Yüce Allah’ın, Kur’an’da gönderdiği yazılı ayetleri olduğu gibi Kâinatta, göklerde ve yerde de ayetleri vardır. Yaratılan her şey, yüce Allah’ın ayetlerindendir, buna insan da dahildir. İnsanların ruhsal ve fiziksel yaratılışlarındaki mükemmellikleri yanında onların, değişik dil, renk ve karakterlerde yaratmaları da yüce Allah’ın ayetlerindendir.
“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin muhtelif olması O’nun ayetlerindendir; doğrusu bunda bilenler için gerçekten ayetler vardır.” (Rum, 22)
İman edenler, her hâlükârda yüce Allah’ın Kur’an’da gönderdiği ve Kâinatta var olan ayetlerine iman eder, saygı duyarlar. Yüce Allah’ın ayetlerine saygı göstermek, O’na olan imanın gereğidir.
Yüce Allah’a gerçekten iman eden Müslümanlar, yaratılan tüm canlılara karşı hayırla muamele ettikleri gibi insanların, değişik dil, renk ve karakterlerine saygı gösterir, onlar arasında herhangi bir ayırım gözetmezler. Çünkü onlar bilirler ki, renk ve dilleri farklı da olsa, tüm insanlar aynı nefisten gelme ve hepsi de yüce Allah’ın yarattıklarıdır.
“Ey insanlar, Rabb’inizden korkun; O ki sizi, bir tek nefisten yarattı ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı; Allah’tan korkun ki, O’nunla birbirinizden dilekte bulunuyorsunuz ve yakınlık sağlıyorsunuz. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa, 1)
İnsanlar arasındaki dil ve renklerinin farklı olması bir üstünlük, biri diğerini ötekileştirmesi için değil, onların birbirlerini yakından tanımaları ve kaynaşmaları içindir. İnsanların dil ve renklerinin farklı olması onların, Rab’leri yanında biri diğerinden üstün olduğu anlamında da değildir. Yüce Allah (cc) yanında üstünlük ancak takva iledir, bunun dışında insanların Rab’leri yanındaki konumları aynıdır.
“Ey insanlar, şüphesiz Biz sizi, bir erkek ve kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi ırklar ve kabileler yaptık; şüphesiz Allah yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır; muhakkak ki Allah bilendir, haber alandır.” (Hucurat, 13)
Ayrı dil ve renklerde yaratılan insanlar, karakterlerine uygun bir coğrafyaya yerleştirildiler. Her toplum, vatan edindiği bölgede kendisini tanımlayan sıfat ve ismi ile yerleşik hayata geçti. İnsanlar, birbirlerini, kimin ne olduğunu, nerede ikamet ettiğini, yerleşik oldukları yerlere atfen tanımlamaya ve tanımaya başladılar.
“O ki sizi, bir tek nefisten inşa etti; sizin için bir kalış ve bir emanet yeri vardır. Gerçekten biz, anlayan bir toplum için ayetleri ayrıntılı olarak açıkladık.” (En’am, 98)
Aynı nefsi taşıyan, aynı duygulara sahip olan, aynı yaratıcıya kulluk yapmakla mükellef tutulan insanlar, zaman içerisinde Rab’lerine olan iman ve kulluk bilinçlerini yitirmeleri sonucunda biri diğerini, inanç, dil ya da renkleri nedeniyle hakir görmeye, kendisini ve mensup olduğu ırkı üstün görmeye başladı.
“Fakat onlar aralarında işlerini yazılmış kâğıtlar halinde paramparça ettiler; her grup, kendi yanındaki şeylerle mutludur.”(Mü’minun, 53)
“Onlar ki, dinlerinde tefrikaya düştüler ve fırka fırka oldular; her hizip yanında olanla sevinmektedir.” (Rum, 32)
İnsanların, biri diğerini ötekileştirip ayrımcılığa tabi tutması cehaletin, inkârın ve haddi aşmanın onlara kazandırdığı kötü bir duygu idi.
Ayırımcılık ve ötekileştirme cehaletin sonucudur
Rab’lerine gerçekten iman etmiş Müslümanlar, yüce Allah’ın değişik dil ve renklerde yarattığı insanlar arasında hiçbir şekilde ayırım yapmaz, onları dil ve renkleri konusunda hakir görmez, kınamazlar. Çünkü onlar, insanların değişik dil ve renklere sahip olmalarının yüce Allah’ın ayetlerinden olduğunu bilirler. Bu nedenle yüce Allah’ın ayetlerinden olan dil ve renklerinden dolayı insanları dışlamanın, asıl itibarı ile yüce Allah’ın bu ayetlerinden hoşlanmamak ve inkâr etmek olduğunu bilirler.
Başka insanları dil ve renkleri konusunda hakir gören, onları küçümseyenler, aslında Rab’lerini inkâr etmiş kimselerdir. Bunlardan bazıları insanları dillerinden dolayı dışlayıp hakir ve düşman görürlerken bazıları da, Rab’lerini inkâr ettikleri için Rab’lerinin yarattığı insanları hakir görüp zulmettiler. Bu nedenle onlar, yüce Allah’ın azabını hak ettiler, ancak yüce Allah (cc) onlara, bu inkâr ve zulümlerinden vazgeçmeleri için fırsatlar verdi.
“İnsanlar, bir ümmetten başka değildi, ancak ihtilafa düştüler; şayet Rabb’inden önceden bir söz olmasaydı, ihtilaf ettikleri şeylerde aralarında mutlaka hüküm verirdi.” (Yunus, 19)
İnsanların, yaratılış mayaları aynı olduğu gibi kulluk görev ve sorumlulukları da aynıydı, yaratılış fıtratları, duygu, düşünce, istek ve arzuları da aynı olan insanlar arasında hiçbir fark yoktu ve tek bir ümmet idiler. Ancak kimileri, kendilerine gelen vahyi esasları yanlış yorumlamaları, bunun sonucunda kendilerini en doğru yolda, diğerlerinin sapıklık içerisinde olduklarını düşünmeleri, kimileri, kıskançlık ve çekememezlikleri yüzünden ayrılığa düştüler.
“İnsanlar, bir tek ümmet idi; böylece Allah, nebilerini, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, insanlar arasında hükmetmek için Kitab’ı Hak ile indirdi. O (kitap) verilen kimselerin ihtilafları başka değil apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki aşırı isteklerindendir. Bunun üzerine Allah, iman eden kimseleri, onda ihtilaf ettikleri şeyde Kendi izniyle Hakka iletti. Allah, dileyen kimseye hidayet eder, doğru yola iletir.” (Bakara, 213)
Tefrika içerisine düşen toplumlardan güçlü olanlar, zayıf toplumlar üzerinde kendi hegemonyalarını kurmak için baskı ve zorbalığa başvurdular, onlara ait haklarını ellerinden almaya başladılar. Önceleri inançsal bir hegemonya şeklinde başlayan bu ayırımcı, baskıcı zorbalıklar, giderek zayıf toplumların dillerini ve siyasal kimliklerini inkâra ve onlara bu haklarını kullanmalarını yasaklamalara kadar gitti.
Dil ve siyasal kimliklerin inkâr edilmesi
20. yüzyıl başlarında emperyalizm, sömürü sınırlarını genişletme çabası sonucunda kendi arzularına uygun sınırlar belirlemeye başladı. Bunun sonucunda kimi yapay devletçikler oluşturdu, kimi halkları da parçalara ayırarak başka devletlerin hegemonyası altına soktu. Böylece karşısında duracak, kendisinin başını ağrıtacak toplumları bölüp parçalayıp dağıttı.
Emperyalizmin o günkü güçlü devletleri olan İngiltere ve Fransa, kendilerini temsilen atadıkları iki şefin ortak kararı ile Ortadoğu sınırlarını, emperyalizmin çıkarlarına uygun bir biçimde cetvelle çizerek halkları bu sınırların içerisine mahkûm ettiler.
İngiltere’yi temsil eden Mark Sykes (Saykes) ve Fransa’yı temsil eden Francois Georges-Picot'un (Javırjık Liko) 1916 yılında uzlaşarak kimi yeni ülkeler oluşturdular ve cetvelle sınırlar çizdiler. Sınır çizgilerinin çoğunun düz olması bu gerçeği ortaya koyuyor.
Emperyalizmin iki şefinin, Osmanlı topraklarını parçalayıp yeni ülkeler oluşturmaları sonucunda,
– Irak, günümüzde Ürdün'ün bulunduğu topraklar ve Filistin, İngiltere yönetimine,
-Suriye ve Lübnan da Fransız etkisine girdi.
– Diğer taraftan Mısır, İngiltere, Cezayir (Mağrip) de Fransa’nın kontrolüne verildi.
Emperyalizmi bu iki şefi Sykes-Picot, yalnızca sınırları belirlemekle kalmadı, aynı zamanda, Akdeniz'in doğu sahillerinde sınırları kesin olmayan, coğrafî, tarihî ve kültürel bir adlandırma olan Levant'ı mezhepler temelinde bölmeyi tasarladılar; buna göre:
– Lübnan, başta Maruniler olmak üzere, Hristiyanlar ve Dürziler için sığınacak bir liman olarak öngörüldü.
– Filistin'de büyük oranda Yahudiler de yaşıyordu, onarın geleceği gözönünde bulundurularak planlar tasarladılar.
– Lübnan ve Filistin’in sınır bölgesindeki Beka Vadisi Şii Müslümanlara bırakıldı.
– Bölgede en büyük mezhepsel demografiye sahip Suriye'de Sünni Müslümanlar vardı. Bu planlar, bu coğrafya mezhep temelindeki ayrışmaya neden oldu.
Emperyalistlerin asıl amacı, sömürülerini sürdürebilmek için Ortadoğu halklarını bölüp parçalayarak karşılarında güçlü bir devlet istemedikleri gibi aynı zamanda kurulacak İsrail’in karşısında da güçlü bir İslâmi birliğin oluşmasını engellemekti ve amaçlarına da ulaştılar.
Lübnan, Suriye toprakları bölünerek kurulurken, Irak, Osmanlı Devleti'nin çöküşünün ardından Ortadoğu'da oluşturulan devletlerden biridir ve Musul, Bağdat ve Basra gibi Osmanlı eyaletlerinin bir araya getirilmesiyle oluşturuldu. Tarih içinde daha önce yaşamış bir Irak devleti veya bir Irak halkı olmamıştır. Irak adı da Osmanlı İmparatorluğu döneminde merkeze olan uzaklığından dolayı Irak kelimesiyle isimlendirilmesinden gelmektedir.
Emperyalizmin, Arap halklarını Arabistan, Ürdün, Lübnan, Irak ve Suriye gibi devletçiklere bölmesi, aşiret mantığını sürdüren Araplar arasında fazla bir sıkıntıya neden olmadı. Nihayetinde ayrı devletler de olsalar, kendi dil, kültür ve siyasal kimlikleri ile tanınıyorlardır. Bu nedenle bu bölünme, çıkarcı ve menfaatperest Arapları memnun bile etti.
Allah’ın yarattığını kimse bozamaz
Emperyalistlerin ve onların inkârcı yardımcılarının tüm baskı ve zorbalıklarına karşı elbette yüce Allah (cc), kendi ayetleri olarak yarattığı her şeyi koruyacak ve onları yaratılış fıtratlarına döndürecektir.
Kimi toplumların, başka toplumları baskı ve zorbalıkla sindirmeleri onlara, ne inançlarını terk ettirdi, ne siyasi kimliklerini bırakmalarını sağladı ve ne de onlara dillerini unutturdu. Günümüz dünyasında ezilen toplumların, kendi değerlerine sahip çıktıkları örnekleri ile doludur. Ancak ne ilginçtir ki, kendi değerlerine sahip çıkanlar, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri tarafından terörist olarak damgalanıyor. İşte bazı özgürlük hareketleri:
Kürtler, Emperyalizmin kurban ettiği kavim
Emperyalizm en büyük darbeyi Kürt halkına vurdu ve onları, Türkiye, Suriye, Irak ve İran sınırları içerisinde bölerek dört parçaya ayırdı. Emperyalizmin, Kürt toplumunu parçalara ayırıp dağıtmasının elbette çok önemli nedenleri vardır. Bunlar:
– Kürtler, emperyalistlerin kendilerini Osmanlı Devletine karşı isyan taleplerini ve onlarla işbirliği yapmayı reddettiler, birinci dünya savaşı sırasında 1919’daki Behdinan isyanı sırasında iki İngiliz subayını öldürdüler ve İngilizlere karşı savaştılar,
İngilizler, Arapları, Lawrence vasıtası ile kandırıp satın aldıkları ve Osmanlı Devletine karşı onları kışkırttıkları gibi Kürtlerin içerisine de ajanlarını göndererek onları da Osmanlı Devletine karşı isyan ettirmek istediler. Ancak inanç değerlerine bağlı Kürt toplumu, İngiliz ajanlarının isteklerini kabul etmedi ve iki İngiliz subayını öldürdüler.
– Kürtlerin, Araplar gibi kendilerini satarak Osmanlı Devletine karşı isyan etmemelerinin nedenleri;
a- Kürt toplumunun inançlarına bağlı olmaları nedeniyle Müslüman gördükleri Osmanlıya karşı kâfirlerle işbirliği yapmamaları,
b- Osmanlı tebaasını kardeş görmeleri, onlarla savaşmanın haram olduğunu bilmeleri,
c- İnançlarına olan bağlılıkları nedeniyle aralarında bir bütünlük sağlayarak emperyalizme karşı savaşma ihtimallerinin bulunması,
d- Müslümanlar arasında ayırımcılık yapmak istememeleri, bölünmeye karşı çıkmaları.
Tüm bu ve daha başka nedenlerle emperyalist İngiltere ve Fransa, Kürt toplumunu dört devletin sınırları içerisine sokarak parçalara ayırdı.
Parçalanan Kürtlerin Dramları
Kürt halkının içerisinde bulunduğu dört devlet, Kürt toplumundan adeta emperyalizme neden uymadıkları intikamını almaya çalıştılar. Bunlar:
– Siyasal kimliklerini inkâr edildi, Kürt olmak adeta suç sayıldı,
– Dilleri yasaklandı, Kürtçe konuşmaları suç sayıldı, kendi dilleri ile değil kitap, dergi, gazete yayınlamak, Kürtçe konuşanlar, takibata uğradı, suçlu görüldü.
– Bulundukları devletlerde ikinci sınıf muamelesine tabi tutuldular,
– Kürtlerin, sayısal çoğunluğunun bulunmadığı bölgelere her türlü yatırımlar yapılırken Kürtlerin sayısal çoğunluğunun bulunduğu bölgeler adeta unutuldu.
– Suriye’de Kürtler, halk bile kabul edilmedi, onlara kimlik verilmedi, Irak’ta defaatle katliama uğratıldılar, soykırıma tabi tutuldular, Türkiye’de kendi dilleri ile konuşmaları yasaklandı, asimile edilmeye çalışıldı.
İran’da Kürt varlığı sürekli baskı gördü, zulme uğradı
İran’da, şah Pehlevi zorbalığı döneminde de Humeyni’nin Devrimi (1979) sonrasında da Kürt kimliği üzerine çok sistematik baskılar uygulandı, günümüzde de Kürtlere karşı zulüm, bütün boyutları ile devam etmekte, Kürtleri sindirme politikaları izlenmektedir.
Suriye’de, kendi küllerinden çıkan bir toplum, Kürtler
Suriye’de ırkçı Baas Partisi ve Hafız Esed yönetimi, Kürt toplumunu insan olarak bile kabul etmeyip vatandaş olarak saymadı, bu zulüm, Suriye’de halk ayaklanmasına kadar sürdü.
Baskıcı Baas zulmü, Kürtlere ne siyasi kimliklerini kaybettirdi ne de dil ve kültürlerini unutturdu, tam aksine sindirilip yok sayılan Kürtler, adeta toprağın altına atılmış tohum gibi günü geldiğinde ortaya çıktı ve ayaklanma ile beraber kendi siyasi varlıklarını ortaya koydular ve günümüzde gelinen noktaya geldiler.
Irak’ta Kürtler, defalarca soykırıma uğradı
Emperyalistler tarafından Irak sınırları içerisine hapsedilen Kürtler, Irkçı Baas rejimi ve Saddam diktatörü tarafından defalarca katliama ve soykırıma tabi tutuldular.
En son Halepçe Katliamı, tüm dünyanın gözleri önünde yapıldı, bu olay karşısında emperyalistlerin kılı bile kıpırdamadı. İran-Irak Savaşı sırasında Saddam Hüseyin'in, 1986-1988'de Irak'ın kuzeyinde Kürtlere karşı düzenlettiği El-Enfal Harekâtı operasyonu, tam anlamı ile Kürt toplumunu, beşikteki bebekleriyle beraber yaşlı genç, kadın erkek ayırımı yapılmadan katletti. Kanlı Cuma olarak da bilinen bu zehirli gaz saldırısı (Kürtçe: Kîmyabarana Helebce) Kürt halkına yapılmış bir soykırım olarak kabul edilir.
Bu zehirli gaz saldırısında 3.200 ile 5.000 arasında kişi öldürüldü, 7.000 ile 10.000 arası sivil yaralandı. Saldırıdan sonra komplikasyonlar, çeşitli hastalıklar meydana geldi, yapılan doğumlar sağlıklı neticelenemedi. Bu saldırı o bölgelerde Kürt halkına, sivil nüfusa karşı yapılmış en büyük kimyasal saldırı olarak bilinir.
Türkiye’de Kürtler Kemalist zorbalığın zulmüne maruz kaldı
Kemalist zorbalığın Anadolu’yu çeşitli entrikalar sonucu işgal etmesinden sonra emperyalizmin yerli işbirlikçisi tarafından öncelikle Müslümanlara ve İslâmi hassasiyetlerini muhafaza eden Kürtlere karşı çok büyük zulümler yapıldı.
Kemalist zorbalık tarafından Müslümanların inançlarını yaşamalarına fırsat verilmemiş, birçok Müslüman âlim, sebepsiz yere yalnızca Müslüman oldukları için cezaevlerine dolduruldu ve asıldı, Kur’an kursları kapatıldı, Kur’an’ı Mushafları toplatılıp yakıldı. Kiralanan ve satın alınan hoca kılıklı Samiri bel’amlar vasıtasıyla Tevhidi gerçekler gizlendi, Kur’ani kavramlar çarpıtıldı, Hak, batılla karıştırılarak gerçekler gizlendi.
Kemalist zorbalığın onca zulüm, baskı ve saldırılarına, bel’amların gayretlerine rağmen insanlar, ne dinlerinden vazgeçtiler ne de iman ettikleri Kitaplarını bıraktılar. Onlar, tüm baskı ve zulümlere rağmen inançlarını, tam Tevhidi anlamda olmasa bile, muhafaza ettiler.
Kemalist zorbalık, Kürtlere karşı da en acımasız bir şekilde saldırdı, bir taraftan Şeyh Said ve Sünni Kürt toplumunu katlederken diğer taraftan Kemalist zorbalığa karşı isyan etmedikleri halde Dersim’de Seyid Rıza ve taraftarlarına 1937-1938 yıllarında dünyada eşine az rastlanır bir katliam yaptı.
Kemalist zorbalığın katliamında 13.160 kişi katledilirken 12.000’e yakın insan, zorunlu göçe tabi tutuldu. Şeyh Said ve Seyid Rıza taraftarı kabul edilen binlerce kadına tecavüz edildi, ırzları kirletildi, Kemalist zorbalığın askerlerinin tecavüzüne uğramamak için birçok kadın, nehirlere atlayarak intiharı etti.
Kemalist zorbalık, Kürtlerin dillerini konuşmalarını yasakladı, değil basın yayın yoluyla Kürtçe yazıp okumak, askere giden ve cezaevlerinde bulunan evlatları ile hiç Türkçe bilmeyen annelerin konuşmaları suç sayıldı, evlatları ya da eşleri ile konuşan kadınlar, anne babalar takibata uğradılar, cezalandırıldılar.
Parçalandıkları dört ülkede de her türlü zulme maruz kalan Kürt toplumu, bu baskı ve zulümlere tepki gösterdi, isyan etti. Türkiye, İran ve Suriye’de halkın çoğunluğu tarafından kabul edilmediyse de, Marksist Leninist gruplar tarafından başlatılan örgütlü isyanlar, Irak Kürdistan’ında halkın da kabul ettiği ileri gelen din önderleri tarafından organize edildi.
Kürtlerin, 110 yıllık talepleri ve Özgürlük Arayışları
Emperyalistler tarafından dört parçaya ayrılan ve suni oluşturulan Irak sınırları içerisindeki Kürt toplumunun haklı talepleri 110 yıl öncesine dayanmaktadır.
1907 yılı baharında Şeyh Abdusselam, Brifkan köyündeki Kadiri Tekesinin lideri Şeyh Nur Muhammed Brifkani’nin evinde gerçekleştirilen toplantıya Kürt aşiretlerinin liderlerinin önemli bir kısmı katıldı. Bu toplantıda dile getirilen taleplerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmemesi üzerine 1909'da Kürtler isyan etmiştir. Kürt toplumunun talepleri şunlardı:
1-Kürt bölgelerinde Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi.
2- Eğitimin Kürtçe yapılması.
3-Kaymakamların, nahiye müdürlerinin ve diğer memurların Kürtçeyi iyi derecede bilenlerden tayin edilmeleri.
4-Devletin dini İslam olması hesabıyla mahkemelerde verilen hükümlerin İslam şeriatına göre verilmesi.
5-Vergiler (zorunlu hizmetlerin karşılığı olarak) eskiden olduğu şekliyle alınması, ancak bunların Kürt bölgelerindeki yolların onarımı, okulların açılması için kullanılması.
Bu haklı ve fıtri taleplere Osmanlı Devleti, Dağıstanlı Mehmed Fazıl Paşa komutasında bir ordu göndererek kanlı bir cevap verdi, ancak bu baskı ve zulüm, Kürtleri haklı taleplerinden caydırmadı, talepler ve isyan devam etti. Halkı taleplerin elde edilmesi isyanına diğer Kürt aşiretlerinden Şeyh, Akra, Hemund, Kürdî ve Herki de katıldı.
Osmanlı Devleti, bu haklı talepleri karşılamak yerine 21 Eylül 1909'da "Barzanî Şeyh Abdüsselâm ve avenesinin yerel halk üzerindeki zulmünü ortadan kaldırmak" gerekçesiyle Barzan üzerine yeni bir operasyon başlattı. Operasyonda birçok kişiyi katledildi Abdusselam ve yanındakiler kaçmak zorunda kaldılar, ancak isyan durmadı 1913 yılında yeniden başladı.
Şeyh II. Abdüsselâm, isyanı sırasında evine sığındığı Safi Abdullah adındaki bir Kürt haini tarafından, Osmanlının, Şeyhin yakalanması için koyduğu ödülü almak üzere, uyuyan Şeyhi yakalayıp Osmanlıya teslim etti, 1914 Aralık ayında şeyh ve adamları idam edildiler.
Ağabeyinin idam edilmesinden sonra hareketin başına 18 yaşındaki Şeyh Ahmed geçti. Şeyh Ahmed, 1919 Behdinan İsyanı'nda iki İngiliz ajanının öldürülmesine karışmış, Şeyh Mahmud Berzemci, Barzan ve Zibar aşiretleri ile birlikte Nesturi ve Ermenilerden oluşan İngiliz ordusuna karşı savaşmıştır.
İngilizler, 1922'de Barzan'a saldırdılar, kaçan Barzani Aşireti, daha sonra Alimed Barzani önderliğinde yeniden İngilizlerle savaşa başladı, İngilizler uçakları ile Barzan köyünü ve 78 köyü de bombalamış, ancak Kürt toplumunun direncini bir türlü kıramamıştır. Sonunda İngilizlere bağlı Irak güçleri ile İngiliz kuvvetlerinden kaçan Ahmet Barzanî, Molla Mustafa Barzanî ve 400 adamı 1932 yılı Haziranında Türkiye’ye sığınmışlardı.
1932 yılı sonlarında yeniden Barzan’a dönen Barzanî kardeşler, Irak hükümetine karşı isyanlarını 1936 yılına kadar sürdürdüler. Birçok kez yakalanıp hapsedilen, sürgüne gönderilen Barzanî kardeşler, mücadelelerini bırakmadılar.
1940 yılında Nasıriye’den Süleymaniye’ye nakledilen Molla Mustafa, buradaki Kürt örgütleri ile iletişim içerisine girdi, ancak İngilizlerin baskısından İran’a kaçtı.
İran Kürtleri, 22 Ocak 1946’da, Mahabad kentinin Çarçıra Meydanı’nda Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan ettiler. Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin başına geçen Kadı Muhammed, önemli bir kısmı Barzanilerden oluşan ordunun başına general rütbesiyle taltif ettiği Mustafa Barzani’yi getirdi. Mele Mustafa aynı zamanda birçok aşiretin yeni Cumhuriyet’e desteğini sağlamada da önemli bir başarı elde etti.
Mustafa Barzanî, 16 Ağustos 1946’da, Irak Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurdu. İran Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin ömrü uzun sürmedi ve Kadı Muhammed, idam edildi. İran’dan ayrılmak zorunda kalan Mustafa Barzanî, ABD’ye sığınma başvurusunda bulundu, ancak ABD’ye kabul edilmedi, bunun üzerine 1947 yılında zorlu bir yolculuktan sonra Rusya’ya gitti.
Rusya’da Stalin tarafından baskı ve zorbalıklarla karşılaşan Barzanî’nin Peşmergeleri dağıtılıp ayrı yerlere sürgüne gönderilerek liderleri Barzani ile bağlantıları kesildi. Ancak Stalin’in ölmesi ile Kremlin ile bağlantı kuran Mustafa Barzanî, Kruşçev ile görüşmeyi başardı, yapılan tahkikatlar sonucunda Barzanî ve Peşmergeler, yeniden bir araya getirildiler.
1958 yılının Ekim ayında Bağdat’a geri dönen Mustafa Barzani’nin Bağdat’a dönüşü büyük bir gösteriyle kutlandı; Araplar ve Kürtlerden oluşan on binler, Barzani’yi karşıladılar. Araplarla Irak’ta birlikte yaşamayı kabul eden Barzanî, tüm iyi niyetlerine rağmen, Abdülkerim Kasım’ın, Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ın etkisiyle Arap milliyetçiliğine soyunması, Kürtleri toplumdan ve yönetimden izole etmeye çalışması, Kürtler ile Bağdat’ın ilişkisinin bozulmasına neden oldu.
Irak’ta içinde Kürtlerinde yer aldığı Ulusal Birlik Cephesi fiilen dağılması ve Kürtlerin aleyhine başlayan gelişmeler üzerine Barzaniler bir kez daha ayaklanma kararı aldı. Bu yeni ve uzun ayaklanma kararı, 30 yıl sürecek yeni bir savaşın da başlangıcı oldu.
Kürtler, 1961 yılında yeniden dağlarına çekildiler, onbinlerce Peşmerge, Molla Mustafa Barzani’nin komutasında büyük bir savaş başlattı. Savaşın ilk yıllarında bölgelerinin büyük bir bölümü kurtarmış, özellikle dağlık Kuzey bölümü başta olmak üzere yerleşim yerlerinin önemli bir bölümü Kürtlerin denetimine geçmişti.
Irak hükümetinin genel saldırılar dışında Irak Kürt Bölgesi’nde hiç bir hakimiyeti yoktu. 1961 ayaklanmasının cephe boyutu 1971 yılının ilk aylarına kadar sürdü, Irak’ta direk devlet başkanı olmasa bile bir darbe ile yönetime gelen ve yönetimde büyük bir ağırlık oluşturan Saddam Hüseyin, 11 Mart 1971’de Kürtler adına Mustafa Barzani’nin, Araplar adına da kendisinin imzaladığı bir otonomi anlaşmasına imza attı. Kürtler ile imzalanan anlaşma sonrasında savaş bir kez daha durdu. Kürtler dağlardan inerek, kendi meclislerini kurdular ve içte tamamen bağımsız bir tutum takınarak, kendi ülkelerini kendi yasaları ile yönettiler.
1971 yılında imzalanan Otonomi Anlaşmasının sonuçları, ne yazık ki uzun sürmedi. Irak ile İran arasında 1975 yılında imzalanan “Şat-ul Arap-Cezayir” Anlaşması’ndan sonra anlaşma, Saddam tarafından hukuken olmasa bile fiilen tek taraflı olarak yok sayıldı.
Gerek İran’ın gerekse ABD’NİN desteğini alan Barzanî, İran ve Irak’ın, FAO adaları konusunda anlaşması ve ABD’NİN de desteğini çekmesi ile adeta ortada kaldı ve İran’a sığındı. Bunu kabul etmeyen sol Kürt örgütleri, Celal Talabani’nin liderliğinde birleşerek KYB’yi (Kürdistan Yurtseverler Birliği) kurdu.
Mustafa Barzani, 1979 yılına hastalanarak ABD’ye gitti, orada tedavi gördüğü sırada 1 Mart 1979 tarihinde hastanede yaşamını yitirdi. KDP lideri Mustafa Barzani’nin ölümünden sonra yerine büyük oğlu İdris Barzani getirildi. Bir müddet sonra İdris Barzani’nin de yaşamını yitirmesiyle, KDP’nin başına bu kez Mesud Barzani getirildi.
1991'de Irak'ın Körfez Savaşı'nda yenilmesinin ardından Mesud, Bağdat'taki rejime karşı Kürt ayaklanmasını başlatmıştır. 1992 Mayıs'ında Kuzey Irak'ta yapılan seçimlerde Barzani, Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani ile birlikte lider seçilmiştir.
ABD’NİN Irak savaşı sonrasında Saddam’ın düşürülmesinden sonra Irak’ta dengelerin değişmesi üzerine KDP ve KYB arasında anlaşma sağlandı, Barzani Kurulan Federe Kürt Bölgesi’nin başkanlığına getirildi.
Bugün gelinen nokta Irak’taki Kürtlerin artık kendi devletlerine kavuşmasını gerekli kıldığını düşünen Barzanî, Kürdistan Özgürlük referandumunu yapmış ve %92 oyla bağımsızlığını kazanmış, 110 yıllık süren mücadele böylece başarı ile sonuçlanmış, Kürtlerin kendilerine ait bir devletleri olmuştur.
Çeçenistan, Özgür insanların 234 yıllık Özgürlük mücadelesi
Çeçenistan’da Şeyh Mansur ile Rus emperyalistlere karşı başlatılan özgürlük hareketi, Çeçenlerin zaman içerisinde büyük soykırım katliamlarına uğramalarına rağmen kesintisiz bir şekilde günümüze kadar devam etti, ediyor.
Çeçenler, 1816 yılında Rusların kendilerine ve diğer Kafkas halklarına uyguladığı büyük katliama rağmen sinmediler, önce İmam Gazi Muhammed, ardından İmam Hamzat önderliğinde mücadelelerini sürdürdüler. İmam Hamzat’ın şehit edilmesinden sonra İmam Şamil harekete önderlik etti ve özgürlük mücadelesini tüm Kafkasya’da yaydı.
İmam Şamil’in Ruslara esir düşmesi bile Çeçenlerin özgürlük hareketini durduramadı, Çeçen ve İnguşlar özgürlük mücadelesini devam ettirdiler. Nihayetinde 1918 yılında Şeyh Uzun Hacı önderliğinde Kuzey Kafkasya Emirliği, İslâm Devletinin kuruluşunu ilan etti.
Rus komünist rejiminin 1920’de Kafkasya’yı işgal etmesi ile Kafkas halklarına karşı insanlık dışı katliamlara başvuruldu; aydınlar ve din adamları kurşuna dizildi, onbin Çeçen İnguş hapsedildi, kurşuna dizildi.
1929 yılında yeniden başlayan Çeçen özgürlük hareketi, Ruslarla anlaşma yapılmasına neden oldu, ancak Rusların onursuzca hileleri sonucunda hareketin önderi Şit İslambulov ve arkadaşları kurşuna dizilerek şehit edildiler. Harekete Hasan İslambulov önderlik etti, Ruslara karşı halklar ayaklandı. Rusya savaşı durdurmak için Çeçen İnguş bölgesine Çeçen İnguş Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti adını verdi, Sovyet Sosyalist ifadesini kabul etmeyen aydınları ile birlikte onbin kişiyi tutukladı ve bunları yok etti.
Hasan İslambulov hareketi 1940 yılında Galanoj İnguş inkılap hükümetini kurdu; Rusların tüm saldırıları onları yenemedi. Stalin, Çeçen, Kırım, Karaçay, Balkar ve Ahıska halklarını Sibirya ve Türkistan steplerine sürgün etti. Sürgüne gönderilenler, açlık, salgın hastalık nedeniyle öldü ve Ruslar tarafında kurşunlanarak öldürüldü.
Sovyetler, 1957’den 1982 yılına kadar Çeçenlere asimilasyona uyguladı, Çeçenler, bunu kabul etmedi, 1988’de Hoca Ahmet Bisultanov liderliğinde Çeçen İnguş Halk Cephesi kuruldu.
Sovyet Sosyalist zulmünün yıkılması sonucunda kurulan Çeçen Milli Komitesi, daha sonra adı Milli Kongre olan teşkilatın başına Cevher Dudayev getirildi. Ekim 1991 yılında Sovyet yanlısı Çeçen hükümetini deviren Dudayev, devlet başkanı oldu, bağımsızlığını ilan etti.
Ruslar, Kasım 1991 yılından itibaren Çeçenlere karşı başlattığı askeri müdahalelerinin tümünde başarısız oldu. Sonunda Rus lider Boris Yeltsin, Cevher dudayev ile müzakere masasına oturmaya karar verdi. Fakat daha sonra Ruslar, anlaşmalarını bozarak Çeçenistan’a en ağır silahlarla saldırmaya ve Grozni’yi adeta yerle bir etmeye başladılar. Bunda da başarılı olmayan Ruslar, Grozni’de Çeçenlerle barış görüşmelerine oturdu.
Her türlü hile ve sahtekârlığı kendisine meşru gören Ruslar, 21 Nisan 1996 yılında Cevher Dudayev’i şehit etti, ancak Çeçen Özgürlük hareketini durduramadı ve ne Rusya, ne de Çeçenistan’a oturttuğu kuklası Kadirov durduracaktır. Çeçenler, Rab’lerinin kendilerini yarattığı fıtrat üzere olacakları güne kadar bu mücadelelerini sürdüreceklerdir biiznillah!
Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri
Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin baskıcı yönetiminin tüm baskı ve katliamlarına, doğumlara getirdiği sınırlamalara rağmen 2015 yılı verilerine göre nüfusu 23.597.300 olan Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin’in esaretindedir.
İnançlarını yaşamalarına izin verilmeyen Doğu Türkistan Uygur Türklerinin yaşadığı topraklar, 1.664.897,17 km² yüzölçümü ile Çin Halk Cumhuriyeti'nin en geniş idari bölgesidir. Başkenti Urumçi, resmî dilleri Uygurca ve Çincedir.
Kimi zaman Çin ve Rus işgallerine uğrayan Uygur devleti, 19. yüzyıl ortalarında 1864’te Doğu Türkistan’da Çinli Müslümanların (Huiler) ve Uygurların başlattığı geniş çaplı isyanlar bölgede Çin egemenliğinin kalkmasına neden olur, ancak onbir yıl sonra yeniden Çin’in kontrolüne girer.
1930’larda patlak veren isyanlar 1933’de Kaşgar’da Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti ilan edilir, ancak kısa süreli Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti, Çinli komutan Sheng Shicai, Doğu Türkistan’ın kontrolünü ele geçirir.
Sovyetler Birliği'nin desteğiyle 1944-1949 yıllarında Sincan’ın kuzeyinde bugünkü İli Kazak Özerk Bölgesi'nde İkinci Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulur, ancak 1949’da Çin Halk Ordusu’nun Sincan’a girmesiyle birlikte sona erer. 1 Ekim 1955'te Sincan Eyalet statüsünden çıkarılarak Özerk Bölge olarak ilan edilen Sincan Uygur bölgesi, kâğıt üzerinde Özerk bölge olarak ilan edilse de bütün unsurları ile Çin’in esaretindedir.
Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri elbette ilelebet Çin’in esaretinde kalmayacak ve biiznillah kendi asıl siyasi kimliğine dönecektir.
Hangi ırktan olursa olsun, hiçbir toplum, başka bir toplumun egemenliğini kabul etmez; bu, insanda bulunan fıtri bir duygudur. O fıtratı insana yükleyen yüce Allah (cc), insanların birbirlerine değil yalnızca Kendi Zatına kulluk edecekleri biçimde yaratmıştır. İnsanlar, yaratılış fıtratlarındaki yaratıcıya kulluk bilinçlerini geçici bir müddet unutsalar da, kendileri gibi yaratılan olan başkalarına itaat ve kulluğu kabul etmezler. Bu durum tüm toplumlar için de aynıdır ve kendilerinden olmayan toplumlara itaati zül kabul ederler. İşte Batı’dan iki örnek:
İRA, kendi siyasi kimliğine sahip çıktı
İngiltere’ye karşı 1916 yılından bu yana bağımsızlık mücadelesi veren İRA, İrlanda meclisini tanımayan emperyalist İngiltere’yi sonunda dize getirtip masaya oturtarak kendi varlığını ona kabul ettirdi. Bu, İngiltere’nin değil, Kuzey İrlanda’nın kendi siyasi kimliğine ve varlığına sahip çıkması ve kazanması zaferidir.
İskoçya’dan sonra Kuzey İrlanda’da emperyalist İngiltere’nin zulmünden kurtulmuştu. Çünkü onlar, İngiliz değil İskoç ve İrlandalı idiler, yaratan yüce Allah (cc) tarafından öyle yaratılmışlardı ve öyle de kalmalıydılar.
ETA, Katalonya’nın bağımsızlığı mücadelesi
Bask Yurdu ve Özgürlük ya da diğer adıyla ETA (Euskadi Ta Askatasuna) İspanya ve Fransız sınırları içinde yaşayan Bask kökenli topluluğa ait bağımsız bir devlet kurma amacı güden bir örgüt oluşturan bölge insanı, İspanyollara karşı silahlı mücadele başlatmış, uzun süren kanlı savaşlardan sonra 20 Ekim 2011'de silahlı mücadeleye son verdiğini açıklamıştır.
1959 yılında Franco diktatörlüğüne karşı kurulan örgüt, İspanya'nın kuzeydoğusundaki ve Fransa'nın güney batısındaki Bask bölgesinin bağımsızlığı için 1968 yılından bu yana faaliyetlerde bulundu ve 58 yıllık mücadelesi sonunda varlığını İspanya’ya kabul ettirdiği gibi, referanduma giderek bağımsızlığını da ilan etti, bu bağımsızlığını da sonunda İspanyol hükümetine kabul ettirecektir.
Ramazan Yılmaz: 2017.11.07
Bir yanıt yazın