Şirk

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

GİRİŞ

Yüce Allah’ın, kesinlikle affetmeyeceğini bildirdiği, kişinin bütün salih amellerini yok eden, yüce Allah’a yapılan imanı geçersiz kılan, Tevhid inancını bozan şirk, insanı, dünya ve ahirette zelil edip küçük düşüren, hüsrana uğratıp ebediyen cehennemlik yapan bir düşünce ve fiildir. Kur’an-ı Kerim, şirk ve unsurları üzerinde hassasiyetle durur ve iman edenlerin, kesinlikle şirke bulaşmamalarını ister.

Kur’an’da 167 yerde değişik yönleriyle ortaya konulan, insanın ve insanlığın en büyük düşmanı olan şirk nedir? Öncelikle şirki, lûgâvi ve ıstılâhi olarak tanımladıktan sonra şirkin nedenleri ve çeşitleri üzerinde durmakta yarar vardır.

Şirk nedir?

Lügat olarak şirk; ortaklık, ikilem, bir şeyin yanına başka bir şeyi koymak, iki ayrı şeyin benzer olduğunu düşünmek ya da söylemektir.

Istılahı olarak şirk; göklerde, yerde ve bunlar arasında tek ilah, tek Rab ve tek hükümran olan; hükmünde, rızıklandırmada, ceza ve mükâfat vermede eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan yüce Allah’ın sıfatlarından birini ya da bir kaçını başkasına vermek, başkalarının da bu sıfatlardan birine ya da bir kaçına sahip olabileceğini düşünmek ya da söylemek, yüce Allah’tan başkasını, O’nun kadar sevmek, O’ndan başkasından korkmak, O’ndan başkasının cezâ ve mükâfatını, O’nun ceza ve mükâfatı gibi bilmek, O’nun hükmünden başka bir hükmü, bir kanunu, bir sistemi kabul etmek ve hayatı o sisteme göre düzenlemek, başka kimselerin de rızık verebileceklerini düşünmektir.

Yüce Allah (cc), en güzel isimleri (sıfatları) zatında toplamış, insanların, zatına ait bu sıfatlar doğrultusunda kendisine kulluk etmelerini istemiştir. Yüce Allah’a ait olan bu sıfatların başkalarına verilmesini ve başkalarının da bu sıfatlara ortak edilmesini kesinlikle yasaklamıştır.

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o (güzel isim)lerle duâ edin ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın; onlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” (Araf, 180)

“O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilir. O çok esirgeyen, çok acıyandır.

O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka tanrı yoktur. Padişahtır, mukaddestir, selâm (esenlik veren), mü’min (güvenlik veren), müheymin (kollayıp koruyan), aziz (üstün, galip), cebbar (istediğini zorla yaptıran), mütekebbir(çok ulu)dur! Allah (müşriklerin) ortak koşmalarından yücedir.

O, yaratan, var eden, (yarattıklarına) biçim veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nun ululuğunu anarlar. O, aziz (mutlak gâlip), hakim(hükümdar, her şeyi hikmetle yapan)dır.” (Haşr, 22–24)

Yüce Allah(cc), risalet tarihi boyunca insanlara kendi uluhiyetini ve en güzel isimlerin (Esmâ-ul-Hüsna’nın) kendisine ait olduğunu, gönderdiği elçiler vasıtasıyla bildirmiş, bu isimlerde sapıklığa düşenlerin şirke düşeceklerini duyurmuştur.

İnsanlık tarihinde en eski mücadele Tevhid-şirk mücadelesidir. Öyle ki bu mücadele, insanın yaratılışı ile başlamış ilk büyük mücadeledir. İlk insan Hz. Âdem (as)’ın yaratılışına ve ona bildirilen ilkelere karşı ilk mücadele, şeytan (aleyhillane)nin, yaptığı itiraz ve isyan ile başlamış, değişik isimler altında, çeşitli yöntemlerle ve zaman zaman şiddetlenerek günümüze kadar süregelmiştir.

Tevhidi esaslara karşı ortaya çıkan şirk, tarihin her döneminde varlığını göstermiş, değişik isimler altında, çeşitli şekiller ve metodlar kullanarak Tevhidi esaslara savaş açmıştır. Şirk, şeytan ve onun temsilcileri olan beşeri düzenler, diktatörler ile emperyalizm tarafından temsil edilirken, Tevhid, başta peygamberler olmak üzere, Tevhid erleri ve vahyi esasları ilke edinen Müslümanlar tarafından temsil edilmiş, edilmektedir.

Şirk, müşriklerin, kâfirlerin, münafık ve fasıkların inanç sistemi, yaşam tarzı; Tevhid ise, Müslümanların inanç esasları ve yaşam tarzıdır. Tevhidi esasların temel kaynağı Kur’an; şirkin dayanakları, insanın heva ve hevesi ile insanların kendi hevasından çıkardıkları beşeri yasalardır.

Şirkin, ister bilinçli işlensin, isterse bilinçsiz yapılsın, bir tek amacı vardır, Tevhidi esasları bozmak, yüce Allah’ın indirdiği esasları geçersiz kılmak ya da karıştırmaktır. Bu amaçla müşrikler, kimi zaman Müslümanlara karşı açıktan açığa savaşmışlar, kimi zaman ise suret-i haktan görünerek hareket etmişlerdir. İnsanların şirke düşmelerinin birçok nedeni vardır; bunlar şöylece özetlenebilir.

Şirkin Nedenleri

1- Vahyi (Kur’ani) esasların insanlara yeterince ulaştırılmaması, vahyi (Kur’ani) kavramların, asıllarına uygun olarak bilinmemesi gelmektedir.

Peygamberlerin ve onların izinde giden Tevhid erlerinin öncelikli görevi, Kur’ani kavramaları, asıl anlamlarına uygun bir şekilde açıklamak, vahyi esasları insanlara net ve açık bir şekilde ulaştırmak, insanların, şirk koşmadan, yüce Allah’a iman etmelerine vesile olmaktır.

Tevhid erleri tarafından yapılması gereken vahyi esasları tebliğ görevi, peygamber gönderilmeyen dönemlerde kimi zaman yeterince yerine getirilmemiş, kimi zaman ise hiç yapılmamıştır. Davetin gereğince ya da hiç yapılmaması açısından, içerisinde yaşadığımız çağ, dünya yüzeyinde insanın varlığından bugüne kadar gelen tüm çağların en talihsiz, en bunalımlı ve en karanlık çağıdır.

Yüce Allah(cc), peygamber gönderilmeyen dönemlerde davetin yapılması görevini, Tevhidi esasları ilke edinen Müslüman davetçilere yüklemiş, davetin yapılmasını onlardan istemiştir.

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan menetmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar.” (Hud, 117)

Tevhidi ilkelerin ve Kur’ani kavramların, İslâm davetçileri tarafından net ve açık bir şekilde ortaya konulmaması nedeniyle hem insanlığın topyekün cehalet bataklığına sürüklenip şirke düşmesine, hem de bu çağın bunalım, kaos, anarşi ve terör çağı olmasına neden olmuştur.

İnsanları şirke düşmesinin ikinci bir nedeni, Müslüman oldukları iddiasında bulunan ve toplumun önünde görülen İslamcı yazar ve kişiler, Kur’ani ölçüleri ve kavramları yeterince bilmemeleri, ya da bildikleri halde, içerisinde yaşadıkları beşeri küfür sistemlerine yaranmak istemeleri nedeniyle toplumun gündemine getirmemişler, bunun yerine Kur’ani olmayan bid’at ve hurafeleri din olarak insanlara anlatmışlardır.

Kur’an mesajından mahrum kalan insanlardan bir kısmı, yüce Allah’ı yeterince tanıyamadığı için O’nun yerine değişik ilahlar üretmişler, yüce Allah’ın sıfatlarından bazılarını bu türedi ilahlara vermişler ve bunlara karşı saygı ve tazimde bulunarak şirke düşmüşler, küfre girmişlerdir. Bu ise, insanlığın kendi eliyle kendi felaketini hazırlamasına neden olmuştur.

Kur’an okudukları iddiasında olan bazı şahısların, risalet tarihinde olduğu gibi, Nebevi bir metod ve tavırla vahyi esasları ortaya koyacak ve insanları bu esaslara davet edecek yerde, başta kendileri, Kur’an esprisi ile ters düşen düşünce içerisine girmişler, vahyi ilkelere aykırı ifadelerde bulunmuşlar ve Kur’an dışı davranışlar sergilemişlerdir. Bu kimseler, düşünce ve tavırlarıyla kendileri şirke düşüp müşrik oldukları gibi, insanların da Kur’an’a yönelmesine engel olmuşlardır. Bunları örneklendirecek olursak:

Kur’an okudukları iddiasında olanlardan bazı kimseler, Kur’an mesajını kavrayamadıkları için, hem Kur’an’ın örnek verdiği ve mü’minlerin canlarından daha ileri olduğunu bildirdiği Peygamber (as)’ı inkâr eder bir davranış içerisine girmişler, hem de Kur’ani kavramları çarpıtarak kendi arzularına hoş gelen fiiller işlemişlerdir.

Bir kısım kimseler ise, Kur’an okuduklarını, Peygamber(as)’ı kabul ettiklerini iddia etmelerine rağmen tutum ve davranışlarıyla Allah ve İslâm düşmanı beşeri zorba düzenlere tabi olmuşlar, sistemin izin ve icazet verdiği parti, dernek ve vakıf gibi şirk ve küfür olan kurumlara girmişler, küfre ve şirke düşmüşlerdir. Bu kimselerin, şirke ve küfre girmeleri sonucunda, Kur’an dışı sözler sarf etmeleri ve davranışlar sergilemeleri, halkın Kur’an’dan uzaklaşmalarına, şirke ve küfre saplanmasına neden olmuştur.

Tevhidi esasların, Kur’ani öğreti doğrultusunda, Nebevi bir metodla ortaya konulmaması, mesajın net ve açık olarak insanlara duyurulmaması sonucunda toplum, dini bilgisini Kur’an dışı yollarda ve kaynaklardan elde etmiş, o kaynaklardaki şirk ve küfür içeren bilgileri İslâm zannederek almış, böylece şirke düşmüştür.

2- Şeytan ve taraftarlarının, halkı saptırmaya ve vahyi bozmaya yönelik tavır ve çalışmaları da halkın şirke ve küfre girmesine neden olmuştur.

İblis, Hz. Âdem (as)’ın yaratılışına itirazı sonucunda, yüce Allah’a isyan etmiş, bu isyanı, onun yüce Allah’ın rahmetinden kovulmasına ve lanetlenmesine neden olmuştur. Bunun üzerine iblis (şeytan), yüce Allah’a, insanları nasıl saptıracağını söylemiştir.

“Öyleyse beni azdırmana karşılık, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolun üstüne oturacağım; sonra önlerinden arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın,’ dedi.” (A’raf, 16–17)

“(İblis) ‘şu benden üstün yaptığını gördün mü? Şayet beni kıyamet gününe kadar ertelersen onun zürriyetine kumanda edeceğim, ancak pek azı hariç’ dedi.” (İsra, 62)

Şeytan, insana vesvese verir, insan bu vesveselerin kendisinden olduğunu zanneder. Yani şeytan (aleyhillane), insanın bizzat kendisi olarak vesvese üretir. Bu vesveseler, kimi zaman yüce Allah’ı razı etmeye yönelik olur ki bu şeytanın sağdan sokulmasıdır.

Şeytan (aleyhillane), sağdan sokularak, insanı Kur’an dışına çıkarır ve başka yollarla da yüce Allah’ın razı edilebileceği, O’nun rahmetinin bol olduğundan dolayı İslâm konusunda fazla ince eleyip sık dokumamasını, bazen bazı günahlar da işleyebileceğini, çünkü yüce Allah’ın mağfiret sahibi olduğunu ve bağışlayacağını, cehennemim sürekli olmadığını, cehennemde biraz yandıktan sonra cennete gireceğini insana fısıldar. Yüce Allah(cc), şeytanın bu vesveselerine karşı insanları uyararak şeytan (aleyhillane)ye kanmamalarını istemektedir.

“Ey insanlar, Allah’ın vaadi gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allah(ın affına güvendirmek sureti) ile aldatmasın. Şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O, partisini alevli ateşin halkından olmağa çağırır.” (Fatır, 5–6)

Şeytanın asıl amacı, insanları şirke düşürüp saptırmak ve yüce Allah’a isyan ettirmek, böylece onların cehenneme girmelerini sağlamaktır. Şeytan (aleyhillane), bu amaçla, her kılığa girip her metodu kullanarak insanlara yaklaşmakta, onların Tevhid inancını şirke bulandırmakta, düşünce, söz ve davranışlarının Kur’an’a aykırı olmasına çalışmaktadır. Şeytan (aleyhillane), Kur’an okuyan birçok kimseyi bile bizzat Kur’an’la saptırmakta, Kur’an’ı yanlış yorumlamalarını ve yanlış anlamalarını sağlayarak onları Hz. Peygamber(as)’e düşman yapmaktadır.

Şeytan (aleyhillane), insanları saptırma çalışmalarında cin ve insanlardan yardımcılarını kullanmakta, onların vasıtasıyla insanları tevhidi esaslardan saptırmaktadır. İnsanlardan bazıları bilerek, birçoğu da bilmeyerek şeytana hizmet etmekte, insanların, Rab’lerine isyan etmelerine sebep olmaktadırlar.

“…Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmelerini fısıldarlar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrikler(gibi olur)sunuz.”

“Hepsini bir araya toplayacağı gün: ‘Ey cinler topluluğu, siz insanlarla çok uğraştınız.’ (der), Onların, insan dostları derler ki: ‘Rabb’imiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık.’ (Allah da) buyurur ki: ‘Durağınız ateştir. Allah’ın, dilemesi hariç, orada ebedi kalacaksınız.’ Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.” (Enam, 121,128)

Şeytan (aleyhillane), vaatler yaparak insanlara vesvese verip onları şirke ve küfre sürüklerken, şeytanın yardımcıları olan kimseler de, insanların içerisine girerek, her türlü yol ve yöntemlerle onları şirk ve küfür bataklığına sürüklemek için çalışmaktadırlar. Şeytanın yardımcıları, insanları saptırmak için bazen kaba kuvvet kullanmakta, bazen yasalardan yararlanmakta, bazen de ekonomik gücünü ileri sürmektedirler.

Şeytan (aleyhillane)nın, insanı soldan saptırmak için görevlendirdiği kişilerin başında beşeri rejimler, zorba diktatörler, ateizm, kapitalizm, komünizm ve emperyalizm gelmektedir. Şeytan (aleyhillane)nın bu yardımcıları, Tevhidi esaslara karşı şirkin ve küfrün mücadelesini vererek insanları, Tevhidi ilkelerden zorbalıkla koparmaya çalışmışlar, böylece insanları şirke sokmaya, Tevhidi esaslardan uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Şu bir gerçektir ki, şeytan ve insan cinsinden yardımcıları, bu konuda epey mesafe kat etmişler, kısmi olarak başarı da elde etmişlerdir.

Dünyada şeytanın baş temsilcisi, emperyalizm ve ateizmdir. Allah’ın ve Müslümanların en büyük düşmanı olan emperyalizm ve ateizm, İslâmi değerlere ve Müslümanlara açıkça savaş açmışlar, insanları İslâm’dan ve Tevhidi esaslardan uzaklaştırıp şirke düşürmek için tüm imkânlarını seferber etmişlerdir.

Her ülke içerisinde de şeytanın temsilcileri vardır; bunlar, gayri İslami düzenler, diktatörler ve yöneticilerdir. İdare ettikleri halkların Tevhidi esaslara yönelmelerini engelleyen bu zorba sistemler ve diktatörler, şeytanın baş temsilcisi emperyalizm ve ateizmle koordineli bir şekilde çalışırlar, planlar hazırlarlar ve kararlar alırlar. Bunun sonucunda şirk ve küfür cephesi, Müslümanların yaşadıkları ülkelerde emperyalizmin ve ateizmin yerli işbirlikçileri içerden, emperyalizm dışardan olmak üzere iki cepheden Müslümanlara saldırır, tevhidi esasları bulandırmaya Müslümanları tevhidi esaslardan uzaklaştırmaya çalışırlar.

Şeytanın eyalet ve bölge temsilcileri olan beşeri sistemlerin ülke yöneticileri, ülkede çeşitli yasalar, yönetmelikler ve tüzükler çıkarılar/çıkartırlar. Bu yasalardan bazıları, doğrudan doğruya İslâm’la, İslâmi değerlerle ve Müslümanlarla savaşmak ve mücadele etmek için “irtica ile mücadele” başlığı altında çıkarılırken, bazıları ise, daha esnek bir içerikle, hatta kısmen taviz verir bir nitelikle hazırlanmaktadır. Bu yasalarla amaçlanan şey, Müslümanları ve Müslüman sandıkları İslâmcıları tuzağa düşürüp şirke ve küfre sokmak, onları İslâmi esaslardan uzaklaştırmaktır.

Şeytanın bölge temsilcilerinin çıkardıkları bazı yasalar parti, dernek ve vakıf gibi kurumların oluşumuna izin vermektedir. Beşeri sistemlerin, bu yasalarla yapmak istediği şey, hem kontrol mekanizmasını daha iyi çalıştırmak, hem de Tevhidi esasları yeterince bilmeyen ve Müslüman olduklarını iddia eden kimseleri, şirke sokup Rab’lerine isyan ettirmek ve böylece onları, yüce Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıp cehenneme sokmaktır. Nitekim günümüzde birçok İslâmcı bu tuzağa düşmüş, rejimin izin ve icazet verdiği küfür ve şirk kurumları olan parti, dernek ve vakıflar kurarak ya da bunlara üye olarak şirke ve küfre düşmüşlerdir.

Müslüman olduklarını zanneden bazı kimseler, yüce Allah’ı razı etmek iddiası ile beşeri düzenlerin izin ve icazet verdiği parti, dernek vakıf gibi kurumları metod olarak kabul ettiler. Oysa bu kurumlar, şeytani düzenlerin razı oldukları, yüce Allah’ın ise razı olmadığı şirk ve küfür kurumlarıdır.

Yüce Allah(cc), kendi zatına nasıl iman edileceğini, ibadetin nasıl yapılacağını, davetin insanlara nasıl ulaştırılacağını Kur’an’ı Kerim’de açıkça belirtmiş, belirlenen bu esaslar doğrultusunda hareket edilmesi halinde kullarından razı olacağını bildirmiştir. Yani yüce Allah (cc), dinini vazederken onun metodunu da bildirmiştir.

“Kısa ve doğru yolu Allâh gösterir. Ama o yoldan sapan da var. Allâh dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl, 9)

“Doğru yola iletmek bize âittir.” (Leyl, 12)

“İşte benim doğru yolum budur, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın! Korunmanız için (Allâh) size böyle tavsiye etti.” (En’am, 153)

Yüce Allah’ın bildirdiği metodun dışındaki yol ve yöntemleri İslâmi davet metodu olarak kabul etmek, yüce Allah’ın bildirdiği esaslardan yüz çevirmek, şirke ve küfre girmektir.

3- Kişilerin, kendi arzularını tatmin etme, heva ve heveslerini razı etme ve kolay olanı tercih etme duyguları da onların, şirke ve küfre düşmelerine ve Tevhidi esaslardan sapmalarına neden olmuştur.

Yüce Allah (cc), vahyettiği esaslarla, insanların yeryüzünde nasıl hareket edeceklerini, kendi nefislerine, diğer nefislere ve Rab’lerine karşı sorumluluklarının ne olduğunu ve ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerini en ince teferruatına kadar düzenlemiş ve insanlardan, bu bildirilen esaslara kesinlikle uymalarını istemiştir. Yüce Allah (cc), bildirilen ilahi esasların dışındaki düzenlemelerin, davranışların, düşünce ve yöntemlerin şirk, küfür ve sapıklık olduğunu, bu nedenle, vahyi esasların dışındaki tüm hareketlerden razı olamayacağını bildirmiştir.

Kimi insanlar, kendilerince, daha iyi kulluk ve ibadet yapmak, yüce Allah’ı daha iyi razı edebilmek düşüncesiyle İslâm’da olmayan ve yüce Allah’ın bildirmediği İslâm dışı düşünceleri ve ibadetleri almışlar, bunları İslâm dininden zannederek onlara uymuşlardır. Bazı kimseler de, kendilerince uygun görmedikleri, imandan ve ilimden yoksun akıllarına uygun bulmadıkları, aslında nefislerinin hoşuna gitmeyen yüce Allah’ın hükümlerinden bazılarını terk ederek onun yerine kendi uydurdukları ya da atalarından gördükleri düşünce ve hareketleri koyarak yüce Allah’a kulluk yapmaya çalışmışlardır. Diğer bir kısım insanlar ise İslami gerçekleri, Kur’ani hükümleri ve Tevhidi esasları bilmedikleri için geleneksel kültür artıklarını, gelenek ve göreneklerini İslam zannederek onu din edinmişler; böylece Rab’lerini razı edebileceklerini zannetmişlerdir.

Gerek bilerek gerekse bilmeyerek İslami esasları eksiltmek, artırmak ve bilmeden terketmek ya da umursamamak, İslam’ı eksik ve yetersiz görmek olduğundan şirk ve küfürdür, yüce Allah’ın üzerine iftira atmaktır.

“Onlar bir günah işledikleri zaman: ‘Babalarımızı bu din üzerinde bulduk, bunu bize Allah emretti’ derler. De ki: ‘Allah günah işlemeyi emretmez, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (A’raf, 28)

“Müşrikler; ‘Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız O’nu bırakıp hiçbir şeye tapmazdık ve O(‘nun haram kıldığı dışı)nda hiçbir şeyi haram kılmazdık! dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Rasullere düşen ancak açıkça tebliğ etmek değil midir?” (Nahl, 35)

Şirk tarihinde, şirk fiilini inceleyenler, yüce Allah’a isyan etmek için bilerek şirk koşmuyorlardı. Onlar, yaptıkları bu fiille yüce Allah’ı razı edeceklerini sanıyorlardı. Bu yüzden atalarından devraldıkları gelenek, görenek ve kültürlerini din zannederek ve bu yolla Rab’lerini razı edebileceklerini düşünerek hareket ediyorlardı. Oysa yüce Allah (cc), kendisinin nasıl razı edilebileceğini ve nelerden razı olduğunu apaçık bir şekilde insanlara bildirmişti. Ancak insanlar, O’nun bildirdiklerini değişik vesilelerle terkedip O’nun adına başka yollara sapıyor ve şirke düşüyorlardı.

“Biz bu Kitabı sana hak ile indirdik; sen dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na kulluk et. İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinerek: ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz,’ diyenler(e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı hidayete iletmez.” (Zümer, 2-3)

Yüce Allah’ın indirdiği Tevhidi ilkeleri bırakıp kendi hevalarından uydurdukları kuruntularla ya da bağlı oldukları şeyh, efendi, ağabeylerinin istek ve arzularıyla veyahut da beşeri sistemlerin izin ve icazet verdiği parti, dernek ve vakıfların gölgesinde yüce Allah’ı razı edeceklerini zannedenler, aslında yüce Allah’a ortak koşmaktadırlar. Vahyin dışındaki tüm istekler ve yollar hevai ve zannidirler ki, zan gerçeğin kendisi değildir ve zanna tabi olmak şirktir.

“Onların çoğu, zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz. Muhakkak ki Allah, onların ne yaptıklarını bilir.” (Yunus, 36)

“Arzusunu ilah edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Allah’tan sonra kim doğru yolu gösterecek? Düşünmüyor musunuz?” (Casiye, 23)

İşte bu, büyük bir yanılgı, korkunç bir hüsrandır; yüce Allah’ın rızası umulurken O’nun azabına çarpılmak ve doğru yol üzerinde bulunulduğu sanılırken sapıklık içerisinde olmak. Yapılan onca amelin, şirke bulanması nedeniyle boşa çıkmasını görmek hüsranların en büyüğü ve en acısıdır. Bu nedenle yapılacak şey, insanın kendi nefsiyle, diğer nefislerle ve Rabb’iyle olan ilişkilerinin tümünü, vahyi esaslar doğrultusunda düzenlemesidir.

Tüm sıfat ve isimleriyle yüce Allah (cc), ortak koşulmaktan yüce ve münezzehtir. Ancak insanların çoğu O’na ait olan isim ve sıfatları O’ndan başkalarına vererek şirke düşüp sapmışlardır. Tarih sürecinde insanların şirke düştükleri konuları aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür.

ULÛHİYET’TE YÜCE ALLAH’A ORTAK KOŞMA:

Yüce Allah’ın Kur’an bütünlüğünde üzerinde ağırlıklı olarak durduğu husus, kendisine ortak koşulması hususudur. Bu nedenle Kur’an, insanları sürekli olarak “Lailahe illallah” kelime-i Tevhidi ile bildirdiği “Allah’tan başka ilah yoktur” gerçeğine ve yüce Allah’ın birliğine davet etmiştir. Ancak ne yazıktır ki, insanların çoğu “Lailahe illallah” kelime-i Tevhidi ağızlarıyla sürekli bir şekilde ve her vesile ile tekrarlamalarına rağmen düşünce, söz ve davranışlarında kelime-i Tevhidin zıddına hareket ederek yüce Allah’a şirk koşmaktadırlar.

Şirkten korunmak ve şirke düşmemek için öncelikle Kelime-i Tevhid içinde geçen ilah kelimesini bütün anlamlarıyla bilmek gerekir ki, “Lailahe” denildiğinde o ifadeye uygun bir şekilde hareket edilebilsin.

İlah Nedir? İlah, çok sevilen, kendisinden korkulan, ceza ve mükâfat veren, hüküm koyan, hâkimiyet kurup insanlar üzerinde egemen olan, kendisine sığınılan, kendisine yakınlık gösterilen güç, kişi ya da otoritedir. Bu manada, mü’minler için bütün anlamlarıyla tek ilah, yalnızca yüce Allah’tır.

1- Hükümde ortak koşma: Kâinatta hüküm yalnızca yüce Allah’a aittir. Hiç kimse ya da hiçbir güç, hükümde O’na ortak olamayacağı gibi, O’nun koyduğu hüküm üzerinde de en küçük bir tasarrufta bulunamaz, değişiklik yapamaz. Yüce Allah(cc), yarattığı kâinatın ve kâinatın içinde bulunan her şeyin, neye ihtiyacı olduğunu nasıl daha iyi yaşayacağını, birbirleriyle ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerini, Rabb’lerine karşı sorumluluklarını ve hareket stratejilerini en ince teferruatına kadar düzenlemiş ve bunu insanlara apaçık bir şekilde bildirmiştir. Yüce Allah (cc)’ın hükmüne göre hareket eden kâinatta her şeyde bir düzenlilik, bir ahenk ve uyum vardır.

“O (Allah) ki, yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı, Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözü(nü) döndür de bak bir çatlak görüyor musun?” (67 Mülk, 3)

Kâinattaki bu düzenlilik, ulûhiyetin tek elde olmasındandır. Yüce Allah(cc), aynı uyumun ve düzenin insanlar arasında, dünya hayatında da sağlanması için insanlara hükümlerini indirmiştir. Ancak insanlar, kendilerine gönderilen hükümleri, zamanla bırakarak ihmal ettiler ve indirilen hükümlere aykırı hareket ederek yüce Allah’a şirk koştular.

Yeryüzünde azgınlıklarının doruk noktasına çıkmış bazı kimseler, yüce Allah (cc)’ın indirdiği hükümleri reddettikleri yetmiyormuş gibi, bu hükümlere iman edip teslim olan insanlara da savaş açtılar ve kendileri, insanların yaşamlarını tanzim edecek hükümler koyup insanların bu hükümlere teslim olmasını istediler.

İnsanların yeryüzündeki yaşamları için kanunlar çıkarıp hüküm koyan azgınlar, daha sonra kendi ilahlıklarını, en üstün güç olduklarını ilan ettiler. İnsanlar, yüce Allah’ın kanunları ile azgın zorbaların koydukları kanunlar arasında kaldılar ve işte bu noktada Tevhid-şirk mücadelesi başladı.

Tevhid-şirk mücadelesinde, yüce Allah’ın hükmünü kabul edip o hükümlere teslim olan, yaşamlarını, söz ve düşüncelerini ona göre düzenleyen Müslümanlar, Tevhidi esasların mücadelesini verirlerken, azgın diktatörlerin ve yöneticilerin koydukları hükmü kabul edip destekleyen, oy verip teslim olan ve bu şirk kanunlarını yaşam tarzı kabul ederek ona göre düşünen, yaşayan müşrikler de şirkin mücadelesini verdiler.

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tağut (Allah’a isyan eden azgınlar) yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytanın tuzağı zayıftır.” (Nisa, 76)

Şeytanın temsilcisi tağutun ve tağuti düzenlerin ortaya koydukları kanunlar, beşeri düşüncenin ürünü olduğundan bu düzenler birer şirk sistemidirler. Beşeri sistemleri kabul etmek, benimsemek, oy verip destek olmak, yaşamı bu sistemlerin koyduğu kurallara göre düzenlemek de şirk olduğundan bu fiili işleyenler, yüce Allah’a isyan etmiş, şirke ve küfre girmiş müşriklerdir.

Hangi gerekçe ile olursa olsun, beşeri sistemlerin iyi olduğunu, ya da iyi olabileceğini düşünmek, söylemek, bu sistemlere destek olmak; tevhidi esasları inkâr etmek, İslam’ı benimsememek, küçük görmek, en önemlisi de yüce Allah’ın insanlar için iyi bir sistem indirmediğini, insan ürünü sistemlerin daha iyi olduğunu kabul etmektir ki bu, açıkça şirktir.

Kişi, tüm namazlarını altı vakitte, tam vaktinde de kılsa, her yıl hacca da gitse, orucunu düzenli olarak da tutsa, bunun yanında nafile oruç tutsa, nafile namaz kılsa, infak ve sadakalarını herkesten çok verse, malını yoksullara dağıtsa, hayır kurumları, okullar, hastaneler, sebiller yapsa, evet tüm bunları yapmış olsa bile, beşeri sistemlere oy verip desteklediği, ya da bu sistemlerin iyi bir sistem olduklarını düşünüp söylediği sürece, bu kişi, apaçık bir şekilde şirke düşmüş, kâfir olmuş, yaptığı tüm salih ameller boşa çıkmış, zayi olmuştur.

“Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allah’ın mescitlerini şenlendiremezler. Onların yaptıkları işler boşa çıkmıştır ve onlar, ateşte sürekli kalacaklardır.” (Tevbe, 17)

“Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: ‘Andolsun, eğer müşrik olursun amelin boşa çıkar ve hüsrana uğrayanlardan olursun!” (Zümer, 65)

Yüce Allah’ın hükmünü bırakıp beşeri sistemlerin hükmüne uyanlar, Allah için en iyi ve en güzel şeyleri yapmış olsalar bile, şirk koştukları için, yapageldikleri her şey boşa gidecek ve cehennemin içinde ebedi olarak kalacaklardır. Çünkü müşrikler, insanları aydınlığa ve kurtuluşa ulaştıran hak dinini terk etmişler, zulüm ve adaletsizliğin simgesi olan beşeri sistemlere inanmış, oylarıyla da olsa ona destek olmuşlardır.

Beşeri sistemlere tabi olanlar, bunu açıkça ifade etmeseler bile, davranış ve düşüncelerinde yüce Allah’ın dinini inkâr etmiş yalanlamışlardır. Müşrikler, açık ya da gizli olarak inkâr etmiş olsalar bile, yüce Allah(cc) hükmedenlerin en iyi hükmedenidir, yaratma ve emir de yalnızca O’nundur.

“Allah, hüküm verenlerin en iyi hükmedeni değil midir?” (Tin, 8)

“Rabbiniz o Allah’tır ki; gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşa istiva etti, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O’dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!” (A’raf, 54)

“Siz, o’nu bırakıp ancak sizin ve atalarınızın taktığı birtakım (boş) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine tapmanızı buyurmuştur. İşte doğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40)

İnsanların, kendi yanlarından uydurup kutsiyet verdikleri kimselere itaat etmelerinden daha küçültücü bir şey olamaz! İsrail oğullarının elleriyle yapıp tapındıkları cansız buzağı heykeli; Arap Cahiliye döneminde tahta, tunç ve taşlardan yapılan putlar; ilkel insanların totemleri ne idiyse, ne kadar ilkelliği temsil ediyor ve insanları ne kadar alçaltıp küçültüyor idiyse, günümüzde kanunlar çıkarıp insanların buna uymasını isteyen kanun koyucular, kutsanan liderler, onlar adına yapılan heykeller, hevalarıyla insanlar üzerinde otorite olan şeyh ve ağabeyler de gayri İslâmi, batıl, ilkeldir ve kendilerine tabi olanları küçültücü ve aşağılayıcıdır.

Beşeri sistemler, hiçbir ilmi yönü bulunmayan, kâinat, hayat ve insan gerçeğine ve bunlar arasındaki ilişkilere uygun olmayan, tamamen zanna dayanan görüşlerden hareketle kanunlar çıkarır, hükümler koyarlar. Bu nedenle de koyulan hükümler, hep farklı olur ve çoğu kez birbirleriyle çelişirler. Bu çelişkiler, insanları karşı karşıya getirir ve çatışmalara, savaşlara, şiddet ve teröre neden olur.

“Rabb’inin kelimesi (sözü) doğruluk ve adaletçe tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O işitendir, bilendir. Yeryüzünde insanların çoğuna uysan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Çünkü onlar, ancak zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 115–116)

Öyle bir saçmalık, şaşkınlık ve sapıklık ki, yarın kâinatta ve hayatta ne olacağını bilmeyen, insanların yarın ne isteyecekleri hakkında bilgi sahibi olmayan, gaybı bilmeyen, insanların istek ve arzularından, beğenilerinden ve neye karşı olduklarından habersiz olan, en önemlisi de, insanın yaratılışındaki fıtratı ve amacı kavramayan, hatta yarın kendisinin bile nelerle karşılaşacağından haberi bulunmayan bir insan ya da insanlar topluluğu, başka insanların geleceği hakkında hükümler koyuyor, insanların yarınlarına, bugünden müdahale ediyor, ipotek koyuyorlar.

Bu kanun koyucuların yaptıklarından daha iğrenç ve kötü olanı ise, bunların koydukları hükümleri kabul edenlerin yaptıkları kölelik ve itaattir. Aynı özelliklere, aynı yaratılış fıtratı ve özelliğine sahip olan bir kısım insanlar başkalarının geleceğini belirliyorlar. Ne acı ve ne zavallıca bir durumdur ki bazı kimseler de kendileri gibi eksik olan kimselerin koydukları yasalara itaat ediyorlar. İtaat eden de, edilen de zavallı, müşrik ve şaşkındır.

2- Sevgide şirk koşma: İnsanların yüce Allah’a şirk koştukları ikinci husus, yüce Allah dışındaki varlıklara olan sevgi ve muhabbetlerinin fazlalığıdır. Bu sevgi ve muhabbet kişiyi, çoğu zaman yüce Allah’ı unutturacak noktaya ulaştırmaktadır. Gerek önder edinilen kişilere, gerekse mal, mevki ya da eş ve çocuklara karşı duyulan bu derin sevgiler insana, asıl sorumluluğunu unutturmakta, Rabb’ine karşı yapılması gereken görev ve kulluğunu ikinci plana attırmaktadır. Bu ise apaçık bir şekilde yüce Allah’a şirk koşmaktır. Sevgide yüce Allah’a şirk koşmayı üç başlık altında toplamak mümkündür; bunlar:

a- Liderlere, sevilen insanlara duyulan aşırı sevgi:

Bazı kimselerin, önder edindikleri liderlere ya da birbirlerine karşı duydukları sevgi duygusu, zamanla sınırsız bir sevgi haline dönüşmekte, sevilen bu kimseler adeta dokunulmaz birer varlık olarak algılanmaktadırlar. Öyle ki, bu sevilen kimselerin istekleri, sevenleri tarafından itiraz edilemez, tartışılamaz birer emir olarak kabul edilmektedir.

“İnsanlardan kimi, Allah’ı bırakıp O’na eşler tutarlar, Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu keşke bilselerdi. Muhakkak ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Bakara, 165)

Yüce Allah’tan başkalarını sevmek; sevilen kimselerin sözlerini, istek ve emirlerini, yüce Allah’ın emirlerinden daha önemli saymak, onların kitaplarını Kur’an’dan daha çok okuyup bilmek, onların isteklerine göre yaşamaktır. İsterse o sevilen kimseler, Allah’a kulluk ve ibadet etmeyi emretsinler. Yani, yüce Allah(cc) istediği için değil de, o sevilen kimseler istediği için Allah’a kulluk yapılıyorsa bu, o insanları önemsemek ve öncelemek olduğundan şirktir.

Bugün İslamcıların, liderlerini, ağabey, üstad ve şeyhlerini sevmeleri, onların istek ve arzularına göre yaşamaları İslamcıları öyle bir noktaya getirdi ki, artık her şeye, her olaya liderlerinin bakış açısıyla bakıyor, dostluk ve düşmanlıklarını onların isteğine göre düzenliyorlar. Bu kimseler, örneğin, yüce Allah’a isyan eden, Rasulullah(as)’ın örnekliğini esas almayan bir kimseye liderleri dosttur diye dost olurlarken, vahyi esasları ölçü edinen, Rasulullah(as)’ıın örnekliğini alan bir mü’mine liderleri düşmandır diye düşman olmaktadırlar. İslamcılar için ölçü yüce Allah’ın rızası değil, liderlerinin, ağabey edindiklerinin ve şeyhlerinin rızasıdır.

İslâm toplumunun, bugün içinde bulunduğu parçalanmışlığın, birbirlerine düşman oluşlarının temel nedeni, lider sultasının varlığından, liderlere olan bağlılığın yüce Allah’a olan bağlılıktan daha önemli sayılmasından, hiziplerin Kur’an’ı yeterince bilmemelerinden ve yüce Kur’an’a, her hizbin kendi liderinin ya da mezhebinin bakış açısıyla yaklaşmalarından dolayıdır.

“Dinlerini parçaladılar ve fırkalara ayrıldılar. Her hizip kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (Rum, 32)

Hevalarını ölçü edinip vahyi esasları arkalarına atanlar ve liderlerini yüceltip onlara tabi olanlar, tevhidi esasları bölük bölük yapıp parçaladıkları, kendi arzu ve isteklerini, Tevhidi esaslara karıştırdıkları için yüce Allah’a şirk koşmuş müşrik olmuşlardır.

Dinlerini parçalayarak Doğru yolun üzerinde oturup insanları saptıracağına yemin eden şeytana tabi olan bu hizipler, Kur’an’ın, birlik içerisinde beraber olmalarını emreden ayetlerine aykırı hareket etmişlerdir.

“Topluca Allah’ın ipine sarılın, ihtilafa düşmeyin.” (Al-i İmran, 103)

“Allah’a ve Rasulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, gücünüz gider” (Enfal, 46)

Yüce Allah’ın emirlerini terk edip parçalanan İslamcı gruplar, aralarındaki kıskançlık ve hasetlik nedeniyle ve önder edindiklerine duydukları aşırı sevgi ve muhabbetin sonucu olarak Kur’an’dan uzaklaşıp gittiler.

“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belli bir süreye kadar Rabb’inden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra Kitab’a varis olanlar kuşku veren bir şüphe içindedirler.” (Şura, 14)

İslâm ümmetinin bugün yaşadığı zilletin, bunalım, sıkıntı ve kaosun asıl nedeni, lider sultasına olan aşırı sevgi ve muhabbetten dolayı Kur’an’ın terk edilmesidir. Birçok kimse, ümmet arasındaki bu parçalanmışlıktan rahatsızlık duydukları, liderlerin bir araya gelmeyişlerini dile getirmekte, ancak kendi liderlerinin etrafında toplanılmasının daha doğru olacağını düşünmektedirler.

Parçalanmışlıktan her vesile ile bu rahatsızlıklarını dile getirdikleri halde, liderlerine olan bağlılık ve sevgilerinden dolayı, kendileri, arzuladıkları vahdeti oluşturmak için çalışmıyor ve tevhidi esaslara yönelip Kur’an’a sarılmıyorlar. Çünkü liderlerine olan aşırı sevgi ve bağımlılıkları onları kör etmiş, düşünme yetenekleri dumura uğramıştır.

Liderlere bağlılıkları nedeniyle ümmetin bölünmesine sebep olan kimseler, liderleriyle beraber yüce Allah’ın gazabına uğrayacaklar ve cehennemde ebediyen kalacaklardır. Ancak onlar, dünyada birbirlerine dost oldukları gibi ahirette dost olmayacaklar ve cehennemde birbirlerini suçlayarak birbirlerine düşman olacaklardır.

“Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: "Biz size uymuştuk. Şimdi siz, şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?

Büyüklük taslayanlar da dediler ki: "Hepimiz de onun içindeyiz. Allâh kullar arasında (böyle) hüküm verdi!” (Mü’min, 47-48)

İşte lider sevgisinin ve ona körü körüne bağlanmanın kişiyi sürüklediği sonuç bundan başka bir şey değildir. Dünya hayatında İslâm toplumunun bölünmesine ve Müslümanların, emperyalizmin ve küfrün önünde küçük düşürülüp perişan olmalarına sebep olan liderlere bağlılık ve onlara aşırı sevginin sonucu dünya hayatında yüce Allah’a şirk koşmak ve ahirette ebediyen cehennemde kalmaktır.

b- Çocuklara ve mallara duyulan sevgi: Sevgide yüce Allah’a şirk koşmanın diğer bir boyutu ise, çocuklara ve mala olan düşkünlük ve sevgidir. İnsana, dünya hayatının süsü ve güzelliği olarak verilen ve yüce Allah’ın belirlediği esaslar doğrultusunda değerlendirilmesi halinde insanı yüceltecek ve Rabb’inin rızasını kazandıracak olan mal ve çocuklar, vahyi esaslar doğrultusunda değerlendirilmediği için insanı, Rabb’ine isyan ettirip şirke ve küfre sürükleyen birer araç haline gelmiştir.

“Muhakkak ki dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder korunursanız (Allah) size mükâfatlarınızı verir ve sizden mallarınızı istemez.” (Muhammed, 36)

Yüce Allah (cc), insana verdiği mal ve evlat hakkında geniş bir şekilde bilgi vermiş, bu malı nasıl kullanacağını kendisine bildirmiş ve nihayet mal ve evlada yaklaşmasındaki sonuçları açıklamıştır.

“Biz yeryüzü üzerindekilerini süs diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.” (Kehf, 7)

“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihandır; büyük mükâfat Allah’ın yanındadır.” (Enfal, 28)

“Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan salih ameller, Rabb’inin katında sevapça ve umutça daha hayırlıdır.” (Kehf, 46)

Mal ve evladın insan için ne ifade etmesi gerektiği ve insanın, kendisine ihsan edilen bu güzel vesilelerle Rabb’inin rızasını kazanıp büyük mükâfatları nasıl elde edebileceği insana bildirildikten sonra; malın insanı Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiği de hatırlatılmış ve bunun sonucunda insanı nelerin beklediği hatırlatılmıştır.

“Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi, Allah’ı anmaktan alıkoymasın! Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.

Biriniz kendisine ölüm gelip de: ‘Rabb’im beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip salihlerden olsaydım’ demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin.” (Münafikun, 9–10)

“Öyleyse gücünüz yettiğince Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin ve kendi hayrınıza infak edin. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Tegabun, 16)

Yüce Allah (cc), yalnızca mal ve oğullarla ilgili değil, eşlerle ilgili de uyarıda bulunmuş, eşlere dikkat edilmesini bildirmiş, bu konuda iki peygamberin hanımlarından da örnekler vererek Müslümanları uyarmıştır.

“Ey iman edenler, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır; onlardan sakının…” (Tegabun, 14)

“Allah, kâfirler hakkında Nuh’un karısı ile Lut’un karısını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun (nikâhı) altında idiler; onlara ihanet ettiler. Kocaları Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (onlara): ‘haydi girenlerle beraber siz de ateşe girin’ denildi.” (Tahrim, 10)

Bütün bu uyarılara, müjde ve korkutmalara rağmen insanlardan bir kısmı, bu uyarıları hiç duymamış gibi, dünya hayatına, mal ve evlatlara yöneldiler ve yüce Allah’a karşı kulluk görevlerini, ya kısmen ya da tamamen terk ederek şirke ve küfre girdiler.

İnsanlar, oyun, eğlence ve süs olarak yaratılan dünya hayatını, mal ve evladı asıl gaye edindiler; ömürlerini mal kazanmaya ve evlat sahibi olmaya vakfettiler. Onlar, yüce Allah’ın kendilerine ihsan ettiği ve hizmetlerine verdiği mala ve evlada hizmetçi ve köle oldular. Değer yargılarını maddeye göre belirleyen insanlar, asıl görevleri olan yüce Allah’a ibadet ve kulluğu ihmal edip terk ettiler, dünyevi basit değerlerini, Allah ve Rasulünden daha önemli gördüler.

“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, zarar etmesinden korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler, size Allah’tan, Rasulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fasık kavme hidayet vermez.” (Tevbe, 24)

Dünya hayatı ve dünyevi değerlerin Allah’tan, Rasulünden ve cihad etmekten çok sevilmesi ve önemsenmesi fıskı gerektiren ve hidayetten mahrum bırakan bir durumdur. İnsan, aracı amaç, değersizi değerli, hedefe götüren yolu hedefin kendisi zannederse sapar, dalalete düşer.

Mal ve evlada olan düşkünlük, Allah’ın doğru yolu üzerinde oturup insanları saptıracağını ve onlara sağdan soldan, önden, arkadan girerek Allah’a isyan ettireceğini söyleyen şeytandandır. Şeytan (aleyhillane), insanı şirke düşürmek, böylece onu Allah’a isyan ettirmek için her vesileyi olduğu gibi mal ve evladı da kullanmaktadır.

“(İblis): ‘Şu benden üstün yaptığını gördün mü? Şayet beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetine, pek azı hariç, kumanda edeceğim.’ Dedi.

(Allah) (defol) git, onlardan kim sana uyarsa, cezanız cehennemdir, mükemmel bir ceza!

Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla onların üzerinde yaygarayı bas, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol; onlara vaatler yap, gerçi şeytan onlara aldatmaktan başka bir şey vaadetmez.” (İsra, 62–64)

Şeytanın aldatmalarına, hile ve tuzaklarına aldanan kimse mal ve evlada karşı düşkünlük gösterir ve bunlar olmazsa dünyada yaşanamayacağını sanır, ömrünü mal kazanmak için harcar ve gece gündüz demeden çalışır durur. Öyle ki artık o kimse için tek değer, yalnızca mal ve servettir.

“Kadınlardan, çocuklardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü gösterildi. Bunlar, sadece dünya hayatının geçimidir; asıl varılacak yer Allah’ın yanıdır.” (3 Al-i İmran, 14)

Asıl gidilecek yeri, varılacak hedefi ve gösterilen amacı unutan insan, dünya hayatını ebedi sanarak burada kendisine, temelli kalacağı saraylar, evler, yurtlar yapar, mal yığar ve bunu çoğaltmak için mücadele eder, hatta yüce Allah’tan daha çok mal ister. Öyle ya, o kimse yalnızca bu dünya hayatı vardır; bu yüzden burayı imar etmeli, zevk ve sefa süreceği bir cennet(!) haline getirmelidir.

Mal biriktirme peşinde ömrünü harcayan bir kimse, açıkça itiraf etmese de düşünce ve davranışlarıyla ahirete gideceğine iman etmiyor demektir. Bu kimse, namaz kılsa, oruç tutsa ve Hacca da gitse, temel itibariyle ahiret diye bir endişesi yoktur.

“… İnsanlardan kimi, ‘Rabb’imiz, bize dünyada ver’ der, onun ahrette bir payı yoktur.” (Bakara, 200)

“Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerini(nin karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.

Onlar, öyle kimselerdir ki, ahirette onlar için yalnızca ateş vardır ve yaptıklarının hepsini boşa çıkarmış, amelleri batıl olmuştur.” (Hud, 15–16)

Dünya hayatını amaç edinen kimseler, Müslüman değil müşriktirler. Çünkü onlar, yüce Allah’a duymaları gereken sevgiyi dünya hayatına karşı duymuş, ahireti unutmuşlardır. Bu kimselerin, “Ahiret hayatı vardır, biz buna iman ediyoruz.” demeleri, ancak kuru bir iddia ve kendilerinin dahi inanmadıkları bir sözdür. Çünkü bu kimseler, gerçekten yüce Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş olsalardı, yüce Allah’ı daha çok sever ve ahireti kazanmak için çalışırlardı.

“Ki onlar, dünya hayatını âhirete tercih ederler, Allah’ın yoluna engel olur ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar, derin bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 14)

“Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildirler.” (Rum, 7)

Yüce Allah (cc), herkese istediğini verecektir. Bu, O’nun rahmetinin gereği ve hesap sormasının sonucudur. Ancak şu bir gerçektir ki, dünya hayatını isteyenlere ve dünyada servet içinde yaşayanlara, ahirette ancak azap ve ateş vardır. Bu yüce Allah’ın adaletinin bir gereğidir.

İnsanlar açlık ve sefalet içinde yüzerlerken, onlara yardım etmeyen, onların hakları olan malı vermeyen kimseler, dünyada rahat bir yaşantı sürmelerinin karşılığında ahirette cehennemde ebedi olarak kalacaklardır.

“Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız; kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan bir pay veririz. Ancak onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura, 20)

İnsana, Rabb’i tarafından verilen malın tümü, insanın kendisine verilmemiştir. Bu verilen malda, yoksulların hakkı bulunduğu gibi, Allah yolunda harcanacak bir pay daha vardır. Ancak insanın dünya hayatına ve mala olan sevgisi, bu hakları hak sahiplerine vermesine engel olmuş ve onu cimrilik ve bencilliğe sürüklemiştir. İnsandaki bu cimriliğin ve bencilliğin nedeni, şeytanın onu, malının azalacağı şeklinde korkutmasıdır.

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyler yapmayı emreder. Allah ise size kendi tarafından bağışlama ve lütuf vaadediyor. Şüphesiz Allah(ın lütfü) geniştir, (O) bilendir.” (Bakara, 268)

İnsanın doyumsuzluğu, kanaatsizliği, şeytanın vesveseleriyle birleşince insan, daha çok mal yığma sevdasına kapılır ve biriktirdikçe biriktirir. Malının azalacağı endişesiyle malında hakkı bulunan yoksulun hakkını vermez, infakta bulunmaz ve yüce Allah’ın dininin yayılması için Allah yolunda malını vermez.

Mal kazanmayı, yaşamının temel gayesi kabul eden kişiye, yoksulların haklarının verilmesi gerektiği hatırlatıldığında: “Ben o yoksullar için mi çalışıyorum, neden alın teriyle, binbir zorlukla kazandığım malımı onlara vereyim? Çalışsın o da kazansın” der, infak etmeyi reddederek Rab’ine karşı isyan eder.

İnsan, yüce Allah’ın kendisine verdiği akıl, sağlık, güç ve imkânlar sayesinde o malını, Allah’ın arzından elde ettiğini hiç düşünmez. Onun tek düşüncesi vardır; yiyeceğinden, kullanacağından kısacası ihtiyaçlarından fazlasını biriktirmek, zenginleşmek, sonsuz bir servete kavuşmaktır. O kişi, öldüğü gün birkaç metre kefen bezini bile götüremeyeceğini hiç düşünmez. Belki de arkasından kendisine küfredip hakaret edecek, belki de en kötü şekilde harcayacak evlatları için biriktirir de biriktirir.

O ki mal yığdı, onu saydı durdu. Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanıyor.” (Hümeze, 2–3)

Basit, değersiz ve geçici olanı ebedi sanmak, bunun için çalışıp ömrü bu uğurda tüketmek ne büyük bir gaflet ve yanılgıdır. Hele, değersiz ve geçici olanı değerli ve kalıcı olana tercih etmek, değersiz olan bir şey ile fırsat elde iken değerli olanı kazanmamak daha büyük bir hüsran, gaflet ve basiretsizliktir.

Akleden, basiret sahibi olan kimse hayatını, kendisine fayda getirecek şeyler elde etmeye adar; akılsız ve basiretsiz olan kimse ise, ileriyi görmediği için gözü kapalı hareket eder ve basit şeyleri değerli, geçici olanı ebedi sanır. Sonunda ebedi olanla yüzyüze geldiğinde ise artık iş işten geçmiş, dönülmez bir yola girmiştir. Onun için pişmanlıklar, hayıflanmalar, çırpınmalar hiçbir fayda vermeyecektir.

“Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana Kitabım verilmeseydi!" Şu hesabımı hiç bilmemiş olsaydım! Keşke (ölüm) işimi bitirmiş olsaydı! Malım bana hiçbir yarar sağlamadı. Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti” (Hakka, 25–29)

Hesapla yüzyüze gelinmiş, muhasebede iflas edilmiş ve gidilecek ebedi mekana bilet kesilmiştir. Bu gidilen yerde yapayalnız kalınmıştır; ne dünyada biriktirilen malın, ne de kendileriyle övünülüp durulan evlatların bir faydası olmuştur. Fayda vermeleri şöyle dursun, üstüne üstlük bunlar birer azap aracı olarak, hatta azabı kat kat artırıcı olarak sahibine zarar vermektedirler.

“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele! O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır: "İşte nefisleriniz için yığdıklarınız, yığdıklarınızı tadın!" (denilir).” (Tevbe, 34–35)

Bütün bu acı azabın ve cehennem ateşinde sürekli yanmanın nedeni, Allah’tan çok sevilen, yüce Allah’ın emrine göre harcanmayan, Allah’ın emrini unutmasına neden olan, kendisiyle şımarılıp böbürlenilen ve bu nedenle yüce Allah’a şirk koşulan mal ve evlatlardır. Mal ve evlat sevgisi yüzünden gidilecek ebedi mekân unutulmuş, yoksulların hakları gasp edilmiş, yetimlere zulmedilmiş, yüce Allah’a şirk koşulmuş ve küfre girilmiştir. Bunca azgınlığın sonu ise, elbette içinde sürekli kalınacak cehennemdir. Artık çocukların da kişiye orada bir faydası dokunmayacaktır.

“Dost dostun halini sormaz. Birbirlerine gösterilirler. Suçlu ister ki o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin: Oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini (versin) de tek kendisini kurtarsın. Kesinlikle! o (ateş), alevlenen bir ateştir. Derileri kavurur, soyar. (Kendine) çağırır; sırtını dönüp gideni, (Mal) toplayıp kasada yığanı!” (Mearic, 10–18)

c- Korkuda Allah’a şirk koşma:

Ulûhiyette yüce Allah’a şirk koşmanın üçüncü bir şekli, yüce Allah’tan daha fazla başkasından korkmaktır. İnsan, yapısı itibariyle zayıf, güçsüz ve bazen de çaresizdir. Bu nedenle, kendisinden güçlü, üstün ve çeşitli yeteneklerle donanmış doğa olaylarından, diğer varlıklardan ve başka insanlardan kimi zaman korkar, çekinir.

Yeryüzünde hilafetle görevlendirilen insanlardan bazıları zamanla bu görevlerini unutarak azgınlaşmış, Rabb’lerine isyan etmiş ve birbirlerinin can düşmanı kesilerek azgınlıkta sınır tanımamıştır. Bunlar, diğer insanları kendilerine kul, köle yapmaya çalışmışlar, zaman zaman kendilerinin birer ilah olduklarını ilan etmişler, kanunlar çıkartarak insanları bu kanunları kabul etmeye zorlamışlardır.

Yüce Allah’a kul olduklarını unutarak insanları kendilerine kul köle yapan azgınlar, insanlar üzerinde terör estirmişler, yüce Allah’ın insanlara verdiği rızkları kesmeye çalışmışlar; masum ve güçsüz insanları haksız yere öldürmüşlerdir.

Azgınlaşan insanlar önünde sessiz kalan güçsüz insanlar, zaman içinde can korkusu, rızık endişesi, bela ve musibet korkusu ile azgınlara itaate etmişler, onlar önünde küçülmüşler, Rab’lerinin emirlerini unutarak azgınlara tabi olmuşlardır.

1- Ölüm korkusuyla şirk koşma.

Yüce Allah’ı gereği gibi tanımayan, vahyi esaslardan gafil olan, yaradılışı, hayatı ve ölümü gereği gibi anlamayan, hayatı yaşadığı zaman diliminden ibaret zanneden, dünya hayatını ahiret hayatına tercih edip dünya hayatı için çalışan kimseler, ölümden çok korkarlar. Bu kimseler, ölür ya da öldürülürler korkusuyla, yüce Allah’ın emirlerinden yüz çevirir, sırt dönerler. Bunlar, Allah yolunda en küçük bir fedakârlık dahi yapmazlar.

Can korkusu ve ölüm endişesiyle hareket edip bu endişe ile yüce Allah’ın emirlerinden yüz çeviren, Allah yolunda çalışıp herhangi bir fedakârlıkta bulunmayanların yüce Allah’a imanları, sadece yüce Allah’ın varolduğu gerçeğini ifade eden kuru bir bilgiden başka bir şey değildir. Bu kimselerin, bu sathi ve kuru bilgileri, yüce Allah’ın dilediği bir şeyi “ol” emriyle yapabilen, üstün olan, kudret ve kuvvet sahibi olan, rahmet ve merhameti her şeyi kuşatan, izni dışında hiçbir şey hareket etmeyen, bir olan Allah’a edilen iman değildir.

İman, yüce Allah’ın, dilediğinden ve yazdığından başka hiçbir şeyin olamayacağını kesinlikle bilmek ve yaşamı bu esasa göre düzenlemektir. İman eden bir kimse, yaşamın ve ölümün yalnızca yüce Allah’ın iradesinde bulunduğunu bilmeli ve hiçbir şekilde ölümden korkmamalıdır.

“Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölmez. (Ölüm) Belirli bir süreye göre yazılmıştır…” (Al-i İmran, 145)

“Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine ölüm sizi bulur…” (Nisa, 78)

Hayat, yüce Allah’ın elinde ve iradesinde olduğu gibi, hayatı sona erdirme de O’nun elinde ve iradesindedir. Bu gerçeğe iman edenler, yaşam standartlarını ona göre tanzim eder, olay ve olgulara bu imanla yaklaşır, ilişkilerini bu esas çerçevesinde düzenler ve geleceğe bu gerçeği göz önünde bulundurarak bakarlar.

Hayatın ve ölümün yüce Allah’ın elimde bulunduğuna iman eden bir gencin, aşağıya aldığımız bir anısı, Allah’tan başkasından korkmayanlar için güzel bir örnektir.

Anarşi ve terörün, Kemalist diktatörlüğün eliyle ve kışkırtmalarıyla doruk noktaya ulaştığı 1980’li yıllarda, okulların boykot edildiği, genç nesillerin katledildiği bir dönemde, gece lisesinde okuyan bir genç, inkârcı ateistlerin okulu boykot çağrılarına uymadan tek başına gidip sınıfında oturuyor, ders saatini tek başına sınıfta geçiriyor, gelen öğretmenlerle sohbetler yapıyordu. Bu sohbetlerden birinde solcu bir öğretmenle bu gencin arasında şöyle bir konuşma geçer.

(Öğretmen)- “Neden sen de diğer öğrenciler gibi boykota katılmıyorsun? Bak sana bir zarar verebilirler, hatta seni öldürebilirler. Yazık değil mi bu genç yaşta boşu boşuna ölmek!”

(Genç)- “Ben Müslümanın, bunların çağrısına icabet edemem; onların beni öldürmeleri ise mümkün değildir. Çünkü beni belli bir zaman diliminde varedip yaratan yüce Allah (cc), vaadine sadıktır. Şayet, yüce Allah’ın vaadettiği vakitten önce ölürsem, (haşa) yüce Allah (cc) yalan söylemiş olur ki, benim Rabb’imin yalan söylemesi mümkün değildir. Yüce Allah’ın vaadettiği sürenin sonuna ulaşmışsam bunu zaten hiç kimse engelleyemez. Bu durumda, kâfirlere itaat etmeden öldürüldüğüm için Allah indinde şehit olurum ki bu benim arzuladığım şeydir. Ancak kâfirlere itaat edip de ölürsem o halde asla iflah olamam!”

Bu cevap karşısında şaşkına dönen öğretmen, ne diyeceğini bilemez; öğrencinin bu korkusuz tavrı karşısında söyleyecek söz bulamaz. Kısa bir sessizlikten sonra öğretmen:

-“Onlar, (ateist öğrencileri kastederek) senin arkanda güçlü bir örgüt vardır sanıyorlar; bu nedenle senden çekiniyorlar. Bunun için sana saldırmıyorlar.”

(Öğrenci genç)- “Benim arkamda çok büyük bir güç var, o da yüce Allah’tır.” der.

Yüce Allah’tan başkasından korkmamak, iman olduğu gibi, aynı zamanda insanı korkusuz kılar ve kişiyi, muvahhit bir Müslümana yaraşır bir tavır içerisine sokar. Oysa yüce Allah’tan başkasından korkmak, insanı hem şirke ve küfre sokar, hem de kişiyi zillet içerisine sokar, şahsiyetsiz, onursuz yapar.

Allah’tan başkasından korkanlar, öldürülme korkusu ile ya tevhidi hareketi terk ederler, ya da Tevhidi esaslardan taviz vererek, çarpık bir din anlayışına sahip olurlar. Bunlar, ölüm korkusuyla Nebevi Hareketi ve bu hareketin ortaya koyduğu örnek mücadele metodunu terk ederler. Şirk olan bu durum insanı, yüce Allah’ın azabına sürükler.

Ölüm korkusuyla hareket edip İslami hareketi terk edenler, şu gerçeği çok iyi bilmelidirler ki, ölümden hiçbir şekilde kaçılmaz ve ölüm, belirlenmiş olan sürede mutlaka sahibini bulur.

“De ki: ‘Sizin için belirtilmiş bir gün vardır. Ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri geçebilirsiniz." (Sebe, 30)

“De ki: "Sizin, kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni Bilen’e döndürüleceksiniz, O size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 8)

İman edenler için ölüm, yüce Allah’a ulaşmanın, saadet ve mutluluğa kavuşmanın kapısı ve geçiş yolu iken, kâfir, müşrik ve münafıklar için hesap verme ve azaba girmenin kapısıdır. Bu nedenle müşrikler, ölümden kaçarlar ve ölüm korkusuyla yüce Allah’a eş koşarak Tevhidi esasları karıştırırlar, ya da tamamen terk ederler.

Müşrik ve kâfirlerin ölümden korkmalarının temel nedeni, dünya hayatlarındaki bozuk yaşantıları ve bu yaşantının hesabını verme düşüncesi ile dünyayı ahirete tercih edip onu imar etme gayretidir. Çünkü onlar, dünya hayatındaki bu zevk ve sefa yaşantısını kaybedeceklerini ve ahiretteki hesaplarının ne kadar kötü olacağını çok iyi bilmektedirler.

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 2)

Ölümü, yüce Allah’a ulaşmanın yolu bilen Hz. Muhammed(as)’ın teslimiyeti ve örnekliği, ölümden korkmayanlar için bir meşale, bir rehberdir.

“De ki: ‘Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am, 162–163)

Emperyalistlerin, diktatör ve zorbaların, kendilerini öldüreceklerini zannedip Tevhidi esasları terk eden, asıl kimliklerini gizleyen, vahyi ölçüler içerisinde mücadele etmeyenler, yüce Allah’a şirk koşmuş kimselerdir. Bunlar, Müslüman olduklarını iddia etseler bile, bu iddiaları kuru bir ifadeden başka bir şey değildir. Çünkü Müslüman olmak ve yüce Allah’a teslim olmak, yalnızca O’ndan korkmayı ve O’nun belirlediği ölçüler içerisinde hareket etmeyi gerektirir.

2- Rızık korkusuyla şirk koşmak:

Korkuda insanları şirke sokan ikinci husus, rızık korkusudur. Kimi insanlar, rızklarını, içinde yaşadıkları siyasi rejimlerin ya da emrinde çalıştıkları patronların verdiğini, ya da kendi güç ve gayretleriyle kazandıklarını zannederler. O kimselerin bu zanları onları, kendilerine asıl rızkı veren âlemlerin Rabb’i yüce Allah (cc) indinde şirke sokmaktadır.

Rızık, tamamen yüce Allah’ın tasarrufundadır; O, dilediğinin rızkını açar, dilediğini kısar; ancak, O; yarattıklarını, rahmeti sebebiyle mutlaka rızıklandırır.

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın…” (Hud, 6)

“De ki: ‘Rabbim kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona (tekrar rızkı) kısar. Siz Allah için ne verseniz, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 39)

Bu ilahi mesajı anlamaktan mahrum olan ya da bu gerçekleri yeterince bilmeyen kimseler, yüce Allah’ın Rububiyetini unutarak, rızkı kendilerinin kazandıklarını, ya da idaresinde oldukları gayri İslâmi sistemlerin kendilerini rızıklandırdığını sanmışlar. Onlar, bu nedenle ya kendi hevalarını ilah edinerek peşinden koşmuşlar ya da idaresinde bulundukları yöneticilere rububiyet sıfatı vererek bir lokma rızk için onlara kulluk yapmışlardır.

Daha fazla mal elde etmek ya da daha müreffeh bir hayat yaşamak için yüce Allah’a karşı kulluk görevlerini ihmal eden ya da terk eden kimseler. Dünya hayatında umduklarına ulaşmışlar, ancak biriktirdikleriyle beraber cehennemi boylamışlardır.

Önce karınlarını doyurmak için rızık endişesi ile hareket eden kimseler, daha sonra mal çoğaltmak, daha fazla biriktirip zenginleşmek sevdasına kapılmışlardır. Zenginleşme sevdası, insanlara önce kulluk vazifelerini unutturmuş, giderek onları şımartarak azgınlaştırmıştır.

Zengin olmak hırsı ile infak etmeyi, Allah yolunda harcamayı terk eden bu insanların, çoğu mal biriktirip şımarmalarına, azgınlık içine girmelerine kılıflar da uydurmuşlardır. Örneğin günümüzde çok sıkça duyulan: “Müslümanlar zengin olmalı”, “Müslümanlar her şeyin en iyisine layıktır”, “Önce zengin olmalı sonra infak etmeli”, “Bu dinin Ebu Bekirlere ihtiyacı var” gibi sözler, azgınlık ve şımarmaya uydurulmuş iğrenç birer kılıftan başka bir şey değildir. Çünkü bu kimseler, daha sonra değil bu din için fedakârlıkta bulunmak, kulluk görevlerini de terk etmişler ve ‘Abdullah’ sıfatından sıyrılıp ‘abdulmangır’ zilletine düşmüşlerdir.

Zenginleşme sevdasıyla hareket eden azgınların en tipik örneği hiç kuşkusuzdur ki, Hz. Musa (as) ‘ın kavminden olan Karun’dur.

“Karun, Musa’nın kavminden idi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki onun (hazinelerinin) anahtarlarını (taşımak), güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah, şımarıkları sevmez.

Allah’ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.’

(Karun), ‘Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi. Bilmedi mi ki Allah, kendisinden önceki kuşaklar arasıda kendisinden daha güçlü ve daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helâk etmiştir? Suçlulara günahlarından sorulmaz.

(Karun) süsü, (debdebesi) içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: ‘Keşke Karun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi, dediler, gerçekten onun büyük şansı var!’

Kendilerine bilgi verilmiş olanlar ise: ‘Yazık size, iman eden ve salih amel işleyen kimse için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşturulur.’ dediler.

Nihayet onu da, evini barkını da yere batırdık. Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi.” (Kasas, 76–81)

Bu Kur’ani gerçek, zenginleşmeyi esas alan İslamcılar tarafından sürekli okunur, tartışılır, ancak kendilerinin de birer Karun adayı olduklarını bir türlü düşünüp akletmezler. Onlar, her gün biraz daha Karunlaşmak adına ne infak ederler, ne de Allah yolunda en küçük bir fedakârlıkta bulunurlar.

Karuni bir mantıkla hareket eden İslamcılar, bu mal ve sermayelerini zor şartlar altında kazandıklarını söyleyerek iman esaslarından olan infakı terk ederler. İnfakın terki, yüce Allah’ın verdiği nimete nankörlük ve küfür, yüce Allah’ı razı etmek yerine hevalarını razı etmek düşünce ve gayreti de şirktir.

İnsanlardan bazıları da günlük ihtiyaçlarını karşılamak, aç kalmamak, perişan olmamak düşünce ve endişesi taşırlar. Onlar, bu endişe ile hem bir taraftan gece gündüz demeden tüm gayretleriyle çalışır, düşünce ve sözlerini buna teksif ederler, hem de kendilerine işveren kimselere karşı, işten atılma, para almama korku ve endişesiyle adeta kulluk ve kölelik yaparlar. Bu kimseler, rızkı kendilerine verenin yüce Allah olduğunu unutur, rububiyet sıfatını işverenlerine ve yönetiminde yaşadıkları zulüm sistemlerine vererek şirke ve küfre girerler.

Tevhid, nasıl yüce Allah’ı, düşünce söz ve davranışta tek otorite, tek ilah bilip O’nun emirlerinin tümüne, hiçbir ayırım yapmadan teslim olmak ise, şirk de düşünce, söz ve davranışta yüce Allah’ın vasıflarından birini ya da birkaçını bir başkasına vermek, O’nun emirlerinden birini ya da birkaçını bırakıp terk etmektir. İşte bu nedenle, infakı terk etmek ya da rızkın Allah’tan başkasının elinde olduğunu düşünüp söylemek ve o doğrultuda hareket etmek açıkça şirk ve küfürdür.

İster günlük ihtiyaçları karşılama korku ve endişesiyle yapılsın, isterse mal biriktirme arzu ve isteğiyle olsun, hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın, yüce Allah’a karşı kulluk ve ibadet görevini savsaklamak ya da terk ederek ve yüce Allah’ın ayetlerinin gereğini yapmamak şirktir. Yüce Allah’ın indirdiği ayetlere rağmen infak etmeyerek rızık peşinde koşmak, mal biriktirip bu malın bir kısmını infak etmemek yüce Allah’a şirk koşmak ve cehennemi boylamaktır.

Mal ve servet, sahibini dünyada yüce Allah’a isyan ettirirken, ahiret gününde de sahibinin azap görmesine neden olmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca Tevhidi ilkelere karşı çıkanların yüzde 90-95’i hep mal ve serveti ile şımaran kimseler olmuşlardır.

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: ‘Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz, biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.’ dediler.” (Sebe, 34–35)

Kur’an, Tevhid-şirk mücadelesinde, şirki temsil edenlerin hemen tümüne yakınının, mal ve servet sahipleri olduğunu bildirir. Ellerindeki mal ve servetleri koruma ve çoğaltma duygu ve düşüncesi ile tevhidi esasları terk eden varlık sahipleri, Rab’lerinin kendilerine verdiği mal ve servet içinde yüce Allah’ın rızasını aramamışlar, infak edip şükretmemişlerdir. Onlar, infak etmemekle mallarının azalacağını sanmışlar. Şeytandan kaynaklanan bu düşünce, mal ve servet sahibi kimseleri yüce Allah’ın emirlerinden uzaklaştırmış, onları şirke sokmuş Rab’lerine isyan ettirmiştir.

Mal ve servet, yüce Allah’ı razı etmek, O’nun rahmet ve mağfiretine ulaşmak vesilesi olması gerekirken, Tevhidi esasları yeterince kavramayan kimselerin elinde, yüce Allah’a isyan ettiren bir araca dönüşmüş, insanı kendisine taptırmıştır. Mal ve servet, insana hizmet edeceğine insanı kendisine hizmet ettirmiş insan için bütün değerlerin başı olmuştur.

Değer yargılarını mal ve servete göre belirleyenler, dünyada istediklerine kavuşmuşlar, ancak sahip oldukları malı, yüce Allah’ın rızası doğrultusunda kullanmadıkları için ahrette yalnızca azabı ve cehennemi hak etmişlerdir.

“Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara oradaki amellerin(in karşılığın)ı tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.”

Ama onlar öyle kimselerdir ki âhirette onlar için ateşten başka bir şey yoktur ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır, amelleri hep bâtıl olmuştur!” (Hud, 15–16)

“Bizimle buluşmayı ummayan, dünya hayatına râzı olup onunla rahat edenler ve bizim âyetlerimizden gaflet edenler. İşte kazandıkları işlerden ötürü onların varacakları yer, ateştir!” (Yunus, 7-8)

Yüce Allah (cc), adalet sahibidir ve adaletinin gereği olarak, dünya hayatında Tevhidi esasların insanlara ulaştırılması için dünyevi tüm değerlerini ortaya koyup mücadele eden, Allah yolunda zorluklar içinde çalışan, dünya hayatını önemsemeyip yüce Allah’ın rızasını her şeyin önüne alan mü’min kimselere, ahirette en güzel nimetleri sonsuz bir şekilde ihsan ederken; hevasını her şeyin üstünde tutup Tevhidi esasları önemsemeyen, infak edip yüce Allah’ın rızasını aramayan, dünya hayatında mal ve servet peşinde koşup rahat etmeyi düşünen kimselere de, yüce Allah’a şirk koştukları için, ahiret hayatında sürekli bir ateş ve azap nasip edecektir. Bu yüce Allah’ın vaadi ve adaletinin gereğidir

İnsan, dünya hayatında Rabb’ini razı etmek için çalışıp zorluklarla karşılaşmış ise, ahirette rahat edip cennette saltanat sürecektir. Ancak dünya hayatında rahat edip mal ve servet içinde yaşamış, Allah yolunda hiçbir sıkıntı ve zorlukla karşılaşmamış ise, bu durumda ahirette cehennemin dayanılmaz ateşi içinde zorluk ve sıkıntı çekeceklerdir. İlahi adalet budur.

Mal ve servet biriktirme düşünce ve gayretiyle hareket edenler, sanmasınlar ki, ahirette de rahat edecek, saltanat sürecekler. Onlar, tam aksine peşinden koştukları ve kendilerine yüce Allah’ı unutturan o biriktirdikleri mal, para ve servet kıyamet günü ancak azaplarının artmasına neden olacaktır.

“Onların ne malları, ne de evlatları seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” (Tevbe, 55)

Yüce Allah (cc), yarattığı tüm varlıkların rızıklarını, rahmetinin gereği olarak, üzerine almıştır. Ancak daha rahat yaşama endişesi ve mal biriktirme hırsı ile rızkı, yüce Allah’tan başkasının elinde sanarak bu endişesi ile başkalarının önünde kulluk yapılması insanları şirke ve küfre sokmuştur.

İnsan, normal olarak rızkını elde etmek için çalışsa, yüce Allah (cc) ona rızkını verecektir. Ancak şeytanın vesvesesi, heva, hırs ve doyumsuzluk, insanı yemeyeceği malı biriktirmeye sevkeder. Bu düşünce ve vesveselerle harekete eden insan, daha çok mal biriktirmek için gece gündüz demeden çalışır durur. Ancak bu ölçüsüz çalışma hırsı ile insan, yüce Allah’a karşı kulluk görevini ihmal edip unutur.

Diğer taraftan insan, daha çok kazanma ve kısa zamanda zengin olma hırsı ile helal haram gözetmez, başkalarının hakkını gasbeder, kendisine ticaret fırsatı ve imkânı veren devlete hakkını vermez, insanların hakkını gasbettiği gibi devletin de Allah’ın da hakkını gasbeder. Böylece yüce Allah’a isyan etmiş, şirk koşmuş bir halde cehennemi boylar, helak olur.

3- Bela ve musibet korkusuyla şirk koşmak:

Kainatı düzenleyen, hayatı bahşeden ve insanın yerini kainat ve hayat içinde belirleyen yüce Allah (cc), her şeyden haberdardır ve O’nun izni olmadan hiçbir şey düzenini bozamaz, yine O dilemedikçe hiçbir şey yok olmaz, yoktan da hiçbir şey varolmaz.

“Ne işte bulunsan, Kur’an’dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz, içine daldığınız an üzerinizde şahidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbin(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir Kitapta olmasın.” (Yunus, 61)

“Gayb’ın anahtarları, O’nun yanındadır, onları O’ndan başkası bilemez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak ki mutlaka onu bilir, yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitapta olmasın.” (En’am, 59)

Her şeyi bilen, görüp gözeten, dileği ve izni dışında hiçbir şey vuku bulmayan yüce Allah’ı gereği gibi takdir edip bilmeyen kimi insanlar, dünya hayatında kendileri için korku dağları oluşturmuşlar ve yüce Allah (cc) dışında her şeyden korkar hale gelmişlerdir. Bu insanlar, kendilerine fayda ya da zarar verecekler düşüncesiyle başka insanlardan çekinip korkmuşlardır.

Güçlü insanlardan ya da içinde yaşadıkları zorba ve emperyalist sistemlerden korkmayı bir yaşam haline getiren kimseler, yüce Allah’ı adeta devre dışı bırakmışlar, güçlü insanları ya da zorba sistemleri ön plana çıkararak onlara kul-köle olmuşlardır.

“İnsanlardan kimi vardır ki ‘Allah’a inandık.’ der, fakat Allah uğrunda kendisine eziyet edilince insanların işkencesini, Allah’ın azabı gibi sayar. Ama Rabb’inden (sana) bir yardım gelse, andolsun: "Biz de sizinle beraberdik," derler. Allah, âlemlerin göğüslerinde bulunan (düşünceler)i daha iyi bilmez mi?” (Ankebut, 10)

İnsanların ezasını, yüce Allah’ın azabı gibi sanan kimseler, canlarına, ailelerine ve mallarına bir zarar geleceği korku ve endişesiyle küfre, zulme, adaletsizliğe ve dinsizliğe karşı hiçbir tepki göstermez, Allah yolunda hiçbir harekete kalkışmaz, İslami bir kimlik kuşanıp onurlu bir şekilde hareket etmezler. Bu kimseler, onursuzluğu, şahsiyetsizliği bir yaşam haline getirdikleri için vahyi esasları da ona göre çarpıtırlar, çarpık bir din anlayışına sahip olurlar.

Yüce Allah’ın, nasıl yapılacağını bildirdiği, iman, ibadet ve davet konusunda, yüce Allah’ın bildirdiği metodu bırakıp tağuti düzenlerin izin ve icazetiyle hareket eden, bu konularda parti, dernek ve vakıflar kuran kimseler, çeşitli endişelerle tağut olan beşeri sistemlerin belirlediği ölçülere göre hareket ederler. Zillet ve meskenet içinde bulunan bu kimseler, bulundukları konum itibariyle şirk ve küfür içine girmişlerdir.

Yüce Allah’ın takdir ettiği bir şeyin mutlaka vuku bulacağı, bunu hiç kimsenin engelleyemeyeceği gerçeğini yüce Allah’a iman ve teslimiyetin göstergesidir. Bu gerçeği görmezlikten gelen kimseler, yüce Allah’ın dilememesine rağmen insanların kendilerine fayda ya da zarar vereceklerini zannederek ona göre bir tavır sergilerler ve yüce Allah’tan çok insanlardan çekinip korkarlar. Onlar, korkup çekindikleri kimselerin her şeyi yapabileceklerini sanarak korktukları bu kimseleri yüceltirler. Oysa o korkup çekindikleri kimseler de kendileri gibi yaratılan ve aciz olan kullardır. Bunlar, ancak dünya hayatında, yüce Allah’ın izin verdiğ kadar insanlara zarar verebilirler.

Yüce Allah dilemedikçe hiç kimse ne bir fayda sağlar, ne de bir zarar verir. Her şey ancak yüce Allah’ın dilemesi ile olur ve O, bir şey diledikten sonra artık onu geri çeviren olmaz.

“Eğer Allah sana bir zarar dokundursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilese, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus, 107)

Yüce Allah’a gereği gibi iman etmeyen, hevasını her şeyin üstünde tutun kimseler, Kur’an’ın bu ilahi bildirisini ya hiç düşünmezler, ya da düşünseler bile hevalarının istekleri ve şeytanın vesvesesi ile ikinci plana iterler. Oysa yüce Allah’a gereği gibi iman etmiş ve imanlarına şirk bulaştırmamış kimseler, yüce Allah’ın her şeyden üstün olduğunu, bu nedenle O’nun dilemesinden başka bir şeyin olamayacağını çok iyi bilirler ve böyle iman ederler.

Mü’minler, Kur’ani bilgi ve yüce Allah’a olan imanları sayesinde hiç kimseden korkmazlar ve hiç kimsenin kendilerine en küçük bir zarar vermeyeceğini bilirler. İşte imanın hazzına ulaşmış Fir’avn’ın sihirbazlarının bu konudaki güzel ve ibret verici örnek davranışları.

Fir’avn’ın emriyle her şeyi yapan sihirbazlar, Hz. Musa(as)’ın getirdiği Tevhidi ilkelere iman etmişler, Fir’avn’ın tüm tehdit ve şantajına rağmen Hak bildikleri doğru yoldan ayrılmamışlar, zalimlerin zulmüne, baskı ve eziyetlerine aldırış etmemişlerdir. Onlar, yüce Allah’ın kendileri için dilediğinden başka bir şey olamayacağına iman etmiş kimselerdi.

“(Fir’avn): ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım, hangimizin azabı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!’ dedi.

Dediler ki: ‘Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayâtında istediğini yapabilirsin.’

Biz, Rabbimize iman ettik ki (O) bizim günahlarımızı ve senin bizi yapmaya zorladığın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha hayırlı ve (O’nun mükâfatı ve cezası) daha süreklidir.” (Taha, 71–73)

İman, sahibini korkusuz kıldığı gibi, yüce Allah’a da sonsuz bir şekilde güvendirir ve yüce Allah’ın dilediğinden başka bir şeyin olamayacağı gerçeğini kişide güçlendirir. İşte sihirbazları korkusuz kılan ve daha beş dakika öncesine kadar önünde eğilip büküldükleri Fir’avn’a karşı başkaldırtan ve Fir’avn’ı hiçe saydıran bu iman ve yüce Allah’a duyulan sonsuz güvendir.

Dünya hayatında insan elbette kimi zorluklarla, musibet ve sorunlarla karşılaşacaktır. Bu, insan oluşun ve sürekli bir şekilde hareket edişin gereği ve sonucudur. İnsanın karşılaştığı sorun eğer inandığı esaslar, Tevhidi doğrular nedeniyle meydana gelmişse bu, o insan için yüce Allah’ın bir lütfudur. Çünkü insan, o sorunla yaşadığı süre içinde ibadet yapıyor ve yüce Rabb’inin rızasını kazanıyor demektir.

Yüce Allah’tan gelen bir bela ve musibet, bir imtihandır. Bu nedenle gerçekten iman eden bir insan, bu imtihanı ibadet bilinci ile karşılayacak bundan sıkıntı duymayacak ve her vesile ile Rabb’ine hamd edecektir.

Mü’minler, Allah yolunda karşılaştıkları sorunlardan dolayı hiçbir şekilde korkuya kapılmazlar, iman ve İslâmi kimliklerini gizleyerek beşeri sistemlerin izin verdiği şirk kurumlarının tabelaları arkasına gizlenmezler. Onlar, bu sorunlar nedeniyle İslami mücadelelerini aksatıp terk etmez ve bundan dolayı üzülüp isyan etmezler. Çünkü onlar, yaptıkları mücadelenin Allah (cc) için olduğunu ve bundan dolayı Rab’lerinin rızasını kazanacaklarını bilirler ve huzur duyarlar.

İşte tarih boyunca risaleti ortaya koyan risalet önderlerinin ve Tevhit erlerinin cesaret ve yiğitlik timsali oluşlarının ve tüm zorbalara karşı çekinmeden, yılmadan hakkı ortaya koyuşlarının temel nedeni yüce Allah’a duydukları güven ve O’na ettikleri imandır.

İnsanın karşılaştığı sorunlar, kendi ellerinin kazandıkları yüzünden ise o zaman kişi, hem yüce Allah’ın rızasını elde edemez, hem karşılaştığı sorunlara karşı verdiği mücadele boşa gider, hem de her an korku içinde yaşar, hayatı zindan olur.

Bela ve musibetle karşılaşma korkusuyla şirke düşenler, genelde yeterince iman etmeyen, dünya hayatında rahat yaşamayı gaye edinen kimselerdir. Bunlar, imanın hazzına ulaşamadıkları, yüce Allah’ı gereği gibi takdir edemedikleri ve hayatı yalnızca güç dengelerinden ibaret zannettikleri için, kendilerinden güçlü gördükleri herkesten ve her güçten korkarlar. Yaşamlarını bu korku üzerine bina eden kimseler, güçlü gördüklerinin belasından emin olmak için güçlülere yaranmaya çalışır, onların karşısında şahsiyetsiz bir kimlik kuşanırlar.

Bela ve musibetlerinden emin olmak için güçlülerin önünde ezilen, küçülüp kimliksizleşen kimseler, bu korku ve endişe ile Rab’lerini ve O’nun buyruklarını umursamayıp unutur, yüce Allah’tan çok güçlülerden korkarak şirke, küfre girerler. Bunlar, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra yüz çeviren ve dünya hayatını tercih eden kimselerdir. Bu kimseler, iman ettiklerini iddia etseler de başlarına bir bela gelir korkusuyla hareket ettikleri, bu endişe ile yüce Allah’ın emirlerine sırt döndükleri ve Allah yolunda çalışmadıkları için gerçekte iman etmemiş, imanlarına şirk bulaştırmış kimselerdir.

“Kendilerine doğru yol belli olduktan sonra arkalarına (yine eski küfürlerine) dönenlere, şeytan hatalarını süslemiş ve (günah işlemelerini) kolaylaştırmış ve onları uzun emellere, umutlara düşürmüştür.” (Muhammed, 25)

“İnsanlardan kimi de Allah’a bir kenardan, ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer). O, dünyayı da, âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur.” (Hac, 11)

İman edenler, dünya hayatında başlarına gelebilecek hiçbir bela ve musibetten çekinip korkmazlar. O mü’minler için aslolan, yüce Allah’ın emirlerini gereğini yapmak ve bu uğurda başlarına gelebilecek herhangi bir bela durumunda Rab’lerine tevekkül etmektir.

Mü’minler, Allah uğrunda başlarına gelen her musibetin, Allah için çekilen her zorluk ve sıkıntının kendileri için bir ibadet olduğunu ve buna sabredip tevekkül etmeleri halinde yüce Rab’lerinin rızasını elde edebileceklerini bilirler. İşte bu iman ve bilgi sayesinde mü’minler başlarına gelen bela ve musibetlerden dolayı korkuya kapılıp şirke düşmezler. Çünkü onlar, yalnızca yüce Allah’a iman ederler ve ancak ondan korkarlar.

“Allâh kuluna kâfi değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allâh kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olmaz.” (Zümer, 37)

Şirk kavramına bütün boyutlarıyla bakıldığında, bugün kendilerini İslâm’a nispet eden kişi ve toplumların şirki yeterince anlamadıkları, bu yüzden de hemen her söz ve davranışlarında şirke düştükleri çok açık bir şekilde görülecektir.

İslâm toplumunun büyük bir ekseriyeti, uluhiyet ve rububiyet konusunda yüce Allah’ı yeterince tanımadıkları için, günlük yaşamlarında, ibadet ve fiillerinde, konuşma ve ifadelerinde, taşıdıkları fikir ve düşüncelerinde sürekli olarak şirke düşmekte ve Rab’leri yüce Allah’a isyan etmektedirler.

Tevhidi esasların en öncelikli temel şartı, şirkten uzaklaşmak ve arınmaktır.düşünce söz ve davranışlarında şirk unsuru taşıyan kimseler, Müslüman olduklarını iddia etmiş olsalar bile gereği gibi iman etmedikleri için Müslüman olamazlar. Çünkü iman etmenin ve Müslüman olmanın ilk şartı şirkten uzaklaşmak ve bütün sıfatları ile yüce Allah’a yönelip teslim olmaktır.

Yüce Allah’ın sıfatlarının ihtiva ettikleri anlamları gereği gibi kavramayan kimseler, sözel olarak, bu sıfatların yüce Allah’a ait olduğunu ifade etmelerine rağmen, günlük hayatlarında yüce Allah’a ait olan sıfatları ya başkalarına vermektedirler, ya da bu sıfatların gereğini yerine getirmezler.

İmanlarına şirk bulaştıran kimseler, “Lailahe illallah” kelime-i tevhidini dilleriyle sürekli tekrarlamalarına rağmen, “ilah” kelimesinin anlamını bilmedikleri için, günlük yaşamlarında, isim olarak söylemeseler bile sıfat olarak birçok kimseyi ilahlaştırmaktadırlar.

İslâm davetçilerinin, davet sürecinde yapmaları gereken şey, insanları şirkten sakındırmak için yüce Allah’ın sıfatlarının ihtiva ettikleri manalarını ve İslâmi kavramların anlamlarını insanlara net olarak açıklamaktır. Müslüman oldukları iddiasında olanların da, yüce Allah’ın sıfatlarının ve İslâmi kavramların anlamlarını gereği gibi öğrenmeleri ve bunun gereğini yapmalarıdırlar.

Yüce Allah’ın sıfatlarını ve İslâmi kavramları öğrenmek, Müslüman oldukları iddiasında bulunanlar için ibadet yapmaktan daha önemlidir. Çünkü yüce Allah’ın sıfatları bilinmeden yapılan dua ve ibadetler, şirk unsuru taşımaktadır. Şirke bulaşmış ibadetler ise temel itibarı ile boşa yapılmış ibadetlerdir.

Yüce Allah’ yapılacak dua ve ibadetlerin geçerli olabilmesi için yüce Allah’ın sıfatlarına uygun yapılması gerekir.

“En güzel isimler Allâh’ındır. O halde O’na o (güzel isim)lerle duâ edin ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın; onlar yaptıklarının cezâsını çekeceklerdir.” (A’raf, 180)

Yüce Allah’ın sıfatları, kâinata yön veren, kâinat içerisinde bulunan her şeyin ve insanların dünya hayatındaki tüm düşünce, söz ve davranışlarını düzenleyen kurallardır. Müslüman kişinin, hayatının tüm alanlarında bunların gereği yapılmadığı sürece, yapılacak davetin ve ibadetin yüce Allah indinde hiçbir anlamı, değeri ve geçerliliği olmayacaktır.

 

Kurani Mücahede: 2008-10-27