Yüce Allah (cc), İslâmi esasların nasıl yaşanacağı, şirk toplumları içerisinde Müslümanların nasıl hareket edecekleri, müşrik toplumla ticari, sosyal, toplumsal ve bireysel ilişkilerin nasıl olacağı konusunda, Rasulullah (as)’ı en güzel örnek vermiş, Müslümanların onu örnek edinmeleri ile kendisinin razı edileceğini ve ahirette umduklarına ulaşacaklarını bildirmiştir.
“Andolsun Allâh'ın Rasulünde sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
Kur’an, Rasulullah (as)’ın örnekliği, hem Tevhidi esasları tebliğ edişindeki metodu, hem de içerisinde yaşadığı toplum ile olan münasebetlerindeki ilişkilerinin nasıl olduğu hususundadır. Bu nedenle yüce Allah’a iman eden kimseler, Rasulullah (as)’ın, Risaleti ortaya koyduktan sonraki bütün davranışlarını örnek almakla mükelleftirler.
İslâm’ın gerçeklerinden habersiz bazı kimseler, Risalet tarihinde varolan Tevhid şirk mücadelesinde yer alan Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin, içerisinde bulundukları toplumlardaki konumlarına bakmadan, onların, o toplumlar içerisinde neyi öncelediklerini bilmeden, yalnızca hevalarını tatmin etmek adına, Risalet tarihinde yeri olmayan ve Kur’an’da bir delili bulunmayan iddialar ileri sürmektedirler.
Kur’ani gerçekler ve bu gerçeklerin en güzel uygulaması olan Rasulullah (as)’ın hayatı apaçık bir şekilde ortada iken, kendini bilmez kara cahillerden bazıları, Müslümanların, içerisinde yaşadıkları toplumlarda beşeri sistemlerin verdiği kimliği taşımalarının haram olduğunu iddia etmektedirler.
Kur’an, kendilerince bir din uyduran, helaller haramlar koyan bu cahilleri uyarmakta ve yaptıklarının yüce Allah’a yalan uydurmak olduğunu bildirmektedir.
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘Şu helâldir, şu harâmdır,’ demeyin, sonra Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (Nahl, 116)
İslâm’da, neyin helal, neyin haram olduğu, şirk ve küfür toplumları içerisinde Müslümanların nasıl hareket edecekleri, neleri önceleyecekleri, tebliğ ve irşadın nasıl yapılacağı konularında çok açık hükümler bulunmakta, Rasulullah (as)’ın örnekliğinde bu konu uygulamalı olarak gözler önüne serilmektedir.
Kur’an ve Sünnetin, apaçık bir şekilde ortaya koyduğu hususları ikinci plana itip, Kur’ani hiçbir delili bulunmayan ve tamamen kuruntulardan kaynaklanan bir konuyu Tevhidi esasların önüne almak, yüce Allah’ın üzerine iftira atmak ve hevayı ilah edinmektir.
Bütün Risalet önderleri ve onların yolunu izleyen Tevhid erleri, müşrik toplumlar içerisinde ortaya çıkmışlar, şirk sistemlerinin egemen olduğu beldelerde yaşamışlardır. Onlar, sosyal konularda müşriklerle belli bazı ilişkilerde bulunurlarken davetin ortaya konuluşunda hiçbir şekilde onların belirlediği hükümlere göre hareket etmemişlerdir.
Rasulullah (as), Mekke müşrik toplumu içerisinde bulunuyor ve egemen site şirk devletinin egemen olduğu bir yerde yaşıyordu. Hangi konularda neler yaptığı çok açık bir şekilde ortadadır. Davetin insanlara duyurulmasındaki metodundan zerre kadar taviz vermeyen Rasulullah (as)’ın, sosyal ilişkilerinde ve Mekkeli bir birey olma hususunda müşriklerin ve Mekke site devletinin kimi kuralları ile hareket ettiği görülmüştür.
Şib-i Talip muhasarasının kaldırılmasında araya ricacılar koyarak ambargonun kaldırılmasını, Taif dönüşünde Mekke ileri gelenlerinden müşrik Adiyy oğlu Mut'im'den “Eman” isteyen Rasulullah (as), Tevhidi esaslara daveti ortaya koyuşu konusunda, kendisine yapılan onca teklifi kabul etmemiş, elinin tersiyle geri çevirmiş ve kendisine teklifte bulunanlara şöyle cevap vermiştir.
“Ey Amca, eğer güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime koysalar, yine bu davadan (davetin ortaya konuluş metodundan) vazgeçmem”
Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinin kendisine yaptıkları, başlarına geçmesi, en güzel kızlarının kendisine verilmesi ve aralarında toplayacakları mallarla en zenginlerden olması tekliflerine Rasulullah (as) bu net cevabı vermiş, davetin ortaya konulmasında küfür sistemlerinin belirledikleri kurallara uyulmayacağını apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.
Yüce Allah (cc), davetin, müşriklerin belirlediği hükümlere göre yapılmayacağı konusunda Rasulullah (as)’ı çok açık bir şekilde uyarmakta, bu konuda kesinlikle müşriklere itaat edilmemesini bildirmektedir.
“Az daha onlar, baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını üstümüze atman için kandıracaklardı. İşte o zaman seni dost edinirlerdi.
Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın. O takdirde sana hayâtın da, ölümün de kat kat(azâb)ını taddırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra, 73-75)
Davetin ortaya konuluşu konusunda, müşriklerin belirlediği kurallara göre hiçbir şekilde hareket edilmeyeceği hususunda Rasulullah (as) apaçık bir şekilde uyarılırken, onun Şib-i Talip muhasarasında ambargoyu kaldırmaları konusunda müşriklerle yaptığı görüşmeler ve ambargonun kaldırılması sonrası müşriklerin belirlediği şekilde onlarla ticaret yapması hususunda Rasulullah (as) uyarılmamıştır.
Rasulullah (as), Şib-i Talip ambargosu kaldırıldıktan sonra Müslümanlarla beraber Mekkeli müşriklerle günlük alışverişlerini yaptılar. Rasulullah (as) ve yanındaki Müslümanlar, hayati ihtiyaçlarını karşılamak için de müşriklerle ticaret yaptıkları gibi, müşriklerin kontrolünde gönderilen ticari kervanlara da mallarını veriyorlardı.
Mekke’de ticaret kervanları kaldıranlar, kervana mallarını veren kişilerden, kervanların başka ülkeleri gidiş gelişlerinde güvenliği sağlayan kişiler ve kervanın oluşturulması için belli oranlarda bir ücret de alıyorlardı. Kervana mallarını verenler bu ücreti vermek zorundalardı.
Sosyal hayattaki ticari ilişkiler hususunda ve Rasulullah (as)’ın Taif dönüşü, Mekke ileri gelenlerinden bir müşrikten “Eman alışı” konusunda Rasulullah (as)’ı uyarmayan yüce Allah (cc), davetin ortaya konuluşunda müşriklerin getirdikleri teklifler konusunda çok ağır bir şekilde uyarıyordu.
Eman (Vize) Konusu
Rasulullah (as), Taif’e davet yapmaya gitmiş, Taif’te kabul edilmeyince yeniden Mekke’ye dönmüştü. Ancak Mekke Site devletinin kurallarına göre –ki o kurallar, bugünkü Arabistan’da hâlâ geçerlidir- izinsiz Mekke dışına çıkan kimseler, bugün dünya devletlerinde olduğu gibi, vatandaşlıktan çıkarılıyordu. O kimsenin yeniden vatandaşlığa kabul edilmesi, ancak Mekke Site devletinde söz sahibi olan birisinin “Emanı” (vizesi) ile mümkün olabiliyordu.
Rasulullah (as), Taif dönüşünde Mekke’ye kabul edilmiyordu; kendisinin de Mekke’ye girmesi mümkün değildi. Çünkü bu konuda bir yasa vardı ve yasa olduğu için de Rasulullah (as)’ın en yakınları bile müdahale edemiyordu. Yapılması gereken şey, Rasulullah (as)’ın, Site devletinin ileri gelenlerinden, yani bugünkü tanımla, Mekke site devletinin bakanlarından birinden “Emanı” almasıydı. Rasulullah (as) da o yolu kullandı.
Rasulullah (as), Taif dönüşünde, Miladi 620’de Hira (Nûr) Dağına çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır büyüklerinden Adiyy oğlu Mut'im'e haber gönderdi. O'nun himâyesinde gece vakti Mekke'ye girdi. Kâbe'yi tavâf edip Hârem-i Şerif'de iki rekât namaz kıldıktan sonra evine döndü.
Mekke site devletine göre bir kimse himâyesine aldığı kişiyi korumakla mükellefti. Mut'im de çocukları ile silahlanıp Kâbe'nin dört bir tarafını tuttular. Peygamber Efendimizin Mekke'ye girip serbestçe tavâf etmesini ve evine gitmesini sağladılar.
Burada dikkat çeken durum, Rasulullah (as)’ın bizzat kendisinin “Eman” yasasından yararlanmak istemesiydi. Aynı yasadan, daha sonra Hz. Ebu Bekr (r.anh.) da yararlanmıştır.
Kendi kuruntularını ölçü edinerek “kimlik taşımak haramdır” diyenler, “Rasulullah (as) zamanında yazılı bir kimlik yoktu” iddiasında bulunuyorlar. Onlar, küçük yerlerdeki insanların kimliğe ihtiyaçları bulunmadığını, insan ilişkilerinin yüzyüze ilişkiller olduğunu bilmiyorlar.
Küçük küme toplumlarında kimlik gibi yazılı belgelere ihtiyaç yoktur, ilişkiler yüzyüze ve birebirdir. Ancak gelişmiş büyük toplumlarda, kişinin tanınması, ilişkilerin düzenli sürdürülmesi açısından kimlik zorunludur.
Kimlik taşımak, hiçbir şekilde kimliği taşınan sistemi kabullenmek değildir; şayet öyle olsaydı, Risalet önderleri ve son rasul Hz. Muhammed (as), o toplumların tanındığı isimlerle tanınmaz, onu red ederler, Rasulullah (as), ambargonun kaldırılması için araya ricacılar koymaz, “Eman” almazdı.
Hz. Muhammed (as) ve etrafındaki Müslümanlar, yaşadıkları toplum içerisinde ticaretlerini yapıyor, bugün vize diye tanınan “Eman’ı” Rasulullah (as) bizzat kendisi talep ediyordu. Şayet bunlar küfür ve şirk olmuş olsaydı, ne Rasulullah (as) talep ederdi ne de yüce Allah (cc) bu konuda ona izin verirdi. Bütün bu gerçekleri bilmeden kendi kuruntularını din haline getirenler, ancak kendi elleri ile kendilerini sorumluluk altına sokuyorlar.
Kendi kuruntularını din zannnedip bunu yüce Allah’a ve Rasulüne mal edenlere yüce Allah (cc) soruyor;
“De ki: "Siz mi Allah'a dinıinizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir.” (Hucurat, 16)
Tağuti sistemler, kimlik verirken insanlara, tıpkı Amerika ve bazı Batılı ülkelerde olduğu gibi, kendi ideolojilerini destekleyeceklerine dair bir kağıt imzalarmıyorsa, bu durumda o tağuti sistem, bütün Rasullerin ve Rasulullah (as)’ın dönemlerinde varolan tağuti sistemler durumundadırlar. Bu nedenle bu sistemlerden, orada yaşanıldığına dair bir belge ya da kimlik alıması, yukarıda örneği verilen Rasulullah (as)’ın Eman alması hükmündedir.
Kur’an’da olmayan, Rasulullah (as) tarafından yapılmayan şeyleri, kendi akıllarınca dine maledenler, Allah ve Rasulü üzerine iftira atmalarının cezasını çekeceklerdir.
Ramazan Yılmaz: 2012.07.18
Bir yanıt yazın