İnsanların, yüce Allah’a yönelmelerine, O’na gereğince iman etmelerine engel olan birçok faktör vardır. Bunların en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuzdur ki, geçmiş dönemlerde insanların önüne çıkan kimi şahısların, yüce Allah’ın indirdiği vahyi esasları, kendi daracık düşünce dünyalarına sığdırmak için kelimeleri yerlerinden kaydırarak Tevhidi esasların asıl anlamlarını bozmalarıdır.
Günümüzde bu kimselerin eserlerini okuyan kimseler, okudukları bu eserleri kutsayarak yüce Allah’ın indirdiği Kur’an’ın önüne almakta, Kur’an’ın apaçık ayetlerine rağmen bunlara inanmayıp geçmiş atalarının sözlerini tercih etmektedirler.
Geçmişin bataklığına saplanan kimselere anlatılan hiçbir ayet fayda vermemekte, okudukları kitapların çelişkilerini görmelerine rağmen onu terk etmemektedirler. Bu kimseler, atalarının eserlerini bırakmaları halinde küfre saplanacaklarını düşünmektedirler. Oysa yüce Allah’ın bildirdiği gerçeklerini terk etmekle zaten küfür ve şirkin bataklığına saplanmış bulunmaktadırlar, ancak farkında değildirler.
Geleneksel atalar dinine uyanlar Kur’ani esaslara davet edildiklerinde hemen atalarından bir söz nakleder ve “Falanca âlim bu konuda şöyle diyor” diyerek atalarının görüşünü Kur’ani ayete tercih ediyorlar. Yüce Allah (cc), atalarına tapan ve ataları da gaflet içerisinde bulunan kişilerin Kur’an’la uyarılmasını istemektedir.
“Ataları uyarılmamış bir toplumu uyarman için; işte onlar gaflet içindedirler.” (Yasin, 6)
Allah ve Rasulü’ne davet edilen atalar dini mensupları, Kur’ani apaçık hükümlere rağmen Allah ve Rasulü’nün hükmüne aykırı olan atalarının görüşüne sarılmaktadırlar. Üstelik kendileri de atalarının Kur’an ve Sünnete aykırı fikirlerini gördükleri halde bu tutumlarında ısrar ediyorlar. Atalarının bu aykırı fikirlerini örtbas edebilmek ve İslâmi göstermek için de Kur’an’daki ayetleri tevil edip Allah’ın da sapık fikirlerine destek olduğunu iddia ediyorlar.
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yol üzerinde bulduk, bunu bize Allah emretti’ dediler; de ki, ‘Allah kötülüğü emretmez, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz!” A’raf, 28)
Atalar dinine mensup olanlarla yapılan bir diyalog, bunların, kendi küfürlerine şahit olmalarına rağmen hiç düşünmeden küfürlerinde ve şirklerinde nasıl ısrar ettiklerini apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Müslüman:
– “Yüce Allah (cc), kulundan akıl alır mı?”
“Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız, Allah, O’dur ki, zengindir, hamd edilendir.” (Fatır, 15)
Atalar dini mensubu:
– “Hayır, elbette almaz.”
Müslüman:
– “Peki, yüce Allah (cc), kullarının her halini biliyor mu?”
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz, biz ona şah damarından daha yakınız.” Kaf, 16)
Atalar dini mensubu:
– “Elbette biliyor.”
Müslüman:
– “Peki, yüce Allah (cc), kuluna gücünden fazla yük yükler mi?”
“Biz, kimseye gücü yettiğinden başkasını teklif etmeyiz, katımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır, onlara asla zulmedilmez.” (Mü’minun, 62)
Atalar dini mensubu:
– “Hayır, yüklemez”
Müslüman:
– “Peki, Miraç hadisi diye uydurulan yalanda, yüce Allah’ın, kullarına güçlerinin üzerinde 50 vakit namazı farz kıldığı, kullarının bu 50 vakti kaldıramayacaklarını (hâşâ) bilmediği, 50 vakit namazı alan Hz. Muhammed (as)’ın, Miraç’tan dönüşte göklerin bir katında Hz. Musa (as) ile karşılaştığı, Hz. Musa (as)’ın ona, ne ile döndüğünü sorduğunda o, 50 vakit namaz ile döndüğünü söylemesi üzerine Hz. Musa (as)’ın, “Senin ümmetin bu 50 vakit namazı kaldırmaz, git Allah’a, biraz indirt” dediği ve Hz. Muhammed (as)’ın, her seferinde beş vakit tenzil ile geldikçe Hz. Musa (as)’ın, Hz. Muhammed (as)’ı tekrar gönderdiği ve Hz. Musa (as)’ın dayatmaları ve kullarının ne kadar kaldıracaklarını (hâşâ) bilmeyen yüce Allah’a (hâşâ) akıl vermesi sonucunda namazın beş vakite indirilmesi yalanına ne diyorsun?”
Atalar dini mensubu:
– “Buhari’de böyle geçiyor ve geçmiş alimlerimiz buna itiraz etmemişler, onlar da bunu tasdik etmişler, biz alimlerimizden böyle gördük, sen, Kur’an’dan sonra en güvenilir olan Buhari’yi inkâr mı ediyorsun, sen hadis inkârcısısın.”
Atalar dinine mensup olanlar, atalarını hatasız kabul ediyorlar
Atalar dinine mensup müşrikler, Kur’ani esaslara ve Rasulullah (as)’ın apaçık örnekliğine inanmaz, âlim dedikleri geçmiş atalarının uydurmuş oldukları yalanlarına, yüce Allah (cc) ve Rasulullah (as)’ın üzerine attıkları iftiralarına inanırlar. Çünkü onlara göre âlim dedikleri ataları, hata yapmaz, onlar öyle dediyse aynen öyledir, bu yüzden de Kur’an’ın apaçık ayetlerini hiç düşünmeden reddediyorlar.
Geçmişin bataklığına saplanmış ve hiçbir şekilde kurtulmak istemeyen bu gelenekçi atataparlar, kesin doğrunun atalarının dedikleri olduğunu kabul ediyor ve zaten Allah dilemeseymiş, bunu söylemezlermiş dercesine yüce Allah’a ve Rasulü’ne hakaret ve iftira olan yalanları kabul ediyorlar, bu yalanlarına da kimi ayetleri alarak delil gösteriyorlar.
“Şirk koşanlar, dediler ki: ‘Şayet Allah dileseydi biz de atalarımız da O'ndan başka bir şeye tapmazdık ve O'nun (emri) dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık!’ Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Rasullere düşen, ancak apaçık tebliğ etmek değil midir?” (Nahl, 35)
Vahyi esaslara karşı çıkan geçmiş toplumlar ile günümüzde Kur’ani mesajı tümüyle kabul etmek istemeyenlerin atalar dinine tabiiyeti konusunda, yaşanan zaman dilimi dışında hiçbir fark yoktur. Geçmiş toplumlar da yüce Allah’a inanıyor ve atalarından aldıkları düşüncelerle Rab’lerini razı edebileceklerini sanıyorlardı.
“Dediler ki: 'Bilakis babalarımızı böyle yaparlarken bulduk” (Şuara, 74)
Günümüzde atalarını takip edenler de aynı şekilde atalarından aldıkları düşünceleri Kur’an mesajı önüne geçirmiş bir halde yüce Allah’ı razı edebileceklerini zannediyorlar. Daha da ilginç olanı bu atalar dinine mensup olanların, daha öncekilerin dedikleri gibi, “Sizden başka böyle diyen yok, biz daha önceden böyle bir şey işitmedik” demeleridir ki, tarihi süreçteki ataları da aynı mazeretle Risalet önderlerinin dediklerini kabul etmiyorlardı.
“Ne zaman ki Musa, apaçık ayetlerimizle onlara geldi, dediler ki: ‘Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir, önceki atalarımızdan bunun hakkında bir şey işitmedik.” (Kasas, 36)
Ellerinde evrensel ve çağlarüstü Kur’an, bu Kur’an’ı en güzel şekilde yaşayarak vahyin yaşanması konusunda en güzel örnekliği ortaya koyan Rasulullah (as)’ın Sünneti bulunduğu halde bunları, yüce Allah’ın verdiği akıl nimeti ile değerlendirip iman etme yerine, geçmiş atalarının söylemlerini esas kabul edip onlara uyanlar, hiçbir zaman yüce Allah’a gereğince iman etmezler. Bunların iman iddiaları, susamış kimsenin, uzağındaki bir suya avuçlarını uzatarak su içtiğini zanneden kişinin durumu gibidir.
“Gerçek davet O’nadır; O’nun dışında çağırdıkları kimseler, hiçbir şeyle onlara icabet edemezler, ancak ağzına ulaşsın diye suya avucunu uzatan gibidir; ona o (su) ulaşmaz ve kâfirlerin duası, dalaletten başka bir şey değildir.” (Rad, 14)
Atalar dinine mensup kimselerin iman iddiaları, tıpkı tasavvufçular gibi atalarının tekeline bağlıdır; ataları ne demişse o kadar yüce Allah’a iman ediyor, yüce Allah’ı da atalarının tanıdığı kadar tanıyorlar. Bu yüzden yüce Allah’a hakaret ve iftira olan Rasulullah (as)’a atfen onlarca uydurulmuş sözleri, hiç düşünmeden alıp kabul ediyor, Allah ve Rasulü’ne hakaret etmekten çekinmiyorlar. Çünkü ataları böyle dediği için de vahyi inkâr etmekten çekinmiyorlar.
“Aksine, dediler ki: ‘Şüphesiz biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk ve elbette biz, onların izlerinde gidiyoruz. İşte böyle, senden önce bir kente uyarıcı birini göndermiş olmayalım ki, oranın zenginleri: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izleri üzerindeyiz.’ demiş olmasın.
Dedi ki: ‘Şayet size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeye hidayet ile gelmişsem!’ dediler ki: ‘Doğrusu biz gönderildiğiniz o şeyi inkâr ediyoruz.” Zuhruf, 22-24)
Her ne kadar yüce Allah’a iman ettiklerini sözel olarak ifade etseler, kimi ibadetleri yapmış olsalar da geleneksel atalar dinine mensup olanlar, yüce Allah’ı hakkıyla tanımayan, atalarından aldıkları bilgi kadar yüce Allah’ı tanıyan kimselerdir.
“Kullarından bir parçayı O’na münasip gördüler, gerçekten insan apaçık bir nankördür.” (Zuhruf, 15)
“Allah’ın kadir olduğunu hakkıyla takdir edemediler, şüphesiz Allah çok güçlüdür, azizdir.” (Hac, 74)
Geleneksel atalar dini zanna ve duygulara dayanmaktadır
Geleneksel atalar dini mensupları, yüce Allah’ı o denli tanımadılar ki, yüce Allah’ın indirdiği nasların, kendi akılları ile çelişmesi durumunda nas’ın terk edilip aklın tercih edileceğini bile ileri sürebilmişlerdir. Onlar, bu iddiaları ile akıllarının yüce Allah’ın vahyinden daha üstün ve asıl olduğunu savunmuşlardır. Bunların başını da Fahreddin Razi ve onun talebesi Buharalı Nureddin es-Sâbûnî’dir. Onlar, Aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini iddia etmişlerdir.
“Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir" diyen Fahreddin Razi, bu iddiasını, “Esasu’t-Takdis” adlı eserinde söz konusu etmiş, “Mealimu Usuli’d-Din” adlı eserinde de bu kurala değinmiştir. Orada Allah’ın “cihet, cismiyet” gibi bazı Müteşabih manaları ihtiva eden ayet ve hadislerin tevil edilmesi gerektiğini açıklarken şu yoruma yer vermiştir:
“Naklin zahir ifadelerini, aklın kati delaletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil, aklın feridir (naklin/nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı) delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i (nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O halde tek bir çıkış yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delaletini asıl kabul etmektir. (bk. Mealimu Usuli’d-Din, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Lubnan, ts., 1/48)
İbn Temiye, bu kaideyi Razi’ye isnat etmiş, nassın tevil edilmesine karşı çıkarak Müteşabih olan ayet ve hadisleri, bu kaideye dayanarak tevil eden Kelamcıları tenkit etmiştir. İbn Teymiye, (bk. Der’u Taarudi’l-Aklı ve’n-Nakl, Camiatu’l-İmam Muhammed b. Suud, 1411 199, 1/4)
Selefiler, Razi ve diğer Kelam alimlerini, çok şiddetli bir şekilde tenkit etmişlerdir.
Bunların iddialarının temeli, aklın Kur’an’da çok zikredilmesidir. Onlar, şöyle diyorlar: “Akıl, vahyin anlaşılması için yegâne faktördür. Kur’an’da tefekkür, tedebbürü emreden, aklı kullanmayı tavsiye eden bütün ayetler dolaylı olarak akla büyük önem vermektedir.”
Bu iddiaya göre: Bir ayet veya hadisin ifadesinde akl-ı selime aykırı bir ifadeyi görürseniz, mümkün ise aklı esas alın ve ilgili nassı tevil edin. Yeter ki, akıl akıl olsun. Yani, vahyin ışığında eğitilmiş, Nebevi terbiyeye sahip, işin uzmanı, yetkinliğin bütün şartlarını haiz bir akıl olması gerekir.
“Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir" iddiasının son savunucusu Said’i Nursi’dir. Said’i Nursi, her aklın esas alınmayacağını söyledikten sonra: “Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil taarruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” (Muhakemat,12)
Razî, aklî bürhanların nakillerin zahirleriyle çatışması durumunu şöyle izah etmektedir: “Aklî kesin deliller bir şeyin sübutuna delalet eder, sonra da zahirleri bunun aksine işaret eden naklî delillerle karşılaşacak olursak, takınacağımız tavır şu dört şıktan başkası olamaz:
a- Ya hem aklın hem de naklin gerektirdiklerini kabul edeceğiz. Bu durumda birbirine zıt iki şeyi aynı anda doğrulamış oluruz ki bu imkânsızdır.
b- Ya her ikisini reddedeceğiz. Bu da iki zıt şeyin her ikisini de yalanlamak olur ki, bu da imkânsızdır.
c- Ya naklî delilleri doğrulayacak ve aklî olanları yalanlayacağız, bu ise batıldır.
d- Ya da aklın gerektirdiğini alacağız.
Onlar, bu iddialarını, her şeyin akılla anlaşıldığına dayandırmaktadırlar ki bu bozuk mantığa göre yüce Allah’ın sözü tali, kendi akılları asıldır. Oysa akıl asıl değil, asıl olan vahyi tasdik ve kabul eden merkezdir. Aklı yaratan yüce Allah (cc) onu, vahyin kabul edilmesine aracı kılmıştır. Aklın muhatap alınması, onu asıl yapmadığı gibi asıl olan vahyin de önüne geçirmesine neden değildir.
Yüce Allah’ı bu şekilde değerlendiren bir zihniyetin, O’nu hakkıyla tanıyıp iman etmesi elbette mümkün değildir. Onlar, akıllarının sınırı kadar iman eden, bu sınırın ötesinde bir imana sahip olmayan kimselerdir. Oysa gerçek iman edenler, için aklın ötesinde olana da iman ederler.
“O, sana Kitabı indirdi; onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar Kitabın anasıdır, diğerleri de müteşabih(benzer)dir. Ancak kalplerinde sapma olanlar, fitne çıkarmak ve kendilerince yorumlamak için onun Müteşabih olanlarına tabi olurlar, onun tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler: ‘Ona iman ettik, hepsi Rabb’imiz katındandır’ derler, akıl sahiplerinden başkası düşünüp öğüt almaz.” (Al-i İmran, 7)
İlim ehli kimseler, Rab’lerinden gelen vahyin tümünü, akıllarının aldığını kabul ettikleri gibi akıllarının almadığını da kabul ederler. İşte bu, gerçek imandır; çünkü vahiy, Hak olan yüce Allah’tan gelmiştir ve yüce Allah (cc), zatı ve sıfatları ile bir bütün olarak akıl ile mütekamil bir şekilde kavranamayacağına göre O’ndan gelen vahiy, aklın sınırlarını aşsa bile kabul edilir. Bu, şöyle bir örnek ile açıklanabilir.
Yüce Allah (cc), iki denizi salmış ve aralarına bir perde koymuştur, ancak denizler arasında aklın tespit edeceği bir perde görülmediği gibi denizlerin nasıl olur da birbirlerine karışmadığı da akılla izahı mümkün olmayan bir konudur. Bu durumda akıl bunu kabul etmeyeceğine göre yüce Allah’ın bu hükmü, aklı ilah edinenlere göre (hâşâ) geçersizdir.
“Ve O ki, iki denizi salmıştır; bu tatlı, içimi hoş ve bu tuzlu ve acıdır; ikisinin arasına bir berzah koymuştur, kavuşmalarını engelliyor.” (Furkan, 53)
“İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar, ikisi arasında bir berzah, birbirine karışmıyorlar; öyleyse Rabb’inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz!” (Rahman, 19-20)
Evet “Öyleyse Rabb’inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz! O eksik ve kıt aklınızla! Yukarıdaki bu örnek ayet de, geleneksel atalar dininde var olan inanç temellerinin ne kadar bozuk ve vahyi esaslara aykırı olduğunu ortaya koymaktadır.
Akıl, her ne kadar iyiyi kötüden ayıran bir etken olsa da, yüce Allah’ın zat ve sıfatlarına ait bilgilerde akıl ölçü olamaz, kendi başına dinin emir ve yasaklarını belirleyemez. Aklın almadığını kabul etmemek, tıpkı âmânın görmediği, sağırın duymadığı vahyi gerçekleri yok saymaları gibidir. Akıl, göz ve kulak gibi vahye muhatap olan organlardan biridir; bu nedenle göz ve kulak, vahyin algılanmasında esas ölçü değillerse akıl da aynı şekilde ölçü değildir.
Atalar dinine mensup olanların, vahyi esasları tam olarak kabul etmemelerinin bir nedeni de, kendilerine vahyi duyuran Müslümanları kıskanmaları ve vahyi kabul ettikleri zaman o Müslümanlara uyacaklarını zannetmeleridir. Bu zan ve yanılgıları, onları çekinmeden Kur’an’ı bütünüyle kabul etmekten mahrum bırakmakta, Rab’lerine gereğince iman etmekten alıkoymaktadır. Bu ise onları önceki inkârcı kavimlerin durumuna düşürmektedir.
“Bunun üzerine kavminden ileri gelen inkâr eden kimseler dedi ki: ‘Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir, sizin üzerinize üstün olman istiyor, şayet Allah dileseydi, elbette melekleri indirirdi; biz ilk atalarımızdan bunu işitmedik.” (Mü’minun, 24)
Yüce Allah (cc), atalarının yolunu Hak zannedenleri, atalarının durumunu düşünmeleri hususunda uyarmakta, onların Hidayeti bulamayan, akletmeyen ve bir şey bilmeyen kimseler olabilecekleri konusunda akletmelerini tavsiye etmektedir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği şeye tabi olun!’ dendiği zaman, derler ki: ‘Bilakis, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz,’ ataları bir şey akletmediyseler ve hidayeti bulamadıysalar!” (Bakara, 170)
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin!’ dendiği zaman, ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!’ derler, ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayeti bulamadıysalar!” (Maide, 104)
Bütün bu uyarılara rağmen atalarının söylemlerini ve yolunu Kur’ani esaslara tercih edenleri yüce Allah (cc), şu düşündürücü ve korkutucu ayetlerle uyarmakta, onları, akletmeye davet etmekte, aksi halde onların da ataları gibi alevli ateşe gireceklerini bildirmektedir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine tabi olun” denildiğinde, dediler ki: ‘Bilakis atalarımızı o üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz;’ şayet şeytan alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı!” (Lokman, 21)
Geleneksel atalar dini mensupları ve onların ilham aldıkları kaynakları Buhari, yüce Allah’a, O’nun Rasulü’ne atmadık iftira, bozmadık Tevhidi esas bırakmamışlardır. Bunlar yüzünden Tevhidi esaslar toplumun gündeminden kaldırılmış, insanlar, din adına hurafe ve yalanlarla aldatılmıştır.
Geleneksel atalar dini mensuplarının, saçma sapan fikirleri ileri sürüp tartışmaları sonucunda insanlar, Tevhidi esasları öğrenememiş, bid’at ve hurafeleri din edinerek yüce Allah yolundan sapmışlar, yüce Allah (cc) yerine alim dedikleri kişilere ve onların tabi oldukları zalim sultanlara iman edip adeta tapınmışlardır. Bunun sonucunda o gün de günümüzde de onlara iman edenler, onları hatasız, Buhari’yi de en güvenilir kaynak kabul etmişlerdir.
Geleneksel atalar dini mensuplarının: “Buhari, Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynaktır” söylemleri, Kur’an’a iman ettikleri için değil, Kur’an’ı küfürlerine perde yapmak için söylemektedirler.
Atalar dini mensupları şayet Kur’an’ı, gerçekten en güvenilir kaynak kabul etmiş olsalardı, öncelikle Kur’an’a bakar, Kur’an ile Buhari’yi değerlendirir ve Buhari’de yer alan Allah ve Rasulü’ne atılan iftiraları reddederlerdi. Oysa durum tam tersinedir; onlar, Buhari’yi esas almakta, Buhari’deki yalan ve iftiralardan hareketle Kur’an’ı değerlendirmektedirler.
Yüce Allah’ın, Müslüman ümmetinin tek bir ümmet olduğu uyarısına rağmen Müslüman olduklarını söyleyenler, dini parçalara bölerek, işlerine gelen ayetleri alarak tefrikaya düştüler, ümmeti paramparça ettiler, Müslüman sıfatından başka sıfatları kendilerine uygun gördüler.
“Doğrusu bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir ve Ben, sizin Rabb’inizim, o halde benden korkun! Fakat onlar aralarında işlerini yazılmış kâğıtlar halinde paramparça ettiler; her grup, kendi yanındaki şeylerle mutludur.” (Mü’minun, 52-53)
Geleneksel atalar dini mensuplarının, Kur’ani bazı ayetleri delil göstermeleri, tıpkı tasavvufçular gibi, mensup oldukları geleneksel sapıklık dinini meşru gösterme çabasından başka bir şey değildir. Yüce Allah (cc), onların durumunu şöyle açıklıyor.
“Allah'ın gücünü hakkıyla takdir edemediler, zira dediler ki: ‘Allah beşere bir şey indirmedi’ De ki: ‘Musa'nın, insanlar için nur ve hidayet olarak o getirdiği Kitabı kim indirdi! Siz onu yazılı kâğıtlar yapıp gösteriyorsunuz ve çoğunu da gizliyorsunuz; sizin ve atalarınızın bilmediği şeyleri size öğreten ‘Allah’tır’ de, sonra daldıkları eğlence içerisinde bırak onları!” (En’am, 91)
Bu sapıklık dini mensupları, kendilerinin ve atalarınızın bilmediği şeyleri onlara öğreten yüce Allah’ı hakkıyla tanıyıp O’nun indirdiği vahyi esasları ölçü alacakları yerde, tam tersine kendileri gibi bir beşer olan ve Hicret’ten iki asır sonra ortaya çıkmış, üstelik Rasulullah (as)’ın yaşadığı bölgede yaşamamış, kültürel ve sosyal olarak apayrı bir topluma mensup olan, Tevhidi esaslardan çok sağdan soldan hadis diye topladığı sözlerle meşgul olan Buharalı Muhammed el-Buhara’yı esas almış, onu hatasız biri olarak kabul etmiş, ölçü edinmişlerdir.
Yüce Allah (cc), düşünüp taşınmadan atalarının söylemlerini esas alanları, ataları hakkında uyarmakta, onların söylemlerinin vahyi olmadığını, zanna dayandığını bildirmekte, kendilerine gelen vahye teslim olmalarını istemektedir.
“Doğrusu onlar, ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı isimlerdir, Allah, onlara bir güç indirmemiştir. Şüphesiz onlar ancak zanna ve nefislerin hevasına tabi oluyorlar, Andolsun Rab’lerinden onlara Hidayet gelmiştir.” (Necm, 23)
Bütün ilahi uyarılara, bu uyarıları görüp okumalarına rağmen geleneksel aralar dini mensupları, beyinlerini ve alıcılarını Kur’ani uyarılara kapatmış, geçmişin bataklığında çırpınıp durmaktadırlar. Biz Müslümanların onlara son sözü şudur.
“Dedi ki: ‘Doğrusu üzerinize Rabb’inizden bir rics (pislik) ve gazap vuku bulmuştur; sizin ve atalarınızın isimlendirdiği isimler hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Allah, onlarla ilgili bir delil indirmemiştir, o halde gözetleyin, şüphesiz ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim!” (A’raf, 71)
Atalarını önceleyenler, Tevhidi esasları gündem etmemişler
İslâmi esasları tahrif eden tarihsel süreçteki hizipler ve atalarını öne çıkaranlar, sürekli olarak ihtilaf etmişler, Tevhidi anlamda hiçbir gündemleri olmamıştır. Bunlar, kısır fikri tartışmaları gündem edinmişler, insanları bu kısır gündemlerle meşgul etmişlerdir.
Sahabe, Tabiin ve Tebe-i tabiinden sonra ortaya çıkan fırkalar, zulmü altında yaşadıkları zalim sultanların zulümlerine, kimileri susarak, kimileri açıkça destek vererek sessiz kalan fırkalar, Yahudi ve Hrıstiyanlar gibi fırkalaşarak Kur’an’da Rabb’imizin buyurduğu üzere şirke düşmüş, müşriklerden olmuşlardır. Bu nedenle de Tevhidi bir gündemleri olmamıştır. İşte bu konudaki ilahi buyruklar.
“O’na yönelin ve O’ndan korkun, namazı kılın ve müşriklerden olmayın. Onlar ki, dinlerinde tefrikaya düştüler ve fırka fırka oldular; her hizip yanında olanla sevinmektedir.” (Rum, 31-32)
Bu ilahi uyarılara rağmen, atalarını ilah edinenler, maalesef Yahudi ve Hrıstiyanların yolunu takip ederek tefrikaya düşmüş, müşriklerden olmuşlardır.
Ramazan Yılmaz: 2017.10.30
Bir yanıt yazın