Hamd, şaşkınlık içerisinde çırpınan beşeriyete, indirdiği vahiyle yol gösterip hidayete erdiren; indirdiği Kur’an’la karanlıkları aydınlığa, tefrikayı vahdete erdiren; düşmanlıkları kardeşliğe çeviren; küfrün, şirkin, zulüm ve adaletsizliğin yeryüzünden kaldırılmasını, yerine hakkın, adaletin ve imanın yerleştirilmesini isteyen; mü’min kullarına mücadelelerinde yardımcı olan; Kelime-i Tevhid’e, tevhid-i kelime ile ulaşılacağını bizlere bildiren, alemlerin Rabb’i, meliki, maliki ve ilahı olan Allah’adır.
Selam, Tevhidi esasları insanlara duyurmaya çalışırken, kendi dönemlerinin diktatörleri tarafından inkâr edilip zulme, baskıya, şiddete, işkenceye maruz kalan, bu uğurda kimileri öldürülüp şehit edilen, kimileri yurtlarından sürülen rahmet elçileri Rasullere ve hayatı bahasına Kur’an mesajını bizlere ulaştıran bu uğurda yerinden yurdundan sürülen en güzel örneğimiz ve biricik önderimiz Hz. Muhammed (as)’a, aline, ashabına ve onu örnek edinen, onun gibi yerlerinden yurtlarından sürülen Tevhid erlerine olsun.
Kur’ani bir çok kavram, bugün asıl anlamları dışında anlamlandırılmış ve bu nedenle insanlar üzerinde bir etkisi ve ağırlığı gereği gibi hissedilmemiştir. Örneğin, Tevhid, şirk, ilah, tağut, iman küfür kavramlarının, bugün toplum üzerinde hemen hiçbir etkisinin bulunmaması, bu kavramların içlerinin boşaltılması ve asıl manalarının dışında anlamlar yüklenmesi yüzündendir.
Kur’ani kavramlar, asıl anlamlarına uygun bir şekilde anlaşılması halinde, insanlar üzerinde daha etkileyici olacak ve ancak bundan sonra insanlar neyi kabul edip neyi reddettiklerin daha iyi anlayacaklardır.
Özellikle Rasulullah (as) ve onun raşit Halifelerinden sonra, İslâm düşmanları tarafından, İslâmi kavramlar üzerinde başlatılan tahrifat günümüze kadar süregelmiş ve hâlâ da devam etmektedir.
Hicret kavramı da, anlamı istismar edilmiş, değiştirilmiş, olduğundan farklı gösterilmiş kavramlardan biridir.Hicreti anlamak için öncelikle bu kavramın ifade ettiği anlamı çok iyi bilmek gerek. Hicret kavramı, içerdiği anlama uygun bir şekilde anlaşılmadan bu kavram hakkında konuşup yazmanın insanlar üzerinde fazla bir etkisi olmayacaktır.
Hicret kavramını, edebi ve şiirsel ifadelerle ifade etmek, bu kavram hakkında sayfalar dolusu yazı yazmak, elbette bu kavramı yeterince açıklamaz. Bu olsa olsa ancak bir tanımlama olabilir. Tıpkı aşkın tarifinde olduğu üzere, yaşanmadan yapılan tarifler, tarif edilen kavramı gereği gibi anlatmaz ve dinleyici ve okuyucular ancak dinleyip okudukları ile kalırlar.
Aşkı tarif edenler, Kerem’in, Mecnun’un yaşadığı ruh halini yaşamadıkları için aşkı, en fazla iki kişinin birbirini sevmesi, sevdiği uğrunda hayatını ortaya koyması gibi ifadelerle tanımlarlar. Oysa o aşkı yaşayan o insanlara aşkın ne olduğu sorulsa, içlerinden bir fırtına koparcasına, tüm hücreleri ile bütün duyguları ile bunu yaşayarak ortaya koyarlar.
Hicret kavramının tarifi de, kimi tanımcılar tarafından, Allah yolunda yapılan bir mücadelede, davetin çıkmaza girmesi sonucunda bulunulan yerin terkedilip başka yerlere kaçış olarak ifade edilir. Hicret edenlerin, nasıl bir ruhsal ve psikolojik devinim yaşadıklarını bilmeden yapılan tarifler, Hicret eden kişilerin hikâyelerini anlatmaktan öteye gitmez.
Hicreti tarif ederken ya da hicret üzerinde konuşurken, Hicret eden Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin mücadelelerindeki asıl vurgu olan Tevhid ilkesi çok açık bir şekilde ortaya konulmalıdır ki, insanlar, Tevhid ilkesini anladıktan sonra Hicreti gereği gibi anlayabilsinler. Bu konu hakkında kısa bir örnek vermekte yarar vardır:
1980’li yıllarda İslâm ile yeni tanışan bir kadın, Hicret konusunda şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Ben, daha önce ‘Yoldaki İşaretleri” okumuş ve Rasulullah ile arkadaşlarının neden Hicret ettiklerini bir türlü anlamamıştım ve sırf “Lailahe İllallah” kelimesi için neden onca sıkıntı ve zorluk çekerek Hicret ediyorlar demiştim. Ancak sonradan bu “Lailahe İllallah” kelimesinin anlamını anlayınca işte o zaman Hicretin ve Rasulullah (as)’ın Hicretini daha iyi anladım.” İşte bu nedenle Hicreti oluşturan asıl konu ve konular öncelikle anlatılmalı, insanlar bu konularda aydınlandıktan sonra Hicret konusu anlatılmalıdır.
Günümüzde, beşeri sistemlerin şirk ve küfür oldukları, bu sisteme tabi olmanın ve oy vermenin şirk ve küfür olduğu, M. Kemal’in bu sistemin ilahı olduğu, bu nedenle bu sisteme oy verip destek olmanın M. Kemal’i ilah edinmek olduğu açıklanmadan Hicret konusunun işlenmesi insanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır.
Kemalist sistemi ya da benzeri beşeri sistemleri destekleyip din edinen, bu sistemlerin yöneticilerini ilah edinen kimseler, ne “Lailahe İllallah” Kelime-i Tevhidi anlarlar ne de bu Kelim-i Tevhid uğruna çekilen sıkıntıları ve Hicreti anlarlar.
Kur’ani bir kavramı ya da konuyu açıklamak, yaşamakla ya da onu yürekten hissetmekle mümkün olabilir. Kur’ani bir kavram aslına uygun açıklanırken, o kavramı kalbin derinliklerinde hissedilmeli, ruh halinde yaşanmalı, anlatıldığında yürekler hüzünlenmeli, gözyaşları buna eşlik etmelidir. İşte o zaman dinleyiciler üzerinde bir etkisi olabilir.
O halde Hicret Nedir?
Hicret, tarihi süreçte Tevhid şirk mücadelesinin hemen her döneminde, davetin çıkmaza girdiği, despot zalimlerin, yapıtları baskı ve zulümlerle Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin canlarına kasd ettikleri bir zamanda iman edenlerden birçok kimsenin, bütün değer yargılarını bırakıp kurtuluş olarak gördükleri bir yolculuk ve kaçıştır.
Hicret, “Yalnızca ‘Rabb’imiz Allah’tır’ dedikleri için (insanların) haksız yere yurtlarından çıkarılması” (Hac, 40)
Hicret, zulüm, başkı ve işkenceden, şirk ve küfürden kaçış, kalblerin derinliklerindeki hasret, özlem ve acı bir buruklukla özgürlüğe, umuda sonu belirsiz bir yolculuk;
Hicret, kula kulluktan, zillet içinde kölelik ve esaret altında yaşamaktan, haksızlık karşısında dilsiz şeytan misali susmaktan, zillet ve meskenetten kaçış, yüce Allah’a O’nun belirlediği ölçüler içerisinde ibadet ve kulluk yapmaya ve onurla mücadeleye yolculuk;
Hicret, doğup yaşanılan, hatıralarla süslenip bezenilen, sevgi, aşk, sevinç ve üzüntülerin harmanıyla yoğurulan toprakların, binbir duygu içerisinde terkedilmesi, ne olacağı bilinmeyen yepyeni bir yaşama, bambaşka diyarlara yolculuk;
Hicret, zorba güçlerin zulüm ve baskıyla önü kesilen, insanlara ulaştırılması engellenen ilâhi mesajın, özgürce ifade edileceği yepyeni mekanlara doğru bir yolculuk;
Hicret, can, mal, ruh ve bedenle gerçekleştirilen, yüreklerin derinliklerinden kopup gelen üzüntü, elem, acı ve burukluğun, gözyaşlarıyla ifade edildiği bir fedakarlık örneği;
Hicret, yüce Allah’a yapılan ibadetlerin en anlamlısı, en meşakkâtlisi, en zoru ve en çok özveri isteyeni;
Hicret, yüce Allah’a ve indirdiği esaslara iman ve teslimiyetin, samimiyet ve sadakatin, gerçek bir bağlılığın ifadesi;
Hicret, Risalet önderlerinden ve tevhid erlerinden bir çoğunun geçtiği bir köprü, mazlum insanların yüce Allah’a olan iman ve teslimiyetlerini muhafaza etmek için sığındıkları bir sığınaktır.
İnsanlık tarihi, büyük zulümlere, insanlık dışı muamelelere adeta utanarak ve nefret ederek tanıklık ettiği gibi, bu büyük zulümlerin neden olduğu çok büyük hicretlere de üzüntü içinde tanıklık yapmıştır.
Yeryüzünde kuraltanımaz bir şekilde yaşamak isteyen, bu nedenle Rab’lerine ve indirdiği Tevhidi esaslara isyan eden, temeli kan ve gözyaşı üzerine kurulan iktidarlarını sürdürmek uğruna insanları zulüm ve baskıyla egemenlikleri altında tutan beşeri diktatör sistemler, bu nedenle “Yalnızca ‘Rabb’imiz Allah’tır” diyerek iman eden mazlum insanlara her türlü işkence ve eziyet yapmaktan çekinmemişlerdir.
Kendi ülkelerinde, doğup büyüdükleri topraklar üzerinde Rab’lerine karşı kulluk görevlerini özgürce yapmak isteyen mazlum ve masum insanlar, totaliter diktatörlerin saldırılarına, baskı, zulüm ve işkencelerine dayanamayarak hüzün ve gözyaşı içinde ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır.
Yabancısı oldukları ülkelere, Rab’lerinin rızası doğrultusunda yaşamak umuduyla giden mazlum ve masum insanların çoğu, çok büyük sıkıntılarla karşılaşmış, perişan olmuşlardır. Buna Müslümanların duyarsızlıkları da eklenince o mazlum insanlar içinden çıkılamaz bir duruma düşmüşlerdir.
Hicreti Oluşturan Şartlar Nelerdir?
Hicret, asıl anlamına uygun bir şekilde anlatılmadığı ve dinleyiciler tarafından gereğince anlaşılmadığı için, anasına babasına küsüp evini barkını terk edenden, ekmek parası için gurbete gidene, kan davasından korkup kaçandan, gölgesinden korkup saklanan korkaklara kadar hemen herkes yaptıkları işin hicret olduğunu zannederler. O halde Hicret kavramının ne olduğu, Kur’an’ın bu kavramı nasıl ifade ettiği çok açık ve net bir şekilde bilinmesinde zaruret vardır.
Hicret, elbette canı sıkılan kimselerin, başlarına bir şey gelmeden en küçük bir sıkıntıda bulundukları yerleri terkedip başka yerler gitmeleri değildir. Hicret, Kur’an’da belirtildiği üzere, Tevhidi esasları insanlara duyuran Risalet önderlerine, onların yolunda giden Tevhid erlerine ve iman ettikleri ilahi mesaj doğrultusunda hayatlarını idame etmeye çalışan Müslümanlara, Allah düşmanı diktatörler ve tağuti sistemler tarafından hayat hakkı tanınmaması, onları kendi sapık beşeri ideolojilerini zorla kabul etmeye çağırmaları sonucunda iman edenlerin yerlerini, yurtlarını ve en sevdikleri insanları terk ederek başka ülkelere kaçmalarıdır.
Kur’an, Hicret eden insanların, neden Hicret ettiklerinin örneklerini vererek Hicretin şartlarının nasıl oluştuğunu bildirir.
Zorba diktatörler, iman eden ve inançları doğrultusunda yaşamak isteyen insanlara hayat hakkı tanımamış, onları kendi sapık ve küfür olan ideolojilerine döndürmeye çalışmış, bunda başarı sağlayamayınca iman edenleri ya öldürmüş ya da ülkeyi terketmeye zorlamışlardır. Bu durum, her dönemin ve çağın değişmeyen kuralıdır.
“Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla bir olasınız. O halde onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyin…” (4 Nisa, 89)
“Mü’minler ancak aziz ve hamde layık olan Allah’a iman ettikleri için o (zulmede)nler onlardan intikam aldılar.” (85 Buruc, 8)
“Kâfirler elçilerine dediler ki: ‘Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız ya da bizim dinimize (batıl ideolojimize) dönersiniz!’ Rab’leri de onlara şöyle vahyetti: ‘Zalimleri mutlaka helak edeceğiz!” (14 İbrahim, 13)
Küfrün, bu tehdit, şantaj, baskı ve zulmü her dönemde tekrarlana tekrarlana günümüze kadar gelmiş; hak-batıl mücadelesi devam ettiği sürece de devam edecektir.
Bugün tağuti sistemin zulmü nedeniyleonlarca Müslüman ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardır. Kemalist zorbalık ve onun maşası durumundakilerMüslümanlara ve sisteme karşı olan başka mazlum insanlara: “Bu ülkeden gidin, İran’a, Afganistan’a, Arabistan’a gidin”, “ya sev ya terk et” diyerek baskı yapmışlar, onları yurtlarından çıkarmara zorlamışlardır. Müslümanların cevabı ise, her dönemde hep aynı olmuş ve onların cevapları, kâfirlerin kirli iğrenç suratlarına bir şamar gibi inmiştir.
“Allah bizi, sizin dininizden kurtardıktan sonra eğer tekrar ona dönersek Allah’ın üzerine iftira atmış oluruz. Rabb’imiz Allah dilemedikten sonra o (batıl ideolojiniz olan di)ne dönmemiz bizim için olur şey değildir. Rabb’imiz, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül etmişiz. (Ey) Rabb’imiz, bizimle kavmimiz arasını gerçek olarak aç. Muhakkak ki sen (gerçekle) açanların en hayırlısısın.” (7 Â’raf, 89)
Bu açık tavırdan sonra her dönemin zorbaları gibi, Türkiye’deki Kemalist zorbalık da mü’minler üzerindeki baskı ve zulmünü artırmış, onlara hayat hakkı ve ülkede yaşama fırsatı vermemiştir.
Türkiye’deki ateist Kemalist dikta sistem, mü’minleri ve mazlum halkı kendisine biat ettirip batıl ideolojisine ve demokratik dinine iman ettirmek için seçimlere katılmayı zorunlu kılmıştır. Demokratik(!) seçimlere katılmakla insanların kendisine iman ve biat edeceklerinin bilincinde olan dikta rejimi, bunun için kimi İslâmcıları da maşa olarak kullanmıştır. Bugün iktidarda olanlar, sistemin kullandığı islamcılardan başkası değildir.
Kur’an’ı tek kriter, Rasûlullâh(as)’ı en güzel örnek edinen feraset sahibi Müslümanlar, dikta rejimin seçim oyununa gelmemiş, küfrün tüm oyun ve desiselerine İbrahimî bir kimlik kuşanarak buğzetmiş, tavır almıştır. Bunun üzerine baskı ve zulmünü artıran dikta rejimi, mü’minlere, Türkiye’de yaşama hakkı tanımamıştır.
Mü’minler, kendilerine yaşama hakkı tanımayan, davet ve tebliğin önünü kapatan, zulüm ve şiddeti dayanılmaz bir hal alan dikta rejiminden, en güzel örnek edindikleri Hz. Muhammed (as) gibi hareket ederek başka ülkelere hicret etmek zorunda kalmışlardır.
Her Kaçış Hicret midir?
Elbette ki her kaçış hicret değildir! Tıpkı savaşta ölenlerin hepsinin şehit olmadıkları gibi. Bir kaçışın Hicret olabilmesi için o kaçışın, ancak Kur’an’da belirtilen nedenlerden kaynaklanması gerekir. Aksi halde o kaçış ancak bireysel bir hareket olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Bir kaçışın hicret olabilmesi için belli başlı nedenler şunlardır:
1-İlahi vahyin, insanlara ulaştırılmasının tamamen engellenmesi.
İlahi mesaj, yapısı gereği insanlara ulaştırılması gerekir. Ancak toplumları köleleştiren zorba güçler, ilahi mesajın insanlara ulaştırılmasını istemezler. Çünkü ilahı mesajın insanlara ulaştırılması halinde bu insanlar, kendilerini köleleştirenlere kulluk yapmayı bırakacaklar ve yüce Allah’a kul olma bilincine ulaşacaklar. Bu durumda istismarcı, sömürgeci ve zorbaların egemenlikleri sona erecektir. Bu nedenle zorba güçler, daveti ve davetçiyi engelleyecek, ilahi mesajın insanlara ulaşmasına mani olacaklardır.
“(Şuayb) kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb, ya mutlaka seni ve seninle beraber iman edenleri ülkemizden çıkaracağız ya da dinimize dönersiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘Biz istemesek de mi (bizi çıkaracaksınız)?” (7 Âraf, 88)
Bugün aynı tehdit Türkiye’deki dikta rejimi tarafından mü’minlere yapılmaktadır. Dikta rejimi, mü’minlere ve kendisine tabi olmak istemeyenlere: “Ya demokratik dinimize uyar, bize oy vererek biat edersiniz ya cinayetle sizi yokederiz ya da ülkeyi terkeder gidersiniz” diye tehditler savurmaktadır.
2- İlahi mesaj doğrultusunda yaşamanın mümkün olmaması halinde mü’minlerin hicret etmeleri zorunlu ve gereklidir.
Dünyada yaşamanın temel amacı, yüce Allah’a kulluk yapmaktır. Çünkü tüm cinler ve insanlar bu amaçla yaratılmışlardır. Kula düşen görev, yüce Allah’a karşı kulluk görevini ve O’nun bildirdiği esaslar doğrultusunda yaşamayı her şartta ve mekânda yerine getirmesidir. Herhangi bir mekânda yaşayan bir mü’minin, kulluk görevlerinin engellenmesi halinde o mü’min, kulluk görevini ifa edeceği mekânlara hicret edecektir.
“Rab’leri onlara karşılık verdi: ‘Ben, sizden erkek kadın çalışan hiç kimsenin amelini zâyi etmeyeceğim; hep birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, savaşanlar ve öldürülenler…” (3 Al-i İmran, 195)
Kulluk görevlerini ifa ederlerken engellenenler, küfre ve zorbalığa boyun bükmeden onlara karşı kıyam edecekler, direnecekler. Ancak bu gücü kendilerinde bulamayanlar hicret edeceklerdir. Çünkü hicret etmeyip küfre boyun bükerek zillet içerisinde oturmak cehenneme gitme nedenidir.
“Kendilerine yazık eden kimselere, canlarını alırlarken melekler: ‘Ne yaptınız’ dediler. (Onlar) dediler ki: ‘Biz, yeryüzünde aciz düşürülmüştük.’ Melekler dediler ki: ‘O halde Allah’ın arzı geniş değil miydi, onda hicret edeydiniz ya?’ İşte onların barınağı cehennemdir, ne kötü gidiş yeridir orası!” (4 Nisa, 97)
İslâm, zillet ve meskeneti, hiçbir şekilde kabul etmez. Mü’min kişi ya onurlu bir şekilde yüce Allah’a ibadet, davet ve kulluk görevlerini ifa etmek için mücadele eder ya da hicret eder. Ama hiçbir şekilde zillet içinde boyun büküp küfre, zorbalığa ve ve zulme karşı susmaz.
3- Mü’min bireyin hayatının tehlikeye girmesi durumunda da hicret gerekli ve zorunlu hale gelir.
Kâfirler, engelleyerek susturamadıkları davetci mü’minleri son çare olarak öldürmeye kalkışırlar. Her dönem zorbaların başvurduğu bu yola, Kemalist diktatörlük de başvurmuş, işkence, baskı, zulüm ve cezaevi yoluyla susturamadığı mü’min davetçileri faili bizzat kendisi olan meçhul cinayetlerle ortadan kaldırmaya kalkışmış, birçok Müslümanı da bu yolla ortadan kaldırmıştır.
Kemalist zorbalığın tarihinde Müslümanlara yapılan baskı ve zorbalığın binlerce örnek bulunmaktadır. Tağuti küfür sistemin tarafından baskı ve zulme uğrayan, daveti engellenen ve öldürüleceği konusunda endişesi olanmü’min davetçi şahsiyetin yapacağı şey örnek edindiği Hz. İbrahim (as), Hz. Musa(as) ve Hz. Muhammed (as) gibi hicret etmektir.
“Kafirler, seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da (ülkenden) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı…” (8 Enfal, 30)
Bu durumda hayatı tehlikeye giren mü’min davetçinin tek seçeneği, fikrini, mesajını açıkça ortaya koyacağı yeni mekânlara hicret etmektir.
Yeryüzü Allah’ındır; mü’minler, nerede ve hangi şartlarda bulunuyorsa bulunsunlar, Allah’ın dinini ortaya koymak, yaşamak ve diğer insanlara ulaştırmak zorundadırlar.
Mü’min davetçiler, hicret ettikleri ülkelerde hiçbir şekilde davet görevini ihmal edemez, savsaklayamaz ve gizleyemezler. Böyle bir şey yapmaları halinde, tıpkı hicret etmeyip zillete razı olanlar gibi, cehennemi hak eden kimseler olacaklardır.
Yüce Allah’a kulluk yapmak, daveti ortaya koymak, İslâmi esaslar doğrultusunda yaşamak ve Kur’an’ı ahlâk edinip örnek bir Müslüman birey, örnek bir Müslüman cemiyet oluşturmak süreklilik arzeder ve hiçbir şekilde kesinti kabul etmez. Aynı şekilde mü’min birey için hiçbir endişe ve değer Allah’ın rızasının önüne geçemez.
Mü’min davetçi için aslolan yüce Allah’ın rızası olduğuna göre, bu durumda o mü’min bütün dünyevi değerlerini bu doğrultuda ortaya koyar ve hiçbir şekilde bundan vazgeçemez.
Hicret Eden Müslümanların Barındırılması
Hicret, iman etmenin, yüce Allah’a teslimiyetin ve bu uğurda fedakârlık yapmanın en açık göstergesi ve ifadesi, gerçek mü’min olmanın göstergesidir. Çünkü mü’min birey, imanı ve yüce Allah’ın rızası uğruna dünyevi tüm değerlerinden vazgeçmekte, canını tehlikeye atarak onca sıkıntı ve çileyi göğüslemekte ve bilinmez bir geleceğe doğru gitmektedir. Mü’min birey için aslolan yüce Allah’ın rızasını kazanmak ve Kur’an’ı ahlak edinerek yaşamaktır.
“O yurtlarından ve mallarından çıkarılanlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar…” (Haşr, 8)
Hicret, muhacir için imanın göstergesi olduğu gibi, Hicret edilen ülkelerdeki Müslümanlar için de imanın göstergesi ve ölçüsüdür. Muhacir bireyin hicret ederek gittiği ülkelerde bulunan, Kur’an’ı ve Peygamberi örnekliği esas alan Müslümanlar, kendilerine hicret edip gelen muhaciri, iman edişlerinin gereği olarak barındırmak, muhacir kardeşlerinin sorunlarıyla ilgilenmek zorundadırlar. Kur’an’ın övgü ile bahsettiği mü’minler işte o kimselerdir.
“Ve onlardan önce o ülkeye yerleşen, imana sarılanlar, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç olsa dahi (kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtulanlardır.” (59 Haşr, 9)
Muhacir kardeşini, kendi öz nefsine tercih edip onu barındırmak, maddi ve psikolojik olarak ona destek olmak ve az da olsa onu rahatlatmak ‘ensar’vasfını kazanmak ve gerçek imanın hazzını tatmaktır. Muhacir bir Müslümanı barındırmak, herkese nasip olmayan istisnai ve faziletli bir davranış, imanda samimiyetin ve yüce Allah’a teslimiyetin ifadesi, Kur’an’ı ahlak edinerek yaşamanın göstergesidir.
“Onlar ki iman edip hicret ettiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler ve onlar ki (muhacirleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar birbirinin velisidirler…” (8 Enfal, 72)
“Onlar ki iman edip hicret ettiler, Allah yolunda cihad ettiler ve onlar ki (hicret edenleri) barındırıp yardım ettiler, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır.” (8 Enfal, 74)
Muhacir, yüce Allah için hicret ettiğinden dolayı, yüce Allah’ın rızasını kazanmayı amaç edinen ensar durumundaki mü’minler, muhacir kardeşlerini bağırlarına basarlar, onları barındırarak yardım ederler. Onların bu davranışı, onların gerçek mü’min oluşlarının apaçık bir göstergesidir. Aksine bir tavır içine girenler, yani Allah yolunda hicret edip gelen mü’minlere sırt dönüp yardım etmeyenler, gerçek mü’min olma vasfını taşımayan, yüce Allah’ın rızasını kazanmayı amaç edinmeyen ve imanın hazzını tatmayan kimselerdir. Böyle kimselerin mü’minlerle bir velayet bağı bulunmamaktadır.
Hicret Edenlerin Mükâfatları
Hicret eden mü’minlerin hem dünyada, hem de ahirette çok büyük mükâfatları vardır. Her şeyden önce Allah(cc) onlardan razı olmuş, onlar da Allah’dan razı olmuş kimselerdir.
Hicret eden mü’minlerin dünyadaki mükâfatları, her şeyden önce zulümden kurtulup daha özgür bir ortama kavuşmaları ve genişlik bulmalarıdır.
“Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulur. Kim, Allah ve Rasulü için hicret etmek amacı ile evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükafatı Allah’a düşer. Allah, bağışlayan, esirgeyendir.” (4 Nisa, 100)
Hicret eden mü’minlere örnek olarak verilen Hz. İbrahim(as)’ın dünyevi mükafatını yüce Allah(cc) şöyle bildirmektedir muhacir mü’minlere.
“Bunun üzerine Lut ona (İbrahim’e) inandı ve (İbrahim) dedi ki: ‘Ben Rabb’ime hicret edeceğim. Çünkü O azizdir, hakimdir.” (Ankebut, 26)
“(İbrahim kavmine) sizden de Allah’ı bırakıp çağırdıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabb’ime yalvarıyorum. Umarım ki Rabb’ime yalvarmakla bahtsız olmam. İşte onlar ve onların Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan ayrılınca biz ona İshak’ı ve Yakup’u lütfettik ve hepsini de peygamber yaptık.” (Meryem 48-49)
Yüce Allah(cc) elbette yolunda mücadele edip hicret eden kullarına yardım eder. Bu, onun va’didir ve o va’dinden caymaz. Yeter ki iman edenler O’nun yolundan ve indirdiği esaslardan ayrılmasınlar.
Hicret eden nice peygamber ve mü’minler, kavimlerine muzaffer bir şekilde dönmüşler ve küfrün kökünü kazımışlardır. Bunun için aslolan, iman ettiklerini iddia eden ve imanlarının gereğini yerine getiren mü’minlerin, vahyin belirlediği esaslarda birleşmeleri ve aralarında vahdet oluşturmalarıdır. Ancak bu durumda yüce Allah(cc) onlara yardım edecek, dinlerini kendilerine sağlamlaştırarak onları yeryüzünde egemen kılacaktır. Aksi halde heva ve hevesini ölçü edinip tefrikaya düşenler, dünyada zillet içinde yaşamaya ahirette ise ebediyen cehennemde kalmaya mahkumdurlar.
Hicret eden mü’minlerin ahirette de çok büyük mükafatları vardır. Bu, ilahi adaletin gereği ve tecellisidir. Çünkü muhacirler, dünya hayatını gaye edinip zillet içinde küfre boyun bükerek günlerini gün etmemiş, zulme, baskıya, her türlü adaletsizliğe karşı kıyam etmiş, dünyevi değerlerini, mallarını bir kenara bırakmış, yüce Allah’ın rızasını kazanmak uğruna canlarını tehlikeye atarak sıkıntı, acı ve elem içinde bir bilinmeyene doğru Hicret etmişlerdir. Bütün bu nedenlerle yüce Allah(cc), Hicret eden kuluna mükafatların en güzelini lütfeder.
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen ya da ölenlere gelince, Allah onları en güzel bir rızıkla besleyecektir. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (22 Hac, 58)
Muhacirler, dünyada Allah’ın rızası uğruna terkettikleri mallarının ve rızıklarının çok daha iyisini ve güzelini yüce Allah’tan bir rıza ve lütuf olarak geri alacaklardır. Hicret etmeyip zulme, zorbalığa, baskı ve adaletsizliğe zillet içinde boyun bükenler ve hicret eden mü’minlere yardım etmeyenler, dünyada peşinden koştukları mal ve servetleriyle beraber cehennem ateşinin odunları olacaklardır. Oysa muhacir mü’minler mükâfat içinde olacaklardır.
“Rab’leri onlara karşılık verdi: ‘Ben sizden erkek kadın, çalışan hiç kimsenin işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz; hicret edenler, ülkelerinden çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler; elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Allah katında (onlara) bir karşılık olarak. Karşılıkların en güzeli Allah katındandır.” (Al-i İmran, 195)
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Tevbe, 20)
“Muhacirlerden ve Ensardan ilk önce geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar…. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Allah) onlara, altlarında ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamışdır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100)
Sonuç olarak, yeryüzünde fitne kalmayıp din tamamen Allah’a ait oluncaya, zorbalık, zulüm, adaletsizlik, küfür, şirk ve nifak kalkıncaya kadar, iman eden ve imanlarını şirke bulaştırmayan, yüce Allah’ın rızasını kazanmayı gaye edinen her mü’min, malıyla canıyla ve dünyevi tüm değerleriyle mücadele etmek, kıyama kalkmak ve Allah’ın Kitabı Kur’an’ı yaşayıp ulaştığı herkese duyurmak zorundadır. Bu iman etmenin bir gereği ve sonucudur. Tarihsel süreçte iman edenler böyle yapmış, iman etmeleri de bunu böyle yapmalarını gerekli ve zorunlu kılmıştır.
Yüce Allah’ın dinini ortaya koyarken, başa gelenlere son ana kadar sabretmek, daha sonra yukarıda ifade edilen durumlar vukubulduğunda hicret etmek, yeni mekanlarda ve ülkelerde İslâm’ın esaslarını yaşamak ve Kur’an mesajını duyurmak imanın gereği ve yüce Allah’ın mü’min kullarına emridir.
Yüce Allah’ın rızasını kazanmaya, İslâmi esasları yaşamaya, Kur’an mesajını duyurmaya yönelik olmayan hareketlerin ve kaçışların hiçbiri hicret değildir. Bu tür hareketler ancak insanların elleriyle yaptıklarından kaynaklanan davranışlardır ve böyle davranışların hiçbir mükafatı da yoktur.
Ne mutlu o kimselere ki, nefislerini Allah’ın rızasını kazanmaya adamış ve bu uğurda mücadele etmişlerdir.
Hamd yüce Allah’a,
Selam tüm risalet önderlerine ve bilhassa hicret edenlerine,
Dua, Allah yolunda mücadele eden mü’minleredir.
Kurani Mücahede: 2012-11-17
Bir yanıt yazın