İSLÂM’DA MÜLKİYET

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Yüce Allah (cc), insanı, uzvi ve içgüdüsel ihtiyaçları olan bir varlık olarak yaratmıştır. Bu, aslında insanın üzerine yaratıldığı fıtrattır. Bu nedenle insan ancak bu ihtiyaçların karşılanması durumunda huzurlu ve mutlu bir şekilde hayatını idame ettirebilir. Uzvi ihtiyaçlar, yemek, içme, hava almak, dinlenmek; iç güdüsel ihtiyaçlar ise, tapınmak, mal edinmek, karşı cinse ihtiyaç duymak ve prestij kazanmak olarak özetlenebilir.

Uzvi ihtiyaçların uyarılması, bedenin ihtiyaç duyması iledir; beden, hayatiyetini sürdürebilmesi için ihtiyaçlarının karşılanmasını ister ve uyarılarda bulunarak kişiyi, bu ihtiyaçlarını temin etmeye zorlar. Kişi, hayatta kalmak, hayatiyetini sona erdirmemek için mutlaka uzvi ihtiyaçlarını gidermek, yemek, içmek, hava almak ve dinlenmek zorundadır.

İçgüdüsel ihtiyaçların uyarıcıları dışardandır, bu nedenle kişi, bu ihtiyaçlarını kendisine, güdülerine ve düşüncesine hatırlatan birisi ile karşılaşmadıkça bunları talep etmez. İçgüdüsel ihtiyaçların temin edilmemesi durumunda kişinin hayatı sona ermez, ancak huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürer.

İnsan, canlı bir varlık olarak hayatiyetini sürdürmek için uzvi ihtiyaçlarını temin edecek çareler arar, bu uğurda her türlü sıkıntıyı, gerekirse tehlikeyi göze alır; bu ihtiyaçlarını meşru yollarla temin etmemesi durumunda gayri meşru yollarla temin etme yoluna başvuracaktır. Çünkü bu ihtiyaçların karşılanmaması durumunda, insanın yaşaması mümkün değildir.

Uzvi ihtiyaçların, eksik karşılanması durumunda insanın bedeninde rahatsızlıklar, hastalıklar başgösterecek ve insan, hayatını huzursuz ve mutsuz bir şekilde idame ettirmek zorunda kalacaktır. Bu nedenle kişi, uzvi ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılama yoluna gidecektir.

İç güdüsel ihtiyaçlar, insanın hayatını sürdürmesi ile değil, ancak daha mutlu, huzurlu ve güven içerisinde bir hayat sürdürmesi ile ilgilidir. Yüce Allah (cc), yaratttığı kullarının fıtratlarını bildiği için onlara, uzvi ve içgüdüsel ihityaçlarını karşılayacakları her şeyi en güzel şekilde ve bol bol ihsan etmiştir.

Mülkiyet, Fıtri bir ihtiyaçtır

Bu yazıdaki asıl konumuz, insanın içgüdüsel ihtiyaçlarından olan mal edinme, mülkiyete sahip olma içgüdüsüdür. Her insan, belli bir mala, bir mülkiyete sahip olmak ister, bu fıtri bir duygudur. Yüce Allah (cc), insanın bu ihtiyacını bildiği için ona mal ve mülk vermiştir. Ancak O, insanlara verdiği bu mal ve mülkün, niçin verildiğini, nasıl kullanılacağını, bu mal ve mülk üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunulacağını da çok açık bir şekilde onlara bildirmiştir.

Yüce Allah (cc), dünya hayatında huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşaması için insana mal ve mülk vermiştir. Ancak insana verilen bu mal ve mülkün aynı zamanda kendisini imtihan etmek için de verildiğini bildirmiş, onunla beraber bu mal ve mülke karşı nasıl hareket etmesi gerektiği ile ilgili kullanma klavuzunu da göndermiştir.

“Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki onların, hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.” (Kehf, 7)

“Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır.” (Kehf, 46)

İnsan, kendisine verilen mal ve mülkü, Rabb’inin kendisine bildirdiği hükümlere göre kullandığı sürece dünya hayatında hem mutlu, hem de huzurlu olacak, ahirette de o, Rabb’inin kendisine ikram edeceği sonsuz mükâfatlara ulaşacaktır. Yüce Allah (cc), insana verdiği dünya nimetlerinin geçici olduğunu, oysa ahirette verilecek mükâfatların, dünyada verilen mal ve mülkten çok daha hayırlı ve kalıcı olduğunu bildirmiştir.

“Bak, nasıl onların kimini kiminden (rızıkça) üstün yaptık, elbette ahiret, dereceler bakımından da daha büyük, üstünlük bakımından da daha büyüktür.” (İsra, 21)

“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Doğrusu Rabbin, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (En’am, 165)

Sermaye, mal ve mülk, kendileriyle övünülecek, onlarla böbürlenecek, insanları hakir görerek onlarla, diğer insanlar üzerinde üstünlük gösterisi yapılacak birer araç değillerdir. Tam aksine bunlar, kişiye yüklenen mali sorumlukluktur ki kişi, bu sorumluluğunu idrak edip gereklerini yaptığı sürece hem dünya hayatında saygınlık kazanır hem de Rabb’inin rızasına ulaşır.

İnsana mal ve mülkün verilmesi, geçici dünya hayatının süsü ve onun imtihanı olması yanında bir de, toplumsal düzenin işlerlik kazanabilmesi, insanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi, ekonomik hayatın canlandırılabilmesi, rekabetin oluşabilmesi, miras hukukunun yerine getirilebilmesi ve devlete zekât ile sadaka verilebilmesi için de verilmiştir. 

“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri, diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 32)

Mal ve mülk sahipleri, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği esaslara uygun hareket etmeleri halinde, toplumsal barışın sağlanmasına ve sürdürülebilmesine katkıda bulunacakları gibi aynı zamanda kendileri de, güven ve huzur içerisinde mutlu bir hayat sürdüreceklerdir.

Rızıkta Eşitlik

İslâm, mülkiyette bir eşitlik yapmamıştır, mal ve mülkiyette insanlar farklı farklıdırlar. Çünkü mülkiyette eşitliğin olması durumunda çalışan olmayacak, kimse kimseye iş gördüremeyecek, ekonomik hayat işlerlik kazanamayacak ve rekabet olmadığı için toplum ilerleyemeyecektir. Ancak İslâm, insanların günlük hayatlarında kullanıp harcadıkları, yiyip içtikleri rızıklarında, eşitliği emretmiş ve bunun iman etmenin gereği olduğunu bildirmiştir.

“Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı; üstün kılınanlar, ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi rızıkta eşit olmuyorlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?” (Nahl, 71)

İslâm’da, ekonomik gücü ellerinde bulunduranlar, çalıştırıp iş gördürdükleri işçilere, kendi günlük hayatlarında kullanıp harcadıkları, yiyip içtikleri miktarda ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ücret verecek, onların insanca yaşamalarını temin edeceklerdir. İşçiler, alacakları ücretle, tıpkı patronları gibi bir hayat sürecekler, onlar gibi yiyip içecekler, onlar gibi tatil yapıp dinleneceklerdir. Bu, İslâm’ın, olmazsa olmaz emri ve işverenlerin gerçekten iman etmelerinin göstergesidir. Bu ücret ve hayat standartlarında adaleti sağlamayan işverenler, yüce Allah’ın nimetini inkâr etmiş, küfre girmişlerdir.

Mal ve mülkiyetle öğünmek, işçinin hakkını vermemek şirk ve küfürdür

Hayatın gayesini, yüce Allah’a kulluk esası üzerine bina eden İslâm, bu gayenin dışındaki her söz ve hareketin şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir. Mülkiyet sahipleri, kendilerine verilen mülkün, Rab’leri tarafından, geçici olarak verildiğini, bu mal ve mülkün yalnızca kendilerine ait olmadığını, bunlarda başkalarının da haklarının bulunduğunu bilirler.

Mülk de tıpkı vahiy gibi, insanlara ulaştırılmak için kimi insanlara verilmiştir. Vahiy, nasıl ki, peygamberler eliyle insanlara ulaştırılıyorsa, verilen mal ve mülkler de aynı şekilde zenginler eliyle ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak zorundadır. Peygamberler, nasıl ki, vahyi kendilerine mal edip kendilerine ait olduğunu iddia etmiyorlarsa ve etmeleri de mümkün değilse, aynı şekilde kendilerine Rab’leri tarafından mal ve mülk verilen kimseler de, kendilerine verilenler üzerinde mülkiyet iddiasına kalkışamazlar.

İnsana verilen mal, sermaye ve mülk gibi nimetler, kişiye has verilmemiştir; bunlar, verilirken onda ihtiyaç sahibi yoksulların da haklarının bulunduğu, hak sahiplerine haklarının verilmesi gerektiği de yüce Allah (cc) tarafından bildirilmiştir. Nasıl ki peygamberler, kendilerine ulaştırılan vahyi, kendileri de yaşayıp vahye ihtiyacı olan şirk ve küfür içerisindeki insanlara ulaştırıyorlarsa, mal verilenler de aynı şekilde, kendilerine verilen maldan istifade ettikten sonra o mala ihtiyacı olan kimselere vermek zorundadırlar.

“Mallarında sail(düşkün) ve yoksul için hak vardı.” (Zariyat, 19)

“Onların mallarında belli bir hisse vardır; sail (düşküne) ve mahruma” (Meariç, 24-25)

Bu ayetler, malı veren yüce Allah’ın koyduğu ölçüdür; verilen mal ve sermayenin tümü, verildiği kişiye ait değildir. Sermaye sahipleri, ellerindeki sermayeyi Rab’lerinin kendilerine bildirdiği ölçüye uygun bir şekilde hak sahiplerine vermekle mükelleftir. Bu ölçüye göre hareket etmemek, maldan istisna etmemek, haddi aşmak ve isyandır.

Verilen nimetleri kendilerinden bilip hak sahiplerine haklarını vermemek, verilen nimetleri inkâr olduğu gibi aynı zamanda o nimeti vereni de inkâr etmektir. Yüce Allah (cc), verdiği nimetlerin, tıpkı vahiy gibi, nasıl kullanıldığını da kontrol etmektedir. O, bildirdiği hükümlere uygun hareket etmeyenlerin mallarını, tıpkı Karun’da olduğu gibi ellerinden alarak onları, hem dünya hayatında alçaltarak rezil edecek, hem de kıyamet gününde azabın en şiddetlisine onları sokacaktır. İşte bu konudaki ilahi bildirimler:

“Karun, Musa’nın kavminden idi; onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki o(hazineleri)nin anahtarlarını (taşımak), güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımaranları sevmez, Allah’ın sana verdiği (bu servet) içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allâh bozguncuları sevmez.

Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi dedi; bilmedi mi ki Allah, kendisinden önceki kuşaklar arasıda kendisinden daha güçlü ve daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir? Suçlulara günahlarından sorulmaz.

(Kârûn) süsü, (debdebesi) içinde kavminin karşısına çıktı. dünyâ hayâtını isteyenler: ‘Keşke Karûn’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi, gerçekten onun büyük şansı var’ dediler. Kendilerine bilgi verilenler ise: ‘Yazık size, iman eden ve salih amel işleyen kimse için Allah’ın sevâbı daha hayırlıdır; buna ancak sabredenler kavuşturulur’ dediler.

Nihayet onu da, evini barkını da yere batırdık; Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı, kendi kendini kurtaranlardan da değildi. Dün onun yerinde olmayı isteyenler: ‘Vay, demek Allah kullarından dilediğine rızkı açar ve kısar. Allah bize lutfetmiş olmasaydı, bizi de yere batırırdı, demek gerçekten kâfirler iflah olmaz’ demeğe başladılar.” (Kasas, 76-82)

Yüce Allah’ın verdiği nimetleri, kendinden bilen ve hak sahiplerine haklarını vermeyen kimseler, azgınlaşıp küfre girdikleri için Rab’leri tarafından, dünya ve ahirette acı bir azapla cezalandırılırlar. Yüce Allah (cc), verilen mal ve mülkü kendinden bilenlerin ise müşrik olduklarını da bahçe sahibini örnek vererek açıklamaktadır.

“Onlara şu iki adamı misâl olarak anlat: İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik; her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şey eksik etmemiştik, aralarından bir de ırmak akıtmıştık. O(adam)ın (başka) ürünü de vardı.

Arkadaşıyla konuşurken ona; ‘Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm.’ dedi (ve) kendisine yazık ederek bağına girdi: ‘Bunun yok olacağını hiç sanmam’ dedi. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum; şayet Rabbime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç bulurum.

Derken (onun) ürünü yok edildi, çardakları üzerine yıkılmış durumda olan(bağ)ın karşısında ona harcadıklarına acıyarak ellerini oğuşturmağa başladı: ‘Âh ne olaydı, ben Rabb’ime kimseyi ortak koşmamış olaydım!’ diyordu. Allah’tan başka, kendisine yardım eden bir topluluğu da olmadı, kendi kendisini de kurtaramadı.” (Kehf, 32-36, 42-43)

Yüce Allah (cc), insana mal ve mülkü verince bununla ilgili uyarılarını da yapmış, neleri yapıp nelerden sakınacaklarını da onlara bildirmiştir. Kendilerine verileni, yüce Allah’ın hükümleri doğrultusunda kullanmayanlar, hem Rab’lerine şükretmeyerek nankörlük yapmışlar, hem de mala düşkünlük gösterdikleri için O’na şirk koşmuşlardır.

İnsan, kendi sorumluluğuna verilen mal, mülk ve bütün nimetlerin, hesapsız verilmediğini, belli bir prosedüre göre kullanılması gerektiğini bilmelidir. Çünkü kendilerine o mülkü veren yüce Allah (cc), bu mal ve mülkün nasıl kullanılacağını ve nerelere verileceğini de belirtmiştir. Kendilerine mal ve mülk verilenlere düşen görev, verilen bu emaneti belirtilen yerlere ulaştırmalarıdır.

Yüce Allah (cc), verilen mal ve mülkün bir imtihan olduğunu, bu nedenle mülkiyet sahiplerinin buna dikkat etmelerini istemiştir. Ancak iman noktasında zafiyet içerisinde bulunan kimseler, kendilerine verilen nimetlerle imtihan edildiklerini unutarak şımarmışlar, kendilerini yeterli görerek ve haddi aşarak tuğyan etmişlerdir.

“Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitne(sınav)dır. Allah’a gelince büyük mükâfat, O’nun yanındadır.” (Enfal, 28)

Mal, sermaye ve mülk sahibi olmak, kişiyi yüce Allah’a yaklaştırması gerekirken, bunları araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirmek, kişinin kibir, gurur ve azgınlığını artırarak Rabb’ine isyana sürükler. Bu nedenle yüce Allah (cc) Müslümanları, mal ve mülk konusunda uyarmaktadır.

“Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın, kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikun, 9)

İşçilerin, patronlarının mal ve mülklerine göz dikmeleri haramdır

Yüce Allah (cc), işverenlere uyarıda bulunarak, çalıştırdıkları ve “ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi rızıkta eşit” olmalarını istemektedir. İşverenlere yapılan bu ilahi uyarıdan sonra yüce Allah (cc), çalışanlara da uyarıda bulunmakta ve onların da, kendilerini çalıştıranların mallarına göz dikmemelerini istemektedir.

“Allah’ın, sizi birbirinizden üstün kıldığı şeylere göz dikmeyin, erkeklere de kazandıklarından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah’tan, O’nun lutfunu isteyin; şüphesiz Allâh, her şeyi bilendir.” (Nisa, 32)

Çalışan kimseler, kendilerine haklarını bir tamam veren işverenlerin mallarına göz dikmemeli, Marksist felsefede olduğu gibi, işçilik psikolojisiyle hareket ederek işverenin malına zarar vermemeli, iş saatinden ve temposundan çalarak hırsızlık yapmamalıdır. Böyle bir tavır, Müslüman olduklarını söyleyen kimselerin ortaya koyabilecekleri bir tavır değildir.

İslâm’da sendika yoktur

Sendika, batı kapitalist sömürgeciliğinin, sanayi devrimi ile işçiyi köleleştirmesine tepki olarak ortaya çıkmış, işçilerin örgütlü hareket etmelerini sağlayan Marksist bir yapılanmadır. Batı emperyalizminin, işçi ve köylüyü dışlayan ve temel hakları yalnızca kendisini mülk sahibi sanan burjuvaziye veren acımasız, ayırımcı tutumu, işçilerin, önce İngiltere ve Fransa’da örgütlenmeye başlamasına neden olmuştur.

İngiltere ve Fransa’da önce kendi aralarında küçük gruplar halinde örgütlenen işçiler, özellikle 1700’lu yılların sonu ve 1810’lu yılların başında sanayi makinelerini kırma eylemlerinden sonra daha örgütlü bir şekilde hareket etmişlerdir. Örgütlenen işçiler, gerçek düşmanlarının kendilerini sömüren kapitalistlerin olduğunun farkına vararak eylemlerini kapitalizme karşı yoğunlaştırmışlardır. İşçiler, örgütlenmeleri sayesinde birçok haklar elde ettiler, ancak toplumda kamplaşmalar başladı ve iki düşman kutup ortaya çıktı.

İşçi işveren konusuna İslâmi açıdan bakıldığında,  İslâmi hayat içerisindeki işçi işveren ilişkilerinin, kapitalizm ve sosyalizmle hiçbir benzerliği olmadığı açıkça görülecektir. İslâm Devletinde İşçi hakları, anayasal bir haktır ve bu, hiçbir şekilde ihlal edilemez. Çünkü işçi haklarının ihlali, önce yüce Allah (cc) indinde çok büyük bir sorumluluktur ve yapılan fiil küfür olarak değerlendirilir ki, hiçbir işveren bu riski göze alamaz. İkincisi, İslâm Devletinin yasalarıdır ki, bu konuda Emir el Mü’minun olan halife ve ona bağlı kurumlar, denetim mekanizması olarak işçilerin haklarını korumaktadırlar.

Kur’an’ın, yukarıda ifade edilen hükümlerinde de belirtildiği üzere, İslâm, rızıkta eşitliği esas almaktadır. Bu nedenle her işveren, kendi yaşadığı hayat standartlarını, işçileri için de öngörmek ve ona göre ücret vermekle mükellef tutulmuştur. Nitekim Rasulullah (as), işçi hakları konusunda şöyle buyurmaktadır.

Kimin elinin altında bir kardeşi bulunuyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin; onlara kaldıramayacakları işleri yüklemesin, eğer yüklerseniz kendilerine yardım ediniz.” (Buharî)

İslâm, insanlar arasındaki ilişkileri, kardeşlik esasına dayandırır; bu nedenle işçi ve işveren arasındaki ilişkiler kardeşlik esasına göre belirlenmektedir. Bunun için patronlar, yiyecek, giyecek ve kullanılan malzemeler bakımından, işçilerine kendi yiyip içtiklerinden, giyip kullandıklarından daha aşağı bir seviyeyi reva göremezler.

İslâm’da devlet, yüce Allah’a kulluğu esas aldığı için, işçileri patronların kölesi ve kulu durumuna sokamaz. Bu nedenle işçilerin çalışma saatlerini ve ücretlerini tesbit etmek ve haklarını korumak devletin görevleri arasındadır.

Hiç kimsenin bir başkası üzerinde üstün olmadığı bir nizam olan İslâm’da, insanlar arasında eşitlik ilkesi, ana prensiplerdendir. Bu nedenle işverenler, mali güçlerini kullanarak üstünlük iddia edemezler, etmeleri halinde Kehf suresinde örneği verilen kişi gibi, malları ellerinden alınır ve müşrik olarak sıfatlandırılırlar.

Yukarıdan beri belirtilen nedenlerle İslâm’da, insanları sınıflara ayıran ve düşman kamplar haline getiren sendikalar yoktur.

İslâm’da, işveren konfederasyonları da yoktur

İslâm, toplum arasında sosyal barışı sağladığı için kamplaşmaya, kutuplaşmaya izin vermez. Bu nedenle işçi örgütlenmeleri olmayınca doğal olarak da karşılarında işveren örgütleri de bulunmamaktadır. İslâmi nizamda patronlar, işçileri, iş saatleri ve verdikleri iş açısından güçleri üzerinde çalıştıramazlar.

İslâm’da, işçiyle işveren arasındaki insani ilişkiler ve beşerî münasebetler kardeşlik esasına dayanmaktadır. Bu nedenle patronlar, kardeşleri olan işçileri ezecek, onları sömürecek tutum ve davranışlar sergileyemezler. Çünkü onlar, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği şu ayetleri referans alarak işçilerine güçleri oranında iş verirler ve kapitalizmde olduğu gibi, köle gibi çalıştırmazlar.

"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler…" (Bakara: 2/286)

"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara: 2/185) 

"İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister." (Nisâ: 4/28)

Kapitalist sistemlerde, çıkarları sözkonusu olduğunda materyalistler, birbirlerini sevmeseler, birbirleriyle rekabet etseler bile, çıkarlarını korumak adına hemen birleşirler, kurumlar, birlikler oluşturarak yoksullara karşı cephe alırlar. Kur’an bu konuda Bahçe sahiplerini örnek verir ve onların mallarının nasıl helak edildiğini ve ahirette de onlar için daha büyük bir azap olduğunu bildirir.

Bu bahçe sahipleri, kendi aralarında, ihtiyaç sahiplerine karşı, bir birliktelik oluşturmuşlar, yoksulların haklarını nasıl gasp edecekleri üzerinde anlaşmışlar ve sabah erken saatlerde bu kararlarını uygulamaya başlamışlardı.

“Biz bunlara da belâ verdik, şu bahçe sâhiplerine belâ verdiğimiz gibi; hani onlar, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi; istisnâ da etmiyorlardı. Fakat onlar uyurlarken hemen (gönderilen) dolaşıcı bir belâ, onu sardı da, bahçe simsiyah kesiliverdi. Sabahleyin birbirlerine seslendiler: ‘Haydi devşirecekseniz erkenden ekininize gidin” diye. Derken yürüdüler; fısıldaşıyorlardı: ‘Sakın, bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın’ diye. Devşirebileceklerini umarak erkenden gittiler. Fakat (onlar) bahçeyi görünce: ‘Herhalde biz yolu şaşırdık, hayır, doğrusu biz mahrum bırakıldık’ dediler.

Ortancaları: ‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tespih etmeniz gerekmez miydi?’ dedi. ‘Rabbimizi tespih ederiz, doğrusu biz zulmedenlermişiz’ dediler. Dönüp birbirlerini kınamağa başladılar: ‘Yazık bize, biz azgınlarmışız!’ dediler. Belki Rabbimiz, bize onun yerine ondan daha iyisini verir. Biz Rabb’imize yönelir, O’ndan umarız. İşte azap böyledir; Âhiret azâbı ise daha büyüktür, keşke bilselerdi.” (Kalem, 17-33)

Zengin kapitalistlerin, aralarında oluşturdukları birliktelik, ihtiyaç sahiplerine haklarını vermeye, yoksulları korumaya yönelik bir birliktelik değil, tam aksine yoksulları daha fazla nasıl sömüreceklerine ve sermayelerini daha fazla nasıl artıracaklarına yöneliktir. Onlar, kendi hesaplarına göre her şeyi yapabileceklerini düşünüyorlar, ancak onlar, yüce Allah’ın kendi üzerlerinde  gözetleyici olduğu gerçeğini unutuyorlar.

Doyumsuzluk ve yalnızca kendini düşünme ben merkeziyetçiliği, insanın duygularını esir alırsa artık insan, tıpkı burada konu edilen mal sahiplerinde olduğu gibi, her türlü gayrı meşru fiili kendisi için meşru görmeye başlar. Her şeyi kendileri için meşru görenler, bu duygularını tatmin için yüce Allah’ın inzal ettiği vahyi esasları bile çarpıtarak değiştirmeye çalışırlar. Bu çarpıtma işini de en çok gününüz Samiri soylu belamları, kendilerinde olan bilgiyi, kendilerini yüceltiyor gibi bir tavır takınarak yapmaktadırlar.

Doyumsuz mal sahiplerinin, kendilerine serveti veren ve Kerim olan yüce Allah’ın onu geri alacağını düşünmedikleri gibi, günümüzde bilgi sahibi olduğunu düşünen bazı kişilerin, edindikleri bilginin gereği olarak, Tevhidi esasları ortaya koyup insanları aydınlatarak, zulüm sisteminin zulmüne karşı durmak yerine, bu bilgiyi kendi enelerini ve nefislerini tatmin etmek için kullanmakta, kendilerine verilen bu bilginin kendilerinden bir gün alınabileceğini akıllarına getirmemektedirler.

İslâm ve Sosyalizm, iki farklı sistem, iki farklı dindir

Son zamanlarda, sosyalist sistemleri çöküşü ile ortaya çıkan bazı islamcı sosyalistler, İslâm ile sosyalizmi bir arada görmeye ve örtüştüklerini iddia etmeye başladılar. İslâm ile sosyalizmin örtüştüğünü iddia etmek, İslâm’dan hiç nasiplenilmediğinin çok açık bir örneğidir. Bunu da ancak daha önce sosyalizmi din olarak almış, ancak sosyalizmin boş ve kuru bir iddia olduğu görülüp iflas edince ortada kalmış eski sosyalist artıkları iddia edebilirler.

Kur’an, Karl Marks’ın Diyalektik’i ya da Kapital’i değildir. Kur’an’da Mülkiyet vardır; vardır ki İslâm’da Miras Hukuku, Zekât Kurumu, sadaka ve infak vardır. Ancak bu mülkiyetin kullanımı kurallara bağlıdır.

Kapitalizm küfür sistemi olduğu kadar inkârcı sosyalizm de küfür sistemidir. Sosyalistlerin, beyinlerinde kronikleşmiş sosyalizm kalıntıları silinmediği sürece İslâm’ı anlamaları mümkün değil, Müslüman olmaları ise hiç mümkün değildir. Müslüman olmak, önce İslâm’ın Tevhid ilkesini anlamakla mümkün olur. Bu da ancak sosyalizm ve kapitalizmin kirliliğinden arındırılmış, sağlıklı düşünme yeteneğini kazanmış bir kafa ile mümkün olabilir.

İslâm, Kapitalizmin kirli ve şirk emellerine alet edilecek bir nizam olmadığı gibi, sosyalizmin küfrünü savunacak bir sistem de değildir. Müslümanları anarşist diye nitelendiren sosyalist artıkları, içlerinden söküp atamadıkları komünist, anarşist duygularını tatmin etmeye çalışmaktadırlar.

Müslümanlar, ancak rahmet elçileridirler ve insanlığı Rahmete ve Mağfirete davet ediyorlar. Sosyalizm ve kapitalizmin cehenneminin etkisinden kurtulamayanlar, İslâm’ın cennetini anlayamazlar.

İşçi, her şeyden önce bir insandır, insan olmanın getirdiği şeref, haysiyet ve haklara sahiptir, her insan gibi onun da iyi bir hayat sürmeye, başkalarına muhtaç olmadan insanca yaşamaya, fiziki, ruhi ve psikolojik sağlığını koruma hakkına sahiptir. Bu nedenle işçilerin bütün bu durumları gözönünde tutularak ona bir ücret verilmelidir. İşçileri, çalışan bir makina gibi değerlendiren Sosyalizm ve köle kabul eden kapitalizm, işçiyi maddi bir varlık olarak değerlendirir ve ona o açıdan bakar.

 

Ramazan Yılmaz: 2013.05.26