bildirdiklerini haber veriyor. Bu Risalet önderlerinden birisi de Hz. Şuayb (as)’dır. O’nun net tavrı, kafirleri şaşkına çevirmiştir.

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb, mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz!’ Dedi ki: ‘İstemesek de mi?’

Allâh, bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra eğer tekrar ona dönersek, Allâh’ın üzerine yalan atmış oluruz. Rabbimiz Allâh, dilemedikten sonra ona dönmemiz, bizim için olur şey değildir. Rabbimiz, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a dayanmışız. (Ey) Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasını gerçekle aç. Muhakkak ki sen açanların en iyisisin!” (A’raf, 88-89)

İnsanları, inançsızlıktan, emperyalizmin sömürüsünden, beşeri dikta rejimlerinin baskı ve zulmünden kurtaracak Müslümanların, öncelikle kendilerinin, beşeri tağuti sistemleri ve onların din haline getirdikleri yasalarını reddetmeleri gerekir. Tağuti sistemler reddedilmedikten sonra yüce Allah’a iman edilmesi ve Tevhidi ilkelere teslim olunması mümkün değildir. Çünkü imana giden yol tağuti sistemleri reddetmekten geçmektedir. Kendilerini arındırmayan ve karanlıklardan kurtarmayanların insanlığı maruz kaldığı sömürüden, baskı ve zulümden, şirk ve küfrün karanlıklarından kurtarmaları nasıl mümkün olsun?

Kur’ani sorumluluk, ancak bireyin, tüm düşünce, söz ve davranışlarıyla Tevhidi ilkelere teslim olması, vahyi ölçüler içerisinde hareket etmesi ve iman ettiği Kur’an’ın bütün emir ve yasaklarına, hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmasıyla mümkün olabilir.

Aydınlığın öncüleri olacak, Kur’ani sorumluluğu yüklenecek kimselerin, öncelikle kendi düşünce dünyalarını aydınlatmalı, kalplerinde yer eden beşeri tağuti sistemlerin korku ya da sevgisini atmalı, tağutu tümüyle reddetmeli ve Kur’an’ı bir bütün olarak kabul edip teslim olmalıdırlar. Kendileri şirk içerisinde bulunanların, İslâm adına bir şey yapma hakları yoktur.

“Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allâh’ın mescitlerini şenlendiremezler. Onların yaptıkları işler, boşa çıkmıştır ve onlar, ateşte sürekli kalacaklardır.

Allâh’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar şenlendirirler. İşte onlar, hidayette olanlardır.” (Tevbe, 17-18)

Tağutu reddetmeyenlerin, tağuti sistemlerin izin verdiği şirk ve küfür kurumları olan vakıf, parti ve dernek tabelası altında zillet içerisinde hareket edenlerin, beşeri şirk düzenlerine karşı açıkça tavır almayanların Kur’ani sorumluluğu yüklenmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar, reddetmeleri gereken tağutu kabul etmiş kimselerdir.

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)

“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)

Kur’an’ın bir kısmına uyup bir kısmını terk edenler, Allah’tan başkasını daha çok sevenler, Allah’tan fazla başkalarından korkanlar da Kur’ani sorumluluğu yüklenemezler. Çünkü onlar, imanlarına şirk bulaştırmış kimselerdir ve müşriklerin, Kur’ani sorumluluk gibi yüce bir davayı yüklenmeleri elbette mümkün değildir.

“İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allâh’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allâh’ı severler. Zalimler, azâbı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allâh’ın azâbının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!” (Bakara, 165)

Kur’anı kabul ettiklerini söyleyip rasullerin ve son Rasul Hz. Muhammed (as)’ın örnekliğini kabul etmeyenler de Kur’ani sorumluluğu yüklenemezler. Allah ve rasullerinin arasını ayıran kimseler, Kur’an’ın bir kısmını alıp bir kısmını bırakan ve Rasul Hz. Muhammed (as)’ın örnekliği ile ilgili ayetleri kabul etmeyen bu nedenle küfürde olan kimselerdir. Kur’an bunların sıfatlarını bildiriyor.

“Onlar ki Allâh’ı ve rasullerini inkâr ederler, Allâh ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, ‘Kimine inanır kimini inkâr ederiz!’ derler; bu ikisinin arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir; biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık!” (Nisa, 150-151)

Kur’an’ı kabul ettiklerini iddia eden bazı kimseler, “Yalnızca Kur’an’dan hareket ediyoruz” dedikleri halde, Kur’an’ın önemle bildirdiği ve örnek edinilmesinin Allah’ın rızasını ve ahirette mükâfatların kazanılmasını sağlayacak olan Rasul Hz. Muhammed (as) ile ilgili ayetleri görmezden geliyorlar. Bunlar, bu tutumlarıyla Allah’ı kabul edip rasullerini, özellikle de son Rasul Hz. Muhammed (as)’ı kabul etmeyen kimselerdir ki, Kur’an’ın ifadesiyle gerçek kâfirlerdir.

Bu kimseler, başka dinlere mensup kimselerin ve Batılı şarkiyatçı müsteşriklerin ağzıyla Risalet önderi Hz. Muhammed (as)’ı adeta küçümseyip anmakta ve onun en güzel örnekliğini kabul etmemektedirler. Bunlar, öğrendikleri üç-beş kelime ile adeta kendilerini Rasulullah (as)’ın üzerinde gören bir tavır takınmaktadırlar. Rasulullah (as)’ı anarken, bir Müslümanın değil sıradan bir insanın bile kullanamayacağı bir telaffuzla “Muhammed” ya da “Peygamber Muhammed” gibi avami, soğuk ve itici bir üslup kullanmaktadırlar. Bunları duyan aklı başındaki bir kimse, Rasulullah (as)’ı bu şekilde anankişilerin başka dine mensup gayri Müslim olduklarını sanır.

Kendilerini bir yerlerde görüp Rasulullah (as)’a, Batılı şarkiyatçı müsteşriklerin üslubuyla “Muhammed” (as) ya da “Peygamber Muhammed” diyen kimseler, bulundukları ülkelerde çalıştıkları işyeri patron ya da idarecilerine karşı, üç kuruşluk çıkarları için “Efendim, beyefendi”, “Sir”, “Meneer”, “Monsieur”, “Seydi”, “Herr” gibi saygı ifadeleri içeren sıfatları kullanmaktadırlar.

Anılan bu kimseler, ne acıdır ki, iman ettiklerini iddia ettikleri İslâm’ın Peygamberini anarlarken, kendilerinden küçük birisine, komşularının çocuğuna hitap edercesine basit bir üslupla “Muhammed” ya da “Peygamber Muhammed” demekte, bu ismin başına “Hazreti” kelimesini getirmekten özellikle kaçınmaktadırlar. Bu kimseler, Rasulullah(as)’ı anarken ifadelerinin iticiliğine, yüz ifadelerine bakıldığında adeta Hitler, Mussolini, M. Kemal ya da Saddam gibi bir diktatörden söz eder gibi söz ediyorlar.

Kur’an’ın, mü’minler için en güzel örnek dediği, iman eden kadın ve erkeklerin, verdiği hükme tabi olmaları gerektiği, ona isyanın yüce Allah’a isyan, ona itaatin yüce Allah’a itaat olarak kabul edildiği Rasulullah (as)’a düşmanlık, Kur’an’a karşı açıkça tavır almaktır. Yüce Allah (cc), Rasule imanı ve itaati emreder, Kendisinin ve Rasulünün verdiği kararların Müslümanları kesin bağladığını bildirir.

“Allâh ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36)

Buradaki Allah’ın hükmü ilahi mesaj, Rasulün hükmü ise bu ilahi hükümleri pratize etmesidir. Bu nedenle yüce Allah (cc) Rasulünü, mü’minler için en güzel örnek olarak verir. Çünkü Rasul (as), Kur’an’ı yaşam tarzı olarak almış ve en güzel bir biçimde hayatında ve toplum üzerinde uygulamıştır.

Rasulullah (as), günümüz İslamcıları gibi, sırtını tağuti sisteme dayayarak, tağutun izni ile açılan vakıf, dernek ve parti gibi şirk yuvalarında İslâm’ı anlatmamış, hayatı bahasına Tevhidi esasları ortaya koymuştur. O (as), “Yalnızca Kur’an” deyip Kur’ani hükümlerin bir kısmını alan, Tevhidi esasları dile getirmeyen Kur’an istismarcıları gibi de hareket etmemiş, Kur’an’ın bütün emirlerini en güzel bir şekilde yaşamış, anlatmış ve o uğurda sıkıntı çekmiş, işkence görmüş, yurdundan kaçmıştır.

Kur’ani sorumluluk, Kur’ani hükümlere karşı, hiçbir ayırım yapmadan, hassasiyet ve teslimiyeti gerektirir. Kur’ani bilinci yüklenmiş, yüce Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutan bir kimsenin, yüce Allah’ın hükmüne aykırı hareket ederek Peygamberi örnekliğe uymaması düşünülemez. Rasul (as)’a karşı Batılı şarkiyatçı müsteşriklerin ağzıyla itici ve soğuk ifadeler kullanmak, Kur’an’ın, Rasul (as) ile ilgili ayetlerini bırakmaktır ki bu, yüce Allah’a apaçık isyan ve Mü’minlerin yolundan ayrılıp sapıklığa düşmektir. Bu kimselerin gidecekleri adres de cehennemden başka bir yer değildir.

“Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasule karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa, 115)

“Kim de Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelir, O’nun sınırlarını aşarsa, Allâh onu, sürekli kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa, 14)

Kur’an’da, Rasulullah (as)’ın örnek edinilmesini, ona itaat edilmesini ve isyan edilmemesini, onun verdiği kararların kabul, çağrısına icabet edilmesini emreden bütün ayetlere bakıldığında Rasul (as), yüce Allah (cc) ile anıldığı ve hitabın mü’min erkek ve kadınlara yapıldığı görülür. Hz. Muhammed (as)’ı adeta kin dolu ifadelerle ve düşmanca bir tavırla anan kimseler, herhalde Kur’an’ın bu hitabının kendilerine olmadığını ve kendilerinin iman edenlerden olmadıklarını düşünüyorlar.

“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasulüne çağırıldıkları zaman mü’minlerin sözü ancak: ‘İşittik ve itâat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır.

“Kim, Allah’a ve Resulüne itâat eder, Allah’tan korkar, O’ndan korunursa işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Nur, 51-52)

“De ki: ‘Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki Allâh da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allâh bağışlayandır, esirgeyendir.

De ki: ‘Allah’a ve Elçiye itâat edin!’ Eğer dönerlerse muhakkak ki Allâh, kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran, 31-32)

Rasul düşmanları denilebilecek bu kimseler, “Rasul bugün yaşamıyor, ona nasıl uyup itaat edilecek, ona uymak için onun yaşadığı dönemde yaşamak gerekir” deyip ihtilafların Rasul (as)’a götürülmesi ve onun hakem edinilmesi ayetlerini ileri sürerler.

“Ey iman edenler, Allah’a itâat edin, Rasule ve sizden olan buyruk sâhibine itâat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız -onu Allah’a ve Rasule götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 59)

“Kesinlikle, Rabb’in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa, 65)

Bu ayetler, yalnızca Rasul (as), döneminde yaşayanları değil, daha sonraki çağlarda iman edenleri de sorumlu tutuyor. Çünkü ayetler, birincisi, iman edenlere; ikincisi, daha sonraki çağlarda, idarecileriyle aralarında sorun çıkan Müslümanlara hitap etmektedir. Burada, çıkan ihtilafın, mü’minler için en güzel örnek olan Rasulullah (as)’a götürülmesi ya da onun hakem edinilmesi, o sorunun Rasulullah (as) tarafından nasıl çözüldüğüne, ya da herhangi bir hükmün nasıl uygulandığına bakılmasıdır.

Rasulullah (as)’a tabi olmak, Kur’ani sorumluluğu onun gibi yüklenmek, onun en güzel örnekliğini esas alarak İslâmi esasları en güzel bir şekilde yaşamak, İslâmi hükümlerin istediği özveriyi en üstün seviyede yerine getirmek, Tevhidi esasları, mükemmel bir şekilde ve bütün yönleriyle hiçbir güçten korkmadan insanlara ulaştırmak, İslâm ümmetinin vahdetini oluşturmaktır.

Kur’ani sorumluluğu üstlenen mü’minler, Rab’lerini razı edebilmek için ve yukarıda ifade edilen nedenlerden dolayı Rasulullah (as)’ı en güzel örnek edinmek ve ona azami saygıyı göstermekle mükelleftirler. Bu, yüce Allah’a iman etmenin ve imanda samimi olmanın bir gereği ve sonucudur.

Yüce Allah’a iman ve itaat, O’nun gönderdiği Tevhidi esasları, hiçbir sıkıntı duymadan kabul etmek, ilahi bildirimlerin tümüne iman etmek ve bu ilahi bildirimleri, yüce Allah’ın en güzel örnek olarak verdiği Rasulullah (as) gibi ahlak edinip yaşamaktır. Yüce Allah’a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, O’nun Rasulüne başka din ve ideolojilere mensup Batılı şarkiyatçı müsteşriklerin bakış açısıyla bakmak ve onların ağzıyla Rasule hitap etmek yüce Allah’a isyandan başka bir şey değildir.

Rasuller (as) ve son Rasul (as) itaat edilmek için gönderilmişlerdir. Onlara itaat; onların, vahyi esasları uygularken yaptıkları örnek davranışlarına tabi olmaktır. Bu örneklikler, vahyin uygulama metodu oldukları için, onların örnekliklerini terk etmek ya da ikinci plana itmek, vahyin uygulama metodunu terk etmek, Kur’an’ın bu konudaki ayetlerini inkâr etmektir.

Kendilerini İslâm’a nispet edip Müslüman olduklarını, Kur’an okuduklarını söyleyen, ancak Kur’an’ın hükmüne rağmen, Peygamber (as)’a karşı tavır alıp onun örnekliğini terk eden kimseler, Kur’an’a aykırı hareket etmişlerdir. Bu kimselerin, “Yalnızca Kur’an’dan hareket ediyoruz” gibi sözleri kendi kendileriyle çelişki içerisinde olduklarını gösteriyor. Çünkü bir taraftan Kur’an’ın hassasiyetle üzerinde durduğu Rasulün örnekliğini kabul etmiyorlar diğer taraftan Kur’an’a uyduklarını iddia ediyorlar.

Peygamber reddiyecileri, kıyamet günü, peygamberlerin ümmetlerine şahit olarak getirildiklerinde kimin ümmeti olarak Haşr olunacaklarını düşünüyorlar? Çünkü o gün, her peygamber kendi ümmetine şahitlik yapacak, Kur’an doğrultusunda olduğunu iddia edilen söz ve fiillerin ne oranda ona uyduğunu söyleyeceklerdir.

“Yer, Rabbinin nuru ile parlamış, Kitâp (ortaya) konmuş, peygamberler ve şahitler getirilmiş ve aralarında adâletle hükmedilmiştir. Onlara asla haksızlık edilmez” (Zümer, 69)

“Her ümmetten  bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman nice olur?” (Nisa, 41)

“Her milleti, önderleriyle çağırdığımız gün, kimlerin Kitabı sağından verilirse işte onlar, Kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar.” (İsra, 71)

Yüce Allah (cc), diğer peygamberlere ve Hz. Muhammed (as)’a, bu kişilerin bugün içerisinde bulundukları durumu ve söyledikleri sözlerini soracaktır. Ancak Rasulullah (as), bu kimselerin yalancı olduklarını söyleyecektir. Tıpkı Hz. İsa (as)’a sorulduğu gibi!

“Ve yine Allâh demişti ki: ‘Ey Meryem oğlu Îsâ sen mi insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki ilah edinin’ dedin?’ Hâşâ, Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir! Eğer demiş olsaydım, sen bunu bilirdin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız sensin, sen!’ dedi.” (Al-i İmran, 116)

Sonuç olarak

Müslüman olduklarını iddia edip Kur’ani sorumluluğu üstlendiklerin söyleyen kimseler, öncelikle Kur’an’ın bütün ayetlerinden sorumlu olduklarını ve Kur’an’ın bütününden sorulacaklarını bilmelidirler.

İkincisi, Kur’ani bilinci kuşanan kimseler, Tevhidi esasları kendilerine ulaştıran Rasu Hz. Muhammed (as)’a, düşmanca bir tavır takınıp Batılı şarkiyatçı müsteşriklerin ağzıyla ona hitap etmek yerine, saygı sınırları içerisinde onun ümmeti olduklarının bilinci ile onun adını anmalıdırlar.

Üçüncüsü, Kur’an, Tevhidi esasları önceler, bu nedenle Müslüman olduklarını iddia eden bu kimselerin, Tevhidi esasları açık ve net bir şekilde insanlara duyurmalı insanları, beşeri tağuti sistemlere itaat etmekten, o sistemleri din, yöneticilerini ilah edinmekten sakındırmalıdırlar. Tıpkı Ashabı Kehf gençlerinin kendi toplumlarına

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz; onlar Rab’lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini artırmıştık. Kalplerinin üstüne metânet bağlamıştık.  Kıyam ettiler, dediler ki: ‘Rabb’imiz, göklerin ve yerin Rabb’idir; biz O’ndan başkasına ilah demeyiz yoksa saçma söylemiş oluruz.

Şu kavmimiz, O’ndan başka ilahlar edindiler. Onların ilah olduğuna açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?” (Kehf, 13-15)

Ashabı Kehf’in içerisinde yaşadığı toplum, günümüz toplumundan farksızdı. O halde “Kur’an” diyen kimselerin de bugün Ashabı Kehf duyarlılığı ile Tevhidi esasları ortaya koymalı, insanları putperestlikten ve putçu rejimlere itaat etmekten sakındırmalıdırlar.

Dördüncüsü, Kur’ani sorumluluğun bilincine ulaşan kimseler, vakit kaybetmeden cemaatleşmeli, Tevhidi ilkeler doğrultusunda yapılanmalıdırlar. Aksi halde Kur’an’ın “Ey iman edenler”, “O mü’minler” hitabına muhatap olamazlar. Çünkü Kur’an, bireylere değil cemaat olan mü’minlere hitap etmektedir. Bu nedenle birey olan kimse bu hitabın dışında kalacaktır. Kur’an, kurtuluşun ancak cemaatleşmekte olduğunu bildirmektedir.

“Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

Beşincisi, emperyalizm ve onun İslâm toprakları üzerindeki işbirlikçileri, sömürü, zulüm ve baskılarını her geçen gün şiddetlendirirken, Müslüman olduklarını iddia eden kimselerin buna bigane kalması mümkün değildir. Bu nedenle Kur’ani bilinci kuşanmış olan kimseler, emperyalizme ve işbirlikçi kuklalarına karşı net tavır almalı, insanları bu konuda bilinçlendirmelidirler. Unutulmasın ki her Risalet önderi, kendi dönemlerindeki müstekbirlerle mücadele etmişler, onlara karşı Tevhidi esasları ortaya koymuşlardır.

İman iddialarında samimi olan kimseler, Kur’an ayetlerini bir bütün olarak almalı, samimiyetle Kur’an’a teslim olmalı ve Kur’an’ın belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmelidirler. Tıpkı bizden öncekilerin, kendilerine inen ayetlere teslim oldukları gibi.

“De ki: Siz ister ona inanın, ister inanmayın, o, daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar, derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar. Rabbimizin şânı yücedir, gerçekten Rabbimizin sözü mutlaka yerine getirilir! derler. Ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve Kur’an onların derin saygısını artırır.” (İsra, 107-709)

“Onlar, âyetlerimize inanmış ve Müslüman olmuş idiler.” (Zuhruf, 69)

Ramazan Yılmaz: 2011.04.01