Din

Mart 25, 2020 0 Yazar: admin

GİRİŞ

İnsanın, yaşadığı hayattan zevk alması, ancak bu hayatı bilinçli bir şekilde yaşaması ile mümkündür. Hayatı bilinçli yaşamak ise, yaşanan hayatı anlamlandıran, hayata yön veren, onu anlaşılır kılan kavramların, gerçek manalarına uygun bir şekilde bilinmesi, bu kavramların anlam ve içeriğini tanınması ile mümkündür.

Kavramlar, ait oldukları konu ya da olayların gerçekte ne ifade ettiklerini ortaya koyar, konu ve olaylara açıklık getirir. Bu nedenle, bir konuyu aslına uygun ve tam olarak anlamak için o konuyu ifade eden kavramın çok iyi bilinmesi gerekir. Konu hakkındaki kavramın aslına uygun olarak bilinmemesi halinde yanlış sonuçlara ve bilgilere ulaşılır.

Bu sayımızdan itibaren, Kur’ani kavramları inceleyecek, inancımızın temelini oluşturan konuların asıllarına uygun şekilde anlaşılmasını sağlamaya çalışacağız inşaAllah. Böylece iman edenler, neye iman ettiklerini, inkâr edenler de neyi inkâr ettiklerini daha iyi bir şekilde bilecekler, imanla imansızlık arasında mekik dokuyanlar saflarını belirleyeceklerdir.

Tarihi süreçte küfür, şirk, fısk ve nifak çevreleri, İslâm’ın evrensel ve çağlarüstü mesajının insanlara ulaşmasını ve insanların bu yüce mesajı anlamalarını istememiş, bu yüce mesajın, insanları etkilemesini engellemeye çalışmışlardır. Bunun için ilk iş olarak İslâmi hükümlere hayatiyet veren, onu anlaşılır kılan kavramların içini boşaltarak ya da anlamlarını değiştirerek insanların onu anlamalarına engel olmuşlardır. Bunun sonucunda bu çevreler, yüzyıllar boyunca güç yetirip hayattan kaldırmaya muvaffak olamadıkları İslâmi hükümlerin insanlar tarafından net olarak anlaşılmasını ve insanların onu aslına uygun bir şekilde kabullenmelerini engellemeye muvaffak olmuşlardır.

Şu bir gerçektir ki, bir düşünceyi, bir sistem ya da inanış biçimini etkisiz kılmanın, onu yaşanır halden çıkarmanın ve hatta olduğundan başka bir hale dönüştürmenin en etkin ve en kısa yolu, hiç kuşkusuzdur ki, söz konusu o düşünce ya da dine hayatiyet veren kavramlara olduğundan başka anlamlar yüklemekten geçer.

Bir düşünce ya da dine ve bağlılarına yapılabilecek en büyük kötülük de, o düşünce ve dinin ihtiva ettiği muhtevayı değiştirmektir. Muhtevay ı değiştirmenin en kolay yolu ise, o düşünce ve dine ait kavramları değiştirmektir. İşte İslâm düşmanlarının tarih boyunca İslâm’a karşı sürdürdükleri sinsi savaşın asıl konusu da İslâmi kavramları değiştirmek olmuştur. Ne yazık ki, İslâm düşmanları bu konuda başarılı da olmuşlardır.

Küfür, şirk, fısk ve nifak gibi sapık düşünceler, yüzyıllar boyunca güç yetirip hayattan kaldırmaya muvaffak olamadıkları İslam nizamını, ona hayatiyet veren kavramların içini boşaltarak ya da anlamlarını değiştirerek hayattan kaldırmaya muvaffak olmuşlardır. Bunun sonucunda İslam, isim olarak varolmasına ve insanlar tarafından kabul edilmesine rağmen, insanın dünya hayatını düzene koyan bir sistem ve nizam olarak maalesef bugün hayatta yoktur.

İslâm düşmanlarının İslâm’a karşı olan düşmanlıklarını söz ve fiilleriyle açık bir şekilde sürdürdükleri gibi İslâmi kavramlarının içini başaltarak da sürdürmüşlerdir. Bugün gelinen süreçte İslâmi kavramların ya asıl anlamları değiştirilmiş, ya içi boşaltılmış ya da tamamen kaldırılmıştır. Örneğin; İslâm, kurallarına teslim olunan, sosyal hayatta bir yaşam tarzı olan siyasal, sosyal, hukuksal, kültürel ve ticari bir sistemin adı iken, ona hayat veren temel kavramların anlamlarının değiştirilmesi ya da içlerinin boşaltılması sonucunda nüfus kâğıtlarına yazılan bir sıfat olmaktan başka bir anlam taşımaz hale getirilmiştir.

İslâm kavramlar için yapılan anlam kaymaları ve tahrifat Kur’an için de yapılmıştır. Kur’an’ı Kerim, insanın yaşamını biçimlendiren, insana, yaşam süreci içinde neler yapacağını nelerden kaçınacağını bildiren, ona yol gösteren kurallar bütünü ve öğüt kitabı iken, Kur’an’a yapılan saldırılar sonucunda bugün, ölülere okunan, sevap kazanmak amacıyla ele alınan, anlamı bilinmeyen büyülü bir kitap haline dönüştürülmüştür.

İslâmi kavramlar üzerinde tahrifat yapanların gayesini iki başlık altında özetleyebiliriz:

1- İslâm’ı, bir hayat nizamı olmaktan çıkarıp hayattan kaldırmak,

2- İslâmi kavramların içlerini boşaltıp anlamlarını değiştirerek onunla çıkar sağlamak.

Birinci amaçta olanlar, İslâm’a düşman olan diğer din ve ideoloji mensupları iken, ikinci amaçta olanlar, daha çok müslüman oldukları iddiasında bulunan kimselerdir. Her iki gruba mensup olanların ortak noktaları, İslâm’ın anlaşılır olmasını engellemek ve toplumun gerçek İslâmi kavramlara, dolayısıyla İslâm’a yönelmesine mani olmaktır. Çünkü gerçek İslâm’ın ortaya çıkması durumunda bunların hesapları bozulacak, gerçek yüzleri görülecektir. Bu ise, onların sonu anlamına gelecektir.

İslâmi kavramların gerçek anlamları, ancak Kur’an’ı Kerim’de vardır; bunun dışındaki tüm tanımlamalar, İslâmi kavramları ifadeden çok uzaktırlar. Bu bölümde işleyeceğimiz kavramların gerçek anlamlarını, Kur’an’dan çıkarmaya çalışacağız; istiyoruz ki insanlar Kur’ani kavramların gerçek anlamlarını öğrensinler, din istismarcılarına aldanmasınlar, sömürülmesinler ve yüce Allah’ın murat ettiği şekilde dinlerini öğrensinler. Böylece dinlerine daha sıkı sarılsınlar ki, Rab’lerini razı edebilsinler.

Kur’an kriterinden hareketle İslâmi kavramlar öğrenildiğinde, bu kavramların ne denli asıl anlamlarından saptırıldığı gerçeği ortaya çıkacak, adeta İslâm’dan ayrı başka bir dinin oluşturulduğu görülecektir. Bunun sorumluluğu, saptırıcıların olduğu kadar, Kur’an okudukları halde bu gerçekleri, kimi endişelerle ortaya koymayan müslümanların da üzerindedir. Şayet Kur’an okuyanlar, hassasiyet göstererek bu saptırıcılara karşı çıkmış olsalardı, sapma bu denli korkunç boyutlara ulaşamazdı. Kur’an okuyanların suskunluğu, saptırıcılara cesaret vermiş ve İslâm’ın, bozmadık ya da değiştirmedik kavramını ya da konusunu bırakmamışlar. Oysa Kur’an okuyanlar en az saptırıcılar kadar cesaretli olsalardı, bugün durum çok daha farklı, İslâm’ın ve müslümanların lehinde olurdu.

İşte biz, gelebilecek bütün tepki ve eleştirileri, baskı ve saldırıları göze alarak insanların kimi gerekçelerle gizledikleri gerçek İslâmi kavramları ortaya koymak istedik. Amacımız, öncelikle, yüce Rabb’imize bir mazeret sunabilmek için vahyi gerçekleri ortaya koymak, İkincisi, topluma bu gerçekleri olduğu gibi anlatmak, Üçüncüsü ise, İslâmi kavramların gerçek anlamlarının ne olduğunu belirterek iman ya da inkâr edecek olanların, bu belirginlikten hareket ederek saflarını netleştirmelerini ve herkesin, yerinin ve konumunun neresi olduğunu bilmesini sağlamak.

Bu bölümde din kavramı üzerinde duracak, kavramın lügati ve ıstılahi anlamlarını ortaya koyacak ve insanların gerçek din olan İslâm’ı net olarak anlamalarına yardımcı olacağız inşaAllah. İslâm’a, Kur’an’da belirtilen tanımına uygun bir şekilde, iman edip etmemek ya da İslâm üzerinde bulunup bulunmamak konusunda insanlara, tercihlerini özgür iradeleriyle yapmalarına yardımcı olmayı görev ve inancımızın bir gereği olarak ibadet bildik.

DİN

Din: Arapça DYN kelimelerinden teşekkül eden dinin lügati manası, itaat, ibadet, saltanat, idare, hüküm, şeriat, İslâm, iman, ibadet, tedbir, hüküm, hesap, adet, durum tavır ve davranıştır.

Istılahı olarak din, gerek yüce Allah(cc), gerekse insanlar tarafından konulsun, insan hayatını kuşatan kanun ve kuralların, idare ve hükmün bütünüdür.

Din kelimesi, Arapça olarak, yukarıdaki lügati ve ıstılahi manalarının tümünü kapsamaktadır. Bu anlamda din, şeriat, kanun, adet, yol, mezhep, taklit, millet, itaat, boyun eğme, kulluk, kölelik yapmak, zilleti kabullenmek, teslim ve tabi olmak, üstünlük kurmak, hüküm, emir, boyunduruk altına almak, ceza, mükâfat, muhakeme ve hesap anlamlarının tümünü içermektedir.

Lügati manada olsun, ıstılahi manada olsun din kavramında ön plana çıkan en önemli husus, hiç kuşkusuzdur ki, idare ve hüküm konusudur. Bu anlamda, insanların yeryüzündeki yaşamını düzenleyen, insan ilişkilerine çözümler sunan hükümlerin, kanun ve kurallar ile insan yaşamını ilgilendiren meselelere getirilen çözüm ve önerilerin tümüne birden din adı verilmektedir.

İnsanoğlu fıtraten toplum içinde yaşamaya meyilli olarak yaratılmıştır. Toplum içinde yaşamak zorunda olan insanın, doğal olarak, diğer insanlarla (nefislerle) belli ilişkileri olacağı muhakkaktır. İnsanın yalnız diğer insanlarla değil, kendisiyle ve yaratanıyla da ilişkileri olacaktır. Bu nedenle, insan ilişkilerinin düzenlenmesi gerekli olmaktadır.

İnsan ilişkilerinin düzenlenmesi belli kurallar içerisinde olmazsa toplum hayatında kaos ve kargaşanın hüküm süreceği, güçlünün zayıfı ezeceği, bunalımın had safhaya varacağı, hak ve hukukun ayaklar altına alınacağı kesindir. Bunun sonucunda toplumda kargaşa olacak, ezen ve ezilen sınıflar oluşacak, şiddet ve terör ortaya çıkacak ve toplumda güvensizlik, huzursuzluk baş gösterecektir.

İnsanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve toplumda düzenin sağlanması konusunda üç sistem ortaya konulmuştur. Bunlarda birincisi, insanı yoktan vareden, onu her türlü duygu ve düşüncelerle donatan, insanın isteklerini ve eğilimlerini en iyi bilen yüce Allah’ın koyduğu kurallar. İkincisi, insanların kendi yaşamlarını düzenlemek için koydukları kurallar. Üçüncüsü ise, bazı insanların, yüce Allah’ın koyduğu kuralları tahrif edip bozarak, kendi istek ve arzularına göre düzenledikleri kurallar. Bu kuralların hepsi de sosyal hayatı düzenleyen birer dindirler. Yüce Allah’ın koyduğu ilahi din, insanların koydukları beşeri din ve tahrif edilip bozularak yapılan şirk dini.

İlahi Din

İlahi din, tektir; yüce Allah(cc) tarafından konulan hükümlerden ve Hz. Peygamber tarafından uygulanan metoddan ibarettir ve insan yaşamının her alanına çözümler sunmaktadır. İnsanları yaratıp dünya hayatına gönderen yüce Allah(cc), dünya hayatında ne yapacaklarını da bildirmiştir.

Yüce Allah’ın insanın dünya hayatını düzenlemek için koyduğu hükümler herkes için aynı ağırlıktadır. Kimsenin hakkını kimseye çiğnetmeyen, tek yönlülükten uzak, adalet ve hakkaniyete dayanan bu hükümler, insan yaşantısını ticaretten ekonomiye, beşeri ilişkilerden manevi duygulara, siyasetten uluslararası ilişkilere, ferdi hareketlerden toplumsal hareketlere kadar tüm ilişkileri en ince ayrıntılarına kadar tek tek ele almıştır. ancak bu hükümler doğrultusunda hareket eden beşer, dünya ve ahirette yücelir, ahseni takvime(en üst mertebeye) ulaşır. Böylece insan kula kulluktan kurtulup Al1ah’a kul olur yalnızca. Gerçek huzur güven ortamı, birlik ve beraberlik, kardeşlik ilişkileri bu hükümler içinde gelişir.

Yüce Allah, yarattığı kullarının yeryüzünde neler yapacaklarını da bildirmiş, onlara yol gösterip hedeflerini belirlemiştir:

"O ki yarattı, düzene koydu. O ki belirleyip hedefini gösterdi" (Âla 2-3)

Yüce Allah (cc), kulları arasında anlaşmazlığa düştükleri konuların ve çıkan sorunların çözümü için hakemler göndererek anlaşmazlık konusunu giderir.

"İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitap indirdi…" (Bakara, 213)

Beşeri ve Şirk Dinler

Beşeri ve şirk dinler, çok değişik isimler altında varlık gösterirler ve uygulamalarına göre çok çeşitlidirler. Bu dinler, koyucuları ve tahrif edicilerine göre isimler alırlar. Bunlar:

Putperestlik, Budizm, Hinduizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Sıkh dini, Şintoizm, Yahudilik, Hrıstiyanlık ve Tasavvuf gibi şirk dinleri ile Komünizm, Sosyalizm. Faşizm, Demokrasi, diktatörlük vb beşeri dinlerdir.

Beşeri Dinler

Beşeri dinler, yapıları ve koyucuları farklı oluşu nedeniyle birbirine zıt ve çok değişkendirler. Bunların başlıcaları Komünizm, Sosyalizm. Faşizm, Demokrasi, diktatörlük ve benzerleridir. Bu dinlerde kanun koyucu, ekonomik ve güç bakımından toplum üzerinde etkili olanlardır.

Güçlülerin hâkim olduğu toplumlarda kanunlar, güçlülerin söz sahibi olduğu ve kendi kafa yapılarına uygun kişilerin bulunduğu meclislerden çıkarılır ve kanunlar hep güçlü sınıfın çıkarlarına göre düzenlenir. Güçlü olanların söz sahibi olduğu, idareyi ele aldığı beşeri dinlerde, güçlü olanların koyacağı bütün hükümler hep kendileri ve yandaşları lehinde olacaktır. Bu nedenle beşeri dinlerde adalet ve hak ölçüleri bulunmaz.

Beşeri dinlerde çıkarılan kanunlar, doğrultusunda oluşturulmaya başlanan toplumda güçlü sınıf, zevk ve sefa içerisinde giderek müstekbirleştikçe idare edilen sınıf, her çeşit sefalet içerisinde bocalar durur. Adaletsizlik had safhaya ulaşır. Müstekbirlerden birinin işi anında yapılırken, idare edilen sınıf sefalet içerisinde bocalar. Kısacası beşeri düzenlerde iki sınıf, iki tabaka vardır, ezen ve ezilen sınıf.

Beşeri sistemlerde, adalet ve hakkaniyet ölçülerinin bulunmaması nedeniyle sürekli bir çatışma ve kaos ortamı mevcuttur. Ezilen sınıf (mustazaflar) giderek ezilmişliklerinin farkına varırlar ve yavaş yavaş çözüm ararlar ezilmişliklerine ve bu hallerinden kurtulmak için kımıldamaya başlar, çare ararlar.

Ezilen sınıfın (Mustazafların) haklarını aramalarına karşılık müstekbirler, idareyi (gücü) elden bırakmamak için baskı yapar, tehdit ederler. Mustazafların davalarına sahiplenmesi, yılmadan mücadele etmeleri müstekbirleri taviz vermeye zorlar ve giderek toplum üzerindeki baskılarını azaltırlar. Ancak müstekbirler, koydukları kurallar devam etsin, zulüm ve baskıları sürsün diye hiç sevmedikleri, hatta nefret ettikleri mustazafların kavramlarını giderek kullanmaya, onlara bu kavramlarla yön vermeye başlarlar.

İnsanın kendi hevasından, insanları idare etmek için koyduğu kurallar tek taraflı ve her zaman kuralı koyanın lehine işlemiştir tarih boyunca. Onlar, hiçbir zaman bütün toplumu eşit tutacak hüküm koymazlar/koyamazlar. Beşeri kanunlar her zaman tek taraflı ve kanun koyucunun lehine işler.

Şirk Dinleri

Temel itibarıyla ilahi dinin kurallarının tahrif edilmesi ile ortaya çıkan şirk dinleri, zaman içerisinde ilahi dinden taşıdığı kuralları terk ederek bambaşka bir hüviyete büründüler. İlk liderlerinin ismini alan şirk dinleri, sayısal olarak oldukça fazladır.

Şirk dinlerinin başlıcaları Tasavvuf, Putperestlik, Budizm, Taoizm, Sıkh dini, Şintoizm, Konfüçyanizm, Hinduizmdir. Bu şirk dinlerinin ortak noktaları, hepsinin yazılı kurallarının bulunmayışıdır. Şirk dinlerindeki kurallarını, bu dinlerin liderleri koyar ve bu kurallar o dine tabi olanlar için şaşmaz birer ölçüdür.

Kuralları, müntesipleri tarafından kesin ve tartışmasız bir şekilde kabul edilen şirk dinleri, koyduğu kurallarla bağlılarını adeta uyuşturur. Bu dinleri kabul eden kimseler, hayatlarını bu dinlerin kurallarına göre değiştirirler ve hiçbir şekilde bundan dönmezler. Bu şirk dinlerinin İslâm dünyasında en bilineni Tasavvuftur.

Tasavvuf, belli kuralları olması ve bağlılarını yaşanan hayat içerisinde biçimlendirmesi nedeniyle bir dindir. Bu dinin, İslâm ile ilgisi ve benzerliği hiç yoktur. Müntesiplerinin bazı hareketleri İslâmi gibi görülürse de bu, ancak tasavvufun bir gereği olarak yapılan hareketlerdir. Zaten tasavvufun hayatta kalması da bu benzerlik sayesindedir.

Temelde Müslüman olduğunu zanneden birisinin, Allah’a daha fazla yaklaşır zannı ile tasavvufa yönelmesi ve gruplardan birine girmesi, onun İslâm’dan uzaklaşmasına neden olduğu halde o kişi kendini hâlâ Müslüman zannederek halinden memnun bir şekilde tasavvufun şirk düşüncesi içerisinde kalmaktadır.

Değişik Din Tanımlamaları

Bugüne kadar dinin birçok tarifi yapılmıştır. Dini tarif edenlerin, batılı olsun, müslüman olsun, hemen hepsi dini hep ruhani yönüyle ele alarak tarif etmişlerdir.

İslâm dünyasında dinin tarifi genellikle şu şekilde yapılmıştır:

Din: “Akıl sahibi kimseleri, kendi övülmeye değer iradeleriyle bizzat kendileri için hayırlı olan şeye götüren ilahi bir kanundur.”

Seyyid Şerif ise dini şöyle tarif eder:

Din: “ilahi bir kanun olup, akıl sahiplerini Peygamber(s.a)in yanında bulunan şeyi kabule çağırır.”

Tehanevi ise dini şöyle tanımlar: Din: “ilahi bir kanun olup, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle, dünyada iyi1iğe ve ahirette kurtuluşa götürür.”

Batı dünyasında ise çok farklı din tarifleri yapılmıştır. Kant’a göre din: “Bütün vazifelerimizle ilahi emri bilip tanımamızdır.”

Abb’e Chatel’e göre din: “Yaratılanın yaratana karşı görevlerinin ve insanın, tanrıya, topluma ve kendisine karşı vazifelerinin tümüdür.”

Taylor ise dini: “Ruhi varlıklara inanmaktır,” der.

Emile Durkheim ise, “Din; kutsal varlıkla ilgili her türlü ibadetler ve itikatlardan meydana gelen toplu bir sistemdir. Bu sistemde bağlanan fertler manevi bir birlik meydana getirirler.” (lbn Kesir c. 1)

Yusuf Kerimoğlu: "Allah-u Teala tarafından vahiy yoluyla indirilen, insanları dünyada ve ahirette kurtuluşa erdiren itikadi ve ameli nizamdır" (Kelimeler ve Kavramlar)

Burada asıl üzerinde durulması gereken ve ele alınması zaruri olan konu din diye tarif edilen bazı ruhbanlıklardır. Bunlar:

1. Putperestlik, 2. Budizm, 3. Taoizm, 4. Sıkh dini, 5. Şintoizm, 6. Konfüçyanizm, 7. Hinduizm, 8. Yahudilik, 9. Hrıstiyanlık, 10. İslam

Dikkat edilirse adı geçen dinlerin hepsi (İslam’ı da namaz, oruç ve hac gibi farizaları üzerinde durulmuş, ilim ve teknik, ekonomi, siyasi, içtimai, sosyal yönü üzerinde hiç durulmamış, gözardı edilmiştir.

Yukarıdaki tanımlamalarda, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yapılsın, İslâm’ın siyasi, içtimai, sosyal yönü üzerinde hiç durulmamış, İslâm’ın bu yönü üzerinde durulmayınca da, günümüzde insanlara kan kusturan kızıl komünizm ve kara kapitalizm din olarak tanımlanmamıştır.

İslâm dini, insanın dünya hayatındaki (ekonomik, siyasi, içtimai) bütün meselelerine eğilmektedir. Komünizmin ve kapitalizmin hayata yön veren, hayatı kendi açılarından değerlendiren kuralları olduğu gibi, İslâm’ın da hayata yön veren kuralları vardır.

Yukarıdaki tariflerin yanlış oldukları ortadadır. Her şeyden önce bu tanımlarda din, metafizik bir olay olarak ele alınarak tarif edilmiştir. Ancak son zamanlarda özellikle halkında Müslüman bulunan ülkelerde bulunan kimi yazarlar, dinin asıl anlamını ortaya koyan tanımlar yapmışlardır. Bunlardan Mevdudi, dini şöyle tarif etmiştir.

1. Üstün gelmek, zorla istediğini yaptırmak, hüküm, emir, itaate zorlamak, kendinden üstün bir kuvvetin herhangi bir şeyi kullanması, onu köle ve itaatkar kılmasıdır.

2. İtaat, kulluk. hizmet, bir kimsenin emri altına girmek. birinin işini müşavere etmek, birinin üstünlüğü ve galibiyeti karşısında alçak gönüllülüğü ve zilleti kabullenmek.

3. Şeriat, kanun, yol, mezhep, millet, adet, taklit.

4. Ceza mükafat. muhakeme, hesap. (Mevdudi: Kur’an’a Göre Dört Terim)

Ayrıca lügat kökünden "Baş eğmek ve eğdirmek, borç almak ve vermek, kadı, hesaba çeken mutlak kudret sahibi manalarında kullanıll1iaktadır" (Arapça-Türkçe Yeni Kamus)

Mevdudi dışındaki yazarların tanımlamalarında din soyut olarak tarif edilmiş ve beşeri ideolojiler ve sistemler din tanımının dışında tutulmuştur.

Kısacası din denilince yalnızca manevi, metafizik kurallar birliği değil, insanın dünya hayatındaki yaşayışına yön veren kanun ve kuralların bütünü anlaşılmalıdır. Bu anlamda günümüzde insan hayatı üzerinde oldukça etkili olan ve insanın yaşayışına yön veren tasavvufun da bir din olduğu ortadadır. Bağlılarını, müntesiplerini biçimlendirdiği, onları belli kurallar içinde yetiştirerek hayata hazırladığı, yani hayata bakış açılarını, tarikatın hayata bakış açısına göre değiştirdiği bir vakıadır. Öyleyse tasavvuf da bir dindir.

Din konusunda tanımlamalar yapan yazarlar, beşeri ideolojileri din kapsamı içerisinde kabul etmeseler de yüce Allah (cc), kendi gönderdiği hak dinden başka beşeri dinlerin de var olduğunu, ancak kendi dininin en üstün din olduğunu bildiriyor.

“O, Rasulünü hidayetle ve hak dinle gönderdi ki, müşrikler hoşlanmasa da, onu bütün din(ler)in üstüne çıkarsın.” (Tevbe, 33)

Bu ve benzeri birçok ayette de görüleceği üzere, insanın yaşantısına yön veren beşeri dinlerin de var olduğu gerçeğidir. Nitekim yüce Allah (cc), Hz. Yusuf (as)’a kardeşini yanında alıkoyması için kendisine bir yol gösterdiği zaman, bu uygulamanın Kralın dininde olmadığını bildiriyordu.

“Bunun üzerine (Yusuf), kardeşinin yükünden önce ötekilerin yüklerini aramağa başladı; sonra tası kardeşinin yükünden çıkardı. İşte Yusuf’a böyle bir çare öğrettik. Yoksa kralın dini(kanunu)na göre (Yûsuf) kardeşini alamazdı. Meğer Allah dilemiş olsun. (Biz) dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her bilgi sahibinin üstünde daha bir bilen vardır .” (Yusuf, 76)

Yüce Allah (cc), insan hayatını düzenleyen kanun ve kuralları din olarak adlandırmış, ancak gerçek dinin kendi koyduğu din olduğunu, bunun dışındaki dinlerden razı olmadığını, bu dinlere mensup olanların yaptıkları iyi işleri kabul etmeyeceğini, bunların ahirette ziyana uğrayacaklarını bildirmiştir.

“Allah katında din, İslam’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir.” (Al-i İmran, 19)

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 85)

"Peygamberini hidayetle ve hak din ile bütün dinlere üstün kılmak için gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoş görmesin" (Tevbe, 33)

Yukarıda verilen ayetlerden de anlaşılacağı üzere din, sadece yüce Allah’ın koyduğu kurallar bütünü değil, beşerin de kendi yaşamlarını düzenlemek için, koyduğu kurallar, din kavramı ile tanımlanmaktadır. Bugün insan yaşamını düzenleyen kuralları koyan beşeri sistemler, ideoloji ya da sistem olarak ifade edilmektedir. Ancak bu tanımlama, ideoloji ya da sistemlerin din oldukları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.

İdeoloji ve sistemlerin din olarak tanımlanmaması, İslâm’ın siyasi boyutunu inkâr etme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. İslâm düşmanları, İslam’ı, ruhbanlık olarak adlandırılan ve gerçekte de zaten dünyevi fazla kuralları bulunmayan, diğer dinler gibi ruhbanlık olarak tanıtmaları, İslâm’ın dünyevi kurallarını inkâr etmelerinden ve insanlardan bu gerçekleri gizlemek istemelerinden dolayıdır.

İnsan yaşamını düzenleme iddiasından olan şirk ve beşeri küfür ideoloji ve sistemlerinde varolan dünyevi tüm kanun ve kuralların daha iyisi ve daha fazlası İslâm’da da vardır. İslam’ın, insan yaşamına getirdiği, dünya ve ahirette insanın huzur ve mutluluğunu sağlayan kurallarından rahatsızlık duyan şirk ve küfür cephesi, İslâm’ın bu kurallarını görmezden gelmişlerdir.

İslâm’ın, insanın dünya hayatını düzenleyen, insanlar arasındaki ilişkilere çözümler getiren, devlet idaresi, hukuk, siyasi, ticari, ekonomi, sosyal ve içtimai kurallarını, küfür ve şirk cephesi inkâr etseler de bu kurallar, Kur’an’ı Kerim’in ağırlıklı noktasını oluşturmaktadır.

Beşeri ideoloji ve sistemlerin din, İslâm dininin de sistem olarak, bilinçli bir şekilde tanımlanmaması, insanları, sosyal yaşamlarında iki dine birden mensup olma gibi bir duruma düşürmüştür. Bunun sonucunda insanlar, özellikle de Müslümanlar, yaşamlarının bazı bölümlerini beşeri sistemlere, bazı bölümlerini İslâm’a göre tanzim etmişlerdir ki bu, Müslüman olduklarını iddia edenleri şirke ve küfre sokmuştur. İşte bu nedenle, din kavramının doğru tanımlanması bizim için bir zaruret olmuştur ki, Müslüman olduklarını iddia eden kimseler, tabi olacakları dini, diğer adıyla sistemi bilinçli olarak seçsinler ve imanlarına şirk karıştırmadan Rab’lerine iman etsinler.

Din, insanın dünya hayatındaki yaşantısına yön veren kanun ve kurallar bütünü olduğuna göre, öncelikle dini oluşturan özellikleri belirtmekte fayda vardır. Dini tanımlayan özellikleri şu başlıklar altında toparlayabiliriz:

1.Hakimiyet/Egemenlik, Sevk ve idare,

2. Otoriteye boyun eğme,

3. Otoriteyi Kabul Etme ve Onun İsteklerini Yerine getirme,

4. Otoritenin Vereceği Ceza ve Mükâfatı Kabullenme.

1-HAKİMİYET/EGEMENLİK, SEVK VE İDARE

İlahi olsun, beşeri olsun her sistem, her din ya da ideoloji, insanlar üzerinde egemenlik kurmak, insanları sevk ve idare etmek için kanunlar çıkarır, hükümler koyar. İster yazılı, isterse yazısız olsunlar, insanların sevk ve idaresi için çıkarılan kanunların en öncelikli amacı, insanlar üzerinde egemenlik kurmak, onlar üzerinde söz sahibi olmaktır. Kur’an’ı Kerim’de, insanlar üzerinde egemenlik kuran ve kendilerinin üstün olduklarını ilan edenlerden örnekler verir.

“Fir’avn kavminin içinde bağırıp dedi: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” (Zuhruf, 51)

“Fir’avn dedi ki: "Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum, ey Haman, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap, belki Musa’nın ilahına çıkarım, çünkü ben onu (Musa’yı) yalancılardan sanıyorum.

O (Fir’avn) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve kendilerinin bize döndürülmeyeceklerini sandılar.” (Kasas, 38-39)

İnsanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ve onları sevk ve idare etmek, bütün dinlerin, sistem ve ideolojilerin en öncelikli amaçlarıdır. Tarihsel süreçte yapılan tüm savaşların temel nedeni hep sistemlerin hâkimiyet kurma, üstün olma emellerinden kaynaklanmıştır. Yüce Allah’ın gönderdiği elçilere karşı çıkışın da en önemli nedeni, hâkimiyeti elden bırakmama düşüncesidir. Egemenliği ellerinden bulunduran güç sahipleri, yüce Allah’ın gönderdiği elçilere iman etmeleri halinde egemenliğin ellerinden çıkacağını düşünmüşlerdir.

“Fir’avn, kentlere (asker) toplayıcılar gönderdi. Şunlar, (şu İsrail oğulları), az bir topluluktur dedi. Bizi kızdırmaktadırlar. Biz, ihtiyatlı, koca bir cemaatiz.” (Şuara, 53-56)

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: ‘Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz’ ‘Biz malca ve evlâtça (sizden) daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.’ dediler.” (Sebe, 34-35)

Egemenlik kurmak ve insanları idare etmek, her sistem ve ideoloji için vazgeçilemez bir ilkedir. Bu ilke İslâm’ın da olmazsa olmaz şartıdır ve egemenlik sağlanamadığı sürece İslâm ne gereği gibi yaşanabilir, ne de İslâm’a mensup olduklarını iddia eden kimseler Rab’lerini razı edebilirler. Yüce Allah (cc), yaratmanın kendisine ait olduğunu bu nedenle hükmetmenin de kendisinin hakkı olduğunu bildirmektedir.

“Rabbiniz o Allah’tır ki; gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşa istiva etti (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yarattı). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!” (A’raf, 54)

“Allah her şeyin yaratıcısıdır, O, her şeyin yöneticisidir.” (Zümer, 62)

Yüce Allah (cc) en doğru dinin kendi koyduğu din olduğunu, bunun dışındaki dinlerin beşerin uydurması olduğunu bildirmekte, o sistem ve dinlere itaat etmenin kendisinden yüz çevirmek olduğunu bildirmektedir.

“Siz, O’nu bırakıp ancak sizin ve atalarınızın taktığı birtakım (boş) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar(ın doğruluğu) hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine itaat etmenizi buyurmuştur. İşte doğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40)

Egemenlik, tümüyle yüce Allah’ındır; iman edenler, bu gerçeklikten hareketle öncelikle dinlerini yeryüzüne egemen kılmalıdırlar. Yeryününe egemen olmayan bir dinin bütünlüğünden sözetmek mümkün değildir. Bu nedenle yüce Allah (cc), iman edenlerden dinlerini egemen kılmalarını istemiştir.

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!…” (Enfal, 39)

“Biz de istiyorduk ki o yerde ezilenlere lutfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım.” (Kasas, 5)

“Allah sizden, iman edip Salih amel işleyenlere va’detmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim(ler) bundan sonra da nankörlük ederse işte onlar, yoldan çıkanlardır.” (Nur, 55)

Bu ilahi buyruk, yüce Allah’ın indirdiği dinin ancak insan hayatı üzerinde egemen olmasıyla gereği gibi yaşanılabileceğini, bu yüce dine teslim olan Müslümanların, ancak bu halde dinlerinin gereğini yapabileceklerini ve güven içinde olabileceklerini bildirmektedir. O halde müslüman olduklarını iddia edenlerin yapmaları gereken en öncelikli görev, İslâm’ın insan hayatı üzerinde egemen olması için çalışmaktır. İslâm’ı yeryüzüne egemen kılmaya çalışmayanlar, bu uğurda çalışanlara yardım etmeyenler, Müslüman olduklarını iddia etmiş olsalar bile, İslâm dairesinden çıkarlar. Böyle kimseler, hem dünya hayatında beşeri ideolojilerin zulmü altında perişan olacaklar, hem de şirke düşecekleri için yüce Allah (cc) indinde en büyük azaba duçar olacaklardır.

Dünya yaşamlarında, İslâm dışı ideoloji ve sistemlerin idaresi altında hiçbir sıkıntı duymadan yaşayan, bu sistemlerin egemenliğini tanıyan kimseler, bu beşeri sistemleri din edinmişlerdir. Beşeri sistemlere oy verip bu sistemlerin partilerini destekleyenler, Müslüman olduklarını iddia etseler de, açık bir şekilde bu sistem ve ideolojileri din edinmiş, şirke ve küfre girmiş, müşrik olmuşlardır.

İslâm dışı ideolojilerin ortaya koydukları kanunların belirlediği ölçüler içerisinde parti, dernek ve vakıf gibi izin ve icazetli kurumları açanlar, bu kurumları destekleyip üye olanlar, egemenlikleri altında yaşadıkları bu sistem ve ideolojileri din edinmişlerdir. Yüce Allah (cc) bu kimseleri uyararak başka din aramamalarını öğütlemekte ve onlardan, kendi koyduğu dine teslim olmalarını istemektedir.

“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürüleceklerdir.” (Al-i İmran, 83)

“Egemenlik mutlak anlamda yüce Allah’a aittir” diyen bir kimse, yaşantısını mutlak manada yüce Allah’ın indiridiği dine uygun olarak düzenlemeli ve bundan hiçbir şekilde taviz vermemelidir. Siyasi, ticari, hukuki, sosyal ve beşeri alanda yaşamını İslâm dinine göre düzenlemeyenler, başka bir sisteme göre hayatlarını düzenledikleri için, başka bir dine teslim olmuş, İslâm dininden çıkmış, Kur’ani anlamda müşrik olmuşlardır.

2- OTORİTEYE BOYUN EĞME İTAAT ETME

Din kavramının diğer bir anlamı, insanları yönetme iddiası bulunan ve insanlar üzerinde egemen olan sistem ve ideolojilere boyun eğmek, itaat etmektir. İdaresi altında yaşanılan sistemin kurallarına itaat etmek, bu kurallara itiraz etmeden boyun bükmek o sistem ya da ideolojileri din edinmektir.

İlahi olsun beşeri olsun, bütün din ve ideolojilerin tek amacı üzerinde egemen oldukları ve idareleri altında bulunan insanlara boyun eğdirmek, onları kendilerine itaat ettirmektir. Din ya da sistemler, idareleri altındaki insanları, ya baskı ve zorlama ile ya da onların kendi arzuları ile itaat edip boyun eğmeleri ile kendilerine itaat ettirip boyun eğdirirler.

Beşer kaynaklı sistemler (dinler), insanları genellikle baskı ve zorlama ile kendilerine itaat ettirirlerken ve insanlar çoğunlukla kerhen bu sistemlere itaat ederlerken, İslâm’a ve ilahi kaynaklı dinlere, inanan insanlar kendi arzuları ile itaat edip boyun eğerler.

İnsanları kendilerine itaat ettirmek için beşeri sistemler, polis ve askeri güvenlik birimleri oluştururlar ve bunları, halkı sindirmek için kullanırlar. Sistemin koruyucu ve idarecileri, düzenledikleri kimi özel günlerdeki konuşmalarında, iç ve dış düşmanlardan sözederler. Onların iç düşman dedikleri kimseler, genellikle baskı ve zorbalıkla sindirilmiş, sistemi beğenmeyen insanlardır.

Beşeri sistemler, kendi ideolojilerini benimsetmek ve halk üzerindeki yönetimlerini sürdürmek için bazı kimseleri ödüllendirerek kendilerine itaat ettirirler. Makam, mevki ve değişik parasal ödüllerle kendilerine bağladıkları kimseler vasıtasıyla insanları kendilerine itaat ettirmek isteyen beşeri düzenler, bunda fazla bir başarı elde etmezler. Bu nedenle genellikle güvenlik güçleri vasıtasıyla insanlara boyun eğdirirler.

İslâm dini, insanların kendi iradeleri ile iman ve itaat etmelerini ister ve ancak böyle bir iman ve itaatin yüce Allah indinde kabule şayan olduğunu bildirir. Kendi istek ve arzuları ile İslâm dinini kabul edip onun belirlediği kurallara göre hareket eden kimseler, İslâm’ı din olarak kabul etmişler demektir.

"De ki, ‘ben Allah’a O’nun dininde ihlas sahibi olarak ibadet (itaat) etmekle emrolundum ve bana Müslümanların ilki olmam emredildi…" (39 Zümer, 11-12)

“Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılıp O’nu birleyerek Allah’a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur.” (Beyyine, 5)

"O daima yaşayandır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde O’na dininde ihlas ve samimiyet erbabı olarak ‘Hamdolsun kainatın Rabbi Allah’a’ diyerek dua edin" (Gafir, 65)

Yukarıdaki ayetlerde ve benzeri birçok ayeti kerimede, yüce Allah’a yapılacak kulluğun ve O’nun hükümlerine itaat etmenin mutlak anlamda ihlasla yapılması istenmektedir. İhlas sahibi olmanın anlamı; kişinin imanında samimiyet sahibi olması ve hiçbir sıkıntı duymadan iman ettiği hükümlere itaat edip teslim olmasıdır. İşte ancak bu durumda kişi, yüce Allah’a itaat etmiş, onun koyduğu bütün hükümlere isteyerek, gönülden teslim olmuştur.

Allah’a ihlasla itaat, O’nun koyduğu bütün hükümlere, hiç bir ekleme ve çıkarma yapmadan, olduğu gibi kabul edip teslim olmaktır. Allah’a ihlasla itaat; hakimiyet, hüküm ve emir konusunda kişinin Allah’tan başkasına boyun eğmemesi, Allah’tan başkasının koyduğu kurallara hiçbir şekilde uymaması, yüce Allah’ın indirdiği hükümlere sımsıkı sarılmasıdır. Ancak bu şekilde yüce Allah’ın indirdiği hükümlere teslim olan kişiye yüce Kur’an’da Müslüman adı verilmektedir.

“Onlar ki, Kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı kılarlar; elbette biz, iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz.” (A’raf, 170)

“Ve onlar Rablerinin yüzünü (rızasını) arzu ederek (dünyevi sıkıntılara) sabrederler; namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte şu yurdun sonucu onlarındır” (Rad, 22)

“Onlar ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Hac, 35)

Yukarıdaki bu ayetler, yüce Allah’ın indirdiği hükümlere isteyerek, samimi bir şekilde ve sadakatle sarılan kimselerin durumu ortaya konulmaktadır. Bu kimseler, iman ettikleri İslâmi esaslara bütün benlikleri ile sarılmışlar ve yüce Allah’ın indirdiği esaslardan razı olmuşlardır. Böyle kimseler, İslâm’ı din edinmişler ve kendi iradeleriyle İslâmi esaslara boyun büküp kurallarına teslim olmuşlardır.

İslâm dinini kabul etmiş, hayatını bu dine göre düzenlemiş, İslâmi hükümlere itaat edip teslim olmuş bir kimse, hiçbir şekilde hayatını başka bir dinin, ya da sistemin kurallarına göre düzenleyemez ve o din ya da sisteme itaat edip boyun bükemez. Çünkü insan yalnızca bir dine mensup olabilir ve o dini din olarak kabul edebilir. Yani kişi iki dinli olamaz; aynı anda iki dinin, iki ayrı sistemin emirlerini yerine getiremez.

İslâmi esaslara iman edip Müslüman olan bir kimse, İslâm’ın zıddı olan demokratik bir sisteme göre hareket edemez. Bu durumda o kişi, İslâm’dan çıkar, şirke düşer, müşrik olur. Çünkü “Hayyaalel Salah (Haydi Namaza)” çağrısıyla namaza giden bir kimsenin, “Haydi sandığa, oy vermeye” çağrısıyla oy kullanmaya giderse bu kişi iki dine, iki sisteme göre hareket etmiştir. Ancak İslâm, kendisi dışındaki sisteme göre hareket edenlerin ibadetlerini geçerli saymamakta ve bu ibadetlerin boşa gittiğini bildirmektedir.

İslâm’ın yanında demokrasiyi de benimseyen bir kimse, Kur’an’ın ifadesiyle müşrik olmuş, İslâm dairesinden çıkmıştır. Böyle birisinin kendisinin Müslüman olduğunu söylemesi de onu Müslüman yapmaz. Bu kimse, isterse her sene Hac’ca gitsin, sürekli sadaka versin ve namaz kılsın; bu davranışları onu şirkten ve müşrik olmaktan kurtaramaz. Çünkü bu kimse, demokrasiye inanmakla imanına şirk bulaştırmış, oy verip demokrasiye göre hareket etmekle de müşrik olmuştur.

Bir insan hem Müslüman hem de demokrat, hem Müslüman hem de sosyalist, hem Müslüman hem de kapitalist, hem Müslüman hem de kavmiyetçi, hem Müslüman hem de Hrıstiyan, hem Müslüman hem de tarikatçı olamaz. Eğer her ikisindenim diyorsa İslâm’a göre o kişi mutlaka ikincisindendir, yani İslâm’ın dışındaki dinlerdendir. Müslüman sağcı. Müslüman solcu, Müslüman demokrat kavramları. İslâm’ı bilmeyen, kendi konumlarını meşru göstermek isteyen cahil bilgisizlerin uydurmasıdır.

Müslüman bir kişi, Allah’ın otoritesi dışındaki tüm beşeri otoriteleri reddedip Allah’ın otoritesine teslim olan, O’nun indirdiği esaslara göre hareket edendir. Zaten “La ilahe illallah” kelime-i Tevhidin anlamı da budur. Kur’an’ı Kerim, iman eden kimseleri açıkça uyarmakta ve İslâm’ın yanında başka bir sistemi kabul etmeyi kesinlikle yasaklamaktadır.

İslâm, kişilerin Müslüman olmalarını ister, ancak bunun için özgür iradeleri ile hareket etmelerini ve seçimlerini bilinçli olarak yapmalarını tavsiye eder ve hiçbir şekilde onları zorlamaz.

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu (İslâm dışı sistemleri) inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)

Kur’an’ı kerim, Müslüman olan bir kimsenin, mutlak manada İslâm’ın emirlerine göre hareket etmesini ve İslâm’ın dışında başka bir sistemi kabul etmemesini ve o sisteme itaat etmemesini ister. Aksi halde bu kimse müşrik olur, İslâm’dan çıkar.

"Bir de yüzünü Tevhid dinine döndür ve sakın müşriklerden olma.” (Yunus, 105)

“Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım edilmez.” (Hud, 113)

İslâm, iman eden kimselerin, İslâm dışı sistemlerin kurallarına göre hareket etmelerini yasakladığı gibi, aynı zamanda onlara en küçük bir meylin gösterilmesini de yasaklamıştır. İslâm dışı sistemlere en küçük bir meyil gösteren kimselerin cehennem azabına girecekleri ve “Allah şirki affetmez” ilahi buyruğun gereği, yüce Allah (cc) kendilerine de yardım etmeyecektir.

3- DÜŞÜNCE ve SOSYAL HAYAT PLANINDA DİN

Din, bir yaşam biçimidir; bu nedenle din, yalnızca ibadetleri içeren kuralları değil, aynı zamanda insan yaşamı ile ilgili olan düşünce ve sosyal hayatı kapsayan kuralları da içerir. İnsanın, yaşadığı sosyal hayatta, kendisini ilgilendiren birçok konu ve karşılaştığı çeşitli sorunlar vardır. Bu konu ve sorunlarla ilgili düşünülen her metod, yapılan her düzenleme din kapsamı içerisindedir.

İnsan, kendisini ilgilendiren her konuya, ya da karşılaştığı her soruna belli kurallar içerisinde yaklaşır. İşte sosyal hayatı ilgilendiren bu kuralları insan kendisi koymaz, konulmuş olan bu kuralları ya insanı yaratan yüce Allah koyar ya da devlet örgütlenmesi içerisinde kimi insan koyar.

İnsan düşüncesi ve buna dayalı bilgisi sınırlıdır ve gelecekte ne olacağını, yarınların insanlara ne getireceğini bilmez. Bu nedenle insanın yapacağı yasalar, sınırlı, yetersiz ve her zaman değişmeye mahkumdur. Kendi yanlarından çıkardıkları yasaların yetersiz olduğunu görmelerine ve çıkardıkları yasalar üzerinden daha uzun bir süre geçmeden, bu yasaları yeniden düzenlemelerine ya da uygulamadan kaldırmalarına rağmen, yeni yasalar çıkarmaya devam etmişler, Rab’lerinin kendileri için indirdiği evrensel ve çağlarüstü hükümleri kabul etmemişlerdir.

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allâh, peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan Kitabı indirdi. Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o(Kitap hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allâh, kendi izniyle inananları, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allâh, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara, 213)

Tarih boyunca insanlar, Rab’lerinin kendileri için indirdiği esasları bırakmışlar, kendilerine verilenlerle yetinmeyip kendi hevalarından çıkardıkları hükümlerle kendilerini ve diğer insanları idare etmeye kalkışmışlardır. Ancak koydukları hükümler nedeniyle her seferinde toplum bunalım ve sıkıntılara girmiş, toplumda kaos ve kargaşa baş göstermiştir. Bunun sonucunda kanunu koyanlar, kendi koydukları yasaları değiştirmek zorunda kalmışlardır.

Yüce Allah’ın indirdiği hükümler, insan yaşamını ilgilendiren her konuya ve soruna en ideal çözümleri getirmiştir. İnsan hayatını yakından ilgilendiren siyaset, ticaret, ekonomi, ceza hukuku, aile hukuku, adabı muaşeret kuralları gibi hemen bütün konularda İslâm en ideal çözümleri sunmuştur.

İnsan, öncelikle düşünce planında, İslâm’ın insan hayatını ilgilendiren bütün konulara en ideal çözümleri getirdiğini, hiçbir şüpheye yer bırakmadan, kabullenmelidir. Düşünce planında bu gerçekleşmeden sosyal hayatta İslâm’ın her konuya çözümler getirdiğini ifade etmek hem bu iddiada bulunan kişiyi kendi içerisinde çelişkiye sokacak, hem de bu ifadelerin toplum üzerinde herhangi bir etkisi bulunmayacaktır.

İslâmi esaslara iman eden bir kimsenin, yaşadığı hayatta siyasi, ticari, ekonomik, aile hukuku, ceza hukuku, adabı muaşeret ile ilgili olarak, hiçbir şekilde beşeri sistemlerin kurallarına göre hareket etmemelidir. İnsanın, hayatını ilgilendiren herhangi bir konuda beşeri sistemlere göre hareket etmesi kendisinin şirke ve küfre girmesine neden olacaktır.

Siyaset İle İlgili İslâmi Kurallar

İnsanları yönetme bir beceri ve maharettir; bu nedenle idare etme sanatına siyaset adı verilmiştir. Siyaset, idare ve yönetme sanatıdır ki, temel kavram olarak “Seyis” kavramından gelmektedir. Seyis, at terbiyecisi ve yöneticisine verilen bir sıfattır.

İnsanların nasıl yönetileceğini Kur’an’ı Kerim, en mükemmel bir şekilde ortaya koymuş, Hz. Peygamber (as)’ın hayatında, mü’minler için en güzel örnekliğini ortaya koymuştur. Peygamber (as)’dan sonra bugüne kadar gelen, İslâm’a inansın inanmasın, hemen bütün düşünürler, Hz. Muhammed (as)’ın, gelmiş geçmiş en iyi siyasetçi olduğunu kabul ve itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Hz. Muhammed (as)’ın, gerek idare ettiği Müslüman toplumla, gerek ülkesinde yaşayan gayri Müslim tebaa ile ve gerekse diğer ülkelerle olan ilişkilerinde en iyi yönetici ve devlet adamlığı örnekliği ortaya koymuştur.

“Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü’minlere şefkatli, merhametlidir.” (Tevbe, 128)

“Muhammed Allâh’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onların, rükû’ ve secde ederek Allâh’ın lütuf ve rızâsını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. Onların Tevrât’taki vasıfları ve İncil’deki vasıfları da şöyle bir ekin gibidir ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir bir duruma geldi. Allâh onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfât vadetmiştir.” (Fetih, 29)

Beşeri sistemlerin idarecileri, her dönemde kendileri lüks ve saltanat içerisinde bir hayat sürerlerken ve idareleri altındaki halklar, her türlü sıkıntı ve zorluklar içerisinde kıvranmaktadırlar. Oysa Hz. Muhammed (as), idaresindeki halk ile aynı şartlarda yaşarken, en küçük bir sıkıntı olduğunda bu sıkıntıyı halka sirayet etmeden önce kendisi bu sıkıntıyı yaşıyordu. Hz. Peygamber (as)’ın bu durumu, beşeri sistemlerin yöneticilerinin havsalalarının alamayacağı bir durumdur. Kendilerini, halkları üzerinde putlaştıran beşeri yöneticilerin insanlık için tek ve en hayırlı önder olan Hz.Muhammed (as)’ın bu durumunu anlamaları ve kabul etmeleri zaten mümkün değildir.

Çevresinde bulunan insanların her türlü taleplerine ve kendisine birçok sıkıntı vermelerine rağmen o eşsiz önder, mükemmel lider ve rahmet elçisi Peygamber (as), onlara karşı şefkat ve merhametle muamele ederdi. Yönetimi altındaki insanlara karşı sevgi dolu olan, kızmak, bağırmak gibi itici kav ramları lügatinden silip atan Hz. Muhammed (as), insan olarak mükemmel olduğu gibi siyasi lider olarak da eşine az rastlanan birisiydi.

“Allâh’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. İşini onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allâh kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 159)

İslâm dininin, siyasete verdiği önemi kavramak için Rasulullah (as)’ın hayatına bakmak yeterlidir. O örnek Peygamberin ve ideal şahsiyetin yönetme dehasının, halkı ile olan ilişkilerinin ve Kur’an’ın buyrukları doğrultusunda uyguladığı siyasi metodun, tarihin hiçbir döneminde eşine rastlanılmamış, benzeri görülmemiştir. Ancak dünya siyasetinde İslâm dininin kurallarının uygulanması halinde, Peygamber (as)’ın siyasetine yakın bir siyaset görülebilir.

İslâm Dininde Ticari Hükümler

Yaşamın her alanını en iyi şekilde tanzim eden yüce İslâm dini, insanlar arasındaki ticari ilişkileri de belli kurallara bağlamış, bu kurallar doğrultusunda hareket etmeyi zorunlu kılmıştır. İslâmi ticaretin temel ilkesi, yüce Allah’ın rızası doğrultusunda hareket etmek ve bu ilke doğrultusunda ticareti yürütmektir.

“Ey inananlar, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allâh’ı anmağa koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfünden (rızkınızı) arayın. Allâh’ı çok anın ki başarıya eresiniz.” (Cuma, 9-10)

İslâm dini, ticaretin belirli ilkeler çerçevesinde yapılmasını emretmiş, ticarette hile yapılmasını, insanların kandırılmasını kesinlikle yasaklamıştır. Ticarette hile yapmak, insanların hukukuna tecavüz olduğu gibi aynı zamanda yeryüzü dengelerinin bozulmasına da meydan vermektir.

“Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adâletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.” (Rahman, 8-9)

Yüce Allah (cc), yeryüzünde her şeyi bir denge üzerine yaratmış, bu dengelerin bozulmasını kesinlikle yasaklamıştır. Hile yaparak, insanları kandırarak ticaret yapanlar, insanların haklarını gasbettikleri gibi yeryüzünün dengelerini de bozmaya çalışmaktadırlar. Diğer taraftan İslâm dini stokçuluğu yasaklamış, halkın muhtaç olduğu zaruri ihtiyaçların, fiyatlarının artması için saklanmasını haram kılmıştır. Bu nedenle yüce Allah (cc), böyle yapanları dünya ve ahirette şiddetli bir azap ile uyarmaktadır.

Yüce Allah (cc), ticarette hile yapanlara, Hz. Şuayb (as)’ın kavmi Medyen’i örnek göstermiş, bu kavmin ticari yolsuzluktan dolayı helak edildiğini bildirmiştir.

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (gönderdik): ‘Ey kavmim, dedi, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur; ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum ve ben sizin için kuşatıcı bir günün azâbından korkuyorum!”

Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı tam dengeli yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin!”

“Emrimiz gelince, Şu’ayb’i ve onunla beraber inanmış olanları bizden bir acıma ile kurtardık; zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında çöküp kaldılar.” (Hud, 84-85,94)

Ticarette hile yapanlar dünya hayatında helak oldukları gibi ahiret hayatında da helak olacaklar, ebedi bir azap ile cezalandırılacaklardır. Yüce Allah (cc) ticaretle uğraşan insanların ahiret hayatında ebedi azap ile cezalandırılmamaları için onları uyarmış, ticarette dürüst olmalarını istemiştir.

“Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman (ölçü ve tartıyı) eksik yaparlar. Onlar, tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin, 1-4)

Ticari hayatta sıkıntıların ortaya çıkmaması için İslâm dini senetleşmeyi prensip olarak kabul etmiş, böylece ticaret nedeni ile insanlar arasında sorunların çıkmasını daha ilk baştan ortadan kaldırmıştır.

“Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı, adâletle yazsın. Yazıcı, Allâh’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın; borçlu olan da yazdırsın, Rabbi olan Allah’tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik etmesin. Eğer borçlu olan kimse aklı ermez, yahut zayıf, ya da kendisi yazdıramayacak durumda ise velisi onu adâletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa râzı olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kadın (şahitlik etsin). Tâ ki kadınlardan biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun, onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allâh katında daha adâletli, şahitlik için daha sağlam, kuşkulanmamanız için daha elverişlidir. Yalnız aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günâh yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da, şâhide de asla zarar verilmesin. Eğer (bir zarar) yaparsanız, bu kendinize kötülük olur. Allah’tan korkun, Allâh size öğretiyor. Allâh her şeyi bilir.” (Bakara, 282)

İnsanların yaşamında çok önemli bir yer tutan ticaret hayatı, İslâm’ın çok önem verdiği konulardan biridir. Bu nedenle İslâm, ticaret konusunda çok önemli hükümler vazetmiştir. Kapitalizmin, “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” ilkesiyle bir kısım insanları ekonomik olarak zenginleştirip sivrilten, halkın bir kısmını ezen acımasız ekonomik yapısına karşın İslâm dini, zengin ve fakir arasındaki dengeyi sürekli olarak korumuştur.

Nereden gelirse gelsin mantığı ve üzümünü ye bağını sorma gibi kaynağı belli olmayan haram ve gayri meşru geliri normal sayan, faizi ekonomisinin temeli yaparak alın teri olmadan, insanların sırtından çok kolay kazanç elde etmeyi teşvik eden kapitalist ekonomik sisteme karşı İslâm, kaynağı belli olmayan her türlü kazancı gayri meşru görmüş, insanları sömüren faizi, Allah’a ve Rasulüne savaş açmak olarak kabul etmiş, faiz ile iştigal edenleri cehennemde ebediyen kalmakla uyarmış ve faizi haram saymıştır.

“Faiz yiyenler, ancak şeytânın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: "Alışveriş de faiz gibidir." demelerinden ötürüdür. Oysa Allâh, alış-verişi helâl, faizi harâm kılmıştır. Kime Rabbi’nden bir öğüt gelir de vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allah’a kalmıştır. Kim tekrar (faize) dönerse onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara, 275)

İslâm dininin, ticaret ile ilgili kurallarını bırakıp içerisinde yaşadıkları beşeri sistemlerin ticari kurallarına göre hareket eden kimseler, kurallarına göre hareket ettikleri sistemi din edinmişlerdir.

İslâm Dininde Ceza Hukuku

Her siyasal rejimin ya da her dinin, halk üzerinde caydırıcı rolü oynayan ceza kanunları vardır. Bu, İslâm dini için de aynıdır. İslâm dininin, toplumsal yaşamda, halkın huzur ve güvenini bozacak davranışlara karşı, tıpkı beşeri sistemlerde varolduğu gibi, caydırıcı niteliği taşıyan ceza yasaları vardır. Ancak beşeri sistemlerdeki ceza yasaları, cezalandırılan insanları toplumun dışına atarken ve kişiyi daha fazla azdırırken İslâm ceza yasaları kişiyi topluma kazandırmaktadır.

Bütün din(sistem)lerde ceza ve mükâfat vardır; mevcut otoritenin isteklerine uygun hareketler mükâfatlandırılırken, aksine davranışlara ceza verilmektedir. İslam nizamında da durum aynıdır. Allah’ın ortaya koyduğu ve razı olduğu din(sisteme) göre hareket edenler her iki cihanda da mükafatlandırılırken. İslam toplumu içinde fitne çıkararak toplum düzenini bozan davranışlar cezalandırılmaktadır.

İslâm dininin ceza yasaları, kişiyi cezalandırıp onu toplumun dışına atmayı değil, onu topluma kazandırmayı hedef almaktadır. Bu nedenle İslâm ceza yasalarına klasik anlamda ceza yasaları değil bir noktada mükâfat yasaları da denilebilir. Çünkü İslâm dinindeki ceza yasaları, kişiye hayat kazandırmakta, toplum içerisinde layık olduğu yeri kazanmasını sağlamaktadır.

“Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz.” (Bakara, 179)

İslâm dininin diğer din(sistem)lerden her yönüyle üstün olduğu bugün de ispatlanan bir gerçektir. Fakat en önemli yönü şudur: İslâm nizamında suça teşvik eden bütün unsurlar ortadan kaldırılır. Ancak, toplum düzenini bozmaya çalışan iki yüzlü, münafık tiplerin ya da hevasına köle olanların varlığı her zaman mevcuttur. İşte kötü kimselerin toplum düzenini bozmamaları için suçlara verilecek cezalar otoritece önceden bildirilir ve cezaların uygulanması herkesin şahit olacağı bir şekilde verilir ki, suça yeltenmek isteyenler bu emellerinden vazgeçsinler.

“Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun; Allah’a ve âhiret gününe inananlar iseniz Allâh’ın cezâsını uygulamada sizi, onlara karşı acıma duygusu tutmasın. Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azâba şahit olsun.” (Nur, 2)

Beşeri sistemlerde, insanlar suç işlemeye adeta teşvik edilir, kapitalist olsun sosyalist olsun, bütün sistemlerde zina, hırsızlık, adam öldürme suçu olmasına ve bu suçlara karşı bir cezanın varlığına rağmen bu sistemleri uygulayan devletlerde kişiler, suç işlemeye adeta teşvik edilirler.

Beşeri sistemlerde, bir taraftan insanlar arasında adaletsiz gelir dağılımındaki adaletsizlik nedeniyle bir kısım insan yoksul bırakılarak, insanların inanç duyguları kaldırılarak insanlar suça teşvik edilirlerken diğer taraftan insanların suç işleyebilecekleri ortamlar hazırlanır ve insanların suç işlemeleri kolaylaştırılır.

Beşeri sistemlerde, kadının en mahrem yerleri sokakta pazarlanan adi mal gibi teşhir edilmekte, basın yoluyla çıplaklık teşvik edilmekte erkeklerin zina suçu işlemeleri için ortam hazırlanmaktadır. İnsanlar arasındaki kardeşlik duygularını köreltip kaldıran beşeri sistemler, insanların birbirlerine düşman olmalarına, birbirlerine kin beslemelerine sebebiyet vermektedirler.

Beşeri sistemlerde, bazı insanların kemerleri sıkıla sıkıla canları çıkartılırken, diğer bazıları da çeşitli yollarla bu mustazafların son nefesini kesmek için semirilmektedirler. Devleti dolandıranlara şiltler verilirken, bir ekmek çalanlar ise ceza evlerinde ömür tüketmektedirler.

Demokrasi adına insanlar sınıflara, hiziplere, partilere bölünür beşeri sistemlerde, parti mensupları, farklılıklarını düşmanlıklara dönüştürürler ve sürekli çatışırlar. İktidara gelen her parti kendi yandaşını kayırır, diğer parti mensuplarını işten atarak, görev yerini değiştirerek cezalandırır.

“Adalet mülkün temelidir” levhası altında görev yapan beşeri sistemin mahkemeleri, insanları düşüncelerine, siyasal kimliklerine göre ayırarak zulüm estirirler. Üst düzey yöneticilere, onların yakınlarına farklı, halktan kimselere farklı bir yargılama ortaya koyan beşeri mahkemeler, toplum içerisinde fitneye, bölücülüğe neden olurlar.

İslâmi adalet sisteminde ise, devlet başkanı ile sıradan vatandaş, zengin ile fakir arasında bir ayırım gözetilmez, suç işleyen işlediği suçun cezasını çeker. Nitekim Rasulullah (as), hırsızlık yapan zengin ve soylu bir kadının cezalandırılmasını buyurduğunda bazı kimseler bu kadına ceza verilmemesini talep etmesi karşısında, insanlık için ideal ve örnek olan Hz. Peygamber (as): “Bu suçu işleyen kızım Fatıma da olsa cezasını veririm” diyerek İslâm’ın adaletini bir kez daha gözler önüne koyar.

Adaleti temel prensip olarak kabul eden İslâm dini, cezalandırmada da adaleti gözetir ve hiçbir şekilde, hiç kimseye farklı bir muamele yapmaz. Suç işleyen kimse, suçu oranında cezalandırılır ve kesinlikle aynı suçu işleyenlerden farklı bir ceza almaz.

“O(Hak Kitabı)nda onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısâs (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar(kısâs hakkından vazgeçer)se o, kendisi için kefâret olur. Ve kim Allâh’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zâlimler onlardır.” (Maide, 45)

“Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah’a âittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez.” (Şura, 40)

Cezalandırmadan önce affetmeyi ön plana alan İslâm dini, temel amaç olarak insanları topluma kazandırmayı prensip edinmiş, insanların birbirlerine karşı daha hoşgörülü olmasını istemiştir. Bu nedenle kötülük yapanların bile, cezalandırılmadan önce bağışlanmasını tavsiye etmiştir.

İslâm dini, haset etme yerine gıpta etmeyi, rekabette kardeşini kendi öz nefsine tercih etmeyi, kendi nefsi için istediğini kardeşi için de istemeyi insanlara tavsiye ederek toplumsal barışı sağlarken, materyalist felsefeyi ölçü edinen demokratik ve sosyalist sistemler, insanları birbirine düşman eden, kin ve düşmanlığı körükleyen “Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler”, “Önce can sonra canan”, “Altta kalanın canı çıksın” gibi sloganları, toplum bireylerinin beynine işlemiş ve bunun sonucunda kendisini düşünen bencil insanların yetişmesini sağlamışlar.

Bütün bu nedenlerden dolayı İslâm dini ile beşeri dinler kesinlikle kıyaslanamayacak kadar birbirinden farklıdır. Bunlar arasındaki fark, güneş ile mum arasındaki fark gibidir. İslâm dini adaleti, beşeri dinler olan sistemler ise zulmü, İslâm dini kardeşliği, beşeri sistemler ise düşmanlığı prensip edinmişlerdir.

İslâm Dininde Aile Hukuku

Toplumları ayakta tutan en önemli kurum aile kurumudur. İslâm dini, aile kurumunun sağlam temeller üzerine bina edilmesi için, en hassas bir şekilde hükümler indirmiş, kurallar koymuş, aile kurumunu en iyi bir şekilde düzenlenmiştir. İslâm’ın aile kurumunu düzenlemek için indirdiği hükümler ve koyduğu kurallar beşeri hiçbir sistemde ve ideolojide bulunmayan benzersiz hükümlerdir.

İslâm dininde, aile kurumunun oluşumundan eşler arasındaki ilişkilere, çocukların anne-babaya karşı sorumluluklarından akrabalık ilişkilerine, miras hukukundan boşanma hukukuna kadar her konu, en ince bir şekilde, belli kurallar çerçevesinde düzenlenmiştir.

“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabâlık(bağlarını kırmak)tan sakının. Şüphesiz Allâh, sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa, 1)

“…Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir derece fazladır. Allâh azizdir, hakimdir…” (Bakara, 228)

“…Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunanlar hakkında mü’minlere yapmaları gerekli kıldığımız şeyi bil(dir)dik ki, sana bir zorluk olmasın. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (33 Ahzab, 50)

İslâm aile hukuku, beşeri hiçbir hukukta bulunmayan hakları en iyi şekilde düzenlemiş, aile bireylerinin buna uymalarını, hem imani bir sorumluluk, hem de beşeri bir görev olarak belirtmiştir. Aile hukukunda bireyler, karşılıklı olarak birbirlerinin hakkına saygı göstermekle mükelleftirler.

“Allâh’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeylere göz dikmeyin. Erkeklere de kazandıklarından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Kuşkusuz Allâh, her şeyi bilendir.” (Nisa, 32)

“Allâh, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harca(yıp kadınların geçimini sağla)dıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı iyi kadınlar itâatkâr olup, Allâh’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi korurlar…” (Nisa, 34)

Aile içerisinde, bireylerin birbirlerinin hukukuna karşı herhangi bir tavır takınmaları durumunda İslâm dini, çözüm yollarını göstermiş, hakların çiğnenmesini önlemiştir. Bunun için İslâm dini, öncelikle aile içi hukukun işletilmesini tavsiye etmiş, sorunun giderilmemesi halinde normal hukuk kurallarının işletilmesini istemiştir.

“Şayet (eşlerin) aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse, Allah, onların arasını bulur. Muhakkak ki Allah bilendir, haber alandır.” (4 Nisa, 35)

İslâm dini, aile kurumu içerisinde miras hukukunu da en iyi şekilde düzenlemiş, aile bireylerinin hakları tek tek bildirilmiş ve aile bireylerinin koruma altına alınmıştır. Aile bireylerine düşen görev, yüce Allah’ın bildirdiği haklara kesinlikle riayet etmektir.

“Allah size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, bıraktığı mirâsta ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir. (Bu hükümler, ölenin) Yapacağı vasiyetten, ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar, Allâh’ın koyduğu haklardır. Şüphesiz Allâh bilendir, hakimdir.” (Nisa, 11)

İslâm Dininde Adabı Muaşeret Kuralları

İslâm dini, yalnızca ceza ve yaptırım kurallarını değil, aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin, birbirlerine karşı nasıl davranacaklarını belirten nezaket kurallarını da ortaya koymuştur. İslâm dini, sosyal hayatta uyulacak esasları da en ince bir şekilde düzenlemiş, insanların sosyal hayat içerisinde ne yapacaklarını, birbirlerine karşı nasıl davranacaklarını da belirtmiştir. İslâm’ın adabı muaşeret kuralları, beşeri hiçbir dinde, hiçbir sistemde bulunmayan ideal kurallardır.

“Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size: ‘Dönün’ denirse dönün. Bu, sizin için daha temizdir. Allâh yaptıklarınızı bilendir.” (Nur, 27-28)

“Ey inananlar, (rastgele) Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin. Çağrıldığınız zaman girin; yemeği yeyince dağılın, söze dalmayın. Çünkü bu (hareketleriniz) Peygamberi incitiyor, fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allâh, gerçek(leri söylemek)ten utanmaz. Onlardan (yani peygamberin hanımlarından) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Sizin, Allâh’ın Elçisini incitmeniz ve kendisinden sonra onun eşlerini nikâhlamanız asla olamaz. Çünkü bu, Allâh katında büyük(bir günâh)tır.” (Ahzab, 53)

“Ey inananlar, aranızda gizli konuştuğunuz zaman günâh, düşmanlık ve Elçiye karşı gelme üzerinde konuşmayın; iyilik ve takvâ üzerinde konuşun ve huzûruna toplanacağınız Allah’tan korkun.” (Mücadele, 9)

“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa ‘Selâm’ derler.” (Furkan, 63)

Sonuç Olarak

İslâm dini, dini tarif edenlerin iddia ettikleri gibi, yalnızca metafizik kuralları değil, insanların dünya hayatındaki yaşamlarını biçimlendirmek ve dünyada huzurlu ve mutlu bir hayat sürmelerini temin etmek için de kurallar indirmiştir. İslâm dini, beşeri sistemlerle kıyaslanamayacak derecede, en ideal kuralları koymuş, insanların dünya hayatında karşılaşacakları her konu ile ilgili çözümleri tek tek açıklamıştır.

İçerisinde yaşadıkları sistemlere yaranmak isteyen İslamcılar gibi içeriden, İslâm’ın gelişmesinde korkan müsteşrikler dışarıdan olan İslâm düşmanları, ellerindeki bütün vasıtalarla İslâm’ın dünya hayatına ait kurallarının bulunmadığını, İslâm dininin devlete yönelik hükümlerinin olmadığını iddia ederler. Oysa gerek Kur’an’ı kerimde, gerekse Peygamber (as)’ın örnek hayatında devlet ile ilgili sayısız hükümler bulunmaktadır. Özellikle Medine İslâm devletinde devlet başkanı olan Hz. Muhammed (as), son nefesine kadar İslâmi hükümlerle devleti yönetmiş, bunun dışında hiçbir hükümle ülkeyi idare etmemiştir. Bu İslâm düşmanlarına, Kur’an’ın kendi ifadesi ile cevap verelim.

“Böyle iken sana dini yalanlatan nedir? Allâh, hüküm verenlerin en iyisi değil midir?” (Tin, 7-8)

 

Kurani Mücahede: 2007-04-09