HER KÖTÜLÜĞÜN VE ŞİRKİN TEMELİNDE NEFİS VARDIR

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

Yüce Allah’a ve indirdiği vahyi esaslara iman etmenin en önemli esası, insanın sahip olduğu bütün değer yargılarını, geleneksel inanç ve alışkanlıklarını, kültürel edinimlerini nefsani her türlü istek ve arzularını terk etmesi, bunları, iman ettiği esasların süzgecinde arındırarak yeniden gözden geçirmesidir. İman etmek, nefsin, vahyi esaslar karşısında önceki tüm değer yargılarını ve edinimlerini terk ederek yeni bir kimlik edinmesi, yepyeni bir kişilik kuşanmasıdır.

Tarihin her döneminde, düşünce, söz ve davranışlarını, vahyin süzgecinden geçirip arındırmayanlar, kendi istek ve arzularını sürekli ön planda tutmuşlar ve hevalarını ilahlaştırarak imanlarına şirk bulaştırmışlardır.

Şu bir gerçektir ki, vahyi esaslardan taviz vermenin, her türlü kötü hareketlerin ya da şirk olarak nitelendirilen tüm fiillerin ham maddesi, temel harcı, vahyi esaslara gereği gibi teslim olmayan nefistir. Nitekim Kur’an’ı kerimde bu konuya dikkat çekilerek iman edenler uyarılmakta, ancak vahye teslim olmuş, vahyin kontrolünde hareket eden nefislerin kurtulduğu bildirilmektedir.

“(Yusuf): ‘Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin esirgediği bir nefis ola. Rabbim bağışlayandır, esirgeyendir.(Yusuf, 53)

“(Yûsuf): "Rabbim dedi, bana göre zindan, bunların beni çağırdığı şeyden iyidir. Eğer onların düzenini benden savmazsan onlara kayarım ve câhillerden olurum!"(Yusuf, 33)

“Andolsun, kadın onu (Yusuf’u) arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti. Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlâsa erdirilmiş (temiz) kullarımızdandır.” (Yusuf, 24)

“Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın.” (İsra, 74)

“Allâh’ın sana lutfu ve acıması olmasaydı, onlardan bir grup, seni saptırmağa yeltenmişti. Onlar sadece kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allâh, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allâh’ın sana lutfu, cidden büyüktür.” (Nisa,113)

Görüldüğü üzere, vahye teslim olan, bu nedenle de yüce Allah’ın koruması altında bulunan nefisler ancak doğruya yönelebilir, yüce Allah’ın rızasına uygun hareket edebilir. Bunun dışında kalan her nefis, kötülük yapabilir, Tevhidi esaslardan dönebilir ve şirk koşabilir. Nitekim Hz. Adem (as)’ın oğlu Kabil, nefsine uyduğu için kardeş katili olabilmiştir.

“Nefsi, onu kardeşini öldürmeye  çağırdı, (o da nefsine uyarak) onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.” (Maide, 30)

Müslümanların Uhud’da ki yenilgilerinin temel nedeni de, Hz. Osman (r.anh)’ın şehadetinin vuku bulması da, Sahabe arasındaki ayrılıkların ve savaşların en önemli nedeni de hiç kuşkusuzdur ki nefsin isteklerine uyulması ve vahyi esaslara gereği gibi dikkat edilmemesidir. Kimi Müslümanlar ya da İslamcılar kabul etmeyip eleştirirlerse de Tebük Seferi dönüşünde söylediği “Şimdi küçük cihâttan büyük cihâda dönüyoruz!” (Süyûtî, II, 73) ifadesi, aslında doğru bir konuya işaret ediyordu.

Nefsin küçük ve basit görünen anlık isteklerini yerine getirmek, bazen büyük sonuçların doğmasına, aile yuvalarının yıkılmasına, insanlar ve toplumlar arasında savaşların çıkmasına sebebiyet verebiliyor. Bu nedenle de Müslümanlar, bir şeyi istemeden ve bir işi yapmadan önce mutlak anlamda o istedikleri şeyin ya da yapacakları işin vahyi ölçüler içerisinde nasıl bir karşılığının olduğunu araştırmak ve bulmak zorundadırlar. Aksi halde büyük sorumluluk altına girebilir, hesabını vermeyecekleri bir duruma düşebilirler.

Tarihi süreçte birçok acı örnekleri görülen kötü durumların nedeni, nefsin bir anlık isteklerine boyun eğilmesidir. Bu nedenle Müslümanlar, bir şeyi istemeden ve bir işi yapmadan önce mutlak anlamda o istedikleri şeyin ya da yapacakları işin vahyi ölçüler içerisinde nasıl bir karşılığının olduğunu araştırmak ve bulmak zorundadırlar. Aksi halde büyük sorumluluk altına girebilir, hesabını vermeyecekleri bir duruma düşebilirler.

Nefsin ön plana çıkartılması, insanı büyük sorumluluk altına soktuğu gibi daha ileri aşamalarında ise heva ve hevesin putlaştırılması, ilahlaştırılmasıdır. Tarihi süreçte görülen atalarının yolunda giderek ataların putlaştırılması, mal hırsı ile hareket edilerek malın putlaştırılması, eşlere olan aşırı sevgi ile eşlerin putlaştırılması, anne bana korkusu ile yüce Allah’ı emirlerinden taviz verilmesi ile ebeveynin putlaştırılması, can ve mal endişesi ile ya da bir musibetin gelebileceği korkusuyla devletin ya da egemen güçlerin putlaştırılması, toplum değerlerinin ön plana çıkartılarak toplumun putlaştırılması ancak nefsin istemesi, bundan hoşlanması sonucunda mümkün olabilmektedir.

“Hevasını ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi gözetletici olacaksın?” (Furkan, 43)

Burada birey, kendi istek ve arzularını esas alarak ölçü edinmekte ve kabul ya da reddiyelerini buna göre belirlemektedir. Bu durum, Hakkı kabul edişinde de, Hakkın ölçüleri içerisine kendi hevasından katkılarda bulunmasında da hep arzularını öncelemektedir. Bunların örneklerinde her yerde rastlamak mümkündür. Örneğin, bir konuda ya da belli bir zaman diliminde Tevhidi esasları dilinden düşürmeyen bir kimsenin,bir başka konuda ya da zamanda Tevhidi esasların zıddı olabilecek söz ve ifadeleri kullanmasının temel nedeni kişinin hevasını öncelemesindendir.

İlahi mesaj, öncelikle nefsin arındırılmasını ve her konu ve alanda ilahi bildirimler doğrultusunda hareket etmesini öngörür ve onun Tevhidi esasları gereği gibi kavramasını sağlar. Nefis tam arındırılmadan kişinin gereği gibi iman etmesi ve Tevhidi esaslar doğrultusunda hareket etmesi mümkün değildir. Bu nedenle nefsin arındırılması önem arz etmektedir. İman eden bir kimse, nefis putunu yıkmadan diğer putları ve özellikle de toplumsal ve sosyal putu yıkması hiçbir şekilde mümkün değildir.

Nefis putu, Tevhid esasların önünde en büyük engeldir, nefis putunu yıkmak, kişi açısından çok zor ve çetindir. İlahi vahye muhatap olan nefis, kendisinde varolan birikimlerinden kolay kolay vazgeçmek istememekte ve çeşitli bahanelerle ayak diremektedir. Sosyal ve toplumsal putun yıkılması, nefis putunun yıkılmasından sonra daha rahat ve kolay bir şekilde aşılacak ve gerçek iman ancak o durumda mümkün olabilecektir.

Geçmişte ve günümüzde İslâm ümmeti arasında varolan parçalanmışlığın, bölünmenin, düşmanlığın temel nedeni, nefislerin vahyi esaslara gereği gibi teslim olmamasıdır. İman iddiasında bulunan bazı kimseler, vahyi esasların belirlediği hususlara tam teslim olmak yerine kendi fikirlerini önplana çıkarmakta, böylece ihtilafa düşüp ayrılmaktadır.

Şu bir gerçektir ki, ancak nefis putunun tamamen yıkılması halinde kişi, Tevhidi esasları tam kavrayacak, İslâm ümmeti arasında vahdetin oluşmasını sağlayacak ve ancak o durumda gereği gibi iman edebilecektir. Çünkü Tevhidi esaslar, yapısı gereği hiçbir şekilde katkı kabul etmemekte saf ve tertemiz bir imanla kendisine teslim olunmasını istemektedir.

Tevhid: Yüce Allah’ın, kişinin düşünce söz ve davranışı üzerinde tek ilah, rab, hakim ve otorite olmasıdır. Bu öyle ki, Tevhid inancına sahip olan bir kişi, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde iman ettiği esasların dışında düşünemez, konuşamaz, hareket etmez/edemez. Aksi halde Tevhid inancını zedeler ve şirke düşer.

Düşünce, söz ve davranışı üzerinde başkalarına söz hakkı vermek ya da kendi istek ve arzularını öncelemek apaçık şirktir. Yüce Allah’a şirk koşmak üç şekilde olabilmektedir;

1- Ameli şirk: Kişinin, hayatını, hareketlerini kendisinin ya da başkalarının istek ve arzularına veyahut da içerisinde yaşadığı beşeri sistemlerin kanun ve kurallarına göre düzenlemesi ameli şirktir. Yüce Allah (cc), yaptıkları fiilleri neye göre nasıl yaptıklarını, hangi ölçüye göre hareket ettiklerini sorgulamaktadır.

“Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir Kitabınız var da onda mı (bu hükümleri) okuyorsunuz? Onda istediğiniz her şeyi buluyorsunuz? Yoksa sizin istediğiniz hükmü verebileceğinize dair, kıyâmete kadar sürecek antlarınız mı var üzerimizde? Sor onlara: Onların hangisi buna kefil olacak? Yoksa kendilerinin ortakları mı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar.” (Kalem, 36-41)

“Yeryüzünde bulunan(insan)ların çoğuna uysan, seni Allâh’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 116)

Gerek bireyin bizzat kendisi, gerekse başkaları tarafından konulan hükümler doğrultusunda yapılan hareketlerin yüce Allah (cc) indinde hiçbir değeri olmadığı gibi, bunlar bireye ağır sorumluluklar da getirir. Bu nedenle iman eden bir kimsenin her hareketi mutlaka iman ettiği Kur’an’ın bildirdiği esaslara uygun olmalıdır. Hz. Aişe (r.anha) Rasulullah (as)’ın ahlakı sorulduğunda verdiği cevap mü’minin davranışının neye göre olması gerektiğini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Hz. Aişe (r.anha), “Rasulullah’ın ahlakı Kur’an’dı” buyuruyor. Kur’an’ı kerim de “Sen büyük bir ahlak üzerindesin” (Kalem, 4) buyurarak Rasulullah (as)’ın davranışlarının ne üzerinde olduğunu ortaya koyuyor.

2- Sözel şirk: Kişinin, diğer insanlarla diyaloglarında, konuşma ve anlatımlarında vahyi esaslar yerine kendi kişisel ifadelerini ya da başkalarının sözlerini önceleyip anlatması sözel şirktir. Kur’an, iman eden kişilerin, konuşma ve ifadelerini belirli ölçüler içerisinde ortaya koymalarını istemekte ve iman edenlerin buna uymalarını emretmektedir.

“Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 44)

“Ey inananlar niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allâh katında en sevilmeyen bir şeydir.” (Saf, 2-3)

İman edenleri, hareketlerine uygun düşen sözleri söylemeleri hususunda uyaran yüce Allah (cc), onların neleri, nasıl konuşacaklarını da bildiriyor.

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 36)

“Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allâh bilir, siz bilmezsiniz.” (Al-i İmran, 66)

Ölçüsüz konuşmanın, ukalalık yapmanın doğru bir tavır olmadığını bildiren yüce Allah (cc) heva ve hevesten konuşmanın, kitap dışı ifadelerin kullanılmasının İslâmi olmadığını, şeytani bir tavır olduğunu haber vermektedir.

“İnsanlardan kimi, Allâh hakkında bilmeden tartışır ve her kaba şeytâna uyar.” Hac, 3)

“İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir Kitabı olmadan, Allâh hakkında tartışır.” (Hac, 8)

“Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allâh’ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde, erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın, çünkü işiten, gören O’dur.” (Mü’min, 56)

“Bir de dediler ki: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır." De ki: "Allah’tan (bu hususta) bir söz mü aldınız. şâyet öyle ise Allâh verdiği sözden dönmez, yoksa Allâh hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?” (Bakara, 80)

“Bu hareketleri, onların: ‘Bize, ateş sayılı birkaç günden başka dokunmayacak.’ demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.” (Al-i İmran 24)

Bütün bu ilahi uyarılar, iman edenlerin, mutlaka vahyi ölçüler içerisinde konuşmaları gerektiğini ortaya koymakta, bunun dışındaki konuşmaların şeytana tabi olmak ve böbürlenmek olarak belirtilmektedir. Şeytana tabi olmak da hiç kuşkusuzdur ki şirktir.

3- Düşünsel şirk: Kişinin, ileriye yönelik plan ve programlarında, yapacağı işler ve eylemler konusunda bireysel düşüncesini ön plana çıkarması ya da içerisinde yaşadığı beşeri sistemlerin kuralları doğrultusunda düşünmesi, İslâm’ın reddettiği kişi ve sistemlere yakınlık duygusu ve sevgi beslemesi, takdir etmesi, düşünce planında başka kişi ve ideolojilere yer vermesi, bu konuda Tevhidi esaslar doğrultusunda düşünmemesi düşünsel şirktir. Müslümanların, günlük hayatlarında neleri düşündüklerini Rabb’imiz şöyle bildiriyor.

“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh’ı tefekkür ederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: "Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azâbından koru!” (Al-i İmran, 191)

“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allâh’ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, mü’minlere vakitli olarak farz kılınmıştır.” (Nisa, 103)

İnsanın hayatını kuşatan her durumda, yani yürürken, otururken ya da yan yatarken Müslümanın düşüncesi, yalnızca Rabb’ini razı etmek ve insanlara O’nun yarattığı nimetleri nasıl hatırlatacağını düşünerek ilahi mesajı duyurmak ve insanları yüce Allah’a kulluk etmeye davet etmek için neler yapacağını düşünmektir. İşte bu nedenle Rabb’imiz, ““Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allâh’ı anın..” buyurarak namazdan sonra ne ile meşgul olunacağını bildirmektedir.

Müslümanın düşüncesinde, Allah’tan başkasına yer yoktur; özellikle de Allah düşmanı beşeri sistemlerin varlığını sürdürmesini sağlayan zalimlere, düşünce planında dahi olsa en küçük bir meyletmeyi gönlünden geçirmek bile kişinin ateşe girmesine neden olmaktadır.

“Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım edilmez.” (Hud, 113)

İlahi mesaja iman eden kimselerin, her konu ve hususta mutlaka ilahi mesaj doğrultusunda düşünmeleri, konuşmaları ve hareket etmeleri gerekir; aksi halde yüce Allah (cc) indinde hesabını veremeyecekleri bir duruma düşerler.

“Onların ardından, yerlerine geçip Kitaba vâris olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu alçak(dünyân)ın menfaatini alıyorlar: ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız!’ diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki Allâh hakkında, gerçekten başkasını, söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap misâkı alınmamış mıydı? Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Âhiret yurdu, korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz?” (A’raf, 169)

Tevhid, kainatta varolan her şeyin tek güç tarafından idare edilmesi, tek rab tarafından rızıklandırılması, her şeye tek ilah tarafından hüküm konularak düzen verilmesi ve varlıklar arasındaki ilişkilerin tek melik tarafından organize edilmesidir. Yani Tevhid, idarenin, rızkın düzen ve organizenin tek ilah tarafından yapılması, kullar üzerinde her alanda söz sahibi olunması ve kulluğun da yalnızca O’na yapılmasıdır. Bunun dışındaki her düşünce, söz ve davranış, Tevhidi bozmak ve şirktir.

Nefsin ilah edinilmesine neden olan tavırlar

İnsan, bazen farkına varmadan ve kendisine sorumluluk getireceğini düşünmeden, bazen de bilinçli olarak kimi tavırlar sergiler ya da bazı sözler sarfeder. Ancak kişinin bu sergilediği tavır ve söylediği sözler, çoğu zaman kişiye yüce Allah (cc) indinde çok ağır sorumluluklar yükler. Bunlar:

1- Duygusal olarak böbürlenmek, övünmek: Şeytanın vasfı olan böbürlenmek ve övünmek duygusu, yüce Allah (cc) tarafından kınanan ve amellerin boşa gitmesine neden olan bir tavırdır. Bu duygu ve bunun sonucunda ortaya konulan tavır, insanın kendi nefsini ilah edinmesine neden olur.

“Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.” (Sad, 74)

“(Allâh) buyurdu: "Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!” (A’raf, 13)

Böbürlenmek, öncelikle yapılan bazı işlerin verdiği gururlanma ile başlar ve giderek kibirlenmeye doğru yol alır. Kişi, yaptığı bazı şeylerle, farkına varmadan zamanla kendisinde gururlanmanın oluştuğunu hisseder ve bunu övünç vesilesi yapar. Bu övünç kişiyi, zaman içerisinde yapmadığı şeyleri de yapmış gibi bir duyguya sürükler. Bunun sonucu kişi için acı bir azaptır.

“O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için acı bir azap vardır.” (Al-i İmran, 188)

Övünmeyi seven kimseler, bu duygularını tatmin etmeyen bir durumla karşılaştıklarında bundan hoşlanmayarak reddederler. Kimi zaman kişinin hoşlanmadığı şeyler içinde Hak olan şeylerde bulunur. Ancak gurur, kibir ve övünç duygularıyla kimi duyguları köreldiği için Hak olanı reddettiğinin farkına varmaz. Çevremizde zaman zaman birçok örneği görüldüğü üzere kişi, hevasını her şeyin önünde tuttuğu için ilahi mesaja ters düştüğünü düşünmez bile. Kendisine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında ise, binbir dereden mazeretler uydurur, hatta kendisine Hakkı hatırlatanları da eleştimeye başlar.

“Andolsun, Mûsâ’ya Kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’ya da açık deliller verdik ve onu Ruh’ül-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Ne zaman ki, bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürüyordunuz?” (Bakara, 87)

“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her âyeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’raf, 146)

Kibir ve gurur duygusuyla kendisine hatırlatılan ayetleri bile kabul etmez, ancak çoğu zaman kendisini doğru yolda sanır ve ayetleri umursamaz bir tavır içerisine girer. Böyle kimseler, kendisine doğru belli olduğu halde bildiklerini okurlar, bunun sonucunda Allah yolundan sapar, Rasulün örnek davranışını terk eder ve Müslümanların yanından ve yolundan ayrılır gider. Bu gidiş, kişi farkına varmasa da cehenneme kadar devam eder; bu kimseler, bu tavırlarıyla şirk koştukları için varacakları son durak cehennemdir.

“Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Elçi’ye karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!

Allâh, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 115-116)

2- Fiziki yapıyla böbürlenmek: Bazı kimseler, yüce Allah’ın kendilerine verdiği boy, kuvvet ve güzellikle, diğer insanlardan farklı olduklarını düşünerek övünür, üstünlük taslarlar. Yüce Allah (cc) tarafından kınanan bu tavırlar, duygusal kibirlenme kadar olmasa da yine de şeytanın bir vasfı oluşu dolayısıyla Müslümanlarda bulunmaması gereken bir durumdur.

“Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin!” (İsra, 37)

“İnsanlardan (kibirlenerek) yüzçevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allâh, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.” (Lokman, 18)

Büyüklenmek ve kibirli bir şekilde insanlardan yüzçevirmek Müslümanlarda bulunmaması gereken bir tavırdır. Çünkü Müslümanlar, tevazu sahibi kimselerdir ve cahillere karşı bile kibirlenmezler, ancak güzel bir şekilde onlardan ayrılırlar.

“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevâzı olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa "Selâm" derler.” (Furkan, 63)

“Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun, biz câhilleri(onlara karşılık vermek) istemeyiz" derler.” (Kasas, 55)

“Onlar yalan ve boş sözün yanında bulunmazlar, boş söze rastladıklarında vakar ile geçip giderler.” (Furkan, 72)

Şu yadsınamaz bir gerçektir ki, onurlu hareket etmekle kibirlenmek birbirinden çok farklı olan ve birbirine taban tabana zır olan farklı iki tavırdır. Kibirlenme, içinde kendini beğenmişlik ve başkalarını küçük görme duyguları ile beraber başkalarını dışlamayı barındırırken, onurlu davranış içinde sevgi, şefkat, acıma duyguları ile beraber başkalarına yardım etmeyi barındırmaktadır.

Kibirli tavır, sahibini hem Rabbi yanında hem de insanlar yanında küçük düşürüp sahibine karşı nefret duygularını uyandırırken, onur sahibi kimseler, hem Rab’leri yanında yüceltilirler, hem de insanların saygısını kazanırlar. Kibirli kimseler yerilirlerken onurlu kimseler her zaman takdir edilirler.

3- Bilgiçlik duygusuyla kibirlenmek: Bilgili olmak ve bir bilgi üzere konuşup hareket etmek her zaman kabul edilebilen ve sahibini yücelten bir durumdur. Ancak belli bir bilgiye dayanmayan söz ve ifadeler, bilgiçlik taslama olduğundan sahibini her zaman küçük düşürür ve sahibinin kınanmasına neden olur.

Doğrunun ve bilginin kaynağı yüce Allah katındadır; insanlar, iman ettikleri oranda doğru bilgiye ulaşabilirler, aksi halde bilgileri zandan ibaret olacaktır ki zan gerçek değildir ve sahibini her iki cihanda da küçük düşürür. Bu nedenle yüce Allah (cc) kullarını uyarmakta ve bilmedikleri konular hakkında bilgiçlik taslayarak konuşmalarını kınamaktadır.

“Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allâh bilir, siz bilmezsiniz.” (Al-i İmran, 66)

Kur’an’ın, tartışma edebine davet ettiği bu kimseler, elbette Müslümanlar olamazlar. Çünkü Müslümanlar bilirler ki, delilsiz konuşmak haram kılınmıştır.

“De ki: ‘Rabbim, kötülükleri, gerek açığını gerek gizlisini, günâhı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmayı ve Allâh hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi kesinlikle harâm etmiştir.” (A’raf, 33)

 Müslüman bir şahsiyet, delile dayanmadığı sürece hiçbir konuda bilgiçlik taslayarak iddialarda bulunmamalı, başkalarıyla tartışmamalıdır. Çünkü böyle bir tartışmada, duygular önplana çıkacak ve nefis, haklılık psikolojisiyle olur olmaz şeyleri ileri sürecektir. Bu ise, iddia sahibini yüce Allah (cc) indinde sorumluluk altına sokacaktır.

Nefsini önplana çıkararak hevasını ilah edinen kimseler, her konuda bilgiçlik taslayarak iddialarda bulunurlar. Bunlar, Allah hakkında bile aslı olmayan iddialar ileri sürerek yüce Allah’a iftira ederler. Bu nedenle Müslüman bir şahsiyet, hakkında bilgisi olmadığı bir şeyi ne yapar, ne söyler ve ne de tasdik eder.

“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itâat etme. Onlarla dünyâ(işlerin)de iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz banadır; size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 15)

Müslüman birey, anne baba hatırı için de olsa, ya da baskı ve zorbalık neticesinde de olsa bilmediği bir şeyi iddia ederek kendisini Rabb’i yanında sorumluluk altına sokmaz. Bazı kimseler, hakkında bilgileri olmadığı halde, sanki yüce Allah’tan vahiy almış gibi kimi iddialarda bulunurlar. Oysa yüce Allah (cc), kullarına neyi bildirmiş, neyi helal ya da haram kılmışsa hepsini indirdiği Kur’an’da apaçık bir şekilde belirtmiş, bunun uygulama metodunu da peygamberlerin ve son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın uygulamalarında nasıl olacağını haber vermiştir.

Nefis, hevasını ilahlaştırıp hareket etmeye başladığı zaman, Hak da dahil olmak üzere her şeyi kendi isteklerine göre çarpıtıp değiştirir. Öyle ki, artık böyle bir nefis, kendi arzularını hak zannederek onu savunur durur. Böyle bir durumda olan bir nefsin Rabb’inden indirilen esaslara inam etmesi hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. O, yaşadığı gibi inanmaya başlar.

“Şimdi siz, bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup vardı ki, Allâh’ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi.” (Bakara, 75)

Hevasını ilah edinmiş bir nefis, kendisine hatırlatılan ilahi mesaja karşı bile mazeretler ileri sürer ve bu tavırlarıyla kendi çıkmazını haklı çıkarma telaşına kapılır. Buna karşılık iman etmiş bir nefis, Rabb’inden indirilen esaslara karşı hiçbir mazeret ileri sürmeden teslim olmak durumundadır. Bu öyle bir teslimiyet olmalı ki kişi, bütün kimlik ve kişiliğinden sıyrılarak yeni bir kimlik ve kişilik kuşanmalıdır.

“Elçinin, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Elçisine çağırıldıkları zaman inananların sözü ancak: ‘İşittik ve itâat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar.” (Nur, 51)

Bu öyle bir teslimiyettir ki, her zorluğa karşı insana güç verir, onun Hakkı her yerde savunmasına neden olur. Kişi, bu teslimiyetten sonra hiçbir durumda ve hiçbir şartta bundan dönmez, taviz veremez. Tıpkı Müslüman olan sihirbazlar gibi, Fir’avn’ın bütün tehditlerine karşı onurlu bir şekilde durarak Hakkı ortaya koyarlar.

“(Fir’avn): ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım, hangimizin azâbı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!’ dedi.

Dediler ki: ‘Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünyâ hayâtında istediğini yapabilirsin.’

Biz Rabbimize inandık ki (O) bizim günâhlarımızı ve senin bizi yapmaya zorladığın büyüyü bağışlasın. Allâh daha hayırlı ve (mükâfâtı ve cezâsı) daha süreklidir.” (Taha, 71 73)

Vahyi esaslara iman eden bir nefis, kendisine Hak hatırlatıldığı zaman, ona karşı hiçbir fikir beyan etmeden kabul ederek teslim olur.

“Ve kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (Furkan, 73)

“Onlara (Kur’an) okunduğu zaman: ‘Ona inandık, o, Rabbimizden gelen gerçektir. Zaten biz ondan önce de Müslümanlar idik.’ derler.” (Kasas, 53)

Vahyi esaslara iman etmiş bir nefsin, ilahi mesaja teslim olmasından sonra kişi, put edindiği hevasını aşmış olacaktır. İman eden bir kimse için en zorlu aşama hiç kuşkusuzdur ki, heva ve hevesinin arzularını kırmaktır. Bu put aşıldıktan sonra toplumsal ve sosyal putların yıkılarak aşılması çok daha kolay olacaktır.

Nefsin put edinilmesi, yalnızca hoşa giden, beğenilen, arzulanan konularda değil, geleneksel inanç ve alışkanlıkların, kültürel kalıplardan edinilen bilgi birikiminin ile korku ve endişe duygularının ağır basması sonucunda da kişi hevasını ilah edinebilir. Kur’an’da sıkça geçen “Biz atalarımızın bulunduğu yol üzerinde bulunuyoruz”, “Atalarımızdan böyle bir şey görmedik” ya da toplum arasında sıkça sarf edilen “İnsanlar ne der”, “Bu zamanda böyle olmaz, o zaman başka şimdi başka”, “Buna izin verirler mi?” ya da “Çoluk çocuğum var, başım belaya girer” gibi ifadeler kişinin nefsinin önplana çıkarmasından, geleneksel ve kültürel inanç ve edinimlerin tesirinde kalmasından kaynaklanmaktadır.

İnsanlarda varolan geleneksel inanışlar, kültürel birikimler, korku, endişe ya da arzuları tatmine yönelik istekler, vahyi esaslara tam teslim olunmasıyla terk edilecek ve İslâm ümmeti arasında gerçek vahdet işte o zaman sağlanacaktır.

Ramazan Yılmaz: 2010.09.26