Giriş
Tarihin her dönemi, Tevhid-şirk mücadelesine şahitlik yapmış, Hak-batıl mücadelesi her dönemde, kesintisiz bir şekilde bütün hızıyla devam etmiştir. İnsanın yeryüzüne gönderilmesi ile başlayan Tevhid-şirk, Hak-batıl mücadelesi, Risalet önderlerinin gönderildiği dönemlerde iyice alevlenmiş, mücadele en üst düzeye ulaşmıştır. Risalet önderlerinin gönderilmedikleri dönemlerde Tevhid-şirk mücadelesi daha yavaş bir şekilde sürmüştür.
Tevhid-şirk mücadelesinin en yoğun sürdürüldüğü Risalet önderleri döneminde ibre Tevhidi mücadeleyi ortaya koyanların lehine dönmüştür. Ancak Tevhid-şirk mücadelesinin yavaşladığı dönemlerde ibre, şirkin ve şirk mensuplarının lehine dönmüştür. Bu dönemde müşrikler ve onların destekçileri olan münafık ve kâfirlerle birlikte, bütün güçleri ile Tevhid erlerine ve Tevhidi esasları kabul eden Müslümanlara saldırmışlar, onlara her türlü zulmü reva görmüşler, baskı ve işkence ile Müslümanlara hayat hakkı tanımamışlardır.
Tevhid erlerinin, vahyi esasları gereğince duyurmadıkları, Tevhidi ilkeleri gür ve aleni bir şekilde ortaya koyamadıkları dönemlerde müşriklerin de içerisinde bulunduğu küfür ehli, vahyi esasları kendilerine göre değiştirmişler, küfür ve şirklerini dini bir örtü altında hak diye insanlara göstermeye çalışmışlardır. Cami ile puthane arasında mekik dokuyan müşrikler, Kur’anın reddettiği putperestliği adeta dindenmiş gibi savunmaya çalışmışlar, kimi Samiri soylu belamlar da bu putperestleri Müslüman diye tanımlama zilletine düşmüşlerdir.
Şirkin ortalığı kasıp kavurduğu, putperestliğin hak gösterilmeye çalışıldığı, Kur’an ayetlerinin çarpıtıldığı, Hakkın batılla bulandırıldığı dönemlerde Tevhidi esasları ortaya koyan Tevhid erlerine karşı çıkanlar, din adına ortaya çıkıp Kur’an tefsiri yapan Samiri soylu belamlar olmuşlardır. Bu durum, bugünde devam etmekte, putperest idarecilerden çıkarı olan Samiri soylu belamlar, yuvalandıkları vakıf gibi şirk yuvalarında Tevhidi esasları saptırarak putperest idarecilerin küfür ve şirklerini şirin göstermeye, bu müşrik putperestleri Müslüman diye tanımlamaya çalışmışlar, etraflarında toplanan zavallı yığınları da tağutu desteklemeye teçvik etmişlerdir.
Şirk ve küfür taraftarlarının, küfürlerinde ve Tevhidi esaslara karşı saldırılarında küstahlıklarının doruk noktasına ulaştıkları, Tevhid erlerine ve Müslümanlara yaptıkları zulüm ve baskılarını pervasızca yaptıkları dönemlerde bu zulüm bataklıklarından taptaze tevhid fidanları filizlenip boy göstermeye başlamışlardır. Tevhid erleri denilen bu Tevhid fidanları, Risalet önderlerinin gönderilmediği dönemlerde, küfür ve şirk taraftarlarının zulüm ve baskılarına, Samiri soylu belamların saptırmalarına aldırış etmeden, canları pahasına Tevhidi esasları ortaya koymuşlar, insanları yüce Allah’a gereği gibi iman etmeye ve kulluk yapmaya çağırmışlardır.
Kur’an-ı Kerim, Tevhid erlerinden bazılarının mücadelelerini sonradan gelecek Müslümanlara örnek vererek, Tevhid-şirk mücadelesinin Kıyamete kadar süreceğini ortaya koymuş, müslümanları da kendi dönemlerinde, Tevhidi esasları açık ve net olarak ortaya koyarak insanlara duyurmalarını istemiştir.
Tarihi süreçte Tevhid erleri, Risalet önderlerinin gönderilmediği dönemlerde, Tevhidi esasları ortaya koyarak insanları, şirkten uzaklaşmaya ve yüce Allah’a iman etmeye davet etmişlerdir. Tevhid erleri, bu davetleri ile hem kendi dönemlerinin elçileri olmuşlar, hem de cehalet, şirk ve küfrün karanlıkları içerisindeki çağlarını aydınlatan ve insanlara yol gösteren birer nur ve meşale olmuşlardır. Bu nedenle Risalet, hiçbir dönemde kesintiye uğramamış, Hak-batıl mücadesi devam etmiş ve her çağın insanı, Rab’lerinin mesajından haberdar olmuştur.
Şu bir gerçektir ki Tevhid erleri, Risalet önderi kimseler değillerdir; ancak onlar, Risalet önderlerinin yolunda giden ve Tevhidi esasları, yaşadıkları dönemdeki insanlara ulaştıran birer davetçidirler. Bu nedenle davetçilerden, Hakkı anlattıklarına dair Risalet önderi peygamberler gibi mucize getirmeleri beklenemez, yeni ayetler söylemeleri konusunda ısrar edilemez.
Belli dönemlerde bazı kimseler, Kur’an ayetlerini kendi arzuları doğrultusunda çarpıtarak, kendilerinin dönemlerinin Rasulleri olduklarını iddia etmişler ve etmektedirler. Bu kimseler, rasullerin elçi olduklarını bildiren ayetleri, kendi iddialarını ispatlamak için çarpıtmakta ve bu ayetlerin kendilerinin rasul olduklarına dair delil olduğunu iddia etmektedirler.
Tevhid erleri, kendi dönemlerinden önce yaşayan Risalet önderlerinin şeriatına bağlıdırlar ve bu nedenle ancak Nebevi metotta belirlendiği ölçüler içerisinde daveti ortaya koymakla mükelleftirler. Bunun dışındaki bir metotla ya da içerisinde yaşadıkları dönemdeki siyasi sistemlerin belirlediği ya da izin verdiği ölçülerle davet yapılamaz.
Vahyi esasların belirlediği ölçüler dışında Tevhidi esasları insanlara ulaştırmaya çalışan kimseler, kendilerinden önceki Risalet önderlerinin şeriatı dışına çıkarlar ve bu durumda İslâm’ın dışına çıkarak irtidat etmiş olurlar. Çünkü İslâm noktai nazarında küfür ve şirk olan beşeri sistemlerin, düşmanı oldukları Tevhidi ilkelerin ve İslâmi esasların insanlara ulaştırılması konusunda metot koyamazlar.
Tevhidi esaslar, ancak vahyin belirlediği ilkeler doğrultusunda ve Risalet önderlerinin uygulamalarına uygun bir şekilde insanlara ulaştırıldığında yüce Alllah’ın rızasına muvafık olabilir. Çünkü yüce Allah (cc), ilahi mesajını inzal ederken, bu esasların insanlara nasıl ulaştırılacağı ile ilgili metodu da bildirmiş ve bu metodu, Risalet önderlerinin pratikleri ile açıklamıştır.
“Andolsun Allâh'ın Rasulünde sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
En güzel örnek olan Rasul Hz. Muhammed (as) ve diğer rasullerin yolundan hareket edip Tevhidi esasları insanlara ulaştıran kimseler, doğru yol üzerinde olan ve yüce Allah’ın rızasına göre hareket edenlerdir. Bunun dışındaki yol ve yöntemler, İslâm’a zarar vereceği gibi, bunu yapan kimseleri İslâm dairesi dışına çıkarır. Tevhidi esaslara iman eden kimselerin yapmaları gereken şey İslâmi daveti, vahyin belirlediği ölçüler içerisinde insanlara duyurmaktır.
Mürselat suresi, Tevhidi esasların insanlara nasıl ulaştırılacağını, Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin, Tevhidi mücadelede nasıl hareket ettiklerini, bu mücadelede nasıl bir yol takip ettiklerini açıklamaktadır.
Bu sure, Tevhidi mücadelenin sürekli olması gerektiğini, kesinti kabul etmediğini ve Tevhid erlerinin bu mücadeleyi birlikte ortaya koymalarının zaruret olduğunu bildirmektedir. Bu mücadelede Tevhid erleri, süratli hareket ederek Tevhidi ilkeleri ortaya koyacaklar, böylece hem insanların ilahi mesajı duymadıkları ile ilgili hiçbir mazeretleri kalmayacak şekilde uyarı görevlerini açık ve net bir şekilde yapmış olacaklar, hem de toplumda safların netleşmesini sağlayacaklardir.
Tevhidi ilkelerin açık ve net olarak ortaya konulması, şirk ve küfür unsurlarının net bir şekilde açığa çıkmasını sağlayacaktır. Şirkin net olarak açığa çıkması ve insanlar tarafından anlaşılması ile şirk içerisinde olanlar ortaya çıkacak, bunlar tavırlarını belirleyecek ve böylece saflar netleşecektir. Safların netleşmesi ile Tevhid-şirk mücadelesi başlayacaktır. Bu mücadele sonuncunda Tevhid ve şirk taraftarlarının kimler oldukları ortaya çıkacaktır.
Şirk ve küfür, Tevhidi ilkeler net ve açık bir şekilde ortaya konulmadığı, insanlara açıkça duyurulmadığı zaman kendilerini belli etmezler. Bu nedenle insanlardan bir çoğu, Tevhidi esaslardan habersiz oldukları için şirk ve küfür içerisinde bulunduklarını ve müşrik olduklarını bilmiyor ve kendilerini Müslüman sanıyorlar. Böyle bir durumdan ise Tevhidi esasları açık ve net olarak insanlara duyurmayan Tevhid erleri sorumludurlar.
Mürselat suresi, Tevhidi ilkelerin insanlara nasıl ulaştırılacağını, Müslüman davetçilerin, bu mücadelede nasıl hareket edeceklerini, neden bu mücadeleyi yapacaklarını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu surede, uyarının öne çıktığı görülmektedir; insanın yaratılışı hatırlatılmakta, onlara verilen nimetler açıklanmakta ve kıyamet gününde bütün bunların hesabının sorulacağı bildirilmektedir. Surede, herkese yaptıklarının karşılığının tam verileceği açıklanmakta, Mü’minlere verilenlerle inkârcılara verilenler kıyaslanmaktadır.
Surenin Açıklaması
1-5- Andolsun ardı ardına gönderilenlere, estikçe esenlere, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara ve öğüt bırakanlara.
Andolsun birbiri ardınca gönderilenlere, insanın yeryüzüne gönderilişinden bugüne kadar, insanlara Tevhidi ilkeler sürekli olarak gönderilmiş, Hak-batıl mücadelesi kesintisiz bir şekilde devam etmiştir. Risalet tarihinde Tevhidi ilkelerin kesintisiz gönderilmesinin nedeni, şeytan ve temsilcilerinin, gece gündüz demeden, insanları yüce Allah’a yönelmekten alıkoymaları, insanlara gönderilen Tevhidi ilkelerin, şeytan ve temsilcileri ile belamların sürekli olarak bozmaya çalışmalarıdır.
Andolsun ardı ardına gönderilenlere, ardı ardına gönderilen elçiler, Tevhidi esasları açık ve net bir şekilde ortaya koyarak insanları yüce Allah’a şirk koşmadan iman etmeye, O’ndan başka ilah edinilen bütün ilahları reddetmeye davet etmişlerdir. Elçiler, Tevhidi ilkeleri ortaya koyuşları yanında, aynı zamanda insanları, şeytan ve taraftarlarının hile ve oyunlarına karşı uyarmışlardır.
İnsanların, kendilerine gönderilen Tevhidi ilkelere uymamaları, ilahi emirleri, şeytanın da vesvesesi ile kendi arzularına göre değiştirmeleri, Rab’leri yüce Allah’a şirk koşup isyan etmeleri nedeniyle yüce Allah (cc), onlara emirlerini hatırlatmak için rasullerini ardı ardına göndermiştir.
“Biz onlara iki elçi gönderdik, onları yalanladılar, biz de (elçileri) üçüncü biriyle destekledik; ‘Biz size gönderilen elçileriz.’ dediler.” (Yasin, 14)
Tevhidi mücadelede, davetin sürekli olarak insanlara duyurulmasının diğer bir yolu da Tevhidi ilkelere iman eden Müslümanların birbirlerini desteklemeleri, birlikte hareket etmeleridir. Bu durumda hem sünnetullahtaki mücadele süreci devam edecek, hem de topluma daha etkili bir şekilde ulaşılacaktır. Kasabalılara gönderilen elçilere destek veren müslümanın tavrı Tevhidi mücadeleyi ortaya koyan Tevhid erleri için en güzel örnektir.
“Kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: ‘Ey kavmim, elçilere uyun, sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.’ dedi.” (Yasin, 20-21)
Saffat suresindeki “Andolsun saf saf dizilenlere,” (Saffat, 1) ayeti de Tevhidi mücadelenin omuz omuza sürdürülmesi konusunda iman edenlere önemli bir uyarıdır. Müslümanların, birlikte mücadele etmeleri, yüce Allah’ın emri ve isteğidir. Yüce Allah (cc), küfrün birlikteliğine karşın Müslümanların birleşmelerini istemekte, aksi halde yeryüzünde fitne ve anarşinin hakim olacağı bildirilmektedir.
“Kâfirler, birbirlerinin velisidirler; eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa olur.” (Enfal, 73)
İnsanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olan Müslümanlar, küfür cephesinin elele vererek yaptıkları bozgunculuğu önlemek ve Tevhidi ilkeleri insanlara duyurmak için mutlaka velayet hukukunu oluşturarak Tevhidi mücadeleyi ortaya koymalıdırlar.
Tarihin her döneminde küfür cephesinde, Samiri soylu belamlar ve müşrik, münafık, fasık, mürtetler ve kâfirler, bütün güçleri ile insanları Allah yolundan çevirmek, Hakkı batıla bulamak için gece gündüz çalışmışlar, ilahi mesaja savaş açmışlardır. Bu küfür cephesine karşı yüce Allah (cc) da peşpeşe elçilerini göndermiş, insanlara Tevhidi esasları göndermiştir.
Günümüz Tevhid Erlerinin Görevleri
Risalet önderi elçilerin gönderilmediği uzun dönemlerde Tevhid erleri ortaya çıkmış, insanlara tevhidi esasları ulaştırmışlardır. Bu nedenle Tevhid-şirk, Hak batıl mücadelesi, tarihin hiçbir döneminde durmamış, mücadele sürekli olarak devam etmiştir. Ashab-ı Kehf, ‘Cumartesi günü kurallarını’ çiğneyen deniz kenarındakilere, Ashab-ı Uhdud’a ve Kasabalılara gönderilen elçiler, Risalet önderlerinden sonraki Tevhidi mücadelenin öncüleridirler. Bugün de Tevhidi esasları insanlara duyurma görevini günümüz Müslümanları yapacaklardır.
Hz. Muhammed (as)’dan sonra artık Risalet önderi peygamberler gelmeyecektir; bu nedenle Tevhidi mücadeleyi, Tevhidi ilkelere iman etmiş, yüce Allah’tan başka tüm otoriteleri reddetmiş Müslümanlar sürdüreceklerdir. Tevhid eri Müslümanlar, gecelerini gündüzlerine katıp İslâmi esasları bozan, Tevhidi ilkelere savaş açan küfür cephesine karşı Tevhidi ilkeleri, aynı şekilde durmaksızın gece gündüz demeden, açık ve net bir şekilde insanlara duyurmaya çalışacaklardır.
Günümüz Samiri soylu belamları, tarihi süreçteki İslâm düşmanı küfür cephesini oluşturan tüm belamlardan çok daha sinsi ve haindirler. Bunlar, kim olduklarını, ne istediklerini açıkça ortaya koyup kimliklerini açığa vurmuyorlar. Ancak bunlar, sureti haktan görünerek ve ataları Samiri gibi, ilahi mesajı çarpıtarak, insanların dini duygularını ve maddi değerlerini istismar edip sömürerek, nefislerinin hoşuna gideni yaparak küfürlerini ortaya koymaktadırlar.
Günümüz Tevhid erleri, küfür cephesine ve özellikle Samiri soylu belamlara karşı tarihi süreçteki önderleri gibi, durup dinlenmeden, gece gündüz demeden Tevhidi ilkeleri, açık ve net bir şekilde insanlara duyurmak zorundadırlar. Bu zorunluluk, Sünnetullahtaki Tevhidi mücadelenin günümüzdeki halkası için gereklidir.
Davette Hızlı Hareket Esastır
Estikçe esenlere, Kur’an’da örnekleri verilen Risalet önderlerinin çok süratli hareket ettikleri görülmektedir. Risalet önderleri ve onların yolunda giden Tevhid erleri, nefes nefese koşmakta, tozu dumana katmakta, dolu dizgin insanların içine dalarak bağırarak insanlara Rab’leri tarafından gönnderilen Zikri okumaktadırlar.
Rasullerin kendi toplumlarını Tevhidi esaslara davet etmeleri öyle sıradan bir çağrı değildir. Onlar, taşıdıkları ilahi sorumluluğun gereği olarak tevhidi ilkeleri, insanların düşünce yapılarını, şirk ve dalalet içerisindeki yaşamlarını alt üst edecek bir şekilde ortaya koyacaklar.
Rasullerin, daveti ortaya koyarken izledikleri yol ve yöntem, içerisinde yaşadıkları toplumun kabul ettiği standartların dışında ve siyasal egemen sistemlerin belirlediği kurallara aykırıydı. Onların davetlerinin içeriği de ortaya konuluşu da kronikleşmiş geleneksel, toplumsal ve siyasal alışkanlıkları yerlebir edecek mahiyette idi. Kur’an’ın, Risalet önderlerinin daveti nasıl ortaya koyduklarını şöyle bildiriyor.
“Andolsun nefesleriyle ses çıkararak koşanlara, ateş çıkaranlara, sabahleyin akın edenlere, tozkoparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara.” (Adiyat, 1-3)
“Andolsun çıkıp dolu dizgin gidenlere, ileri atıldıkça atılanlara, süzülüp gidenlere ve yarışıp (öne) geçenlere.” (Naziyat, 1-4)
“Savurup kaldıranlara, yük yüklenenlere, kolayca akıp gidenlere.” (Zariyat, 1-3)
Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin, toplumları içerisine, ilahi mesajı ve Tevhidi ilkeleri açık ve net bir şekilde ortaya koymaları, o toplumları şaşkına çevirmiştir. Daha önce kendi içlerinde olan emin ve güvenilir gördükleri, gelecekğinden umut besledikleri kişilerin, ortaya çıkıp onları, tapınıp saygı gösterdiklerini, değer verip ilah edindiklerini terk etmeye ve yalnızca tek olan yüce Allah’a iman etmeye davet etmeleri, o toplumları hem çok şaşırtmış hem de perişan etmiştir.
Kurulu düzenlerini altüst eden, gelenek-görenek ve alışkanlıklarını hiçe sayan, geçmiş batıl kültürel miraslarını reddeden ve bütün bunlara karşılık tek olan yüce Allah’ın mesajını ortaya koyan elçiler, hiçbir şeyden korkup çekinmeden, yalnızca Rab’lerinin kendilerine yüklediği sorumluluk çerçevesinde ve kendilerine bildirilen metotlarla Tevhidi esasları ortaya koymuşlar, insanlara bu ilahi metotla gitmişlerdir.
Risalet önderlerinin daveti ortaya koyuşlarını bildiren ayetlerden de anlaşılacağı üzere onlar, içerisinde yaşadıkları toplumlardan ve egemen siyasi sistemlerden izin alarak değil, iman ettikleri esasların belirlediği metot çerçevesinde ilahi mesajı ortaya koymuşlardır. Elçilerin, insanların düşünce dünyalarını altüst eden açıklamaları, Kur’ani ifade ile toplumlarda tozu dumana katmış, insanlar elçileri anlamakta zorlanmış, bu nedenle elçilerin üzerine üşüşmüşlerdir.
“Allâh'ın kulu kalkıp O'na davet edince, onun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi.” (Cin, 19)
“Nânkörlere ne oluyur ki sana doğru koşuyorlar? Sağdan, soldan, ayrı ayrı gruplar halinde (geliyorlar)?” (Mearic, 36-37)
“İçlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar da o kâfirler: ‘Bu tuhaf bir şeydir’ dediler.” (Kaf, 2)
Estikçe esenlere, Risalet önderleri ve Tevhid erleri, küfür ve şirkin hızla yayılmasını önlemek ve Tevhidi ilkeleri insanlara duyurmak için çok hızlı hareket ettikleri gibi, aynı zamanda çalışmalarını da ikiye katlayarak sürdürmüşlerdir. Onlar biliyorlardı ki, şirk ve küfür, şeytan ve taraftarları vasıtası ile ve insanların kendi cehaletleri nedeniyle durup dinlenmeden insanları kendi karanlıklarına çekiyordu. Bu nedenle de onlar, oldukça suratli hareket ediyorlardı.
Risalet önderlerinin bu hızlı hareketleri, müslümanlara da örnek olmuş onlar da kendi toplumlarını Tevhidi esaslara davet ederlerken aynı hızla hareket etmişler, toplumları içine girerek Hakkı ortaya koymuşlardır. Bu konuda Kasabalılara giden elçilere destek olan Müslümanın davranışı çok güzel bir örneklik teşkil etmektedir.
“Kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: ‘Ey kavmim, elçilere uyun, sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.’ dedi.” (Yasin, 20-21)
Tevhid eri Müslümanlar, bulundukları yerlerde Tevhidi esasları öyle süratli bir şekilde ortaya koyacaklardır ki, tıpkı atlı süvarilerin, küfür toplumları içine girişleri ve onları darmadağan edişleri gibi hızlı olacak, küfrün tüm kavramlarını, belamların sığındıkları değerleri yerlebir edecekler, çarpıttıkları İslâmi hükümlerin doğrularını, gizledikleri Tevhidi ilkeleri ortaya koyacaklar, insanlara Rab’lerinin mesajını tebliğ edeceklerdir.
“Estikçe esenlere” Tevhidi mücadelede Müslümanlar, küfür cephesinin insanlara dayattıkları tüm şirk ve küfür unsurlarına karşı cephe alacak, onların sahip oldukları bütün değer yargılarını yerlebir edecek ve Hakkı ortaya koyacaklardır. Müslümanların bu mücadeleleri, Hz. İbrahim (as) gibi açık ve net olacaktır.
“İbrâhim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah'tan başka itaat ettiklerinizden uzağız, sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir…” (Mümtehine, 4)
Tevhidi mücadelede, saflar belirgin bir şekilde netleşmedikçe Tevhid-şirk, Hak-batıl mücadelesi başlamaz, Tevhidi ilkeler, insanlar tarafından yeterince anlaşılmaz. Bu nedenle öncelikle safların netleşmesini sağlayacak olan Tevhidi ilkeler, çok net ve açık olarak ortaya konulmalı, Tevhidi ilkeleri bulandıran, Allah düşmanı, sinsi Samiri soylu belamlar teşhir edilmeli, onların içerisinde bulundukları şirk ve küfür açıkça belirtilmelidir.
Elçilerin amacı, Tevhidi ilkeleri oldukça süratli bir şekilde ortaya koyarak ve geniş insan yığınlarına duyurarak Hakkı batıldan ayırmak, iman ve şirkin saflarını netleştirmektir.
“Yaydıkça yayanlara” Müslümanlar, Hz. Nuh (as) gibi, gece gündüz demeden, gizli ve açık bir şekilde Tevhidi ilkeleri, insanlara duyurup Hakkı ortaya koyacaklar, insanları, şirk ve küfre karşı uyaracaklar.
“(Nûh) ‘Rabbim, ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Sonra ben onları açıkça davet ettim. Sonra onlara açıktan söyledim, gizli gizli söyledim’ dedi.” (Nuh, 5,8-9)
Tevhidi mücadele, insan hayatını kuşatan bir mücadeledir; bu nedenle gece gündüz denilmeden, zaman ve mekân sınırlandırması yapılmadan her halükârda ortaya konulmalı, insanlara duyurulmalı, insanlar, Rab’lerinin mesajından haberdar edilmelidir. Tıpkı önceki davetçiler gibi, insanlara ilahi mesaj olan Kur’an okunmalı, ilahlarının bir tek ilah olduğu duyurulmalıdır.
“(Hakka) çağırdıkça çağıranlara, zikir okuyanlara ki ilâhınız birdir.” (Saffat, 2-4)
Tevhidi uyarı o kadar açık ve net olmalı ki insanlar, yüce Allah’tan başka edindikleri tüm ilahların ne olduklarını, kimleri ve neleri ilah edindiklerini çok iyi bilmelidirler. Üstü kapalı söylenen sözler, ne kadar çok ya da süslü olursa olsun, Tevhidi ilkelerin anlaşılmasını sağlamaz. Tevhidi ilkeler ancak açık ve net bir şekilde, kapalılığa ve müğlaklığa mahal bırakmadan ortaya konulmalıdır. İşte o zaman Tevhidi ilkeleri bulandıran Samiri soylu belamların çirkef suratları ortaya çıkacak, insanlar, kendilerini Rab’lerinin yolundan çeviren bu kirli suratları tanıyacaktır.
Hak ile Batılın Ayrışması
Tevhidi ilkelerin yayılması için ilahi mesajın açık ve net olarak ortaya konulması gerekir. Tevhidi ilkelerin açık ve net bir şekilde insanlara duyurulması ile uluhiyetin yalnızca yüce Allah’a ait olduğu insanlar tarafından anlaşılacak, kabul edenlerle inkâr edenler belirlenecektir. Tevhidle şirkin, imanla küfrün, Hak ile batılın net olarak anlaşılması insanlarda safların netleşmesini sağlayacak, böylece Tevhidi mücadele daha rahat bir şekilde yapılabilecektir.
“Ayırdıkça ayıranlara” Tevhidi mücadelenin ana gayesi, hakkı batıldan ayırmak, iman edenlerle küfür cephesinin saflarını belirlemek, şirk ve küfrün, Hak ve batılın arasını net ve kalın çizgilerle ayırmak, ilahlarının tek bir ilah olduğunu insanlara hatırlatmaktır.
Tevhidi mücadeleyi ortaya koyan Müslümanlar, şirk ve Tevhidin, Hak ve batılın arasını Kur’an ile ayıracaklardır. Çünkü Kur’an, şirk ve küfrü, Hak ve batılı en iyi ayıran ölçüdür. Bu ölçü olmadan hiçbir şey ayırdedilemez, her şey karmakarışık olur.
“O (Kur'ân), elbette ayırdedici bir sözdür.” (Tarık, 13)
Müslümanlar, Tevhidi ilkeleri Kur’an’la ortaya koyacaklar, insanlara Kur’an’la öğüt verecekler, onları Kur’ani esaslara iman ve teslim olmaya davet edeceklerdir. Bunun karşılığında küfür cephesini oluşturanlar, şirk ve küfürleri ortaya çıkmasın diye Kur’an’ın anlaşılmasını istemeyecek, kendi yaptıkları açıklamalarla Hakkı batıla bulayarak Kur’ani gerçekleri gizleyecek ya da değiştireceklerdir.
“Ve öğüt bırakanlara” Tevhid eri Müslümanlar, Kur’an’ı tek ölçü alacaklar, bunun uygulama metodunu Peygamberi örneklikten hareketle yapacaklardır. Kur’an, bütün insanlık için bir öğüttür.
“Muhakkak ki o (Kur’an), ancak bütün alemlere bir öğüttür.” (Sad, 87)
“Halbuki o, âlemler için öğütten başka bir şey değildir!” (Kalem, 52)
“Bu (Kur'ân), insanlara bir tebliğdir; bununla uyarılsınlar; O'nun yalnız Tek ilah olduğunu bilsinler ve sağduyu salipleri öğüt alsınlar diye (indirilmiştir).” (İbrahim, 52)
Yüce Allah (cc), insanlara hidayet rehberi ve öğüt olarak Kur’an’ı göndermiş, onların, Rab’lerini tek ilah olarak bilmeleri için Tevhidi ilkeleri bu Kitapta açıklamıştır. Ancak küfrü ve şirki yaşam tarzı olarak alan, insanların dini duygularını ve maddi değerlerini sömüren küfür cephesi, Kur’an’ın önünde gürültü yaparak insanlara net ulaşmasını engellemeye çalışmaktadırlar.
Küfür cephesi ve bunların başında gelen Samiri soylu belamlar, Kur’an’ın insanlara net ve açık olarak ulaşmasını engelledikçe, Tevhid eri Müslümanlar, gece gündüz demeden Tevhidi esasları insanlara duyurmaya çalışacaklar, insanları yalnızca Kur’an’la uyararak ilahlarının bir tek ilah olduğunu duyuracaklardır.
Tevhidi ilkeler, açık ve net bir şekilde ortaya konulmadığı zaman insanlar, şirk ile küfrün ayırımını yapamayacak, Hak ve batılı bilmeyecek ve doğal olarak saflar netleşmeyecektir.
Tevhid eri Müslümanların, Kur’anla insanları uyarmaları, yüce Allah’a bir mazeret beyan edebilmeleri için de gereklidir. Hüküm gününde ne yaptıkları ve ne ile insanları uyardıkları sorulduğunda Rab’lerine bir mazeret sunmak durumundadırlar.
6- Özür yahut uyarı için.
Davetçi Müslümanlar, insanları uyarmak için tevhidi ilkeleri ortaya koyacaklar onları, Rab’lerine şirk koşmadan iman etmeye ve Tevhidi esaslar doğrultusunda yaşamaya davet edeceklerdir. Bu davetleri, insanlar için bir uyarı olduğu gibi, kendileri için de bir mazeret olacaktır. Yüce Allah (cc), Müslüman davetçilerin, Cumartesi gününe saygısızlık eden deniz kenarındaki insanları uyarışlarını tarihsel süreçteki Müslümanlara örnek vermektedir.
“Onlara, deniz kıyısında bulunan kentin durumunu sor; hani onlar Cumartesine saygısızlık edip haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi (tatil) yaptıkları gün, balıklar onlara akın akın gelirdi. Cumartesi (tatil) yapmadıkları gün balıkları gelmezlerdi. Biz onları yoldan çıkmalarından ötürü böyle sınıyorduk.
İçlerinden bir topluluk: ‘Allâh'ın helâk edeceği, yahut şiddetli bir şekilde azâbedeceği bir kavme artık ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. Dediler ki: ‘Rabbinize mazeret (beyan edebilmek) için, bir de belki korunurlar diye (öğüt veriyoruz).” (A’raf, 163-164)
Kur’an’la insanları uyarmayan, Tevhidi ilkeleri ortaya koymayan, insanlara, ilahlarının bir tek ilah olduğunu açık ve net bir şekilde açıklamayan kimselerin, Rab’lerine sunacakları bir mazeretleri olmayacaktır. Kıyamet günü Rab’lerine bir mazeret sunmak isteyen kimseler, içerisinde yaşadıkları toplumları mutlaka Kur’an’la uyarmak, onları Tevhidi esaslara iman etmeye davet etmek ve ilahlarının bir tek ilah olduğunu açık ve net olarak söylemek zorundadırlar. Yüce Allah’ın Müslüman davetçilerden istediği bundan başka bir şey değildir.
“Rablerin(in huzûru)na toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O'ndan başka ne dostları, ne de destekçileri yoktur, belki korunurlar.” (En’am, 51)
Bırak o dinlerini oyun, eğlence yerine koyan ve dünyâ hayâtının aldattığı kimseleri de, sen o (Kur'ân) ile hatırlat ki, bir kişi, yaptığı işin eline teslim edilmeye görsün, (o zaman) Allah'tan başka onun ne bir dostu, ne de bir yardımcısı olmaz. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte onlar, kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acı bir azâb vardır!” (En’am, 70)
Müslüman davetçiler, kendierinden önce geçen elçiler gibi, Tevhidi ilkeleri, tüm baskılara rağmen açık ve net olarak insanlara duyurulmalıdır ki, insanların, Rab’lerine karşı, “anlamamıştık, bilmiyorduk” gibi bir mazeretleri kalmasın. Bu nedenle Yüce Alllah (cc), herhangi bir mazeretin ileri sürülmemesi için davetin açık ve net bir şekilde yapılmasını bildirmektedir. Çünkü Tevhidi ilkelerin açıkça ortaya konulmaması durumunda insanlar, ilahi mesajı anlamadıklarını iddia ederek yüce Allah’a karşı mazeretler ileri sürebilirler.
“Yahut: ‘Eğer bize Kitap indirilseydi biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk.’ demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidâyet ve rahmet geldi. Allâh'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü, azâbın en kötüsüyle cezâlandıracağız.” (En’am, 157)
“Yahut şöyle demesinden: ‘Allâh bana hidâyet etseydi, elbet ben de (Allâh'ın azâbından) korunanlardan olurdum.” (Zümer, 57)
Tevhidi ilkeler, açıkça ortaya konulduğunda insanların, “anlamama” gibi bir mazeretleri kalmayacak, kıyamet günü herhangi bir mazerete sığınmayacaklardır. Ayrıca o gün, davetçilerin de daveti açıkça yapıp yapmadıkları insanlara, insanların da ne cevap verdikleri davetçilere sorulacaktır.
“Hem kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız, hem de gönderilen elçilere soracağız.” (A’raf, 6)
Yaratılışın gayesi yüce Allah’a kulluk, hayatın gayesi ise, yüce Allah’a kulluk görevi yerine getirirken, Tevhidi ilkeler doğrultusunda bir hayat sürmektir. Tevhidi ilkelerden mahrum yaşanan bir hayat, boşa geçmiş heba olmuş bir hayat olduğu için kıyamet gününde sahibini cehennem azabına sürükler. Böyle bir hayatı yaşayan bir kimse, ahireti inkâr etmiş demektir. Ancak böyle kimseler inkâr etseler de o gün mutlaka gelecektir.
Vadedilen Gün
Kur’an, yüce Allah’ın vadettiklerini açık bir şekilde ortaya koymakta ve O, vadettiği her şeyi mutlaka yapacağını, o gün sözünden dönmeyeceğini bildirmektedir. Bu nedenle insanlara, yaptıklarına karşılık ne vadedilmiş ise o, mutlaka onlara verilecek; insanlar, dünya hayatlarında yaptıklarının karşılıklarını bir bir göreceklerdir.
“Vadedilen güne andolsun.” (Buruc, 2)
Yüce Allah’ın üzerine yemin ettiği vadedilen günde neler olacağı Kur’an’da bir bir açıklanmıştır. Geri dönüşü olmayan o gün vuku bulduğunda artık pişmanlıklar, feryatlar fayda vermeyecek, tevbeler kabul edilmeyecek, mazeretler geçerli olmayacaktır. Bu nedenle yapılması gereken, o gün gelmeden vahyin belirlediği çizgide Tevhidi esaslara uygun hareket etmek, yüce Allah’ın emrettiklerini yapmak, nehyettiklerinden kaçınmaktır.
7- Size vadedilen mutlaka olacaktır.
Risalet önderleri ve Tevhid erlerinin davetleri, davetlerinde insanları sürekli olarak “Ahiret gününe karşı” uyarmışlar, o güne hazırlıklı olmalarını öğütlemişlerdir. Çünkü o gün, hesaplar yapılmış, faturalar hazırlanmış ve herkese dünyada yaptığına karşılık verilecek olanlar belirlenmiştir. Bu nedenle elçiler, kendi toplumlarına Tevhidi esasları kabul etmelerini ve o güne hazırlıklı olmalarını tavsiye etmişlerdir.
“Rablerin(in huzûru)na toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O'ndan başka ne dostları, ne de destekçileri yoktur. Belki korunurlar.” (En’am, 51)
Geleceğinden şüphe olmayan Kıyamet günü mutlaka gelecek ve insanlar yaptıklarının karşılığını tam olarak göreceklerdir. Sözünde sadık olan yüce Allah (cc), insanlara gönderdiği ilahi mesajında, kullarına ne vadetmişse o mutlaka gerçekleşecektir. Bunda hiç kuşku yoktur. Çünkü yüce Allah (cc), sözünde sadıktır ve O, sözünden dönmez.
“Rabbimiz sen, asla şüphe olmayan bir günde mutlaka insanları toplayacaksın. Allâh sözünden dönmez.” (Al-i İmran, 9)
“Rabbimiz bize, elçilerine vadettiğini ver, kıyâmet günü bizi rezil, perişan etme. Zira sen verdiğin sözden caymazsın!” (Al-i İmran, 194)
Vadedilen Günde Herkes Hak Ettiğini Alacaktır
Yüce Allah (cc), Kur’an’da kullarına ne söz vermiş ise, vadedilen o günde o sözünün gereğini yapacak ve bundan başka kullarına farklı bir şey uygulamayacaktır. Çünkü O (cc), sözünde sadıktır. Vadedilen günde insanlar diriltilecekler, yaptıklarının karşılığını alacaklardır.
Kıyamet saati vuku bulduktan sonra Müslümanlar da, dünya hayatını ebedi zannedip günlerini gün edenler de, Tevhidi ilkeleri terk edip Rab’lerine şirk koşup isyan edenler de, ilahi mesajı bırakıp beşeri sistemlere göre hevalarını düzenleyenler de yeniden diriltilip hesaba çekileceklerdir.
“Elbette size vadedilen doğrudur, muhakkak ki hesap olacaktır.” (Zariyat, 5-6)
Yüce Allah (cc), vadettiği şeyleri insanlara verecek ve sözünden asla dönmeyecektir. Ancak imanın hazzından mahrum olan kimseler, kendi hevalarından yeni bir din üreterek ve yüce Allah’ın üzerine iftra atarak, O’nun bildirdiği ilahi gerçekleri tersine çevirerek insanlara uyduruk bir din anlatmaktadırlar.
Müfterilerin uydurdukları bu uyduruk din anlayışına göre günahkârlar, kıyamet gününde cehennemde sürekli kalmayacak, kimi insanlar şefaat edebilecek, yüce Allah (cc) bütün günahları bağışlayacak. Yine bu müfterilerin iddialarına göre ilah edindikleri şeyhleri, ağabey ve önderleri o vadedilen günde kendilerine yardım edecek ve onları azaptan kurtulacaklar. Kur’an’a aykırı bu gibi düşünceler yüce Allah’ın üzerine iftira atmaktır.
“Kendilerine vadedilen şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı bakımından daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.” (Cin, 24)
Kıyamet günü insanların yaptıkları her şey ortaya konulacak, onların karşılığında vadedilen ceza ve mükâfatlar verilecektir. Yüce Allah (cc), indirdiği esasları terkedip Zatına isyan edenleri dünya hayatında hemen cezalandırmıyor, bunu gerçekleşeceğinden şüphe olmayan o vadedilen güne erteliyor. İşte o gün, onlar için kaçıp kurtulacak ve sığınacak bir yer yoktur.
“Ama çok bağışlayan, esirgeyen Rabbin eğer onları, yaptıklariyle hemen cezâlandıracak olsaydı, onların azâbını çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vadedilen bir zaman vardır ki, ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır.” (Kehf, 58)
Küfür, şirk ve nifak içerisinde yaşayanlar o gün, pişmanlık içerisinde olacaklar, ancak bu pişmanlıkları kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, inkâr, isyan ve yaptıklarının karşılığını aynen göreceklerdir.
“Sûr'a üflendi. İşte onlar kabirlerden Rablerine koşuyorlar. ‘Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahmân'ın va'dettiği şey budur; demek peygamberler doğru söylemiş!’ dediler” (Yasin, 51-52)
“Bırak onları kendilerine vadedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oynasınlar. O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkarlar. Onlar, dikilenlere doğru koşar gibi (koşarlar), gözleri düşük, yüzlerini alçaklık bürümüş bir durumda. İşte onlara vadedilen gün, bugündür.” (Mearic, 42-44)
Dünyada hayatlarını küfür, şirk ve nifak içerisinde geçirenler, vadedilen o günde korku ve şaşkınlık içerisinde olacak, yüzlerini zillet bürüyecektir. Onlar, hem iman etmedikleri o gün ile karşılaştıklarına şaşıracaklar, hem de Rab’lerinin vadettiği ebedi azaba uğrayacakları için korku içerisinde yüzlerini zillet bürüyecektir.
Küfür, şirk ve nifak içinde bulunan kimselerin, vadedilen o günde korku ve şaşkınlık içerisinde bulunmalarına karşılık dünya hayatlarında Tevhidi ilkelere iman edip Kur’an’ı yaşam tarzı olarak kabul edenler, sevinç ve mutluluk içerisinde olacaklardır. Çünkü onlar, Rab’lerinin kendilerine vadettiklerini bulmuşlardır.
“O en büyük korku, onları asla tasalandırmaz, melekler onları şöyle karşılar: ‘İşte bu, size vadedilen gününüzdür!” (Enbiya, 103)
“Cennet de korunanlara yaklaştırılmıştır, uzak değildir; işte size vadedilen budur. Dâimâ Allah'a yüz tutan, koruyan, görmeden Rahmân'a saygı gösteren ve (O’na) dönük bir yürek getiren herkesin (mükâfâtı budur)! Ona selâm (esenlik) ile girin. Bu, süreklilik günüdür!” (Kaf, 31-34)
“Rahmân'ın kullarına gıyaben vadettiği Adn cennetleri (onlaradır). Şüphesiz O'nun vadi yerine gelecektir.” (Meryem, 61)
Müslümanlar, dünya hayatında inançları uğrunda küfür sistemlerinin kendilerine çektirdikleri sıkıntı, eziyet ve işkencelerin karşılığını o vadedilen gün almışlar. Bu nedenle sevinçli ve mutludurlar.
“Size vadedilen mutlaka olacaktır.” Dünya hayatında insanlara vadedilen her şey o gün gerçekleşmiş, herkes yaptıklarını hazır bulmuştur. Kimseye haksızlık yapılmamış, yüce Allah (cc) vadettiği her şeyi o gün hak sahiplerine vermiştir.
“Cennet halkı, ateş halkına seslendi: ‘Rabbimizin bize vadettiğini biz gerçek bulduk; siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): ‘Evet’ dediler ve aralarından bir ünleyici: ‘Allâh'ın laneti zâlimlerin üzerine olsun!’ diye seslendi.” (A’raf, 44)
“Korunanlara vadedilen cennetin durumu şöyledir: Altından ırmaklar akar; yemişi de süreklidir, gölgesi de. İşte korunanların sonu budur. Kâfirlerin sonu da ateştir.” (Rad, 35)
“De ki: ‘Bu mu iyi, yoksa korunanlara vadedilen ebedi cennet mi? O da onların mükâfat ve sonucudur!” (Furkan, 15)
Hüküm Günü
İşte herkesin, hak ettiğini bulduğu o gün, Hüküm günüdür. Kısa dünya hayatı sona ermiş, yapılanlar bir bir kaydedilmiş ve herkese ne verileceği hakkında hüküm verilmiştir. Artık verilen hükümden geri dönüş ya da onu değiştirme sözkonusu değildir.
8-14- Yıldızlar silindiği, gök yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu, elçilere vakit belirlendiği zaman. Ertelenmiş oldukları gün için, yani hüküm günü için. Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?
İnkârcı kafirlerin, çıkarcı müşriklerin, şahsiyet ve kişiliği bulunmayan münafıkların ve hayatı yaşadıkları zaman diliminden ibaret bilen fasıkların, ebedi zannederek günlerini gün ettikleri dünyya hayatı, “Yıldızlar silindiği, gök yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu, denizler kaynatılıp taştığı, güneş dürüldüğü zaman” bitmiş, son kararın verildiği hüküm günü gelmiştir.
Dünya hayatının son bulması ile her şey bitmiyor, tam aksine her şey yeniden başlıyor. Kıyamet günü, dünya hayatında yapılanların sorulduğu hesap günüdür. O gün, herkese yaptıkları hakkında son kararın verildiği hüküm günüdür. O gün, dünya hayatında yapılan kötülüklere, yüce Allah’a yapılan isyanlara, inkâr ve şirk koşanlara verilmeyen cezaların verildiği ceza günüdür. Yüce Allah’a iman edip O’nun yolunda mücadele edenlere, yapılan salih amellere kat kat karşılıkların verildiği mükâfat günüdür.
“Elçilere vakit belirlendiği zaman.” Elçiler, kendilerine belirlenen vakitte hazır bulunacaklar, toplumları hakkında, neler yaptıkları, kendisine uyup uymadıkları, ilahi mesaj doğrultusunda hareket edip etmedikleri konusunda şahitlik yapacaklardır.
“Yer, Rabbinin nuru ile parlamış, Kitâp (ortaya) konmuş, peygamberler ve şâhidler getirilmiş ve aralarında adâletle hükmedilmiştir. Onlara asla haksızlık edilmez” (Zümer, 69)
“Her ümmetten (inanç ve davranışlarının doğru olup olmadığına tanıklık edecek) bir şâhid, seni de bunlara şâhid getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?” (Nisa, 41)
“Elçilere vakit belirlendiği zaman.” Elçiler, getirdikleri ilahi mesajın insanlar tarafından kabul edilip edilmediği, kabul edenlerin bu ilahi mesajı nasıl yaşadıkları, ilahi mesajı kendilerinden sonra değiştirip değiştirmedikleri ile ilgili konuşacaklardır. Bu konuda yüce Allah (cc) Hz. Muhammed (as) ile Hz. İsa (as) örnekliğini vermektedir.
“Ve yine Allâh demişti ki: ‘Ey Meryem oğlu Îsâ sen mi insanlara 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilah edinin' dedin?’ ‘Hâşâ, Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir! Eğer demiş olsaydım, sen bunu bilirdin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız sensin, sen!’ dedi.”
Ben onlara: ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen Sen oldun. Sen her şeyi görensin.
Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır; eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen dâimâ üstünsün, hüküm ve hikmet sâhibisin!
Allâh buyurdu: ‘Bu, sâdıklara, doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır.’ Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük başarı budur!” (Maide, 116-119)
Hz. İsa (as)’ı ilah edinenler hakkında Hz. İsa (as) o gün şahitlik yapacak ve bunun kendisi tarafından söylenmediğini söyleyecektir. Aynı şahitliği Hz. Muhammed (as) da kendi ümmeti hakkında yapacak, onların Kur’an’a uyup uymadıklarını söyleyecektir.
“Elçi de: ‘Ya Rabbi, kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş bıraktılar’ demiştir.” (Furkan, 30)
“Onlar ki, Kur’an’ı parça parça ettiler. Senin Rabb’in hakkı için biz onların hepsine mutlaka yaptıkları şeylerden soracağız;
O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir.” (Hicr, 91-94)
Kur’an’ı terk edip kendi hevalarına ya da beşeri sistemlere uyurak Rab’lerine şirk koşanlar, hevalarını ilahlaştıranlar, Hakkı batıla bulayıp Tevhidi gerçekleri gizleyenler o gün Rasul (as)’ın ve şahitlerin şahitlikleri ile yüce Allah’a gereği gibi iman etmedikleri ve iman iddialarında yalancı oldukları ortaya çıkacaktır.
“Ertelenmiş oldukları gün için, yani hüküm günü için. Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?” Yüce Allah (cc), insanların kendisine karşı yapılan inkâr, isyan, koşulan şirk ve günahları dünya hayatında hemen cezalandırmıyor, bunların karşılığını hüküm gününe erteliyor.
İnkâr ve yalanlama
Hüküm günü, pişmanlıkların fayda vermediği, tevbelerin kabul edilmediği, dünyaya yeniden dönüşün olmadığı, şefaatin, yardımcının bulunmadığı o günde, herkese hak ettiği ve daha önce Kur’an’da belirtilen ceza verilecektir. İşte o gün, yalanlayanların vay haline!
15-19- Yalanlayanların vay haline o gün. Öncekileri helâk etmedik mi? Sonra geridekileri de onların ardına takarız. Suçlulara böyle yaparız. Yalanlayanların vay haline o gün!
Tevhidi esasları kabul etmeyip inkâr edenlerin, ilahi mesajın bir kısmını kabul edip bir kısmını terk ederek şirk koşanların, azgınlıklarında sınır tanımayanların, malı, makamı, hevasını ilah edinenlerin, yüce Allah için infak etmeyenlerin vay haline o gün!
Hangi gerekçe ile olursa olsun, Risalet önderlerini ve getirdikleri Tevhidi esasları yalanlayanları hüküm günü çok kötü bir sonuç beklemektedir. O gün, yalanlayanların vay haline!
Kur’an’da, özellikle de Mürselat süresinde, bu yalanlayanların kimler oldukları ve neleri, nasıl yalanladıkları çok açık bir şekilde açıklanmış, işte bu yalanlayıcılar için hüküm gününün hiç kolay olmayacağı bildirilmiştir.
“Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün çetin bir gündür! Kâfirler için kolay değildir.” (Müddessir, 8-10)
Yalanlayanlar Kimlerdir
Ayetlerden hareketle yalanlayanların neleri nasıl yalanladıklarına bakıldığında bunların, değişik düşünce ve davranışlar sonucunda, yüce Allah’ın gönderdiği elçileri, bu elçilerle gönderilen ilahi mesajı, Tevhidi esasları, ilahi mesajın bir kısmını, elçilerin bazılarını, yüce Allah’ın verdiği nimetleri, yüce Allah’a kulluğu, ahireti inkâr ettikleri görülür.
Tağutu Reddetmeyenler, Beşeri Sistemleri Kabul Edenler
Yüce Allah’a iman etmenin ilk ve temel esası, O’nun dışındaki tüm otoriteleri ve kanun koyucuları reddetmektir. Tağut olarak sıfatlandırılan bu kimseler reddedilmedikçe yüce Allah’a kesinlikle iman edilmez. Tağutu reddetmeden yüce Allah’a iman iddiasında bulunan kimseler, iman iddialarında samimi olmayan yalancılardır.
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğûtu reddedip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
“Yeryüzünde bulunan(insan)ların çoğuna uysan, seni Allâh'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 116)
Büyüklük Ttaslayanlar
Niçin, nasıl ve neden yaratıldıklarını unutarak böbürlenen, insanları küçük görerek büyüklük taslayan kimseler, insani özelliklerini yitirdikleri için iman etmezler. Çünkü bu kimseler, kendilerini haksız yere üstün görmüş ve yaratılış amaçlarını unutmuşlardır.
“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her âyeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’raf, 146)
“Büyüklük taslayanlar: ‘Biz, sizin inandığınızı inkâr edenleriz!’ dediler.” (A’raf, 76)
“Büyüklenip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da ateş halkıdır, onlar orada ebedi kalacaklardır.” (A’raf, 36)
Mal ve Sermaye Sahipleri
İnsana verilen mal ve sermaye, tıpkı verilen bedeni özellikler, eş ve çocuklar gibi, yalnızca yüce Allah’ı razı etmeye yönelik bir bakış açısı ile değerlendirildiği zaman bir fayda sağlar. Ayrıca mal, yine yüce Allah’ın rızasını öncelemek kaydı ile dünya hayatında toplumsal işlevi sürdürebilmek, insanlar arasında ilişkileri geliştirmek içindir. Ancak bazı mal ve sermaye sahipleri, kendilerine verilenlerle şımarmışlar, böbürlenmişler ve bunlarla çalım satarak hareket etmişlerdir.
Kendilerine verilen mal ve sermayeyi, asıl amacı dışında kullananlar ya da mal ve sermaye ile insanlar üzerinde üstünlük kuranlar, Rab’lerine şirk koşmuş, isyan etmiş kimselerdir. Bu nedenle o kimseler, yoldan çıkmış fasıklar olarak Rab’lerinden kendilerine gönderilen ilahi mesajı inkâr edip yalanlarlar.
“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: ‘Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz; biz malca ve evlâdça daha çoğuz, biz azâba uğratılacak değiliz.” (Sebe, 34-35)
“Onların ne malları, ne de evlâdları seni imrendirmesin. Allâh bunlarla onlara dünyâ hayâtında azâbetmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” (Tevbe, 55)
“Benimle şu adamı yalnız bırak ki ben onu tek olarak yarattım. Ona uzun boylu mal, göz önünde oğullar verdim, kendisine bir döşeyiş döşedim. Hâlâ daha da artırmama göz dikiyor.
Hayır, çünkü o bizim âyetlerimize karşı bir inatçı kesildi. Onu dimdik bir yokuşa sardıracağım.” (Müddessir, 11-17)
Hevalarını İlahlaştıranlar
Kendi arzularını her şeyin üstünde tutan bazı kimseler, kendilerini yüceltecek, kendilerine onur kazandıracak ayetleri inkâr etmişlerdir. Ancak bu inkârları, çoğu zaman direkt kabul etmeme şeklinde olmamıştır. Bu yalanlama, bazen ayetleri kabul etmiş gözükerek onları kendi arzuları konusunda kullanmak şeklinde de olmuştur. Samiri ve kendisine ayetler verildiği halde bundan sıyrılan adam, bu yalanlamaya birer örnektir.
“Onlara şu adamın haberini de oku: Kendisine âyetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı, çıktı, şeytân onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu.
Dileseydik elbette onu o âyetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünürler.” (Bakara, 175-176)
(Musa) “Ey Sâmiri, ya senin amacın nedir?” dedi. (Sâmiri): ‘Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. Elçinin eserinden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle hoş gösterdi.” (Taha, 95-96)
“Yalanladılar, nefislerinin hevalarına uydular. Halbuki her iş, yerini bulacaktır.” (Kamer, 3)
“Eğer sana cevap veremezlerse bil ki onlar, keyiflerine uyuyorlar. Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir? Muhakkak ki Allâh, zâlim kavmi doğru yola iletmez.” (Kasas, 50)
“Arzusunu ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi bekçi olacaksın?” (Furkan, 43)
Rasulleri Yalanladılar
İnsanlar, başta çekememezlik, daha sonra onun şahsında getirdiği mesajı yalanlamak için kendilerine gönderilen rasulleri yalanlamışlardır. Rasullerin yalanlanması, aslında onun şahsında onların getirdikleri mesajın yalanlanamasıdır ki, bu yalancılar, Rab’lerine isyan etmişler, küfre girmişlerdir.
Rasulleri yalanlayan kimseler, bazen hepsini birden, bazen de bir kısmını kabul edip bir kısmını inkâr etmişlerdir. Yüce Allah (cc), rasulleri ister kısmen, isterse tümü reddetsinler, reddedenlerin tümünün kâfir olduklarını bildirmiştir.
“Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hikmetli sahifeler ve aydınlatıcı Kitabı getiren rasuller de yalanlanmıştı.” (Al-i İmran, 184)
“Andolsun, onlara, kendilerinden bir rasul geldi, onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken azâb onları yakalayıverdi.” (Nahl, 113)
“Sonra biz, rasullerimizi ardı ardına gönderdik. Hangi ümmete rasul geldiyse onlar onu yalanladılar, biz de onları birbiri ardınca devirdik ve hepsini birer efsâne yaptık. İnanmayan toplum uzak olsun.” (Mü’minun, 44)
“Hepsi de elçileri yalanladılar, benim cezâmı hak ettiler.” (Sad, 14)
“Onlar ki Allâh'ı ve elçilerini inkâr ederler, Allâh ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!" derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın) arasında bir yol tutmak isterler.
İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azâb hazırlamışızdır!” (Nisa, 150-151)
“Andolsun, biz İsrâil oğullarından söz almış ve onlara rasuller göndermiştik. Ne zaman bir Rasul onlara canlarının istemediği bir şey getirdiyse (elçilerin) bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı.” (Maide, 70)
Ayetleri Yalanladılar
Yaşamlarını kendi zanlarından çıkardıkları beşeri yasalarla düzenleyen kimseler, kendilerine gönderilen ayetleri inkâr ederler. Bu inkâr, ayetleri inkâr edip reddetmek, ayetlerin kabul edildiği iddia edilmesine rağmen ayetlerin istediği doğrultuda hareket etmemek, ayetlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek, ayetleri önemsemeden hareket etmek, ayetlerin ifade ettikleri anlamları değiştirerek onları etkisiz kılmaktır.
“Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları, gâlib ve güçlü(pâdişah)ın yakalaması gibi yakaladık.” (Kamer, 42)
“Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü Allâh'ın âyetlerini yalanladılar ve onlarla alay ediyorlardı.” (Rum, 10)
“…Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezâsı, dünyâ hayâtında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allâh yaptıklarınızı bilmez değildir.” (Bakara, 85)
“Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene sevinirler. Fakat kabilelerden onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: ‘Bana, yalnız Allah'a kulluk etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben (yalnızca) O'na da'vet ederim, dönüşüm de O'nadır.” (Rad, 36)
“Allâh tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, Kitap verilmiş olanlardan bir grup, Allâh'ın Kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi, sırtlarının arkasına attılar.” (Bakara, 101)
“Allâh, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve karşılığında birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar.” (Al-i İmran, 187)
“Âyetlerimizi etkisiz kılmağa çalışanlara gelince, onlar da azâbın içine getirileceklerdir.” (Sebe, 38)
Kıyamet Saatini Yalanladılar
Gönderilen bütün peygamberler, kavimlerini öncelikle kıyametin kopacağı konusunda uyarmışlardır. Ancak hemen bütün kavimler, peygamberleri kabul etmedileri gibi onun kıyamet saati uyarısını da kabul etmemişlerdir.
“Onlar bilakis, saati de yalanladılar. Biz saati yalanlayanlara alevli bir ateş hazırlamışızdır.” (Furkan, 11)
Ahireti Yalanladılar
Ahireti inkâr etmek, “Yalnızca ahiret yoktur” demek değil, aynı zamanda o hayata hazırlık yapmamaktır da. Bazı insanlar, sanki hiç ölmeyecek, yaptıklarının hesabını hiç vermeyeceklermiş gibi dünya hayatını imar etmeye çalışır, her şeyi bu hayattan ibaret bilirler.
“Kim de âhireti ister ve mü’min olarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.” (İsra, 19)
Hayatı yalnızca dünyadan ibaret bilenler, dünya hayatında günlerini gün etmeye çalışırlar, ömürlerini gaflet ve dalalet içerisinde geçirirler. Onlar, bu hal üzere yaşarlarken, yüce Allah’ın takdir ettiği bir zamanda ve şekilde ölüp inkâr ettikleri ahirete giderler.
“Onlar ki, dünyâ hayâtını âhirete tercih ederler, Allâh'ın yoluna engel olur ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar, derin bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 3)
“Allâh'ın huzûruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihâyet kendilerine ansızın o saat gelip çatınca, günâhlarını sırtlarına yüklenmiş olarak: ‘Hayâtta (Hayır işlemekten) geri kalıp günâh işlememizden ötürü vah bize!’ dediler. Bakın, ne kötü şeyler yüklenip taşıyorlar!” (En’am, 31)
“Onlar ki Allâh'ın yolundan menedip, onu eğriltmek isterler, âhireti de inkâr ederlerdi.” (A’raf,45)
“Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık; Cezâ gününü yalanlardık.” (Müddessir, 45-46)
“Fakat inkâr edip âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalanlayanlara gelince, onlar da azâbın içine getirilirler.” (Rum, 16)
Hüküm günü, bütün yalanlayıcılar için hiç de kolay değildir; “Yalanlayanların vay haline o gün.”
Yaratılış, Hayat, Rızık ve Hesap
Yüce Allah (cc), yalanlayanlara yaratılışlarını hatırlatmakta, onları yaratılışlarını düşünmeye sevk etmektedir. Böylece onlara, önceden bir hiç olduklarını, kendilerini şekillendirip en güzel şekilde Kendisinin yarattığını, bu nedenle Kendisine iman etmelerini istemektedir.
20-24- Sizi âdi bir sudan yaratmadık mı? Onu belli bir süreye kadar sağlam bir karar yerine koyduk; biçimlendirdik, ne güzel biçim vereniz Biz. Yalanlayanların vay haline o gün!
İnsan ne kadar da nankördür; hiçbir şey değil iken Rabb’i onu yoktan varediyor, en güzel bir şekilde biçimlendiriyor, insan olma onurunu bahşedip yüceltiyor, ancak o, Rabb’ine nankörlük ederek, şirk koşup isyan ederek alçalmayı yeğliyor, esfele safiline yuvarlanıyor.
Yüce Allah (cc), hiçbir varlığa nasip etmediği onuru, insana nasip ederek onu kendisine halife yapıyor, yeryüzünde kendi adına hüküm verecek mertebeye yükseltiyor. Oysa insan, kendisine verilen bu mertebenin yüceliğini kavramıyor, halifelik ünvanına yaraşır şekilde hareket edemiyor.
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yapacağım’ demişti. (Melekler): ‘Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi halife yapacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’ dediler. (Rabbin): Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.” (Bakara, 30)
Yüce Allah (cc), insanı yoktan varedip halifelikle yükseltiyor, onu, yüce Kur’an’ı göndererek, şereflendiriyor. Ancak insan, kendisine verilen bütün bu yücelikleri değerlendiremiyor, Kur’an’ı kabul etmeyip yalanlıyor.
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular; onu insan yüklendi; doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” (Ahzab, 72)
İnsan, Rabb’inin emirlerine uyup hayatı düzenleyecek yerde, şeytana uyarak onun gibi Rabb’ine isyan edip azgınlığıyı seçiyor, bozguncu oluyor, alçalıp yere saplanıyor. İşte Yalanlayanların vay haline o gün! Onların varacakları yer, cehennnemden başkası olmayacaktır.
Yüce Allah (cc), kullarına yaratılışlarını hatırlatarak onların kendisine gereği gibi kulluk yapmaları ve gönderdiği ilahi mesajını yalanlamamaları konusunda uyarıyor. İnsanlara yaratılışlarını hatırlatan yüce Allah (cc), yeryüzünü ve oradaki nimetleri de kendileri için yarattığını bildiriyor ki insanlar, yalanlamayıp iman etsinler, nankörlük yapmayıp şükretsinler ve böylece kendilerini küçük düşürücü elim azaptan kurtarsınlar.
25-28- Arz'ı toplanma yeri yapmadık mı? Diriler ve ölüler için. Orada yüksek yüksek dağlar meydana getirmedik mi? Ve size tatlı su içirmedik mi? Yalanlayanların vay haline o gün!
Yüce Allah (cc), insanı yoktan varedip bırakmamış, ona hayatı bahşetmiş, onun yaşayacağı arzı yaratmış, onu çeşitli rızıklarla beslemiştir. Yüce Allah (cc), insanı yaratmakla, onları rızıklandırıp hayat vererek yaşatmakla uluhiyet, rububiyet ve meliklik sıfatlarının tümünü kendisinde toplamıştır.
İnsan, Rabb’i tarafından yaratıldığını, halifelik verilip yüceltildiğini, ilimle onurlandırılıp üstün kılındığını, hayat verilip yaşatıldığını, en güzel rızıklarla beslendiğini bilmesine rağmen, Rabb’ine nankörlük yapıp isyan etmekte, uluhiyet, rububiyet ve meliklik konusunda O’na eşler koşarak isyan etmektedir. Yalanlayanların vay haline o gün!
Yüce Allah (cc), kendisine kulluk yapmaları için yarattığı kullarından, nankörlükten kaçınmalarını ve Kendisine şükretmelerini istemektedir. Ancak onlar, nankörlüğü tercih edip Rab’lerine isyan etmektedirler.
“Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152)
Müslüman davetçiler, tıpkı Risalet önderleri gibi insanlara yaratılışlarını, Rab’lerinin kendilerine verdiği nimetleri hatırlatmalı; onların, nankörlükten kaçınıp şükretmelerini söylemeli, aksi halde karşılaşacakları acı sonucu kendilerine bildirip cehennemle uyarmalıdırlar.
“Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: ‘Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra da seni bir adam biçimine koyan Rabb’ine nankörlük mü ettin?” (Kehf, 37)
İnsan ne kadar da nankördür; kendisini yoktan vareden, en güzel bir surette yaratan, sonra kendisine her türlü nimeti bahşeden Rabb’ine karşı şükür yerine nankörlük etmekte, iman yerine inkâra sapmakta, şirk koşup isyan etmektedir.
Rab’lerine şirk koşup isyan eden, inkâr edip Hakkı yalanlayan kimseler, kendilerine hiçbir şey vermeyen ve veremeyen, yaratılışlarına ortak olmayan, kendileri gibi aciz ve eksik kimseleri ilah edinerek alemlerin Rabb’ine ortak kılmaktadırlar. İşin en acı ya da gülünç tarafı, insanların yüce Allah’a ortak tuttukları kimselerin, kendileri gibi eksik ve aciz bir kul oluşudur. Müşrikler ve inkârcılar, ilah edindiklerinin eksikliğini düşünmeden ona tapıyorlar.
İlahi mesajı, hevalarına göre çarpıtıp yalanlayan kimseler, yüce Allah’a ortak tuttukları kimselerin, kendileri gibi ölümlü olduklarını, onun da kendileri gibi kıyamet gününde yüce Allah’a hesap vereceğini bilmelerine rağmen, onlara tapmaktan vazgeçmiyorlar. Diğer taraftan, ilah edinilen kimseler, ne kendilerine, ne de kendilerine tabi olanlara bir fayda ve zarar verme gücüne de sahip değildirler.
Yüce Allah’a ortak kılınanlar da, tabileri de kıyamet gününde en acı ve şiddetli azaba gireceklerdir. Ortakları onları acı azaptan kurtaramayacak, onlar o gün birbirlerini yalanlayacaklardır. Yalanlayanların vay haline o gün!
“Ve Rabbiniz size şöyle bildirmişti: ‘Andolsun şükrederseniz elbette size daha fazla veririm ve eğer nankörlük ederseniz azâbım pek çetindir.” (İbrahim, 7)
“Rablerine nânkörlük edenler için cehennem azâbı vardır; ne kötü gidilecek sonuçtur o!” (Mülk, 6)
Bütün bu hatırlatmalar, uyarılar ve korkutmalar, insanların dünya hayatında iken Rab’lerinin emirlerine sarılmaları ve O’nun tarafından gönderilen ilahi mesaja uygun hareket etmeleri içindir. Çünkü o gün son pişmanlık fayda vermemekte ve devam eden ayetlerde belirtildiği üzere, nankörler için cehennnem ateşinin o korkunç yakışı insanı kolları ile sarıp sarmalamaktadır. Yalanlayanların vay haline o gün!
29-34- Haydi yalanladığınıza gidin; üç dallı bir gölgeye gidin ki ne gölgelendirir, ne de alevden korur. O, kütük gibi kıvılcım(lar) saçar, kıvılcım(ları) sanki sarı bir halattır. Yalanlayanların vay haline o gün!
İster sözel, isterse iman edildiği iddia edilmesine rağmen gereği yapılmayarak olsun, her türlü yalanlamanın sonucu cehennnemdir. Yalanlama, yalnızca bir şeyin varlığını kabul etmeme değil, aynı zamanda var olan bir şeyi önemsememe, varlığı ile yokluğu konusunda duyarsız olma da yalanlama ve inkârdır.
Gerçek İman
İmanın, yüce Allah (cc) yanında geçerli olması şu üç halde mümkün olabilir:
1- İman edilen esaslar doğrultusunda hareket edilmesi,
2- Yapılan amellerin, gönülden ve istenerek, samimiyet ve coşku ile yapılması,
3- İman edilen esaslara başka hiçbir şeyin karıştırılmaması,
“(İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık iman etmesi fayda sağlamaz. De ki: ‘Bekleyin,biz de beklemekteyiz.” (En’am, 158)
İman, mutlak anlamda gereği yapılması halinde geçerlilik kazanır; aksi halde boş bir iddiadan öte bir anlam ifade etmez. İman ve amel, bir bütündür ve hiçbir şekilde ayrılmazlar. Bu nedenle yüce Allah (cc), iman edip salih amel işleyenleri müjdelemektedir.
İman ettikten sonra iman ettikleri esasların gereğini yapmayanların, gerçekte inkâr ettikleri bildirilmektedir.
“Hiç özür dilemeyin, siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. Sizden bir kısmını affetsek bile suç işlediklerinden dolayı bir kısmına da azâb edeceğiz.” (Tevbe, 66)
İman, yalnızca gereğinin yapılması ile de geçerlilik kazanmaz; gerçek iman, iman edilen esaslar doğrultusunda yapılanların mutlak anlamda istenerek, samimiyetle ve hiçbir sıkıntı duyulmadan yapılması halinde iman gerçek anlamda geçerlilik kazanır. Bu konuda Kur’an, örnekler vermektedir.
“Sadakalarının kabul edilmesine engel olan sadece şudur: Onlar Allah'a ve Rasulüne karşı nankörlük ettiler; namaza da üşene üşene gelirler ve istemeye istemeye sadaka verirler.” (Tevbe, 54)
“Münafıklar, Allâh'ı (gûyâ) aldatmağa çalışırlar. Oysa, O, onları aldatır. Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allâh'ı pek az anarlar.” (Nisa, 142)
“Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allâh'ın mescidlerini şenlendiremezler. Onların yaptıkları işler boşa çıkmıştır ve onlar, ateşte sürekli kalacaklardır.
Allâh'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar şenlendirirler. Onların, doğru yolu bulanlardan olacakları umulur.” (Tevbe, 17-18)
Ayetlerde de ifade edildiği üzere isteksiz, içten gelmeyerek ya da başka amaçlarla yapılan ameller, yüce Allah (cc) tarafından kabul edilmediği gibi, bu kimselerin varacakları yer cehennem olarak belirtilmektedir. Çünkü onlar, gerçekten iman etmemiş, bu nedenle de yaptıkları boşa gitmiştir.
Kur’an, gerçek iman sahiplerini verirken onların, iman ettikten sonra imanları doğrultusunda hareket eden ve Allah yolunda bütün değerlerini ortaya koyan kimseler olarak tanımlar.
“İman edip hicret eden ve Allâh yolunda mallarıyle, canlarıyle savaşanların, Allâh katında dereceleri daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Tevbe, 17-18)
“Rasulün, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne çağırıldıkları zaman mü’minlerin sözü ancak: ‘İşittik ve itâat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır.” (Nur, 51)
“İman edip salih amel işleyenlere ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince; işte onlar da cennet halkıdır, onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Hud, 23)
Ayetlerde belirtilen iman sahipleri, iman eden ve imanlarında samimi olan, iman ettikleri esaslar doğrultusunda hareket eden kimselerdir ki bunlar, imanlarında hayır gören kimselerdir.
“İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar… İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (En’am, 82)
Yüce Allah (cc), her şeyi apaçık bir şekilde belirtmiş, insanlara bunları bildirmiş ve iman ile yalanlamanın, Tevhid ile şirkin, Hak ile batılın ne olduğunu ortaya koymuştur. Bütün bu gerçeklere rağmen hüküm günü kendilerini temize çıkarmaya çalışan kimseler çıkacaktır. Ancak yüce Allah (cc), Kıyamet suresinde de belirtildiği üzere, onların, “Acele ile sözünü evirip çevirtmelerine” fırsat vermeyecektir.
35-37- Bu, konuşamayacakları gündür; kendilerine izin de verilmez ki özür dilesinler. Yalanlayanların vay haline o gün!
Yüce Allah (cc), peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği ilahi mesajında imanı, salih ameli, Tevhidi, şirki, inkârı, sapmayı açık bir şekilde belirtmiş, karşılıklarının ne olacağını haber vermiş, insanları kendi iradeleri ile başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah (cc), dünya hayatında yapılanların, kıyamet günü mutlaka ortaya konulacağını ve hesabının sorulacağını da bildirmiştir.
Hüküm günü, her şey ortaya konulmuş, herkes yaptıklarını hazır bulmuştur ve artık hiç kimse, bunlara itiraz etmeyecek ve konuşmayacaktır. Sözünde sadık olan yüce Allah (cc), ilahi kitaplarında bildirdiklerini aynen yapmış ve adil hükmünü vermiştir.
“Benim huzûrumda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici değilim.” (Kaf, 29)
Sünnetullahta Değişiklik Olmaz
Yüce Allah (cc) Kur’an’da, kullarına ne buyurmuşsa o gün o sözünü yerine getirecektir. Çünkü O, verdiği sözden dönmez ve O, sözünde sadıktır. Yüce Allah’ın üzerine iftira atarak, O’nun sözlerini değiştirip tevil edenler, O’nun adına din koyup Hak dini bozarak edenler, o hüküm gününde yalancı olduklarını görecekler.
38-40- İşte bu, hüküm günüdür; sizi ve öncekileri bir araya topladık. Eğer bir hileniz varsa bana hile yapın. Yalanlayanların vay haline o gün!
“Sizi ve öncekileri bir araya topladık.” İlahi yasa, tüm insanlık ve tüm çağlar için aynıdır; insanlar ve çağlar arasında ayırım gözetmez. Bu nedenle bizden öncekilere uygulanan ilahi yasa, aynı ile bizlere ve bizden sonra gelecek kimselere de uygulanacaktır. Bu, yüce Allah’ın adil sıfatının ve adaletinin bir gereğidir. Bu durum, imanda da, amelde de, sorumlulukda da aynıdır.
İman ve iman edilen esaslar doğrultusunda hareket konusunda bizden öncekiler nasıl sorumlu tutulmuş ve onlardan ne istenmişse, biz de aynı şekilde sorumlu tutulmuşuz ve aynı şeyler bizden istenmektedir. Çağların farklı olması, insanların değişik zaman dilimlerinde yaşaması, sünnetullahın aynı ile uygulamasını değiştirmez.
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte iman edenler: ‘Allâh'ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allâh'ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)
İlahi hüküm, kişiden kişiye farklılık göstermediği gibi, çağdan çağa da farklılık göstermez. Yüce Allah (cc), ilk insan ve ilk nesli, ne ile sorumlu tutmuş, onlardan ne istemiş ise sonraki dönemlerde yaşayan insanları da aynı şekilde sorumlu tutmuş ve onlardan da aynı şeyleri istemiştir. Bu, yüce Allah’ın adil sıfatının gereğidir.
Risalet önderleri ve onların izinde giden Tevhid erleri, Tevhidi esasları insanlara duyurma konusunda aynı metodu takip etmişlerdir. Onlar, ilahi mesajın bildirdiği esaslar doğrultusunda hareket etmişler ve hiçbir şekilde ve şartta bundan sapmamışlardır. Başlarına gelen onca sıkıntı, uğradıkları baskı ve zulüm karşısında onlar, emrolundukları doğrulardan zerre kadar taviz vermeden mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Ancak onlardan sonra gelen bazı kimseler, ilahi hükümleri, kendi arzuları doğrultusunda değiştirme azgınlığına düşmüşlerdir.
“Onların ardından, yerlerine geçip Kitaba vâris olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu alçak(dünyân)ın menfaatini alıyorlar, ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız!’ diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki "Allâh hakkında, gerçekten başkasını, söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap misâkı alınmamış mıydı? Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Âhiret yurdu, korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz?” (A’raf, 169)
Tarihi süreçte Risalet önderleri ve Tevhid erleri, içerisinde yaşadıkları topluma Tevhidi esasları ulaştırırlarken, karşılaştıkları tüm baskı ve zorluklara rağmen, inkâr etmekle emrolundukları zorba tağuti sistemlerden izin ve icazet alma zilletine düşmemişler, iman ettikleri ilahi mesajı eğip bükmemişlerdir.
“İşte bu, hüküm günüdür; sizi ve öncekileri bir araya topladık.” O hüküm gününde, ilahi mesajı hevalarına uydurmaya çalışanlar ile ilahi mesajı hayatları pahasına ortaya koyanlar ayrı gruplar halinde bir araya toplatılacaktır. O gün, Hakkı hevalarına göre değiştirenlerin yalancı oldukları ortaya konulacaktır.
Yüce Allah’ın indirdiği ilahi hükümleri, kendi heva ve hevesleri doğrultusunda değiştiren ve bu esasların ortaya koyduğu yaşam tarzının, yaşadıkları çarpık hayattab ibaret bilen kimseler, hem yüce Allah’ın üzerine iftira atmışlar, hem de Sünnetullaha aykırı hareket etmişlerdir.
Sorumluluk, iman ve amel konusunda, sünnetullahta değişiklik olmadığı gibi inkâr, şirk ve günah konusunda da sünnetullahda hiçbir değişiklik olmaz. İlk nesil, hangi günahlarından sorumlu tutulmuşlarsa onlardan sonra gelen nesiller de aynı şekilde sorumlu tutulmuşlardır.
“Bir bölümü öncekilerdendir, bir bölümü de sonrakilerdendir.” (Vakıa, 39-40)
“Hepsini topladığımız, sonra müşriklere; ‘Hani (Allah'a) ortak sandığınız şeyler nerede?’ dediğimiz gün” (En’am, 22)
“Hepsini bir araya toplayacağı gün: ‘Ey cinler topluluğu, siz insanlarla çok uğraştınız.’ Onların, insan dostları derler ki: ‘Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık.’ (Allâh da) buyurur ki ‘Durağınız ateştir. Allâh'ın, dilemesi hariç, orada ebedi kalacaksınız. Şüphesiz Rabbin hakimdir, bilendir.” (En’am, 128)
“İşte bu, hüküm günüdür; sizi ve öncekileri bir araya topladık.” O gün, mahşer alanına, başta peygamberler olmak üzere, her toplumun şahitleri, o toplumun ileri gelenleri ve onların ardına takılmış insanları ile mü’min, kâfir, müşrik, münafık, fasık herkes toplanacaktır.
“Yer, Rabbinin nuru ile parlamış, Kitâp (ortaya) konmuş, peygamberler ve şâhidler getirilmiş ve aralarında adâletle hükmedilmiştir. Onlara asla haksızlık edilmez. Herkese yaptığının karşılığı tam verilmiştir. O, onların ne yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zümer, 69)
Peygamberler, ümmetleri hakkında şahitlik yapacak, ümmetlerinin yaptıklarının kendi bildirdiklerine uygun olup olmadığını, şahitler de içerisinde bulundukları topluma daveti ulaştırmaya çalıştıklarını ancak onların, şirk ve küfrü seçtiklerini söyleyeceklerdir.
Dünya hayatında hile, yalan ve türlü oyunlarla Tevhidi esasları bozmaya, saptırmaya, değiştirip gizlemeye çalışanlara yüce Allah (cc) seslenecek ve “Eğer bir hileniz varsa bana hile yapın. Yalanlayanların vay haline o gün!” diyecektir. Etraflarına toplayıp kandırdıkları insanların maddi ve manevi değerlerini sömürüp, insanları tağuta itaat ettirmeye çalışanlar, arkalarındakilerle beraber cehenneme sürüleceklerdir.
Kâfirler, bölük bölük cehenneme sürülmüşlerdir, oraya geldikleri zaman, kapıları açılan cehennemin bekçileri onlara şöyle demiştir: ‘Kendi aranızdan, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?’ ‘Evet geldi,’ demişlerdir; ama kâfirlere azâb sözü hak olmuştur.
O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş! denilmiştir.” (Zümer, 70-72)
Peygamberlerin izinden giderek Tevhidi esasları onlar gibi kendi toplumlarına anlatanlar, bu uğurda, tıpkı peygamberleri gibi zorluk ve sıkıntılarla karşılaşanlar, baskı görüp zulümle karşılaşanlar da Rab’lerinin kendilerine vadettiği cennetlere gönderileceklerdir.
Rablerinin (azâbından) korunanlar da bölük bölük cennete sevk edilmişlerdir. Kapıları daha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında onun bekçileri onlara: ‘Selâm size,(ne) hoşsunuz, ebedi kalmak üzere buraya girin!’ demişlerdir.
(Onlar): ‘Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamdolsun. (Allâh için) çalışanların ücreti ne güzeldir!’ demişlerdir.
Meleklerin de Arşın çevresinde dönerek Rablerini övgü ile andıklarını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilmiş ve ‘Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur’ denilmiştir.” (Zümer, 73-75)
41-45- Korunanlar ise gölgeler altında, çeşme başındadırlar; gönüllerinin çektiği meyvalar içindedirler, yaptıklarınıza karşılık âfiyetle yeyin, için. Biz, güzel davrananları böyle mükâfâtlandırırız. Yalanlayanların vay haline o gün!
Kur’an bütünlüğünde hemen her şey zıddı ile verildiği gibi bu surede de yalanlayan günahkârlarla iman eden muttakiler karşılıklı olarak değerlendirilmekte ve onlara verilen mükâfatlar karşılıklı verilerek insanların dikkatleri çekilmektedir.
Şirk ve küfrü yol edinerek ilahi mesajı çarpıtıp yalanlayanlara verilen cehennem anlatılırken, onun dal dal olmuş alevlerinin yoğunluğunun onları gölgelendirip sıcaktan korumadığı ifade edilirken, takva sahiplerinin, gölgelikler altında, pınar başlarında gölgelendikleri anlatılmaktadır.
Sure, güzel davrananlardan övgü ile sözedip onların cennetlerde gönüllerinin çektiği her türlü meyveleri yediklerine dikkatleri çekmekte, buna karşılık, yalanı ve günahı hayat tarzı haline getirenleri küçümseyip kınamakta ve onların zevk ve sefalarını dünyada sürdüklerine gönderme yapmaktadır. “Yeyin, azıcık sefâ sürün, siz suçlularsınız”
“Korunanlar ise gölgeler altında, çeşme başındadırlar; gönüllerinin çektiği meyvalar içindedirler, yaptıklarınıza karşılık âfiyetle yeyin, için.”
Suçlu yalancı günahkârların dünyada çok az bir sefa sürdüklerini, ancak buna karşılık takva sahibi mü’minlerin, cennetlerde sürekli bir hayat sürdüklerini belirten Mürselat suresi, yalanlayanların, nankörlük, inkâr ve isyanları nedeniyle suçlu olduklarını bildirmektedir.
46-47- Yeyin, azıcık sefâ sürün, siz suçlularsınız. Yalanlayanların vay haline o gün.
Yüce Allah (cc), insanı yoktan varetmiş, onu en güzel biçimde şekillendirmiş ona yol gösterip doğruları bildirmiş ve nihayet ona dünya hayatında yaşamını sürdüreceği her türlü nimeti bol bol vermiştir. Ancak insanlardan bir kısmı, kendilerini yeterli görerek isyan ve azgınlıklarında sınır tanımamış, hevalarını ilah edinerek onu tatmin etmeye çalışmış, Rab’lerine kulluk etmekten kaçınmışlardır.
48-49- Onlara: ‘Rükû' edin’ dendiği zaman rükû etmezler. Yalanlayanların vay haline o gün.
Rüku, namazın en önemli bölümlerinden biridir; tevazu ve alçakgönüllüğün nişanesi, saygı ifadesi, yüce Allah’ı büyüklemenin göstergesidir. Rüku, yüce Allah’a şükretmenin, nankörlükten, kibir ve gururdan uzaklaşmanın bedeni olarak belirtilmesidir. Rüku, ibadetin yalnızca yüce Allah’a hasredilmesi ve iman O’na iman edilmesidir.
Onlara: ‘Rükû' edin’ dendiği zaman rükû etmezler. Yalanlayanların vay haline o gün. Kendilerini herkesin ve her şeyin üstünde gören kimseler, başkalarına karşı eğilmezler. Onlar, azgınlıklarında sınır tanımayarak yüce Allah’a karşı da eğilip rüku etmezler. Rüku etmemek, inkâr ve isyanın, nankörlük ve azgınlığın bedensel göstergesidir.
Allah’tan başka her şeyin önünde eğilip bükülen, üç kuruşluk bir çıkar uğruna onun bunun önünde esas duruşa geçip saygı adı altında eğilen kimseler, kendilerine yüce Allah’ın hükümleri hatırlatıldığı zaman isyan edip başkaldırarak dikilirler.
50- Onlar bundan sonra hangi hadise (söze) inanacaklar?
Yüce Allah (cc), rahmet sıfatının gereği olarak, insanları uyarmakta, onlara kıyamet gününde karşılaşacakları durumu bildirerek Rab’lerine yönelip iman etmelerini istemektedir. Bütün bu uyarılara, mü’minlerin ve günahkârların karşılıklı olarak verilen durumlarına rağmen “Onlar bundan sonra hangi hadise (söze) inanacaklar?”
Kurani Mücahede: 2012-04-12
Bir yanıt yazın