Zayıf düşürülenler büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, gece gündüz dolap (kurar, Allah’a şirk koşmamızı öğütlerdiniz) Allah'a nankörlük etmemizi, O'na eşler koşmamızı bize emrederdiniz.’ dediler. Ve azâbı gördüklerinde, içlerinde pişmanlıklarını gizlediler. Biz de o nankörlerin boyunlarına demir halkalar geçirdik. Yalnız yaptıklarıyla cezâlanmıyorlar mı?” (Sebe, 32-33)
Kur’an, bu apaçık haberleri verirken bu gerçekten habersiz olan tarikatçılara göre mürit, şeyh olmadan Allah'a ulaşamaz; onlar, Allah'a ulaşmak için bir aracının şart olduğunu iddia ederler. Kur'an'ı Kerim bunları şiddetle reddetmekte ve yüce Allah'ın kullarına şah damarlarından daha yakın olduğunu ve insanla kalbi araşma girdiğini bildirmektedir. Şu bir gerçektir ki, yukarıda da ifade edildiği gibi, vasıta ile ulaşılan herkes eksiktir, noksandır. Yüce Allah (cc) ise eksiklikten, noksanlıktan münezzehtir.
"Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz çünkü biz ona şah damarından daha yakınız." (KAF, 16)
“Ey iman edenler, sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasulünün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz O'nun huzuruna toplanacaksınız.” (ENFAL, 24)
Dikkat edilirse yüce Allah (cc), kendisinin insana şah damarından daha yakın olduğunu ve insanla kalbi araşma girdiğini söylerken, tarikatçılar Allah'a karşı çıkarcasına şeyhlerini kendileri ile Allah (cc) arasına sokuyorlar. Yine Kur'an'da yüce Allah (cc), kullarına çok yakın olduğunu bildirerek, kullarının direkt olarak, aracı edinmeden kendi zatına dua etmelerini istemektedir.
"Kullarım sana benden sorarlarsa; 'Ben onlara yakınım, Dua eden, bana dua ettiği zaman onun duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (BAKARA, 186)
Özellikle rabıta durumunda yüce Allah'ı tamamen dışlayıp, üçüncü bir duruma düşüren tarikatçılar, şeyhlerini yüce Allah'ın yerine koymakta ve artık her istediklerini şeyhlerinden istemektedirler. "Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz" (1FATİHA, 4) ayeti kerimesine ters düşecek derecede, 'Yalnız şeyhten yardım isteriz ve yalnız ona itaat ederiz' dercesine, başlarına gelen bir musibetin ya da kendilerine ulaşan her hayrın şeyhlerinden olduğunu hemen bütün tarikatçılar iddia ederler. Çünkü onlara göre şeyh, onların her hareketlerini görmekte ve düşündükleri her şeyi bilmektedir.
Tarikatçılar, şeyhlerinin kendilerini her zaman gördüğünü, kalplerinden geçeni bildiğini iddia ederek davranışlarını ona göre düzenlerler. Bu iddia yüce Allah’ı devre dışı bırakarak şeyhi ilahlaştırmadır. Görüp gözetici sıfatı yalnızca alemlerin Rabb’i yüce Allah’ın sıfatıdır, bu sıfatı bir insana vermek o kişiyi apaçık bir şekilde ilahlaştırmaktır.
Tarikatçılar, şeyhlerinin gaybı bildiğini ve gaipten haber verdiğini iddia ederler. Oysa yüce Allah (cc), gaybını kimseye açmadığını ve bu konuda Rasulullah (as)'ın bile gaybı bilmediğini bildirir yüce Kitabı’nda. Tabii ki insan Kur'an okumayınca yüce Allah'ın bildirdiklerini bilmesi mümkün olmayacaktır.
"Gaybı bilen O'dur, gaybını kimseye göstermez." (CİN, 26)
"Allah mü'minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır ve Allah sizi gaybe vakıf kılacak değildir" (AL-İ İMRAN, 179)
Yüce Allah (cc), insanlar için gayb olan bazı konu ve durumları vahiy yoluyla Rasullerine bildirerek insanları bunlardan haberdar etmiştir. Bu bildirilen gayb haberleri de genellikle geçmiş peygamberlerin ve davetçi mü'minlerin kıssalarıdır.
"…Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer(ek onu gaybe vakıf kılar). O halde Allah'a ve O'nun elçilerine inanın; eğer inanır ve korunursanız sizin için büyük mükâfat vardır." (AL-İ İMRAN, 179)
"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen o(Kur'an)dan önce (bunları) bilmeyenlerden idin." (YUSUF, 3)
"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret sonuç muttakilerindir." (HUD, 49)
Yukarıdaki ayetlerde de bildirildiği üzere, yüce Allah (cc), insanlara, daha önce bilinmeyen kimi olayları Rasulleri aracılığı ile bildirmekte ve bunun dışında kalan insanları gaybe vakıf kılmayacağını bildirmektedir. Bu kesin ve açık hükümlere rağmen şeyhlerin gaybı bildikleri iddiası tüm tarikatçıların itikadı haline gelmiştir. Şeyhlerin gaybı bildikleri iddiası, yüce Allah’ın üzerine atılan korkunç bir yalan ve iftiradır.
Gaybı bilmek, insanların düşüncelerini okumak şöyle dursun, istisnasız olarak bütün şeyhler apaçık olan Kur'an'ı okumaktan ve Kur’an’ın içinde geçen hükümleri anlamaktan acizdirler. Kur'an ruhundan yoksun bu kara cahil şeyhler, kendi cehaletleri ortaya çıkmasın diye, mümkün olan her yolla, kendilerini ilahlaştıran cahil ve gafil kimseleri, Kur'an'dan ve Kur'an'ı anlamaktan uzaklaştırmaya çalışmakta ve bu konuda bir sürü saçma sapan iddialar ortaya atmaktadırlar.
e) Şeyhlerin müritlerine şefaat edeceği düşüncesi:
Her tarikat mensubu, şeyhlerinin kendilerine, günahlarının ağırlığına ve şekline bakmaksızın, şefaat edeceklerini iddia ederler. İşte bu mantık, tarikatçıları, şeyhlerini yüce Allah'tan üstün tutmaya sevk etmektedir. Çünkü adil olan ve adaletle hükmeden yüce Allah (cc), şirk gibi bazı günahları bağışlamayacağını haber vermekte ve tarikatçıların küfür olan bu düşüncelerine Kur'an'da cevap vererek bunun mümkün olmayacağını, adil bir yargılanmanın olacağını bildirmektedir.
"Yer Rabb'inin nuru ile parladı, kitap (ortaya) kondu, peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında adaletle hükmedildi. Onlara asla zulmedilmez. Herkese yaptığının karşılığı tam verildi, O, onların yaptığını en iyi bilendir. (ZÜMER, 69-70)
Kur’an’ı okuyup hayatlarını ona göre düzenlemek yerine, Kur’an’dan adeta kaçarak yüzçeviren tarikatçılar, şeyhlerinin şefaatine güvenmektedirler. Ancak ne şeyhlerinin ne de başkalarının şefaati onlara fayda verecek ve onlar, hüsran içerisinde kalacaklardır.
"Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez. Böyle iken onlara ne oluyor ki öğüt (Kur'an)'den yüz çeviriyorlar? Aslandan kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan yüz çeviriyorlar." (MÜDDESSİR, 48-51)
Kur’an, kıyamet günü hiç kimsenin kimseye yardım etmeyeceğini, her nefsin kendi derdine düşeceğini bildirmekte, insanlardan kimilerinin başkalarına yardım edeceği düşüncesinin şeytandan olduğunu haber vermektedir. O gün, babanın evladına, evladın da babasına fayda veremeyeceği bir gündür.
"(O gün) kimsenin kimseye yardım etmeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir." (İNFİTAR,19)
“Ey insanlar, Allâh'ın vaadi gerçektir; sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın, o aldatıcı(Şeytan da) sizi Allâh ile aldatmasın.” (Fatır,5)
“Ey insanlar, Rabbinizden korkun ve babanın, çocuğunun cezâsını çekmeyeceği, çocuğun da babasının cezâsını çekmeyeceği günden çekinin. Allâh'ın vaadi gerçektir. Dünyâ hayâtı sizi aldatmasın. O aldatıcı(şeytân), sizi Allâh hakkında aldatmasın” (Lokman, 33)
Kimsenin kimseye yardım edemeyeceği gerçeğini en iyi bilen Rasulullah (as)'da bu konuda kızı Fatıma(r.anha)'yı uyarıyor ve ona şöyle diyor:
“Ey kızım Fatıma, babam peygamberdir diye bana güvenme, sen kendi nefsini Allah'tan satın almaya bak.”
İnsanların kurtuluşu için çırpınan, bu uğurda en ağır işkence ve hakaretlere uğrayan, sıkıntı ve zorluklara göğüs geren rahmet elçisi Hz. Muhammed (as), kendi çiğer paresi öz kızına, Peygamber babasına güvenmemesini, kendi nefsini Allah’tan satın almasını söylemektedir. Rahmet elçisi kendi kızına bu gerçekleri söylerken ne gariptir ki tarikatçılar, Kur’ani hiçbir delile dayanmadan, şeyhlerinin kendilerini kurtaracağına inanmaktadırlar.
f) Şeyhlerin, irşat edici, doğru yola iletici mürşit oldukları iddiası:
Tarikatçılar, şeyhlerinin birer mürşit olduklarını ve irşat ettiklerini iddia ederler ki bu, yüce Allah’ın hidayete erdirici sıfatını şeyhlere vermektir. Hidayete ulaştırıcı ve irşat edici olan yüce Allah (cc), tarikatçıların bu iddialarını da yalanlamaktadır. Bu nedenle tasavvuftaki mürşitlik iddiası, başlı başına büyük bir iddia ve ilahlık taslama şeyhlere ilahlık sıfatı vermektir.
Mürşit; irşat eden, doğru yola ileten demektir. Oysa yüce Allah (cc), Rasulü'ne dahi mürşitlik vermemiş ve yalnız kendisinin mürşit bir dost olduğunu, yalnız kendisinin hidayete erdirdiğini bildirmiştir. Bunun dışında mürşitlik iddiasında bulunanlar, haddi aşan tuğyan eden kimselerdir.
"… Allah kimi hidayete ulaştırırsa, o hidayeti bulmuştur, kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun için mürşit bir dost bulamazsın." (KEHF, 17)
Yüce Allah (cc), kullarını Kur'an'la irşat etmiştir. Kur'ani gerçeklerden habersiz olan tarikat şeyhleri, başkalarını irşat etmek şöyle dursun, kendileri dahi irşat etmekten acizdirler. Yüce Allah (cc), Rasulüne dahi irşat etme yetkisi vermediğini bildirmektedir.
"Sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları iyi bilir." (KASAS, 56)
"Sen, onların hidayete gelmelerini ne kadar istesen de Allah saptırdığını yola getirmez ve onların yardımcıları da olmaz." (NAHL,37)
Bu vahyî gerçeklere rağmen, tarikat şeyhleri kendilerinin mürşit olduklarını, onları ilahlaştıran Kur’ani gerçeklerden habersiz cahil tarikatçılar da, şeyhlerin insanları irşat ettiklerini iddia ederler. Hattâ bu konuda o denli ileri giderler ki, yüce Allah'ın zürriyetten kestiği, çocuk vermediği kimselere bile istedikleri zaman çocuk verebildiklerini ileri sürerler. Ölüyü diriltme, kalplere tasarruf etme, yoksullara rızık yağdırma, gittikleri yerlere hayır ve bereket verme iddiaları bu sapıkların ileri sürdükleri ve şeyhlerin bunu en kolay bir şekilde yaptıklarını ileri sürdükleri günlük işlerdendir. Tarikatçıların bu iddiaları için, onların şirk kokan, bid'at ve hurafe dolu kitaplarına bir göz gezdirmek yeterlidir.
Kur'an'ı ve Sünnet'i yetersiz görerek hidayeti tarikatlarda ve şeyhlerde arayanlar gerçekten sapan kimselerdir. Çünkü, Kur'an'ın hidayete erdirmediği kalbi hiçbir güç hidayete erdiremez. Bu nedenle yüce Allah (cc), yalnız Kur'an-ı Kerim'e uymayı emretmekte, Kur'an'dan başka bir kitaba ve Allah'tan başka velilere uymayı yasaklamaktadır.
Yüce Allah (cc), kullarını Allah adına ortaya çıkıp insanları saptıran kimselere aldanmamaları için uyarmakta ve Allah ile kendi aralarına aracılar koyanlara Cehennem'i bir konak olarak hazırladığını bildirmektedir.
"O nankörler benden ayrı olarak kullarımı kendilerine veliler yapacaklarını mı sandılar? Biz kâfirlere cehennemi konak olarak hazırladık." (KEHF,102)
"Rabb'inizden size indirilene uyun ve O'ndan başka evliyaya uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz." (A'RAF,3)
"Kısa ve doğru yolu Allah gösterir. Ama o yoldan sapan da var. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." (NAHL,9)
"İşte benim doğru yolum budur, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki sizi O'nun yolundan ayırmasın. Korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti." (EN'AM,153)
Kur'an gerçeğinden mahrum olan tarikatçılar elbette ki, Kur'an'ın bu yüce uyarılarını bilemezler. Onlar, Kur'an'ın uyarılarını bilmedikleri için saçmaladıkça saçmalıyor, düştükçe düşüyor, küçüldükçe küçülüyorlar.
Tarihi şahsiyetlere atılan iftiralar:
Tarikatçılar, yalnızca Allah ve Rasulüne iftira atmakla kalmaz; değerli insanlara ve tarihte şanlı mücadele örnekleri ortaya koyan kimselere de iftira ederek onların da tasavvufçu olduklarını ileri sürerler. Tarikatçıların iftira ettikleri zatların başında, şehit bir müctehid olan ve hayatı boyunca Kur'an'dan hiçbir taviz vermediği için, zindanlarda süründürülüp sonunda şahadetin o yüce makamına yükselen Ebu Hanife gelmektedir.
Tarikatçılar, Ebu Hanife (r.anh)'in "Son iki yılı olmasaydı Numan helak olurdu" dediği iddiasını ileri sürerek bu büyük müçtehide iftira ederler. Şayet tarikatçıların iddia ettikleri gibi, Numan'ı (Ebu Hanife'yi) son iki yılı kurtarıyor idiyse, öyle ise, elli küsur yıl içerisinde, yetiştirdiği bütün öğrenciler ve bu süre içinde -ki bugün de devam ediyor- mezhebine tabii olan milyonlarca insan da helak olmuş demektir. Evet Ebu Hanife'nin son iki yılı çok önemlidir. Çünkü o, son iki yılında zalim sultanlara karşı çıkmış ve zindanda şehit olmuştur.
Sonuç olarak:
Bütün bu Kur'ani gerçeklere rağmen, Allah'a iftira edip tasavvufun İslâm'dan olduğunu iddia edenler, apaçık bir şekilde yalan söylemişlerdir. Allah'a yalan uyduranların yeri ise cehennemdir.
"Allah'a yalan uyduranların kıyamet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde yer yok mudur (sanıyorsun)?" (ZÜMER,60)
Yüce Allah'ın Kitabı’nda her şey apaçık bir şekilde ortaya konulmuş, hiçbir şey eksiklik bırakılmamıştır. Yüce Allah'ı razı etme konusunda iman eden kimse ne ararsa onu yüce Kitap’ta bulur. Bu yüce Kitab'ın pratiklere uygulanması olan Rasulullah(as)'ın Sünneti Seniyyesi de şüpheye yer bırakmayacak şekilde en ince ayrıntısına kadar ortadadır.
Tasavvufu kabul etmek, Kur'an ve Sünnet'i yetersiz görerek, Kur'an ve Sünnet'te olmayan bir şeyi İslâmi göstermektir. Halbuki Kur'an'da her şey açıklanmıştır. Rasulullah (as) da bu açık Kitab'ı hayatında yaşayarak insanlara ulaştırmıştır.
"Elif Lam Ra. (Bu), bir Kitab'dır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonrada güzelce açıklanmıştır. Ta ki Allah'tan başkasına itaat etmeyesiniz. Şüphesiz ben O'ndan size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeciyim." (HUD,1-2)
"…Biz Kitab'da hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar) Rab'leri(nin huzııru)na toplanacaklardır." (EN'AM,38)
Tasavvufun, İslâm'a ve İslâmi değerlere bu kadar açık bir şekilde ters düşmesinin nedeni aslında gizlenmeyecek kadar açıktır ki, onun ayrı bir din oluşundandır. Ana yapısını Şamanizm’in oluşturduğu tasavvuf, Dr. Fuat Köprülü'nün de yazdığı gibi, İran, Hind, Yunan kültürlerinden ve İslâm, Hrıstiyanlık, Budizm, Zerdüştilik, Mandeizm, Manihaizm gibi dinlerden de önemli alıntılar yaparak kılıf değiştirmiş ve ayrı bir din olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, tasavvufçular temelde Müslüman değil, şamanisttirler.
Tasavvufçular, Kur’ani kavramları ve bazı ayetlerin anlamını çarpıtırlar:
Özellikle son yıllarda Müslümanların, Tasavvufun Kur'an ve Sünnet dışı bir din olduğunu, Kur'an'dan ve Sünnet'ten deliller getirerek, açıklamaları üzerine tasavvufçular, bazı ayetlerin an
Zikir: Tasavvufçular, zikrin Kur'an'da ne anlama geldiğini bilmeden, yalnızca kelimenin söylenişine göre anlamlandırmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim'de değişik kullanımlarıyla beraber 292 yerde tekrarlanan zikir, başlıca şu anlamlara gelmektedir:
Vahiy, Kitab (Kur'an ve diğer semavi kitaplar), peygamber, şeref, şan, kıssa, nasihat, ikaz, hatırlatmak, hatırlamak, düşünmek, tezekkür etmek, övmek, mükâfatlandırmak, kadrini bilmek, gereğini yaparak hatıra getirmek, anmak, konuşmak, söylemek.
Zikir, genel olarak bu anlamlara geldiği halde tasavvufçular, tüm bu anlamları bir kenara bırakıp zikri, Kur'an ve Sünnet'te rastlanılmayan bir şekle sokmuşlar ve ya dansvari bir şekle büründürmüşler ya da mistik bir yapıya dönüştürmüşlerdir.
Şimdi tasavvufçuların istismar ettikleri ve kelimelerin söylenişine takılarak anlamını çarpıttıkları ayetlerden bir tanesi üzerinde duralım:
"Öyleyse beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin, inkâr etmeyin." (BAKARA,152)
Tasavvufçular, bu ayetin siyak ve sibakına bakmadan, ne anlama geldiğini bilmeden, yalnızca bir bölümü olan; "… Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim…" kısmını alarak tarikata delil getirmeye çalışırlar. Oysa, zikrin tarikatla hiçbir ilgisi bulunmadığı gibi bu ayetin de onların anladığı şekliyle zikirle hiçbir ilgisi yoktur. Bu ayet, hem önceki ayetin, hem de kendisinden sonra gelen ayetin tamamlayıcısıdır. Yani bu ayete göre zikir, 151. ayette peygamberin okuduğu ayetlere uyarak temizlenmek, 153-155. ayetlerde ise, gelen ayetlerin gereğini yapmak yani namaz kılmak, sabretmek, Allah (cc) yolunda şehid olmak, gelen imtihanlara sabretmektir.
Vesile: Kur'ani gerçekleri çarpıtmayı meslek edinen tasavvufçular, vesile konusunu da işlerine geldiği gibi değiştirmektedirler.
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na (yaklaşmaya) yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz." (MAİDE,35)
Bundan önceki ayetlerde savaştan söz etmekte ve Allah yolunda savaşmanın Allah'a yaklaşmaya ve kurtuluşa sebep olduğu bildirilmektedir. Allah yolunda cihad etme bilgi, beceri ve cesareti olmayan tarikatçılar, bu ayetin yarısını alarak şeyhe tapmak, ona sarılmak şeklinde değiştirmektedirler.
Rabıta: Boğazlarına kadar şirke bulaşmış olan tarikatçıların anlamını çarpıttıkları bir başka kavram ise rabıtadır. Tarikatçıların örnek verdikleri ilgili ayette rabıta ile, sabretmek ve direnmek için mutlaka uyanık olmak ve diğer Müslümanlarla irtibatlı bulunmak gerektiği vurgulanmıştır.
"Ey iman edenler, sabredin, direnin ve hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki, başarıya ulaşasınız." (AL-İ İMRAN,200)
Oysa tarikatçılar, bu ayeti şeyhlerine daha çok tapmak ve onu, Allah'ın konumuna sokmak için çarpıtmaktadırlar. Bunun sonucunda da hem boğazlarına kadar şirke bulaşmaktadırlar, hem de uyuşuk bir hale düşmektedirler.
Kur'an ve Sünnet'te tasavvuf ve tarikatların varlığı ile ilgili hiçbir ayet ya da hadis bulunmadığı halde, Kur'an ve Sünnet'i çarpıtarak gerçekleri ters yüz eden tarikatçılar, dillerini eğip bükerek kendilerine Kur’an’dan delil çıkarmaya çalışırlar.
İşte tasavvufun Kur'an ve Sünnet'e göre gerçek yüzü budur. Tasavvufun bu çarpık ve çirkin yüzü görüldükten sonra sonucu aklı selim sahibi kişilere bırakıyoruz.
Tasavvufu reddedişimizdeki net, kararlı ve tavizsiz tutumumuzun nedeni:
Bu dinler harmanı ya da dinler karmaşası tasavvuf dininin, İslâmi esasları bozma ve bu esaslara zarar vermedeki tutumundan kaynaklanmaktadır. Tasavvufu reddiyemizdeki sertlik bu dinin İslâm'a verdiği zararla orantılıdır. Çünkü, İslâm'a en büyük zarar bu dinler karmaşası tasavvuftan gelmiştir ve halen de gelmektedir.
Akla şu soru gelebilir! Peki tasavvufun hiç mi güzel yönü yoktur? Güzel yönleri alınsa da diğer yönleri reddedilse olmaz mı? Elbette her bozuk olanın bir de güzel yönü vardır. Zaten bu güzel yönleri olmasa bozuk ve kötü olanı kim kabul edebilir ki?
Tasavvufun da güzel yönleri vardır; ancak şu unutulmasın ki, o güzellikler zaten İslâm'ın güzellikleridir ve bu güzellikler tasavvufun İslâm'dan çaldığı güzelliklerdir. Üstelik tasavvuf, bu güzelliklerin bir çoğunu bozmuş, bir çoğunun da yönünü saptırmıştır. Bu güzellikler, Allah'tan gereği gibi sakınma (takva), tefekkür, ahireti dünyaya tercih, ibadetler, güzel ahlak, edep, haya, ihlas, ihsan, istiğfar, haramlardan sakınma, teslimiyet. Ancak dikkat edilirse, bütün bu güzellikler, tasavvufun bozuk mantığı içinde şekil ve yön değiştirmişlerdir. Kur'an okunduğunda bütün bu güzellikler bir bütün olarak görülecektir.
Tasavvuf, İslâm'dan çaldığı güzelliklerin kimilerini kullanarak yeni ibadetler tesis etmiş ve Kur'an-Sünnet gerçeğinden habersiz müntesiplerini, bu ürettiği ibadetlerle boğazlarına kadar şirke sokmuştur. Tasavvuf, tefekkürü rabıtaya, zikri çeşitli dansvari veya mistik hareketlere, yüce Allah'a teslimiyeti şeyhe tapmaya dönüştürmüştür.
Yukarıdan beri anlatılan bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi Tasavvuf, kendisine inandırdığı insanları, aslında yüce Allah'ın rızasına değil, onları yüce Allah’ın azabına ve cehenneme ulaştırmaya çalışmaktadır.
Tasavvuf, İslâm'ın güzelliklerini bozarak müntesiplerini saptırdığı gibi, aynı zamanda yeni terimler ve kavramlar icad ederek mensuplarının cehenneme daha hızlı gitmelerini sağlamıştır. Çünkü vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, ricalu'l gayb, hakikat-ı Muhammediyye, hatemül evliya, Hz. Muhammed (as)'a yapılan onca iftira, şeyhe kesin teslimiyet, rabıta ve hemen birçok konudaki basit, düşük ve aşağılık fıkralar, porno filmlerini aratmayacak seviyesizlikteki ahlaksızlık örnekleri ve saymakla bitmeyecek daha nice sapıklıklara inanan ve bunları yapan birinin gideceği ve ebediyen kalacağı yer cehennemdir.
Tasavvuf dininin mensupları, cehenneme gideceklerini garantilediklerinden olsa gerek, kimi söz ve ifadelerinde, "cehennemin kâfirlere zevk vereceğini" dile getirmektedirler. Oysa yüce Allah (cc), Kur'an'da, "Cehennemin azap yeri olduğunu, kâfirlerin hor ve hakir olarak orada kalacaklarını, en ağır acı ve ıstırabı duyacaklarını, bu nedenle oradan çıkmak için yol arayacaklarını, ancak oradan herhangi bir çıkışın olamayacağını" bildiriyor.
Şunu anlamak mümkün değildir, bütün düşünce ve hareketleriyle İslâm'a ve İslâmi değerlere ters düşen ve bunca düşmanlık yapan, yüce Allah'a ve Rasulullah (as)'a iftiralarında sınır tanımayan bu dinler karmaşası Tasavvufa mensup olanlar, hangi akla hizmet ederek bu dine inanıp tabi oluyorlar? Bunlar hiç mi akletmiyorlar? Bunların Kur'an ve Sünnet'ten hiç mi haberleri yok? Kur'an'dan hiç mi doğru bir haber işitmemişlerdir?
Tevbe etmeye ve gereği gibi iman etmeye davet:
Mistisizmin, köleleştirmenin, şirkin temeli, İslâm dışı kültürlerin ürünü olan Tasavvufa ve onun mezhepleri olan tarikatlara bağlı olanlar, bu bozuk iddialarından vazgeçip İslami esaslara ve Kur'ani
gerçeklere dönmedikçe ve Müslümanların (Allah'ın Kitabı’na teslim olanların) iman ettiği gibi iman etmedikçe, iman etmiş sayılmazlar. Hakimiyeti Allah'a verip yalnız O'nu ve indirdiği kuralları bir bütün olarak kabullenmedikçe de Müslümanlarla birlikte olmaları mümkün değildir.
"Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Ama dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine girerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir." (BAKARA,137)
Allah'tan başka otorite, Kur'an'dan başka Kitab, Hz. Muhammed (as)’dan örnek ve önder kabul etmek ihtilafın, parçalanmanın ta kendisidir. İhtilafa düşmemek ve ümmet içerisinde fitne çıkarmaktan sakınmak için şu ilahi hitaba kulak vermek gerekir:
"Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın… " (AL-İ İMRAN,103)
"Ey iman edenler, Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korku ve ancak Müslümanlar olarak ölün."(AL-İ İMRAN,102)
Bir yanıt yazın