Giriş
İnsanların, yanlışa düşmelerine, sapmalarına ve azgınlaşıp Rab’lerine isyan etmelerine neden olan en önemli etken, hiç kuşkusuzdur ki, kendi arzularını ya da önder edindikleri kişilerin isteklerini ölçü edinip zanlarıyla hareket etmeleridir. Kendi arzularını ya da liderlerinin isteklerini ölçü edinip zanlarıyla hareket eden kimseler, tarihi süreçte Tevhidi gerçeklerin önünde en büyük engeli oluşturmuşlardır.
Hevalarını tek ölçü olarak kabul eden kimseler, Risalet önderlerini de hevalarından hareket ediyor zannıyla reddetmişler, kendilerine gönderilen ilahi mesajı anlamadan dinlemeden inkâr etmişlerdir. Risalet tarihinde Tevhid şirk mücadelesi, ilahi mesajı ölçü edinenlerle kendi hevalarını doğru kabul edip ilah edinenler arasında sürmüştür. Günümüzde de, tarihi süreçte Tevhidi esasların inkâr edilmesine neden olan aynı nedenlerle Tevhidi esaslara karşı çıkılmakta ve insanlar imanlarına şirk bulaştırarak yüce Allah’a inanmaktadırlar.
Kendi arzularını ya da önderlerinin isteklerini ölçü edinen insanlar, yüce Allah’ın kendilerine gönderdiği Tevhidi esasları da hevaları doğrultusunda değiştirmişler. Onlar, Tevhidi esasların belirttiği ölçüler içerisinde hareket etmek yerine Tevhidi esasları kendi hayatlarına uydurmaya çalışmışlar, kendi hayatlarına uymayanları da inkâr etmişlerdir.
Tevhidi esasların dışında hareket eden kimseler, kendilerince bir din anlayışı oluşturmuşlar, bunun sonucunda Rab’lerine hem şirk koşmuşlar, hem de yüce Allah’ın üzerine iftira atmışlardır. Hakka iman etmeyen, kendi uydurdukları yalanları hak zannedip o doğrultuda hareket eden kimseler, kimi zaman ilahi mesajın ortaya koyduğu kavramları değiştirmişler, kimi zaman da kendilerince yeni kavramlar üreterek onları din edinmişlerdir.
Vahyi gerçekleri inkâr edenler, hevalarına uymayan her şeyi inkâr ederlerken bunun akıllarına uymadığını iddia etmektedirler. Oysa bu kimseler, vahyi esasları akılları ile değil hevaları ya da önder edindikleri kişilerin arzuları ile değerlendirmektedirler. Bu inkârcılar, bu inkârcı mantıkla Miraç olayının da vuku bulmadığını iddia etmektedirler. İşin en üzücü yönü, Tevhidi esaslara iman ettiklerini iddia eden ancak Kur'an'ı anlama sorunu bulunan kimselerce de inkâr edilmesidir.
Yüce Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri ve kimseleri, doğru ve gerçek zannedip Rab’lerine ortak koşanlar, kendilerine Rab’leri tarafından doğruları bildiren Tevhidi esaslar gelince şiddetli bir şekilde tepki gösterip karşı çıkmışlardır.
Şu bir gerçektir ki, sapmamanın, yanlışa düşüp yüce Allah’a isyan etmemenin ve yüce Allah’ı gereği gibi razı edebilmenin temel ölçüsü, Tevhidi esasların belirttiği gerçekler doğrultusunda hareket etmektir. Tevhidi esasların kaynağı Kur'an’dır ve Kur'an, sağlam yollarla insanlara ulaştırılmıştır.
Necm suresi, vahyin indirilişindeki eminliği bildiren en önemli surelerden biridir. Rasulullah (as), kendisine vahyi getiren elçiyi, adeta makamında ziyaret etmiş ve ona iki yay uzunluğu mesafeye kadar yaklaşmıştır.
Necm suresi, zanla hareket etmenin sapıklık olduğunu bildirmekte bu nedenle vahyin gönderilişindeki güvenliği ve eminliği ortaya koymaktadır. Tevhidi esasları bırakıp hevalarına tabi olan kimseler, her konuyu kendi hevalarına ya da tabi oldukları kişi ve sistemlere göre değiştirmişlerdir. Sure, insanların bu yalan ve iftiralarına cevap vermekte ve onların, hevalarından uydurdukları yalan ve iftiralarının, tabii oldukları kişi ve sistemlerin hiçbir esas üzerinde bulunmadığını bildirmektedir.
Rasulullah (as)’ın vahyi getiren elçiyi ziyaretini anlamayan bazı kimseler, sanki bu ziyarete eşlik etmiş gibi, Rasulullah (as) ve ayetlerde geçen ifadeler hakkında bir sürü yalanlar, hurafeler uydurmuşlardır. Bu uydurmacı müfterilerin söylemlerinden yola çıkan, Kur'an bütünlüğü içerisinde konuya yaklaşmayan bazı kimseler de, böyle bir şeyin olamayacağını iddia etmişlerdir. İfrat ve tefritin uç noktalarını temsil eden her iki kesim de sonuçta hevalarını ölçü edinmişler, ilahi mesajı bulandırarak, kabul etmeyerek inkâr etmişlerdir.
İnkârın mantığı her dönemde aynıdır; anlamayınca, hevalarına uymayınca yok sayıp inkâr etmek, kabul etmemek ya da değiştirip kendi hevalarına uygun bir şekle sokmak. İnkârcılar, bu şekilde konuyu kendi zanlarınca hallettiklerini düşünmektedirler. Bu kimseler, Şakul Kamer olayını da aynı mantıkla ya reddetmişler ya da ekledikleri yalanlarla kabul etmişlerdir.
Sureyi incelerken, konuların net anlaşılması ve bir bütünlük oluşturan konuların uyumluluğu açısından dört bölüm altında incelemek yararlı olacaktır.
Necm suresinin ilk bölümünde, gerçeğe ulaşabilmenin, gerçek üzerinde bulunmanın nasıl olacağının yolu gösteriliyor. Gerçeklere ulaştıktan sonra mü’minlerin, hiçbir şekilde bu gerçeklerden şüphelenmemeleri gerektiği vurgulanan ilk bölümde, bu ilahi gerçeğin insanlara nasıl ulaştırıldığı anlatılmaktadır.
Surenin ikinci bölümünde ise, ilahi gerçeğe ve vahyi esaslara ulaşamayan, bu yüce hakikati anlama yeteneğinden yoksun olanların, kendi hevalarını ve önder edindikleri kimselerin arzu ve isteklerini nasıl ilah edindikleri anlatılıyor. Bölümün devamında, hevalarını ilah edinen kimselerin nasıl kendi heva ve heveslerinden uydurdukları yalanları din edindikleri açıklanmakta ve bu kıt düşünceli kimselerden Müslümanların yüz çevirmeleri istenmektedir.
Bölümün son 30. ayetinde zanna dayalı bilgilerin yetersizliğine dikkat çekildikten sonra yüce Allah’ın her şeyi bildiği gerçeği belirtilmektedir. Bölümün son ayeti, bir noktada beşerin uydurduğu dinin ve edindikleri ilahın yetersizliği ile âlemlerin Rabb’i Allah’ın yüceliği ve her şeyi bildiği kıyaslaması yapılmaktadır. Eksiklik ile mükemmeliyetlik, acizlik ile azizlik, alçaklık ile yücelik, kıtlık/eksiklik ile sonsuzluk, zan ile ilim kıyaslanmaktadır.
Bu kıyaslama ile insanların dikkatleri yüce Allah’ın sonsuz gücüne çevrilirken hem insanları üçüncü bölümdeki yüce kudreti düşünmeye sevk edilmekte, hem de eksik sıfatlarla dolu ve yetersiz olanların güç sahibi olamayacaklarını ortaya konulmaktadır. Böylece akleden kimseler, gerçekleri bilecek ve Rab’lerine yöneleceklerdir. Öyle bir Rab ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve egemenliği kendisindendir.
Surenin üçüncü bölümde ise, yüce Allah’ın ulûhiyet, rububiyet ve meliklik sıfatları belirtilmekte, insanın acziyeti ortaya konulmakta ve tek hesap görücü olanın yalnızca yüce Allah(cc) olduğu bildirilmektedir.
Surenin dördüncü bölümünde, Tevhidi esaslara karşı çıkan önceki kavimlerin durumu anlatılmakta Müslümanların, bu verilen örneklerden ders çıkarmaları istenmektedir. Surenin sonunda insanların, kendi içler acısı durumlarına bakmadan gülüp eğlendikleri bildirilmekte;
“Ve siz baş kaldırıyorsunuz? Haydi, Allah'a secde edin ve kulluk edin!”
Denilerek verilen örneklerden ve bildirilen ilahi hükümlerden hiçbir şekilde kuşku duyulmadan hemen teslim olunması gerektiği bildirilmektedir.
Surenin Tefsiri
1- Andolsun inen yıldıza.
Yeminle başlayan birçok surede, surenin içeriğine uygun olarak bazı şeylere yemin edildiği gibi bu surede de, surenin bütünlüğüne ve içeriğine uygun olarak yıldıza yemin edilmiştir. Yıldız, vahiyle benzerlik gösterdiği için bu surede mecazi olarak verilmiştir. Nasıl ki, karanlıkta yolunu kaybedenlere gökteki yıldız yol göstermekte ise, insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları için gönderilmiş olan vahiy de ebedi kurtuluş yolunu göstermektedir.
“(Allah sizin için) işâretler de (yarattı). Onlar yıldızla da yol bulurlar.” (Nahl, 16)
Karanlıkta kalan kişilerin, yıldızlara bakarak yollarını bulmaları gibi, beşeri sistemlerin karanlıklarında kalmış kişiler de vahyi esaslara iman ederek kurtulabilirler. Bu nedenle yüce Allah (cc) ayetlerini, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderdiğini bildirmiştir.
“Elif lâm râ. (Bu,) Rab’lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp o güçlü ve övgüye lâyık olan(Allâh)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz Kitaptır.” (İbrahim, 1)
Yüce Allah (cc), indirdiği hidayet rehberi Kur'an'ı, insanlara çeşitli misallerle ve benzetmelerle açıklamaktadır. Birçok surede, hidayet, zikir, nur, şifa, rahmet, aydınlık, ışık, ateş ve şimşek ifadeleri ile bildirilen Kur'an, bu surede de yıldız benzetmesiyle verilmektedir. Yüce Allah (cc) indirdiği ayetlerini, nur suresinde de şu şekilde açıklamaktadır.
“Andolsun ki size, açıklayıcı âyetler ve sizden önce gelip geçenlerden bir temsil ve korunanlar için bir öğüt indirdik.
Allâh, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız; ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübârek bir zeytin ağacından yakılır ki, neredeyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl, parıldır. Allâh, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allâh insanlara misaller verir. Allâh her şeyi bilir.” (Nur, 34-35)
Kutup yıldızı, seher yıldızı, çoban yıldızı, Süreyya yıldızı ve değişik yıldız kümeleri, insanlara yol gösterip onlara gidecekleri doğru yönü bulmalarına yardımcı olmaktadır. Bu nedenle burada yıldız benzetmesiyle inen vahiy anlatılmaktadır ki devam eden ayetlerde bu daha belirgin bir şekilde açıklanmaktadır.
2-3- Arkadaşınız sapmadı, azmadı. O heva’dan konuşmaz.
Kur'an, yüce Allah (cc) tarafından insanların, dalalet ve sapıklıktan kurtulup hidayete ulaşmaları, doğruyu bulup kurtuluşa ermeleri için gönderilen en doğru bir kitaptır. Kur’an dışındaki her yol ve yöntem sapıklıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle sapmamanın, azgınlık yapıp isyan ve küfre düşmemenin yolu, yüce Allah (cc) tarafından gönderilen Kur’ani esaslarla hareket etmek, bu esasları ölçü edinmektir.
“Arkadaşınız sapmadı ve azmadı. O heva’dan konuşmaz.” Bir delile dayanmadan hevadan konuşmak insanı sapıklığa ve giderek azgınlığa sürükler, Rabb’ine isyan ettirerek küfre ve şirke sokar. Bu nedenle yüce Allah (cc), Rasulünün hevadan konuşmadığını, bu nedenle sapıp azmadığını bildirmektedir.
“Arkadaşınız sapmadı ve azmadı. O heva’dan konuşmaz.” Kur’ani bir delile dayanmadan söylenen her söz, yapılan her hareket sapıklıktır ve yüce Allah’a karşı isyan ve şirktir. Bir delile dayanmadan yapılan konuşmaları yüce Allah (cc) kınamakta ve bunun şeytana uymak olduğunu bildirilmektedir.
“İnsanlardan kimi, Allâh hakkında bilmeden tartışır ve her kaba şeytâna uyar.” (Hac, 3)
“İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir Kitabı olmadan, Allâh hakkında tartışır.” (Hac, 8)
Günümüzde oldukça fazla örnekleri görüldüğü üzere, kendi arzularını ölçü, hevalarını ilah edinen kimseler, ellerinde hiçbir delil olmadan yüce Allah’ın ayetleri hakkında tartışır, ahkâm keserler. Tamamen şeytana tabi olmak anlamına gelen bu tür konuşmalardan Rasulullah (as)’ı, doğal olarak Rasule tabi olan Müslümanları men eden yüce Allah (cc), delilsiz konuşup hareket edenlerin, büyüklük taslayan, kibirli kimseler olduklarını bildiriyor.
“Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allâh'ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde, erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, çünkü işiten, gören O'dur.” (Mü’min, 56)
Risalet tarihi boyunca insanlar, kendi hevalarını kendilerine gönderilen ilahi mesaja karıştırdıkça sapmışlardır. Yüce Allah her dönemde rasullerini göndererek doğruları insanlara bildirmiş, onları Tevhidi esaslara iman etmeye ve o esaslar doğrultusunda hareket etmeye çağırmıştır.
Günümüzde kendilerini İslâm'a nispet ederek din adına ortaya çıkan, Kur’an ayetlerinin bir bölümünü gizleyerek, bir bölümünün anlamlarını çarpıtarak insanlara Hakkı anlatmak yerine kendi hevalarını anlatan bazı kimseler, Kur’an’ın ifadesi ile sapan ve azgınlığa düşen kimselerdir. Bu kimseler, Risalet tarihinde hiçbir örneği bulunmayan, İslâm nokta-i nazarında şirk ve küfür olan vakıf, dernek ve partileri İslâmi bir metod olarak kullanmaktadırlar ki bu, apaçık bir şekilde küfür ve şirk, yüce Allah'ın üzerine atılmış bir iftiradır.
Rasulullah (as), Hevasından Konuşmaz Mı?
Kur'an, rasullerin de insan olduklarını, bu nedenle zaman zaman yanlışlar yaptıklarını, ancak kendilerine doğru olanın ne olduğu yüce Allah (cc) tarafından bildirildiğini haber vermektedir. Hz. Muhammed (as) da kimi hatalar yapmış ancak anında yüce Allah (cc) tarafından ya doğrudan ya da Hz. Davut (as) ve Hz. Yunus (as) gibi peygamberler örnek verilerek uyarılmıştır.
“Yûnus da gönderilen elçilerdendi. Dolu gemiye kaçmıştı. (Gemide) Kur'a çekti, yenilenlerden oldu. Kendi kendisini kınarken (denize attılar) balık onu yuttu. Eğer tespih edenlerden olmasaydı, (İnsanların) Yeniden diriltilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.” (Yunus, 137-144)
“Zünnûn'u da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi, sanmıştı. Nihâyet karanlıklar içinde: ‘Senden başka tanrı yoktur. Senin şânın yücedir, ben zâlimlerden oldum!’ diye yalvardı.” (Enbiya, 87)
“Sen Rabb’inin hükmüne sabret, balık sâhibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak seslenmişti. Eğer Rabbinden ona bir nimet yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir yere atılırdı. Fakat Rabbi onun duâsını kabul etti de onu Sâlihlerden yaptı.” Kalem, 48-50)
“(Davud) dedi ki: ‘And olsun senin, koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiştir. Zâten (mallarını birbirine) karıştıranların çoğu birbirine zulmederler. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar bunun dışındadır ki, onlar da ne kadar azdır!’ Davud, (bu hükümle) kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip döndü. Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.” (Sad, 24-25)
Peygamber de olsalar, beşer oluşları nedeniyle, rasullerin de kimi zaman bazı konularda kendi hevalarından hareket ettikleri Kur'an'da bildirilmiştir. Hz. Muhammed (as) da Rasul oluşu yanında aynı zamanda bir beşerdi. Bu yüzden zaman zaman bazı konularda ayetler dışında kendisi de bazı şeyler söylüyor ya da kimi hareketlerde bulunuyordu ve doğal olarak da hata yapabiliyordu.
Kur'an’da, Hz. Muhammed (as)’ın bazen, kimi konularda kendi hevasından hareket ettiği, hatalar da yaptığı ve bu nedenle uyarıldığı bildirilmektedir. Rasulullah (as)’ın kendi duyguları ile hareket ettiği ve yüce Allah (cc) tarafından uyarıldığı hususlardan birkaç tanesi başlıklar halinde verilecek olursa;
1- Rasulullah (as)’ın âmâ geldiğindeki tavrı, (Abese Suresi)
2- Rasulullah (as)’ın, bal şerbetini kendisine haram etmesi, (Tahrim suresi)
3- Rasulullah (as), esirlerden ganimet alması, (Enfal suresi)
4- Rasulullah (as)’ın, savaşmak istemeyen münafıklara izin vermesi, (Tevbe suresi)
5- Rasulullah (as)’ın, kendi başına bir şeyler yapacağını söylemesi, (Kehf suresi)
6- Rasulullah (as)’ın, müşriklerin tekliflerine karşı kararsız olması, (İsra suresi)
Hz. Muhammed (as)’ın, zaman zaman bu ve benzeri konularda indi görüşleri olmuş, yüce Allah(cc) da onu uyarmıştır. Rasulullah (as) elbette ilah değildi; o (as), bir Rasul olduğu gibi aynı zamanda bir beşer, bir baba ve bir eş idi. Bu nedenle elbette kendi indi görüşleriyle bir şeyler söyleyip yapacaktı.
Hz. Muhammed (as), Tevhidi esasları insanlara bildiren bir Rasul, toplumunu idare eden bir yönetici, diğer insanlarla ilişkileri bulunan ve aile reisi olan bir beşerdi. Bu nedenle Hz. Muhammed (as)’ın yaşamında üç boyut ortaya çıkıyor.
1- İlahi Mesajı İnsanlara Duyuran Bir Rasul
Hz. Muhammed (as), yüce Allah'ın kendisine bildirdiği ilahi mesajı, kendisinden hiçbir şey katmadan insanlara duyuran bir Rasuldür. Rasuller, Rablerinin kendilerine bildirileni olduğu gibi ortaya koymakla mükelleftirler.
“Size Rabbimin mesajlarını duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.” (A’raf, 62)
“De ki: ‘Ben türedi bir elçi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim." (Ahkâf, 9)
Hz. Muhammed (as)’ın, Rasul oluşun ve Risaletin gereği olarak yaptığı hareketler ve söylediği sözler, mü’minleri kesinlikle bağlar. Bu bağlayıcılık imani bir bağlayıcılıktır ve kesin bir teslimiyeti gerektirir.
2- Toplumunu Yöneten Ve Devlet Başkanı Olan Emir-El Mü’minin
Hz. Muhammed (as)’ın, Emir-el mü’min olarak yaptıklarından günümüzde alınacak birçok dersler vardır, ancak imani anlamda bağlayıcılığı yoktur. Bu dersler, taktik ve siyaset olarak yapılan uygulamalardır. Örneğin, ordu komutanlarını seçerken ortaya koyduğu hassasiyetinden, kimlerle ne zaman, nasıl savaşılacağı ile ilgili verdiği taktiklerinden ve takip ettiği gizlilik metodlarından mü’minlerin alacakları dersler vardır.
3- Aile Hayatı Olan Bir Baba Ve Bir Eş, İnsanlarla İlişkileri Bulunan Bir Beşerdir
Hz. Muhammed (as)’ın sosyal ilişkileri ve aile hayatından da tıpkı devlet başkanı örnekliğinden alınan dersler gibi kimi dersler alınabilir. Ancak bu, ibadet telakki edilmeden ve sevap alınacağı düşüncesi taşımadan yapılmalıdır.
“De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana, ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor. O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin vay haline!" (Fussilet, 6)
Hz. Muhammed (as)’ın her söylediğinin vahiy olduğunu iddia etmek Kur'an'ı anlamamanın apaçık bir göstergesidir. -İster bilinçli, ister bilinçsizce söylensin- böyle bir iddia, Kur'an'ı anlamamanın yanında aynı zamanda Kur'an’da çelişki olduğu imajını da oluşturmaktır ki bu, çok ağır bir sorumluluk getiren büyük bir iftiradır.
Hz. Muhammed (as)’ın, ancak Rasul olarak tebliğ ettikleri vahiydir; bunun dışında söyledikleri tamamen indi görüşleridir ve bu görüşlerinde isabet de eder, yanılabilir de. Bu, insan olmanın doğal bir sonucudur. O (as), uyardığı zaman vahiyle konuşur, sosyal ve beşeri ilişkilerinde ise bir beşer olarak konuşur, ilişkilerini sürdürür. Hz. Muhammed (as), indi görüşlerinde yanıldığında küfre girmeyeceği gibi, isabet ettiğinde de o isabet ettikleri vahiy değildir.
“De ki: ‘Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum; ancak sağır(lar) uyarıldıkları zaman çağrıyı işitmez.” (Enbiya, 45)
Cahil ve gafil iftiracıların dedikleri gibi şayet Rasulullah (as)’ın her söylediği vahiy olmuş olsa idi, bu durumda yukarıda örnekleri verilen ve yüce Allah (cc) tarafından uyarılan Rasulullah (as)’ın indi görüşleri de Kur’an kabul edilecektir. Bu ise, hem Kur'an’ın kendi kendisini kınaması anlamına gelecek hem de Kur'an’da çelişki varmış imajını doğuracaktır.
Rasulullah (as)’ın her söylediği sözün vahiy olduğunu iddia etmek, Rasulullah (as)’ın programlanmış bir robot ya da ses doldurulmuş bir kaset olduğunu iddia etmektir ki bu Rasulullah (as)’a yapılmış çok büyük bir hakaret ve iftiradır. Oysa Hz. Muhammed (as) diğer insanlar gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir.
“De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir beşerim; ancak bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor…” (Kehf, 110)
Cahiliye mantığı hep aynıdır; peygamberleri insanüstü bir varlık olarak kabul etmek ve kutsamak. Aynı cahili mantık, bugün varolduğu gibi Hz. Muhammed (as)’ın yaşadığı dönemde de var olmuş ve onu, ancak insanüstü bir varlık olması halinde kabul edebileceklerini söylemişlerdir ki Rasulullah (as), yüce Allah’ı tenzih ederek insan olmaktan başka bir şey olmadığını söylemiştir.
“…De ki: ‘Rabbimi tenzîh ederim. Ben bir beşer olan rasûlden başka bir şey değilim.” İnsanlara hidâyet geldiği zaman, inanmalarına mânî olan sâdece: ‘Allâh peygamber olarak bir insan mı gönderdi?’ demeleridir. De ki: ‘Yeryüzünde huzur içinde dolaşanlar (insan değil de) melek olsalardı, Biz de onlara gökten rasul olarak bir melek gönderirdik.” (el-İsrâ, 93-95)
Günümüz cahiliye insanları da Hz. Muhammed (as)’ı Rasul olarak kabul etmiş ancak onun her söylediğinin vahiy olduğunu iddia ederek onu ilahlaştırmışlardır. Rasulullah (as) için Rabb’imizin buyurduğu “O heva’dan konuşmaz” ifadesi, onun her sçylediğinin değil, vahyi insanlara ulaştırırken söylediklerinin kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey olmadığıdır.
Raasulullah (as), kendisine gelen ayetleri insanlara ulaştırırken onu dinleyen müşrikler, onun hevasından konuştuğunu iddia ediyorlardı. Yüce Allah (cc), müşriklerin bu iddialarını yalanlıyor ve Rasulünün o anda söylediklerinin vahiy olduğunu bildiriyor.
4- O(söyledikleri) kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
“O heva’dan konuşmaz” ayeti, Rasulullah (as)’ın, ilahi mesajı okurken söylediklerinin vahiyden başka bir şey olmadığını bildiriyor. Oysa aynı Rasul (as), gerek toplumsal konularda ve gerekse aile hayatındaki ilişkilerinde kendi hevasından konuşmakta, zaman zaman bu konuşmalarında hata yapmakta ve bu nedenle yüce Allah (cc) tarafından uyarılmaktadır.
Rasulullah (As)’In Vahyi Alış Şekli
“Allâh bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle yahut perde arkasından konuşur yahut izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şura, 51)
Kur'an'da, Rasulullah (as)’ın vahyi nasıl aldığı en ince teferruatına kadar anlatılmaktadır. Yüce Allah (cc) tarafından gönderilen vahiy, sağlam kaynaklardan ve güvenilir elçiler eliyle Rasule iletilmiştir. Yüce Allah (cc), rasullerine vahyi bizzat kendisi bildirdiği gibi, melek elçileri vasıtasıyla da göndermiştir. Hz. Musa (as)’ı vahiyle görevlendirişinde yüce Allah (cc) bizzat kendisi hitap etmiştir.
“(Musa), o(ateşin yanı)na gelince kendisine ‘Ey Musa!’ diye seslenildi. Ben, (evet) ben senin Rabbinim! Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen, kutsal vadide, Tuva’dasın Ben seni seçtim, şimdi vahyolunanı dinle. Muhakkak ben, (evet) ben Allâh'ım, benden başka tanrı yoktur.(Yalnız) bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.” (Taha,11-14)
Hz. Musa (as)’a ilk vahyi bizzat Kendisi bildiren yüce Allah (cc), Hz. Muhammed (as)’a da elçisi ile vahyini göndermiştir. Bu surede (Necm) vahyin Rasule güçlü bir elçi tarafından öğretildiğini bildiren yüce Allah (cc), bu elçinin daha önce de Hz. Muhammed ile bizzat kendi suretinde göründüğünü bildirmektedir.
“Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti, üstün akıl sahibi, doğruldu; kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yaklaştı, sarktı, iki yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Kuluna, vahyettiğini vahyetti. Gönül gördüğünde yanılmadı. Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?” (Necm, 5-12)
Hz. Muhammed (as)’a, vahyi getiren elçinin Kendi katındaki durumunu bildiren yüce Allah (cc), bu elçinin vahyi Rasulüne öğrettiğini açıklamaktadır.
“Muhakkak ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, er-Rûhu'l-Emin (güvenilir ruh) indirdi; Senin kalbine uyarıcılardan olman için apaçık Arapça bir dille.” (Şuara, 192-195)
“(Andolsun) Ki o, değerli bir elçinin sözüdür. (O elçi,) Güçlüdür, Arşın sâhibi (Allâh) katında yücedir. Orada (ona) itâat edilen, güvenilendir.” (Tekvir, 19-21)
“Değer verilen sahifeler içinde, saygı ile yükseltilen, tertemiz, değerli ve iyi yazıcıların ellerinde” (Abese, 13-16)
“O, elbette değerli bir Kur'an'dır, saklı bir Kitâptadır ki, ona (saklı Kitaba) temizlerden başkası dokunmaz. (O), Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vakıa, 77-80)
“Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından uydurulacak bir şey değildir. Ancak kendinden öncekinin doğrulaması ve (saklı) Kitabın açıklamasıdır. Onda asla şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafındandır.” (Yunus, 37)
Ayetlerden de anlaşılacağı üzere, yüce Allah (cc), Hz. Muhammed (as)’a vahyi getiren elçinin kim olduğunu da açıklamakta ve bu elçinin değerli, emin, güçlü ve yüce biri olduğunu bildirmektedir. Vahiy gibi yüce ve değerli bir mesaj, elbette değerli, emin, güçlü ve yüce bir elçi tarafından gönderilir. Çünkü bu mesaj, yüce Allah’ın sözüdür ve değerlidir.
5-12- Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti, üstün akıl sâhibi, doğruldu; kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yaklaştı, sarktı, iki yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Kuluna, vahyettiğini vahyetti. Gönül gördüğünde yanılmadı. Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?
Mirac Gerçeği
Kur'an, her konuda olduğu gibi, Rasulullah (as)’a ilahi mesajın ulaştırılması ile ilgili süreci de, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde çok açık ve net olarak ortaya koymaktadır. Bildirilen bu gerçeklere inanılması, ancak gerçek bir şekilde iman edilmesi ile mümkündür.
Materyalist düşünce yapısı, maddi olarak görmediği, fiziki olarak dokunmadığı şeylere inanmaz, inanmak istemez. Rasulullah (as)’ın yaşadığı dönemde, bir yerden başka bir yere gidip gelmeler çok ağır şartlarda yapılıyor, büyük zahmetler çekiliyordu. İşte yolculukların uzun zaman içerisinde gerçekleştiği böyle bir dönemde bir insanın, bir gece içerisinde, hem de kısa bir zaman diliminde, önce Mescidi Aksa’ya oradan da göklere yükselip geri gelmesi, materyalist insan mantığının kabul edebileceği bir konu değildir.
Materyalist düşünce, yalnızca Rasulullah (as)’ın döneminde değil, teknolojik iletişimin doruklara ulaştığı, insanların dünyanın en uzak bölgelerine rahatlıkla ve kolaylıkla gidip geldiği günümüzde bile, hâlâ Rasulullah (as)’ın Miraç gerçeğini kabullenemiyor. İşin en üzücü yanı ise, iman ettikleri iddiasında bulunan, ancak gerçek imanın ne olduğunu bilmeyen İslamcı müşriklerden birçoğu da Rasulullah (as)’ın bu mucize yolculuğunu ve yükselişini kabul etmiyorlar. Bu kimseler, yeri geldiğinde İslâmi konularda ahkâm kesmekten de geri durmazlar.
Zaman ve mekândan münezzeh olan kâinatın Rabb’i yüce Allah (cc), istediği anda, istediği bir şeyi bir yerden başka bir yere göndermeye Kadir iken ve “Ol” demesiyle her şeyin anında “oluverdiği” biliniyorken Rasulullah (as)’ın Miraç olayını kabul etmemek, apaçık bir küfrün ta kendisidir.
İsra suresinde yüce Allah (cc), Rasulünü Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya nasıl yürüttüğünü ve oradan da, bir kısım ayetlerini göstermek üzere nasıl yükselttiğini bildirmekte, Necm suresinde de o büyük olayın teferruatını açıklamaktadır.
“Eksiklikten uzaktır O (Allâh) ki, gecenin bir vaktinde kulunu, âyetlerimizden bir kısmını kendisine göstermemiz için, Mescid-i Harâm'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü. Gerçekten O, işitendir, görendir.” (İsra, 1)
Yüce Allah (cc) Rasulünü, gecenin bir vaktinde, kendisine bir kısım ayetlerini göstermek için Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya nasıl yürüttüğünü çok açık bir şekilde bildirdiği halde, hevasını ilah edinen, materyalist kimseler ya da bunların etkisinde kalan bazı İslamcılar, bu gerçeğe inanmamakta ve küfürlerinde körü körüne direnmektedirler.
Yüce Allah (cc), elbette istediği bir şeyi istediği anda yapma gücüne sahiptir. Bu nedenle Miraç olayı, ayetlerin Rasulullah (as)’a indirilişi gibi hak ve gerçektir. Bu gerçeği ancak iman eden aklıselim sahipleri kabul ederler.
“Kuluna, vahyettiğini vahyetti. Gönül gördüğünde yanılmadı. Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?”
Yüce Allah’ın bildirdiklerinden kuşku duymak elbette mümkün değildir; O, ne buyurmuşsa iman eden kimseler, beş duyularıyla görmüş, hissetmiş, dokunmuş, hazzını tatmış ve cennetin mis kokusunu almış gibi hissederek iman edip kabul ederler. İman budur ve bu iman, inanan insanın tüm benliğini kaplar, iman eden kişi tüm benliği ile kendisine bildirilen ilahi gerçekleri kabul eder. İman, yüce Allah'ın bildirdiği gerçekleri tahlil etmez, onlar üzerinde tartışmaz ve onlardan kuşku duymaz, Rabb’inden ne gelmişse aynen kabul ve tasdik eder.
“Kitabı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (ki) onlar Kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, uyardığı sonuca uğramak için onun müteşâbih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. Sağduyu sahiplerinden başkası düşünüp öğüt almaz.” (Al-i İmran, 7)
“Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilenin, gerçek olduğunu, mutlak galip ve hamde lâyık olan(Allâh)ın yoluna ilettiğini bilirler.” (Sebe, 6)
Yüce Allah’a, O’nun bildirdiği gerçeklere ancak kalplerinde hastalık bulunan ve gereği gibi iman etmeyenler ile bu gerçekleri kabul etmeyen inkârcılar inkâr ederler. Bunlar, kendilerine bildirilen her gerçeği kuşku ile karşılarlar. İlahi mesajı anlamayan ve hevalarını ilah edinen materyalist kimseler ile kalplerinde hastalık bulunan kimseler, kuşku içinde bocalayarak bu gerçekleri inkâr ederler. Tıpkı cehennem ile ilgili verilen haberleri yalanladıkları gibi anlamadıkları her gerçeği reddederler.
“Biz cehennemin muhafızlarını hep melekler yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler için bir sınav yaptık ki, kendilerine Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, inananların da imanı artsın. Kitap verilmiş olanlar ve inananlar kuşkulanmasınlar. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: "Allâh bu misâlle ne demek istedi?" desinler. Böylece Allâh, dilediğini şaşırtır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlara bir uyarıdır.” (Müddessir, 31)
Şirk ve küfür içerisinde bocalayan kimselerin, hevalarına uymuyor diye, ilahi mesajı reddetmeleri, insanları yüce Allah (cc) yolundan alıkoymaya ve ahireti inkâra yönelik bir davranıştır.
“Onlar ki Allâh'ın yolundan men edip onu eğriltmek isterler, âhireti de inkâr ederlerdi.” (A’raf, 45)
Rasulullah (as), ayetlerde de belirtildiği üzere, Miraç’a çıkmış, kendisine gösterilen büyük ayetleri ve kendisine vahyi ulaştıran Elçi’yi çok yakın mesafeden görmüş, alacağı vahyi gerçekleri almıştır. İşte bu sürecin nasıl gerçekleştiği ile ilgili ilahi bildirimler.
13-18 “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü'l-Müntehânın yanında ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed'in) Göz(ü) şaşmadı ve (o) azmadı. Andolsun, Rabb’inin büyük âyetlerinden bazılarını gördü.”
İsra suresinde bildirilen “ayetlerimizden bir kısmını kendisine göstermemiz üzere Mescidi Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescidi-i Aksa’ya yürüttü.” Necm suresinde daha belirgin bir şekilde açıklanmakta ve Rasulullah (as)’ın, o büyük ayetleri gördüğü bildirilmektedir.
Bu apaçık ayetlere rağmen iman ettikleri iddiasında bulunan bazı kimselerin, kendilerine bildirilen gerçekleri hâlâ anlamamaları ya da çarpıtmaları, bir algılama sorunu değil bir iman konusudur. Çünkü akıl nimetinden nasibi olan bir kimsenin bu kadar açık anlatılan bir koyu anlamaması düşünülemez. Bu nedenle ayetler üzerinde yapılan çarpıtmaların temelinde iman etmeme konusu yatmaktadır.
Rasulullah (as), Miraç’ta kiminle görüştü?
Kur'an, Rasulullah (as)’ın Miraç’ta kendisine ilahi mesajı ulaştıran elçi ile görüştüğünü çok açık bir şekilde bildiriyor. Bu apaçık bildirimlere rağmen Rasulullah (as)’ın yüce Allah ile görüştüğü iddiasında bulunanlar ya da Miraç’a çıktığını inkâr edenler, iddiaları farklı olsa da, temel itibarı ile aynı sonuca çıkmaktadırlar. Bu da, şirk ve küfür içerisindeki bu iddia sahiplerinin, Kur'an’a iman etmedikleri ve hiçbir delile dayanmadan yalnızca hevalarını ilah edindikleri ve Kur’ani gerçeklerden habersiz olduklarıdır.
Yüce Allah (cc), Rasulullah (as)’ın, kendisiyle değil, Cebrail(as) ile görüştüğünü çok açık bir şekilde bildiriyor. Yüce Allah (cc), anlamayan ya da anlamak istemeyenlere, Rasul (as)’ın daha önce de Cebrail (as) ile görüştüğünü bildirerek konuya açıklık getiriyor.
“Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü” Rasulullah (as)’ın Cebrail (as) ile ilk görüşmesi, Rasulullah (as)’ın da anlattığı üzere ilk vahyi aldığı zaman olmuştur.
“Andolsun (Muhammed) onu apaçık ufukta görmüştür.” (Tekvir, 23)
Rasulullah (as), Cebrail (as)’ı önce apaçık ufukta iken, daha sonra ise yüksek ufukta iken görmüştür. Rasulullah (as), her iki görüşmede de Cebrail (as)’ı tanıdı ve onun “Göz(ü) şaşmadı ve (o) azmadı, gönül gördüğünde yanılmadı.”
“Kendisi yüksek ufukta iken, sonra yaklaştı, sarktı, iki yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Kuluna, vahyettiğini vahyetti. Gönül gördüğünde yanılmadı. Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?
Bu ayetlerde Rasulullah (as)’ın kendisine daha önce de vahyi getiren elçi ile görüştüğünü bildirmektedir. Kur’an’ı anlamayan kimseler, “Kuluna, vahyettiğini vahyetti” ifadesinden hareketle, Rasulullah (as)’a bizzat yüce Allah'ın vahyettiğini zannetmektedirler. Oysa bu ifade, Rasul (as)’a iki yay uzunluğu kadar yaklaşan vahiy meleğinin, Allah'ın “Kuluna, vahyettiğini vahyetti” şeklindedir. Bu ifade, tıpkı Zümer suresinde Rasulullah (as)’ın günahkâr insanları tevbeye davet ettiği ifadenin benzeridir.
“De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allâh'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allâh bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 53)
Dikkat edilirse bu ayette günahkâr insanları tevbeye çağırırken Rasulullah (as) “Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım” diye hitap etmektedir. Oysa bu hitap yüce Allah'a aittir ve O (cc), Rasul (as)’a böyle hitap etmesini söylemektedir.
Bütün bu Kur’ani gerçeklere rağmen Rasulullah (as)’ın yüce Allah ile görüştüğünü iddia edenler, Kur'an’ın ifadesi ile delilsiz hareket eden ve kaba şeytana uyan kimselerdir. Kur'an, bu kimseleri önce terbiyeye davet etmekte sonra da uyarmaktadır.
“Haydi, siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allâh bilir, siz bilmezsiniz.” (Al-i İmran, 66)
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o(yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)
Şu bir gerçektir ki, bu uyarılardan utanıp tevbe etmek, ancak gerçekten iman eden vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmeyi şiar edinen kimselerin gösterebilecekleri bir olgunluktur. Ancak cahil ve art niyetli kimseler, utanmadıkları gibi bir de yüce Allah (cc) ve Rasulü (as) hakkında yalan ve iftiralarını artırarak sürdürüyorlar.
Bu müfterilerin, Rasulullah (as)’ın anlattığını iddia ederek, yüce Allah (cc) ve Rasulü (as) üzerine attıkları Miraç hadisi yalanına göre Rasulullah (as), Miraç dönüşünde Hz. Musa (as) ile karşılaşır. Hz. Musa (as) ile Hz. Muhammed (as) arasında şöyle bir konuşmanın geçtiği iddia edilir.
“Hz. Musa (as): ‘Rabb’in ümmetine neleri farz kıldı?’
Hz. Muhammed (as): ‘Onlara elli vakit namaz farz kıldı.’
Mûsa (a.s.): ‘Rabb’ine dön de şefaat et, zira ümmetin buna tâkat getiremez.’
Hz. Muhammed (as): Bunun üzerine Rabb’ime müracaat ettim. Allah Taâla bir kısmını indirdi. Ben yine Mûsâ’nın (a.s.) yanına dönerek durumu kendisine haber verdim. Bir kısmını indirdi.’
Mûsa (a.s.): ‘Rabb’ine mürâcaat et, zira ümmetin tâkat getiremez’
Hz. Muhammed (as): ‘Ben yine Rabbime mürâcaat ettim. Allah Taâla kalanından bir kısmını indirdi’ Mûsâ (as)’ın yanına yine döndüm.
Mûsa (a.s.): ‘Tekrar Rabbine dön, zira ümmetin buna dayanamaz’
Hz. Muhammed (as): ‘Bir daha müracaat ettim.’ Allah Teâlâ, ‘Onlar beştir, yine onlar sevap itibariyle ellidir. Benim nezdimde hükm-ü kaza değişmez’ buyurdu. Mûsa’nın yanına döndüm.
Mûsa (a.s.): ‘Yine Rabbine dön’ dedi.
Hz. Muhammed (as): ‘Ben de, ‘Artık, Rabbimden utanır oldum’ dedim.” (1)
Bu konuda uydurulan yalan ve atılan iftiralar, bir delile dayanmadığı için birbirlerinden çok farklıdır. Bu müfteriler, Rasulullah (as)’ın yüce Allah (cc) ile namaz pazarlığının üçten fazla olduğunu da iddia etmektedirler. Hadis diye uydurulan yalan kaynaklarında bu pazarlığın şu şekilde olduğu rivayet edilir.
“Başka rivâyetlerde Peygamberimizin (a.s.m.) Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkışının üç defa değil de, daha fazla olduğu bildirilmekte; namaz vakitlerinin sayısının beşer beşer, yahut onar onar indirildiği haber verilmektedir. Peygamberimizin mürâcaatlarında farz kılınan miktarın her seferinde “bir kısmının” indirilmesi şeklinde tercüme edilişinin sebebi de, “şatr” sâdece “yarım” mânâsına gelmemekte, aynı zaman da “çok miktar” mânâsını da içine almaktadır.
Hadis âlimleri, yine Peygamberimizden rivâyet edilen haberlere dayanarak, bu hadis hakkında açıklamalarda bulunmaktadırlar. Aynî merhum Umdetü’l-Kâri isimli 25 ciltlik Buharî şerhinde “elli vakit” meselesinde şu rivayeti zikretmektedir:
Cenab-ı Hakkın ümmet-i Muhammed’e elli vakit namazı farz kılmış olduğu Levh-i Mahfuz’da mevcuttu. Bunu Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bilfiil elli vakit kılınacak şeklinde te’vil etti. Daha sonra Rabb’ine müracaatı esnasında Cenabı Hak kendisine bu elli vaktin amel bakımından değil de, sevap cihetinden olduğunu bildirdi. Beş vakitte elli vaktin sevabı elde etmenin şartı da, namazı tadil-i erkânına uyarak, huşû içinde kılınması hâlindedir.”
Peygamber Efendimizin diğer peygamberler arasında bu meseleyi niçin Hz. Mûsa ile konuştuğunun; Hz. Mûsa’nın ümmet-i Muhammed’i bu kadar düşündüğünün hikmeti hususunda, şöyle bir rivâyete yer veriliyor:
“Hz. Mûsa, Cenab-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e ettiği ikram ve ihsanını görüp öğrenince, gıpta ederek Allah’a şöyle niyazda bulunmuştu: “Allah’ım, beni ümmet-i Muhammed’in içine dâhil et.”
Cenab-ı Hak, Mûsa Aleyhisselâmın bu duâsını kabul etmişti. İşte Hz. Mûsa’nın ümmet-i Muhammed’e hususî alâkası buradan geliyor. Çünkü kim bir topluluğun içinde olursa, o topluluğun iyilik ve menfaatini düşünür.” (2)
Uydurma Kaynakları:
1. Müslim, İman: 263; Ahmed Naim. Sahih-i Buharî Muhtarası Tecrîd-i Sarih Tercemesi. (Ankara: Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, 1981), 2.277.
2. Bedrüddin el-Aynî. Umdetü’l-Karî Şerhu Sahihi’l-Buharî. (Beyrut: İhyâü’t-Türhasi’l-Arabî), 4.48.
Yalan ve iftira konusunda sınır tanımayan bu müfteriler, bir peygamber olan Hz. Musa (as)’ın ağzından da yalan uydurmaktan geri kalmamışlar ve Allah'ın Rasulü olan Hz. Musa (as), Hz. Muhammed (as)’ın ümmeti olmak istediğini iddia etmişlerdir.
Müfterilere göre Hz. Musa (as), (hâşâ) yüce Allah’a ve Rasulullah (as)’a akıl vermekte ve Allah’ın kullarının ne kadar yük kaldırıp kaldıramayacaklarını (hâşâ) yüce Allah’tan daha çok bilmektedir.
Kullarının her halini bilen, kullarına şah damarlarından daha yakın olan ve kulları ile kalpleri arasına giren yüce Allah (cc), bu müfterilere göre aynı zamanda bir beşer olan Hz. Musa (as) kadar kullarının ne kadar yük kaldırıp kaldıramayacaklarını (hâşâ) bilmiyor.
“Ey iman edenler, (Rasul), sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allâh'ın ve Rasulünün çağrısına koşun ve bilin ki, Allâh, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O'nun huzûruna toplanacaksınız.” (Enfal, 24)
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
Bütün bu ilahi bildirimlerden habersiz olan ya da haberleri olduğu halde bu gerçekleri bilerek çarpıtan müfteriler, Hz. Muhammed (as)’ı adeta (ve hâşâ) aptal yerine koyup Hz. Musa (as)’ın tavsiyeleri ile dokuz defa yüce Allah’ın huzuruna çıkarmakta, yüce Allah’ da (hâşâ) kullarını durumunu bilmemekle suçlamaktadırlar.
“Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Zalimler de kurtuluş yüzü görmezler.” (En’am, 21)
“Allâh hakkında yalan uydurandan ve kendisine gelen doğruyu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” (Zümer, 32)
“Allah'a yalan uyduranların kıyâmet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?” (Zümer, 60)
“Allah'a yalan uyduranlardan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rablerine sunulacaklar. Şahitler de: ‘İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır!’ diyecekler. İyi bilin ki Allâh'ın laneti zâlimlerin üzerinedir.” (Hud, 18)
Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz? Rasulullah (as)’ın gördüğünden şüphe duymak, iman sahibi kimselerin yapabilecekleri bir şey değildir. Müslümanlar, Rasulullah (as)’ın getirdiği ve bu konuda söylediği her şeye iman etmişlerdir.
“Rasulün, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne çağırıldıkları zaman iman edenlerin sözü ancak: ‘İşittik ve itâat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar.” (Nur, 51)
“Doğruyu getirene ve onu doğrulayanlara gelince, işte muttakiler onlardır.” (Zümer, 33)
İman edenler, Rab’lerinden kendilerine gönderilen Tevhidi esaslara güvendikleri için mü’minler, bu esaslara teslim oldukları için Müslümanlar ve bu esaslara karşı duyarlı hareket ettikleri için de muttakiler ismini almışlardır. Bu nedenle Müslümanlar, söyleyip yaptıkları her konuda kendilerine gönderilen ilahi mesaja göre hareket ederler.
Tevhidi esasları bırakarak delilsiz hareket eden kimseler, ya kendi hevalarına ya da önder edindikleri kimselerin istek ve arzularına uyarak onları ilahlaştırmışlardır. Bu nedenle de Rab’leri yüce Allah’a şirk koşup küfre girmişlerdir.
Kur’an, önderlerini ilahlaştıran kimseleri uyarmakta ve onları, ilah edindiklerini düşünmeye sevk etmektedir. Bu çağrı, aslında tüm çağlardaki putperest müşrikleredir. Bu put edinilip tapılan şeylerin nesi var ki kutsanıp tapılıyorlar.
19-20- Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı ve üçüncü(sü) olan (put) Menat'ı?
Risalet tarihi, önderlerini, âlimlerini ve büyüklerini ilah edinen kimselerin örnekleri ile doludur. İnsanlar, önceleri sözüne güvenip saygı duydukları kimseleri, daha sonra şaşmaz birer örnek ve önder olarak kabul etmişler, zaman içerisinde bu liderlerinin sözlerini en doğru söz olarak almışlar ve onları ilah edinerek tapınmışlardır.
“Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine yalnız tek İlah olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilah yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe, 31)
Yüce Allah (cc), müşrikleri düşünsel ve görsel olarak ilah edindikleri şeyler üzerinde düşünmeye davet ediyor ve bu taptıklarının bir hiç olduklarını, onların suratlarına adeta şamar vurarak hatırlatıyor. Düşünüp akletmek, elbette bir erdem ve bir yetenektir. Bu ise ancak akıl sahibi kimselerin ulaşabilecekleri bir fazilettir.
Kendileri gibi bir beşer olan kimseleri ilahlaştırıp yücelten, onların mezarları başında ya da dikilen putları karşısında, onursuzca esas duruşta duran, o ölüleri kutsallaştıran kimselerde ne akıl, ne erdem ve ne de düşünme yeteneği ve fazileti vardır. Bu nedenle onlara ne anlatılırsa anlatılsın hiçbir fayda sağlamaz.
“Onları çağırsanız sizin çağırmanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de, sizin (onları Allah'a) ortak koşmanızı tanımazlar. Hiç kimse sana, her şeyi bilen (Allâh) gibi gerçekleri haber veremez.” (Fatır, 14)
“De ki: ‘Siz, Allah'tan başka yalvardığınız şu tanrılarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, onlar yerden hangi şeyi yarattılar?’ Yoksa onların, göklerde ortaklıkları mı var? Yoksa biz onlara bir Kitap vermişiz de onlar o Kitaptan bir delil üzerinde mi bulunuyorlar? Hayır, o zalimler birbirlerine, aldatmadan başka bir şey vadetmiyorlar.” (Fatır, 40)
Tarihin her döneminde, düşüncesizce önderlerini ilah edinen onların istek ve arzularını her şeyin üstünde tutan kimseler olmuştur. Bunlar, ilah edindikleri kimselerin isteklerini kurallar haline getirip onu din edindikleri için kendilerine rab’leri tarafından ilahi mesajı getiren elçileri yalanlamışlar, onların getirdikleri Tevhidi esasları kabul etmemişler, önderlerinin isteklerine göre hareket etmişlerdir.
“Onlara: ‘Allâh'ın indirdiğine uyun!’ dense, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz(yol)a uyarız!’ derler. Peki, ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” (Bakara, 170)
Önderlerinin arzularını ve kendi hevalarını ilah edinen kimseler, yaptıkları yanlışları ve yüce Allah’a koştukları şirkleri, yüce Allah’ın üzerine iftira atarak, dini bir emir olarak algılamışlardır.
“Müşrikler, ‘Allâh dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi harâm kılmazdık!’ dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil midir?” (Nahl, 35)
Kur'an, önderlerini ilah edinen kimselerin örneklerini vererek günümüze ışık tutmaktadır. Hz. Nuh (as)’dan başlayarak günümüze kadar süregelen bu putperestlik akımından birkaç örnek verilecek olursa.
“Onlara kendilerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler de o kâfirler dediler ki: ‘Bu yalancı bir sihirbazdır. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Bu, cidden tuhaf bir şeydir.”
Onlardan bir grup fırladı: ‘Yürüyün ilahlarınıza bağlı kalın, çünkü bu, arzû edilen bir şeydir.” (Sad, 4-6)
Allah’tan başkalarını ilah edinenlerin bu çağrıları, her dönemde yapılmış, Tevhidi esaslara karşı insanlar, putlara tapınmaya davet edilmişlerdir. İşte Hz. Nuh (as) döneminde putlara sahiplenilmeye çağıran putperestler.
“Dediler ki: ‘İlahlarınızı bırakmayın: Vedd'i, Suva'ı, Yeğûs'u, Ye'ûk'u ve Nesr'i bırakmayın!” (Nuh, 23)
Hz. Nuh (as) döneminde yapılan bu çağrı, Hz. İbrahim (as) döneminde de benzeri ifadelerle tekrarlanmış ve insanlar, ilah edindikleri kişilerin heykellerini parçalayıp kıran Hz. İbrahim (as)’ı yakmak istemişlerdir.
“Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir.’ dediler.” (Enbiya,59)
“Dediler: ‘Onu yakın, ilahlarınıza yardım edin, eğer bir iş yapacaksanız.’ (Enbiya, 68)
Allah’tan başkalarını ilah edinenler, Hz. Muhammed (as) zamanında da varolmuş, onlar da ilah edindikleri büyükleri uğruna kendilerine gelen Tevhidi esasları reddetmişlerdir.
19-20- Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı ve üçüncü(sü) öteki (put) Menat'ı?
Tevhid şirk mücadelesi tarihinde insanların yüceltip ilah edindikleri ve her vesile ile puthanelerine koşup tapındıkları putları karşısında putperestler her dönemde aynı tavrı sergilemişlerdir.
“Onlardan bir grup fırladı: ‘Yürüyün ilahlarınıza bağlı kalın, çünkü bu, arzu edilen bir şeydir.” (Sad, 4-6) diyerek korumaya çalıştıkları ilahlarının hiçbir güçleri ve gerçeklikleri bulunmamaktadır. Kur'an’ın “Onlar, sizin ve babalarınızın, (ilah) diye isimlendirdiğiniz isimlerden başka bir şey değildir. Allâh, onlara hiçbir güç indirmemiştir.” (Necm, 23) dediği kimseler, her dönemde başka isimlerle anılarak tapınılmıştır.
Bu uydurulan ve yüce Allah’a ortak tutulan kimseler, Hz. Nuh (as) döneminde Vedd, Suva, Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr, adındaki putlar iken Hz. Muhammed (as) döneminde Lât, Uzzâ, Menat ve Hübel adındaki putlar idi. Sayılan bu putların yerini Türkiye’de M. Kemal, dünyada Karl Marks, Stalin, Hitler, Mussolini almıştır. Ancak bu put edinilenler, kendilerine bile fayda sağlamamış, hiçbir şeye malik olmayan, aciz eksik kimselerdir ve ölüp gitmişlerdir. Oysa yüce Allah Hay ve Kayyum’dur.
“Eğer biz ilahlarımıza tapmakta ısrar etmeseydik, nerdeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı. Azâbı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.” (Furkan, 42)
Yüce Allah (cc) yanında hiçbir değeri ve gerçekliği olmayan putlara çağrı günümüzde de devam etmekte, putperestler, her vesile ile putlarını kutsamakta ve yandaşlarını putlarını sahiplenilmeye çağırmaktadırlar. Kemalist putperestler, gazetelere verdikleri ilanlarda yandaşlarına şu çağrıyı yaparak putlarına sahiplenmişlerdir.
“3 Mart 1924 Hilafetin kaldırılmasının 70. yılında ‘Şeriat’a hayır Laikliğe evet, yobazlığa hayır çağdaşlığa evet, karaseslere hayır aydınlığa evet’ diyen tüm Ankaralıları, parti ayırımı gözetmeksizin Atatürk’e ve Laik cumhuriyete bir kez daha ve ödünsüz sahip çıktığımızı göstermek için; Anıtkabir Tandoğan kapısı önünde buluşmaya çağırıyoruz.”
Dikkat edilecek olursa, hepsi çok farklı dönemlerde yaşamalarına ve birbirlerini hiç tanımamalarına rağmen, bütün putperestlerin sözleri hep aynıdır. ‘Yürüyün ilahlarınıza bağlı kalın, çünkü bu, arzû edilen bir şeydir” diyerek putlarına sahiplenmeye çağıran putperestlerin sözleri bütün çağlarda aynı şekilde yankılanmıştır.
Hz. Nuh (as)’ın kavmi yandaşlarına “ilahlarınızı bırakmayın” derlerken, Hz. İbrahim (as)ın kavmi “ilahlarınıza yardım edin” diye birbirlerine sesleniyorlardı. Aynı şekilde Mekke müşrikleri “eğer biz ilahlarımıza tapmakta ısrar etmeseydik” diye ilah edindikleri putlarına sahiplendiklerini itiraf ederlerken Kemalist sistemin putperest müşrikleri putlarına sahiplenmek için yandaşlarını “Atatürk’e ve Laik cumhuriyete bir kez daha ve ödünsüz sahip çıktığımızı göstermek için” sözleriyle puthaneye çağırıyorlardı.
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, ayrı zamanlarda yaşasalar, birbirlerini hiç görüp tanımasalar da, putperest mantığın aynı olması nedeniyle putlarına aynı hassasiyetle sahipleniyor, aynı sözleri sarf ediyorlar.
“Şunların taptıkları şeylerden hiç kuşkun olmasın. Onlar da önceden atalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların da paylarını eksiksiz vereceğiz!” (Hud, 109)
Kendi kuruntularını ve put edindikleri atalarının sözlerini tek ölçü kabul eden putperestler, zan ve kuruntularını din edinerek ona göre hareket etmişlerdir. Kendilerine Rab’leri tarafından gönderilen Tevhidi gerçekleri değiştirip zanlarına uygun bir şekle getirdikten sonra kabul eden putperestler, bu konuda yüce Allah’ın üzerine iftira atmaktan da çekinmemişlerdir.
21-22- Demek erkek size, kadın Allah'a mı? O halde bu insafsızca bir taksim!
Kendi hevalarını ölçü edinen putperestler, hoşlarına gitmeyen her şeyi reddetmişler, yüce Allah’ın üzerine iftira atarak kızların Allah'a, erkek çocukların kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir.
“O şânı yüce Allah'a kızları veriyorlar da kendilerine hoşlandıklarını (alıyorlar)” (Nahl, 57)
“Rabbiniz, oğulları size seçti de kendisine meleklerden kadınlar mı edindi? Gerçekten siz büyük bir söz söylüyorsunuz!” (İsra, 40)
“Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” (Kehf, 5)
Cahiliye mantığı, her dönemde hep aynıdır; meleklerin dişi olduğunu iddia etmekte ve onların (hâşâ) yüce Allah’ın kızları olduklarını söylemektedirler. Bugün de aynı cahili mantık devam etmekte ve meleklerin dişi oldukları kimi insanlarca iddia edilmekte ve bu kişilerce kız çocuklarına “Melek” ismi verilmektedir. Yine aynı cahili mantık, erkek çocuklarını kız çocuklarından daha çok sevmektedir. Her ikisi de evlat oldukları halde kızlar, adeta eski cahiliyede olduğu gibi horlanmakta ve birçok yerde dışlanmakta ve mirastan mahrum bırakılmaktadır.
“Rahmân'ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışlarına mı şahit oldular? (Bu yalan)şahitlikleri yazılacak ve sorulacaklardır.” (Zuhruf, 19)
“Şimdi onlara sor: Rabbine kızlar, onlara da oğlanlar mı? Yoksa biz melekleri, onların gözleri önünde dişi mi yarattık (ki böyle söylüyorlar)?” (Saffat, 149-150)
Hangi konuda olursa olsun, Tevhidi esasları çarpıtanlar, Kur’ani kavramları değiştirenler ve kendi kuruntularına göre bir din anlayışına sahip olanlar, hoşlanmadıkları bir şeyi yüce Allah’a veriyorlar, hoşlandıkları bir şeyi de kendileri alıyorlar. Onlar, tıpkı melekleri dişi kabul edip kızları Allah’a, erkekleri kendilerine alanlar gibi delilsiz iddialarda bulunuyorlar.
“Kendilerinin hoşlanmadıkları şeyi Allah'a veriyorlar, üstelik de dilleri, ‘En güzel sonuç, kendilerinin olacak’ diye yalan söylüyor. Onlara mutlaka ateş vardır ve onlar ona sürüleceklerdir!” (Nahl, 62)
Müşriklerin, Kur’ani bir delile dayanmadan iddia ettikleri her şey, ya tamamen kendi zan ve kuruntularına ya da atalarından devraldıkları geleneksel kültür artıklarına dayanmaktadır. Onların yanlarından uydurdukları her şey yalanlardan başka bir şey değildir. Nitekim günümüzde de aynı zanni iddialar devam etmekte, yüce Allah’ın Kitabında bulunmayan iddialar din adına ortaya konulmakta ve inanılmaktadır.
23- Onlar, sizin ve babalarınızın, (ilah) diye isimlendirdiğiniz (uyduruk) isimlerden başka bir şey değildir. Allâh, onlara hiçbir güç (delil) indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerin hevesine uyuyorlar. Oysa kendilerine, Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
Tevhid şirk mücadelesinin hemen her döneminde, din adamı ve âlim oldukları iddia edilen kimselerin sözleri, doğru ve yüce Allah’ın dininden olduğu sanılarak kabul edilmiş, ilahi mesajın dışında ve Tevhidi esaslara aykırı bir din anlayışı ortaya çıkmıştır. Din adamı ve âlim oldukları sanılan bazı kimseler, ya yüce Allah’ın indirdiği dinde olmayan şeyleri İslâm’danmış gibi göstermişler ya da ilahi mesajın kavramları değiştirilerek insanlara doğru diye anlatılmıştır.
Âlim oldukları iddia edilen belamların, kendi yanlarından uydurdukları ve Hakkı batıla bulayarak çarpıttıkları konulardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz. Kutsal gecelerin uydurulması, Kadir gecesinin Ramazan’ın 27. gecesinde olduğu yalanı, vitir (gece Teheccüt) namazının üç rekât olduğu ve yatsı namazının hemen arkasında kılınacağı iddiası aslı olmayan uydurulmuş yalanlardır. Allah'ın indirdiği ilahi mesajı reddedip kendisi hüküm koyan tağutun şeytan olduğunun iddia edilmesi, şefaat kavramının çarpıtılması, günahkârların, cehennemde geçici bir süre kaldıktan sonra cennete girecekleri de tamamen Kur’ani kavramların çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
24- Yoksa insan, her arzu ettiğine sâhip mi olacaktır?
Yüce Allah’ın insanlara gönderdiği Tevhidi esaslar doğrultusunda yaşamak istemeyen, ilahi mesajın kendilerinden istediği İslâmi mücadele metodunu beğenmeyen müşrikler, ilahi mesajı kendi anlayışlarına ve zanlarına göre değiştirerek kendi kuruntularından oluşan ve hoşlanacakları bir din anlayışı ortaya çıkarıyorlar.
Cahiliye şirk mantığına mensup kimseler, dünyada istedikleri gibi bir din anlayışına sahip oldukları gibi ahiret hakkında da istedikleri yalanları söylemekten çekinmiyorlar. Günümüz belamlarının destekleriyle yüce Allah’ın indirdiği ilahi mesajı bir kenara bırakan kimseler, ahiret hayatını da kendilerine göre düzenlemektedirler. Oysa dünya hayatında kuralları yüce Allah (cc) koyduğu gibi ahiret hayatındaki kuralları O koyar ve her şey, O’nun belirlediği kurallara göre sonuçlanır. Çünkü her iki dünya da yalnızca yüce Allah'ındır
25- Son da ilk de (âhiret de, dünyâ da) Allâh'ındır.
Dünya ve ahiret kendisinin olan yüce Allah (cc), her iki dünyada neler yapılacağını, kullarına yaptıklarına karşılık nasıl bir ceza ya da mükâfat vereceğini, kimleri bağışlayıp kimleri bağışlamayacağını en iyi O belirler. Yüce Allah (cc), her iki dünya için koyduğu kuralları ve vaat ettiği her şeyi yüce Kitabı’nda belirtmiş ve “Allah verdiği sözden dönmez” (Al-i İmran, 9) buyurarak kullarına güvence vermiştir.
Yüce Allah’ın koyduğu kurallardan hoşlanmayan her dönemin Samiri soylu belamları, konulan ilahi kuralları kendi zanlarınca değiştirmişler, uydurdukları yalan ve iftiraları, yüce Allah’ın indirdiği ilahi kurallardanmış gibi insanlara anlatmışlardır.
“Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp az bir paraya satmak için, ‘Bu Allâh katındandır’ derler! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara, 79)
“Onlardan bir grup var ki, Kitapta olmayan bir şeyi, siz Kitaptan sanasınız diye dillerini Kitapla eğip bükerler ve: ‘O, Allâh katındandır’ derler. Oysa o, Allâh katından değildir. Bilerek Allah'a karşı yalan söylerler.” (Al-i İmran, 78)
Belamların, Allah’ın dini hakkında uydurdukları yalanlardan, kendi zan ve kuruntularından oluşturdukları din anlayışı, yüce Allah’ın gönderdiği Hak din ile taban tabana zıttır. Cehennemin sürekliliğinin geçici gösterilmesi, yüce Allah’ın büyük günahların bağışlanmayacağı hükmüne rağmen, her günahın bağışlayacağının ve kimi insanların ve peygamberlerin büyük günahları bağışlayacağının iddia edilmesi hep zan ve kuruntulardan oluşan din anlayışının yalan ve uydurmalarıdır. Yüce Allah bu yalancıları yalanlamakta ve zan ile hareket ettiklerini bildirmektedir.
26- Göklerde nice melek var ki onların şefâati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allâh'ın dilediği ve râzı olduğu kimseye izin verdikten (bağışladıktan) sonra olsun.
Şefaat: Yüce Allah’ın insanlara bildirdiği hükümler içerisinde zanna yer yoktur ve Kur'an’da her şey bir delile dayandırılmıştır. Yüce Allah (cc), kullarına ne vaat etmişse hepsini Kur'an’da belirtmiş ve kullarının bundan sorumlu olduklarını defaatle bildirmiştir. Kur'an’da, insanların iddia ettikleri gibi kurtarma operasyonu anlamında bir şefaat sözkonusu değildir. Yüce Allah (cc), kullarını nasıl bağışlayacağını çok açık bir şekilde bildirmiş, bu açıkça belirtilen hususlar dışında bir bağışlanmanın olamayacağını haber vermiştir. Şefaat konusu ile ilgili daha geniş bilgi için, Şefaat (Kurtarma operasyonu) başlıklı yazımıza bakılabilir.
İman da, iman edilen esaslar doğrultusunda yaşamada, konuşma ve bir şeyi iddia etmede hiçbir şekilde zanna yer yoktur. İslâm’da her şey delile bağlıdır ve yüce Allah (cc), insanları indirdiği esaslardan hesaba çekeceğini bildirmiştir.
“Yer, Rabbinin nuru ile parlamış, Kitâp (ortaya) konmuş, peygamberler ve şahitler getirilmiş ve aralarında adâletle hükmedilmiştir. Onlara asla haksızlık edilmez.” (Zümer, 69)
“Her ümmetten bir şahit çıkarırız: ‘Delilinizi getirin’ deriz. Gerçeğin Allah’a âit olduğunu bilirler ve uydurdukları şeyler kendilerinden sapıp gider.” (Kasas, 75)
Kendi çarpık anlayışlarına göre şefaati çarpıtanlar, o gün bu çarpık düşüncelerini hangi delili ortaya sürerek savunacaklar. Şayet bir delil ortaya koymazlarsa ki koyamayacaklar, bu durumda o gün zan ile hareket ettikleri, yüce Allah’ın indirdiği esaslar doğrultusunda hareket etmedikleri ve Rasulullah (as)’a iftira ettikleri için şiddetli bir azap ile cezalandırılacaklardır.
27-28- Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur sadece zanna uyuyorlar; zan ise haktan hiçbir gerçek kazandırmaz.
Zan ile hareket etmek, yüce Allah’ın indirdiği esasları devre dışı bırakmak olduğu gibi aynı zamanda ahireti de inkâr etmektir. Çünkü zan ile hareket eden kimseler, yüce Allah’ın ahiret hayatı ile ilgili verdiği bilgileri tam tersine çevirerek kendi kuruntuları doğrultusunda yalanlara dayalı bir bilgi oluşturuyorlar.
İnsanların, Tevhidi esaslardan sapmalarına, şirke düşüp Rab’lerine isyan etmelerine neden olan zan ve kuruntu, ilahi mesajı net anlamaları ve Tevhidi esaslara yönelmeleri önünde en büyük engeli oluşturmuştur. İlahi hiçbir delili olmayan zanni düşünce ve davranışlar, ancak sahiplerini geçici olarak tatmin etmiştir.
Dünya hayatını gaye edinen kimseler, zanlarınca oluşturdukları din anlayışını esas alarak kendilerini aldatmakta ve böylece geçici de olsa kısmi olarak rahatlamaya çalışmaktadırlar. Ancak zanni bilgilere inanmak ve bu bilgiler doğrultusunda hareket etmek, hevayı ilah edinmektir.
“Hevasını ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi bekçi olacaksın?” (Furkan, 43)
Kendi hevalarını ya da önder edindikleri kimselerin istek ve arzularını veyahut beşeri sistemlerin kanun ve kurallarını şaşmaz ölçü kabul ederek onları ilah edinen kimseler, yüce Allah’a şirk koşmuş, Tevhidi esaslardan yüz çevirmişlerdir. Yüce Allah (cc), insanların kendi hevalarından oluşturdukları ve günümüzde demokrasi diye isimlendirilen sistemlerin ortaya koydukları kuralların sapıklık olduğunu, bu nedenle onlara uyulmamasını emretmektedir.
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uysan, seni Allâh'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (En’am, 116)
Zan ile yapılan her iş ve söylenen her söz, birçok kimse tarafından kabul edilse bile sapıklık ve saçmalıktır. Beşeri sistemler de, bazı insanların kendi zan ve kuruntularından çıkardıkları yasalardan meydana geldiği için hiçbir gerçekliği bulunmayan sistemlerdir. Bu sistemlere tabi olan kimseler, Hakka değil zan ve kuruntulara uyan kimselerdir.
“Onların çoğu, zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz. Muhakkak ki Allâh, onların ne yaptıklarını bilir.” (Yunus, 36)
“İyi bil ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allâh'ındır. Allah'tan başkasına davet edenler, (Allah’a) ortak koştuklarından başkasına uymuyorlar, onlar sadece zanna uyuyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (Yunus, 6)
Özellikle günümüzdeki İslamcı müşriklerin demokratik küfür sistemlerine ve bu sistemlerin izinleri ile oluşturulan şirk yuvaları vakıf, dernek ve parti gibi kurumlara yaptıkları çağrı, yüce Allah (cc) indinde hiçbir değeri bulunmayan, şirk ve küfür ve saçmalık olan bir çağrıdır. Bu nedenle yüce Allah (cc) Müslümanlardan, zanlarını ilah edinen bu sistemlerden yüz çevirmelerini istemektedir.
29- Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünyâ hayâtından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir.
Yüce Allah'tan, O’nun indirdiği Tevhidi esaslardan yüz çevirenler, Rab’lerine isyan etmiş, tuğyan etmiş ve tağut olmuşlardır. Bu nedenle imanın ilk şartı tağut olan kimseleri reddedip onları inkâr etmektir.
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
Müslümanlar, yüce Allah'tan ve O’nun indirdiği Tevhidi esaslardan yüz çevirenlerden mutlaka yüz çevirmeli, onları dost edinmemelidirler. Rab’lerine tuğyan edip asi olanlardan yüz çevirmek, bir iman ve samimiyet tavrıdır.
“Ey inananlar, eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli tanırsa işte zalimler onlardır.” (Tevbe, 23)
Müslümanlar, Kur’ani hiçbir delile dayanmayan, kişilerin heva ve arzularından çıkarılan yasalarla kurulan beşeri sistemlerden ve bu sistemlerin izni ile kurulmuş şirk ve küfür yuvaları olan parti, dernek ve vakıflardan yüz çevirmeli, onlara hiçbir şekilde meyletmemelidirler. Çünkü aksine bir davranış, kişinin ateşe girmesine nedendir.
“Sakın zulmedenlere dayanmayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım edilmez.” (Hud, 113)
Beşeri sistemlere ve onların izin verdikleri şirk ve küfür yuvalarına meyletmek, o kurumlarda yapılan konuşmaları dinlemek kişinin azaba girmesine neden olacaktır. Çünkü beşeri sistemler sapıklık oldukları gibi bu sistemlerin izin verdiği kurumlar da saçmalık ve sapıklıktır.
30- İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir.
“İşte onların erişebilecekleri bilgi budur” ilahi bir gerçeğe dayanmayan, heva ve hevesten uydurulan her söz, her düşünce ve bu düşüncelerden çıkarılan her kanun ya da verilen her hüküm eksik ve noksandır. Heva ve hevesten uydurulan her söz, her kanun dünya hayatı ile sınırlıdır. Bu nedenle insanlara bir gelecek vaat etmez.
Beşeri düşünceler ve bu düşüncelerin ürünü olan yasalar, yalnızca dünya hayatı ile sınırlı, eksik ve noksan oldukları için doğru ve yanlışı belirleyemezler. Çünkü bu yasalar, kendileri yanlış ve sapıktırlar. Bu nedenle de bunların doğruyu belirlemesi, Allah yoluna iletmesi, insanlara huzur ve mutluluk vermesi mümkün değildir.
Beşeri yasalar, insanları yüce Allah’ın yoluna iletmedikleri gibi tam aksine bu yasaları kabul etmek ve onaylamak insanı yüce Allah’a isyana sürükler ve şirke sokar.
“Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir.” Yüce Allah (cc), doğru ve yanlış olanı belirlemiş, insanların buna göre hareket etmelerini istemiştir. Yüce Allah (cc), Hakkı ve batılı açıklamış, insanların neyi, nasıl, neye göre ve ne şekilde yapacaklarını, neyi kabul edip neyi reddedeceklerini ve nasıl hareket edeceklerini bildirmiş, doğru ve yanlış olanı ortaya koymuştur.
Doğru ve yanlışın ölçüsü bellidir; Kelime-i Tevhidde de belirtildiği üzere tağutun reddedilmesi ve sağlam Tevhid kulpuna yapışılmasıdır. Tağutun reddedilmemesi ise yanlış üzerinde bulunulması ve sapıklıktır. Nitekim yüce Allah (cc), bütün toplumlara bu ölçüyü bildirmiş, doğru ve yanlış üzerinde bulunanları buna göre belirlemiştir.
“Andolsun biz, her millet içinde: "Allah'a kulluk edin, şeytân(a tapmak)dan kaçının" diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)
Doğru ve yanlışın ölçüsünü yalnızca yüce Allah (cc) koymuş ve bunu Kur'an'da açıkça belirmiştir. Kur’ani esaslara, Tevhidi ilkelere uygun hareket edenler doğru yoldadırlar. Bunun dışında yol ve yöntem koyanlar ve bu Kur'an dışı yol ve yönteme tabi olanlar ise, yanlış üzerinde bulundukları için sapıklık ve dalalet içerisindedirler.
“Şüphesiz Rabb’in, kimin kendi yolundan saptığını ve kimlerin yolda olduğunu en iyi bilen O'dur.”
Kimin doğru yolda olduğu, kimin de saptığı Kur'an’a bakıldığında çok açık bir şekilde görülecektir. Doğru yolda olduklarını zannedenler, Kur’ani hükümleri kendi düşünce, söz ve davranışları ile karşılaştırdıklarında ne kadar doğru ya da yanlış üzerinde bulunduklarını göreceklerdir.
Müslümanlar, doğru yol üzerinde bulunmanın ancak Kur'an'ı ahlak edinmekten geçtiğini bilirler ve davranışlarını bu ilahi esaslara uygun bir şekilde düzenlerler. İşte ancak bu durumda doğru yol üzerinde bulunulacak, bu esastan sapıldığı sürece de yanlış yol edinilecektir.
Bu bölümün başındaki ceza ve mükâfat verme ifadesi ile bölümün sonundaki ayetlerde belirtilen çalışmaların karşılığının tastamam verileceği ve dönüşün mü’minlerin Rabb’ine olacağı ifadeleri, hem bölümdeki bütünlüğü ortaya koymakta, hem de mü’minlerin, Rab’lerine döneceklerinin bilincinde olarak büyük günahlardan kaçınarak salih ameller işlemeleri gerektiği belirtilmektedir.
31- “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır ki, kötülük edenleri cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın.”
Meliklik, Ulûhiyet ve Rububiyet kendisinin olan yüce Allah (cc), bu sıfatları gereği, “Göklerde ve yerde bulunan her şeyin” Kendisine ait olduğunu bildirmektedir. O halde, hiçbir şeye sahip olmayan, kendileri yaratılmış, doğurulmuş ya da doğurmuş olan ve hiçbir güçleri ve gerçeklikleri bulunmayan kimseler nasıl ilah olabilir ve insanlara hükmedebilirler.
Mülk kiminse, egemenlik de onundur; bu ayette, göklerde ve yerde bulunan her şeyin yüce Allah’a ait olduğu gerçeği belirtilerek egemenliğin, melikliğin ve ulûhiyetin yalnızca O’na ait olduğu vurgulanmaktadır. Yüce Allah’ın melik sıfatını belirten “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır” hükmü, egemenlik ve aidiyet ifadesini ortaya koymaktadır.
“Kötülük edenleri cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın.” hükmü, yüce Allah’ın ulûhiyet sıfatını belirtilmekte ve bu sıfatın gereği olarak O’nun insanları, yaptıkları amellere göre cezalandırıp mükâfatlandırdığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu mükâfat ve cezaların nasıl verileceği ise devam eden ayetlerde belirtilmektedir.
“Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasule karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası! (Nisa, 115)
Mü’minlerin, yüce Allah’ın kendilerine vadettiği güzel mükâfatlara ulaşabilmeleri ancak büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınmaları ve buna paralel olarak salih amel işlemeleri ile mümkündür.
Her şeyi egemenliği altında tutan yüce Allah (cc), kullarına yaptıklarının karşılığını tastamam vereceğini bildirmektedir. Bu nedenle insanlar ve özellikle de Müslümanlar, söz ve davranışlarına dikkat etmeli, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınmalıdırlar.
32- O (mü’mi)nler ki, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; ancak kimi küçük günahlar hariç. Muhakkak ki Rabb’inin mağfireti geniştir. O, sizi daha iyi bilir; gerek arzdan inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında cenin olduğunuz zaman (sizi bilir). Öyleyse nefsinizi temize çıkarmayın. O korunanı daha iyi bilir.
Beşer olarak mü’minler eksik ve hatalıdırlar; bu nedenle kimi küçük günahları, ellerinde olmayarak işleyebilirler. Yüce Allah (cc), büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınılması halinde, küçük hataları bağışlayacağını bildirmektedir. Çünkü yüce Allah (cc) mü’min kullarına karşı bağışlayıcıdır.
İnsanlardan bazılarının, zanlarından uydurdukları ve kendileri açısından bir kurtuluş olarak görüp sığındıkları şefaat kavramı, surenin 19. ayetinde reddedilmiş, şefaatin müşriklerin uydurduğu şekilde olamayacağı bildirilmişti. Bu ayette, iman edenlerin şefaatle değil, yüce Allah’ın geniş mağfireti ile bağışlanacakları anlatılıyor. Ancak bunun için büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınılması gerektiği özellikle belirtiliyor.
Çirkin işler, Lut (as) kavminin yaptığı iğrenç fiiller ve benzerleridir. Büyük günahlar ve çirkin işler; mü’minlik sıfatı ile bağdaşmayan, mü’minlere yakışmayan iki kötü fiildir. Bu nedenle mü’minler, mü’min sıfatını taşıdıkları ve Müslüman olduklarını söyledikleri sürece bu iki fiilden kaçınmak zorundadırlar; aksi halde mü’minlik sıfatından ve Müslüman olmaktan uzaklaşır başka sıfatlar taşırlar.
Büyük günahlar, Kur’an’ı Kerim’de belirtildiği üzere, yüce Allah’a şirk koşmak, haksız yere bir canı öldürmek, tağuta ve tağuti sistemlere itaat etmek, zina yapmak, faizle iştigal etmek, Allah’a ve Rasulüne iftira etmek, Allah ve Rasulünün arasını ayırıp Rasulü inkâr etmek, rasullerden bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek, iman edilen esaslar doğrultusunda yaşamamak ya da bu esaslardan sıkıntı duymak, Hakkı batıla bulandırıp Tevhidi gerçekleri gizlemek, az bir değer karşılığında Allah’ın ayetlerini istismar edip çarpıtmak, dünyevi değerleri Allah ve Rasulünden ve O’nun yolunda cihat etmekten üstün tutmak ve insanın kendi nefsini övüp yüceltmektir. Bu sayılan günahları işleyenlerin, o günahları işledikten hemen sonra hemen tevbe etmeleri, tevbe etmeden ölmeleri halinde kesinlikle bağışlanmayacaklarını bildirilmektedir.
Şirk, yüce Allah’ın yanında başka kimseleri güç ve otorite sahibi bilmek, yüce Allah’ın ulûhiyet, rububiyet ve meliklik sıfatlarına başkalarını ortak etmek, O’na ait olan sıfatlardan bir ya da birkaçının başkalarında da olabileceğine inanmak, tağutu reddetmemek, yüce Allah’ın hükümleri ile beraber beşeri hükümleri de kabul etmek, yüce Allah’tan başkasını O’nu sever gibi sevmek ya da O’ndan korkulduğu kadar başkalarından korkmak ve mü’minlerin tabi oldukları kanunları/yolları bırakıp başka yollara/kanunlara uymaktır.
“Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Elçi'ye karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa, 115)
Yüce Allah'ın koyduğu kanunların dışında beşeri kanunları kabul etmek, onaylamak ve iyi olabileceğini düşünüp söylemek, tağutu ilah edinmek olduğundan şirktir.
“O (mü’mi)nler ki, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar” Mü’minler, hiçbir şekilde büyük günah işlemezler, çirkin işler yapmazlar. Onlar, hayatlarını iman ettikleri vahyi esaslara ve peygamberi örnekliğe uygun bir şekilde düzenlemeye çalışırlar. Ancak şu bir gerçektir ki, mü’minler de sonuçta beşerdirler; bu nedenle yukarıda belirtilen büyük günahlar dışında kimi hatalar, küçük günahlar işlemeleri söz konusu olabilir. Bu durumda, yüce Allah (cc) bağışlayacağını bildirmektedir.
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.” (Nisa, 31)
Büyük günahlardan kaçınmak, Müslüman olmanın ve mü’min kalabilmenin şartıdır. Bunun için mü’minler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar. Mü’minler, hayatlarının her safhasında, onurlu bir kişilik kuşanırlar, Müslümanca bir tavır takınırlar. İşte bu nedenle yüce Allah (cc), mü’minleri övmektedir.
“Onlar, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman affederler. Rab’lerinin çağrısına icabet ederler, namazı kılarlar. İşleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Şura, 37-38)
Ayette belirtilen bu hasletlere sahip olan mü’minlerin, kimi küçük günah ve hatalar işlemeleri halinde yüce Allah (cc), onların bu günah ve hatalarını bağışlayacak ve onları güzel bir yere, cennetlere sokacaktır.
“O (mü’mi)nler ki, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; ancak kimi küçük günahlar hariç.” Mü’minlerin, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınmaları onlara küçük günah işlemeleri için ruhsat vermez. Ayette belirtilen husus, mü’minlerin, ellerinde olmadan kimi hatalar yapmaları ve küçük günahlar işlemeleridir. Bir mü’min, yüce Allah’ın ayetlerine teslim olduğu sürece zaten bilerek günah işlemez.
“O, sizi daha iyi bilir; gerek yerden inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında cenin halinde olduğunuz zaman! Öyleyse kendinizi temize çıkarmayın. O, muttakileri daha iyi bilir.” Kuşkusuz yüce Allah (cc) kullarının gizli ve açık her hallerini, her düşünce ve sözlerini bilir. Bu nedenle de onların beşeri zafiyetlerini, eksik ve noksan olduklarını bilir.
Yüce Allah'ın her hallerini bildiği kimselerin, kendilerini övüp yüceltmeleri, yapmadıkları şeylerle övünüp böbürlenmeleri ve diğer insanlar üzerinde üstünlük taslamaları kendilerini aldatmalarından başka bir şey değildir.
Yüce Allah (cc)’ın, her hallerini bildiği kimseler, kıyamet günü O’nun huzurunda da kendilerini temize çıkarmaya çalışacaklar. Oysa onlar, dünya hayatlarında, böbürlenip kibirlenmişler, Tevhidi esaslara uymadan kendi hevalarından hareket etmişler ve hevalarını ilah edinmişlerdi.
“Allâh onların hepsini tekrar dirilttiği gün, dünyâda size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey(doğru yol) üzerinde bulunduklarını, sanacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancılardır.” (Mücadele, 18)
“Öyleyse nefsinizi temize çıkarmayın. O korunanı daha iyi bilir.” Tevhidi esasları bırakıp kendi hevalarını ilahlaştıran bazı kimseler yanında insanlardan bazıları da, kimi zaman şeytanın da vesvesesi ile kendilerini doğru yolda sanır, tertemiz ve günahsız olarak düşünür, hata ve kusurlardan uzak olduğunu zannederler. Kimileri de, yaptıkları bazı ufak tefek amelleri, çok şeyler yapmış gibi değerlendirerek övünür ya da hiçbir şey yapmadıkları halde, çok şeyler yapmışlar gibi böbürlenirler. Kur’an’ı Kerim’de, değinilen ve hoş karşılanmayan bu iki tavır, açıkça kınanmaktadır. Yüce Allah (cc) mü’minlerin bu iki olumsuz tavırdan kaçınmaları için uyarmaktadır.
Yüce Allah (cc) insanların düşündükleri, söyledikleri ve yaptıkları her şeyi, gizli ya da açık her hallerini bilmektedir. Çünkü insanı yerden yaratan ve annelerinin karınlarında onları yaratıp biçimlendiren, ona can verip onu bilgilendiren, ona düşünme yeteneği, hissedecek kalp ve duyguları veren O’dur.
Bütün bu bildirilen gerçeklere rağmen bazı kimseler, Rab’lerinin kendilerini bilmediğini sanarak hareket ediyor ve kendilerini temize çıkarmaya çalışıyorlar. Onlar, kendi zanlarınca fiillerle doğru hareket ettiklerini sanıyor ve böylece Rab’lerini razı edeceklerini düşünüyorlar.
“O (şeyta)nlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar, doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 37)
Vahyi esaslara dayanmayan her düşünce, Peygamberi örnekliğe uymayan her tavır ve hareket, her yol ve yöntem, her dua ve ibadet batıl ve yanlıştır. Batıl ve yanlış fiiller işleyen her insan, yanlış yoldadır. İslam nokta-i nazarında doğru fiiller ancak yüce Allah’ın Kur’an’da bildirdiği esaslar ve Peygamber (as)’ın ortaya koyduğu ve vahyi esasları açıklayan örnek davranışlardır. Bu nedenle her mü’min, düşünce, söz ve hareketlerini, mutlaka Kur’an’a ve Peygamberi örnekliğe uygun bir şekilde ortaya koymalıdır.
Kur’an ve Peygamberi örnekliğe aykırı hareket eden bir kimsenin, iyi niyet, zan ve kuruntularla kendisini doğru yolda sanması apaçık bir aldatmacadır. İyi niyetin, zan ve kuruntuların, yüce Allah (cc) yanında hiçbir değeri yoktur.
İnsan için ikinci bir yanılgı ve olumsuz tavır, kuruntu ve kibir dolu tavırlarla övünüp böbürlenmektir ki bu, çok çirkin bir davranıştır. İnsan kendi kendisini övüp yüceltmeye çalışmamalı, yaptığı salih amellerle ve gösterdiği sadakat ve teslimiyetle Rabb’i onu yüceltip övmeli, İslami ve ahlaki davranışlarıyla çevresi onu takdir etmelidir.
İnsanın kendini övmesi bir fazilet ve yücelik değil, tam aksine kibir ve azgınlık, seviyesizlik ve küçüklüktür. Kibir ve gurur içinde nefislerini yüceltmeye çalışanları yüce Allah (cc) acı bir azapla müjdelemektedir.
“O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeye sevenlerin, azaptan kurtulacaklarını sanma; onlar için acı bir azap vardır.” (Al-i İmran, 188)
“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yine ona iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve umursamaz oldular.” (A’raf, 146)
Kibir ve böbürlenmek, acizliğin gizlenmesi, yapılmayan şeylerin yapılmış gösterilmesidir ki bu, insanları kandırmak ve yalan söylemektir. Bu nedenle yüce Allah (cc) mü’minleri bu tür tutum ve davranışlardan sakındırmakta ve yapmadıkları ya da yapmayacakları şeyleri söylememelerini istemektedir.
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah katında en büyük şeydir.” (Saf, 2-3)
Mü’minler, sorumluluk duygusu içerisinde hareket ederler ve yapmadıkları ya da yapmayacakları şeylerle övünmedikleri gibi yaptıkları işlerle de övünmezler. Yapılmayan ya da yapılmayacak şeylerin söylenmesi kişiyi, ancak münafık sıfatlı yapar. Bu nedenle akleden ve Rab’lerinin her hallerini bildiği bilincinde olan mü’minler, hiçbir zaman münafıkça bir tavır içerisine giremezler.
Mü’minler, vahyi esaslar doğrultusunda hareket ederler ve yaşamlarını ona göre düzenlerler, bu yaşantılarını ve Allah yolundaki salih amellerini kendilerine ölüm gelinceye kadar sürdürürler. Ancak iman etmenin hazzına ulaşmayanlar, vahyi esasları tam kavramayanlar ve yüce Allah’a bir kenarından ibadet edenler, hem yaşamlarını vahyi esaslara göre düzenlemezler, hem de yaptıkları salih amelleri sürekli yapmayıp bırakırlar.
33-34- Gördün mü şu adamı ki arkasını döndü; azıcık verdi, gerisini elinde sıkıca tuttu?
İman, Tevhidi esaslara davet ve İslâmi hükümler doğrultusunda yapılan ibadetler ve salih ameller süreklilik gerektirir. İbadet ve salih amellerde sürekliliğin olmaması, bir samimiyetsizliğin, hoşnutsuzluğun ve gereği gibi iman etmemenin ifadesidir. Böyle yapan kimseler, iman iddialarında samimi olmayan ve inandıklarını iddia ettikleri esaslardan da yüzçeviren mürtetlerdir.
Tevhidi esaslara davetin, ibadet ve salih amellerin sürekli olmayışı, İslâmi esaslardan hoşnutsuzluğun ve samimiyetsizliğin göstergesi, gereği gibi iman etmemenin ifadesidir. Oysa gerçek bir iman ve bu imanda samimiyet sürekliliği gerektirir ki, iman edenler bu şekilde hareket ederler. Çünkü yüce Allah (cc) mü’minlerden böyle yapmalarını istemektedir.
“Sen Rabb’ini hamd ile tembih et ve secde edenlerden ol ve sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et.” (Hicr, 98-99)
“(O Allah), göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunanların Rabb’idir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun?” (Meryem, 65)
Tevhidi esaslara davetin, ibadet ve salih amellerde sürekliliğin olmamasının, azıcık infak edip sonra devamını yapmamanın bir diğer önemli nedeni de bu kimselerin, kendi çarpık düşüncelerinden ürettikleri ve tamamen zanna dayanan din anlayışı, geleneksel kültürel edinimler ve sonradan ortaya çıkan bid’at ve hurafelerdir. Kur'an, bu kimseleri şöyle tanımlamaktadır.
“Onların ardından, yerlerine geçip Kitaba vâris olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu alçak(dünyân)ın menfaatini alıyorlar: ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız’ diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Allâh hakkında, gerçekten başkasını, söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap misakı alınmamış mıydı ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Âhiret yurdu, korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz?” (A’raf, 169)
Nasıl olsa bağışlanacakları mantığına sahip olan kimseler, Rab’lerine karşı sorumluluklarını gereği gibi yerine getirmez, kendilerince çarpık bir din oluştururlar. Bu çarpık ve kültürel din anlayışındaki düşüncelerin başında şefaat kavramının çarpıtılması, cehennemde belli bir süre yandıktan sonra çıkılacağı ve cennete girileceği düşüncesi ile yüce Allah’ın rahmetinin yanlış algılanması ve istismar edilmesi gelmektedir. Yüce Allah (cc), bu iddia sahiplerini yalanlamakta ve onlara doğruları bildirmektedir.
“Bir de dediler ki: ‘Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır.’ De ki: ‘Allah'tan bir söz mü aldınız. şâyet öyle ise Allâh verdiği sözden dönmez yoksa Allâh hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?’
Evet, kim bir günâh kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara, 80-81)
Kur’an-ı Kerim’de açıkça reddedilen bu bozuk anlayışlara sahip olan kimseler, yüce Allah’ın indirdiği esaslardan hareketle değil, kendi arzularından hareketle yüce Allah’ı razı edeceklerini sanıyorlar. Oysa bu zanni düşünceler, şeytan (aleyhillane)nin vesveselerinden ve aldatmalarından başka bir şey değildir.
“Ey insanlar, Allâh'ın vaadi gerçektir; sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allâh ile aldatmasın.” (Fatır, 5)
Şeytan (aleyhillane)nin vesveselerinden ve kendi sakat düşüncelerinden hareket eden kimseler, yaptıkları her türlü hayır ve ibadetlerini de kendi zanlarınca belirledikleri ölçülere göre yapıyorlar.
“Azıcık verdi, gerisini elinde sıkıca tuttu?” yüce Allah’ın buyrukları doğrultusunda yapılan her ibadet gibi, infak da sürekli olmalıdır. Bazı kimseler, azıcık vermekle hayır yaptıklarını ve yüce Allah’ı razı ettiklerini zannederler. Oysa yüce Allah (cc) kullarından, işledikleri salih amelleri sürekli yapmalarını istemektedir.
İnfak etmek, tıpkı namaz kılmak, oruç tutmak gibi sürekli olması gereken bir ibadettir. İbadetlerde süreklilik esastır; sürekli olmayan ibadetler, yüce Allah (cc) indinde hiç yapılmamış gibi değerlendirilmektedir.
“İnsanlardan kimi de Allah'a bir kenardan, ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzûra kavuşur ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner. O, dünyâyı da, âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur.” (Hac, 11)
İnfak ibadetini sürekli yapmamanın, azıcık verip sonra devamını vermemenin nedeni bencillik, egoistlik ve cimriliktir. Cimri kimseler, dünyayı da ahireti de kaybetmiş, ziyana uğramış kimselerdir. Bu kimseler, dünya hayatlarında insanların sevgi ve saygısını, ahiret hayatında da Rab’lerinin rızasını ve O’nun vereceği mükâfatları kaybetmişlerdir.
Cimrilik; Şeytan (aleyhillanen)ın vasfıdır ve şeytan, insanların da cimrilik yapmalarını ister. Bu nedenle onlara sürekli olarak vesvese verir, onları, infak etmeleri durumunda, fakirlikle korkutur.
“Şeytân sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allâh ise size kendi tarafından bağışlama ve lütuf vadediyor. Şüphesiz Allâh(ın lütfu) geniştir, (O) bilendir.” (Bakara, 268)
Cömertlik, yüce Allah (cc) tarafından ne kadar övülmüş ve infak edenler, Muhsinler olarak ne kadar övülüp yüceltilmişlerse, cimrilik ve cimrilik yapanlar da de o oranda kötülenmiş, aşağılanmışlardır. Yüce Allah’ın verdiği malı, O’nun bildirdiği şekilde infak etmeyenler, hem Rab’lerinin emrine karşı gelmiş hem de ilahi hükümleri tanımamışlardır.-
Kur'an, cimrilik edip infak etmeyenleri şiddetli bir şekilde kınamakta, bu kimseleri, malı ilah edinmekle vasıflandırmakta ve bunların ebediyen cehennemde olacaklarını bildirmektedir. Mal ve sermayeyi elde etmenin gayesi, yüce Allah’ı razı etmek olmalıdır. Bu gaye ile elde edilmeyen mal ve sermaye insanların azmasına, Rab’lerine isyan etmelerine neden olmuştur.
Mal ve sermayeleri ile azgınlaşan kimseler, azgınlaştıklarının farkında olmadan bir de Rab’leri yanında da itibar sahibi olduklarını zannetmektedirler.
“Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Şâyet Rabb’ime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç bulurum.” (Kehf, 36)
35- Gaybın bilgisi kendi yanında da o mu görüyor?
Şirkin mantığı hep aynıdır; dini kendilerine göre biçimlendirmek ve böylece yüce Allah’ı razı edeceklerini zannederek mutmain olmak. Öyle ki, sanki gaybın bilgisi kendi yanlarında da, yüce Allah’ın yanındaki durumlarını görüyormuş gibi kendilerinden emin bir şekilde hareket ederler.
“Gaybe mi çıkıp baktı, yoksa Rahman’ın huzurunda bir ahit mi aldı.” (Meryem, 78)
Yüce Allah’ın insanlara vaadi, Kur'an’da bildirdiği hükümlerdir. Bu indirilen esaslarda ne vaadedilmiş ise o doğrudur ve haktır. Ancak, yüce Allah’ın bildirdiği ilahi hakikatler doğrultusunda hareket edenler, iman, ibadet ve davet görevlerinde sürekli olanlar, Rablerinin vadettiği mükâfatlara ulaşabileceklerdir. Çünkü yüce Allah (cc) böyle vadetmiştir ve O, vaadinden dönmez.
“Rabb’imiz bize elçilerine vadettiğini ver, kıyamet günü bizi alçaltma. Çünkü sen verdiğin sözden caymazsın!” (Al-i İmran, 194)
“Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici değilim.” (Kaf, 29)
“(Bu) Allah’ın vaadidir. Allah, vaadinden dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 6)
Yüce Allah (cc), kullarına vadettiği şeyleri, insanlara gönderdiği ilahi mesajında açıkça bildirmiş ve bunlarda hiçbir değişiklik yapmamıştır. Bu nedenle, yüce Allah’ı razı etmek isteyenler, öncelikle yüce Allah’ın indirdiği esasları iyi bilmeleri gerekir. Bu esaslar, Sünnetullahta değişiklik olmaz ilkesi gereği değişmeden günümüze kadar gelmiştir.
36-37- Yoksa kendilerine haber mi verilmedi Musa’nın ve çok vefalı İbrahim’in sahifelerinde.
Sünnetullahta değişiklik olmaz; yüce Allah (cc) kendisine nasıl iman edileceği, kullarından nasıl razı olacağı, insanların kulluk görevlerinin neler olacağı hususunda indirdiği vahyi esaslar her dönemde hep aynı olmuştur. Çünkü insanların yaradılış gayeleri, yaradılıştaki temel maddeleri hep aynıdır. Bu durum, insanın yaradılış mayası değişmedikçe de değişmeyecektir.
“Elbette ki o (değişmeyen esaslar), öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şuara, 196)
“Elbette ki, bu (hükümler) ilk sahifelerde de vardır: İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde.” (A’la, 18-19)
İnsan için ilk sahifelerde varolan ilahi buyruklar, verilen sorumluluk ve görevler, son sahifeler olan Kur’an’da da vardır. Bu nedenle, ilk sahifelerden sorumlu olanlar, bu görev ve sorumluluklarını nasıl yerine getirmişlerse, Kur’an’ı kabul eden kimseler de aynı şekilde hareket etmeli, sorumluluklarının bilincinde kulluk görevlerini idrak ederek hareket etmelidirler.
Yüce Allah’ın kullarından istediği şeyler hep aynıdır; bugün iman edenler, ancak kendilerinden önce Rab’lerini razı edenler gibi hareket etmeleri halinde O’nun rızasını, mağfiret ve rahmetini kazanmış olacaklardır.
Kimse Kimsenin Günah Yükünü Çekmez
İslâm’da iman etme bireysel olduğu gibi, işlenen günahların cezasını çekmek de bireyseldir. Bu nedenle hiç kimse başkasının yerine iman edemeyeceği gibi, hiç kimse de başkasının günah yükünü çekemez.
İman ve günah kişisel olduğu gibi, hayır işlemek de bireyseldir ve kişi, ancak kendi el ve emeğinin karşılığını görecektir. İnsanlar, kendi el ve emekleri ile yaptıkları işler ve hayırlar karşılığında sevap alacak ve Rab’lerini razı edebileceklerdir.
38-41- Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez ve elbette insana çalışmasından başka bir şey yoktur. Muhakkak ki, çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.
Sorumluluk bireyseldir ve kişi, ancak kendi sorumluluğunu yerine getirmekle mükelleftir. Hiç kimse, başkasının sorumluluğunu yüklenip yerine getiremeyeceği gibi, yine hiç kimse başkasının günahını yüklenemez. Herkes, kazandığı günahını yüklenecek ve ancak kendi günahının hesabını verecektir. Aynı şekilde, kimse kimsenin adına ibadet ve kulluk yapamayacağı gibi, hiç kimse de yaptığı bir hayır ve iyiliğin sevabını başkasının hesabına yazdıramaz. Bu, sorumluluğun bireyselliği ve yüce Allah (cc) indinde herkesin kendi hesabını vereceği gereği böyledir.
“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız size aittir; siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.” (Bakara, 134)
Bir kimse, işlediği bir suçun günahını başkasına yükleyemeyeceği ve başkası adına günah işleyemeyeceği gibi, kendi el ve emeği, kendi can ve malı ile yaptığı bir iyilik ve hayrın sevabını da başkasına transfer edemez. Yüce Allah (cc), hem işlenen suçun günahının başkalarına yüklenemeyeceğini, hem de yapılan bir iyilik ve hayrın sevabının başkalarına transfer edilemeyeceğini bildirmektedir.
“Öyle bir günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez, kimseden fidye de kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, bir taraftan da yardım görmezler.” (Bakara, 123)
“O gün dost dostundan bir şey savamaz ve onlara yardım da edilmez.” (Duhan, 41)
“Ey insanlar, Rabb’inizden korkun ve babanın çocuğundan ceza görmeyeceği, çocuğun da babasından ceza görmeyeceği bir günden çekinin, Allah’ın vaadi gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı sizi Allah hakkında aldatmasın.” (Lokman, 33)
İnsanlardan bazıları, işledikleri kimi suçların günahlarını genellikle, ana babalarına yüklerler ve kendilerini iyi bir insan olarak yetiştirmedikleri için onların suçlu olduklarını iddia ederler. Diğer bazı kimseler de işledikleri suçların sorumlusu olarak genellikle içinde bulundukları sosyal çevreyi ya da dost ve arkadaş çevresini görürler.
Yüce Allah (cc) “kimse kimsenin cezasını çekemez” buyurarak kıyamet gününde insanların, ancak kendi işledikleri suçların cezasını göreceklerini, “hiçbir günahkârın başkasının günahını çekmeyeceğini” bildirmiştir. Hatta en yakın akrabalar bile o gün birbirlerine yardım edemeyecek, “baba çocuğun, çocuk da babasının günahından sorulmayacaktır.”
“De ki: ‘Allâh, her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir; (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir." (En’am, 164)
Kıyamet gününde günah transferinin olamayacağı gerçeğine, “hiç kimsenin adına şefaatte bulunmayacağı ve fidyenin kabul edilmeyeceği” bildirimine rağmen, kimi insanlar, yüce Allah’ın üzerine iftira atarak, kıyamet gününde günah transferinin olacağını, aracı kimselerin, günahkâr insanların günahlarının bağışlanması için aracılık yapacaklarını iddia etmektedirler. Özellikle tasavvuf kesiminin bu konudaki iddiaları, yüce Allah’ın indirdiği esaslarla açıkça çelişmektedir.
Tasavvuf dinine göre bir kişi, iman etmese bile, zikreden tarikatçıları uzaktan seyretmesi halinde, kıyamet günü tarikatın şeyhi, o kişiyi Allah’tan isteyecek, yüce Allah (cc) da o imansız kimseyi cehenneme göndermeyip o şeyhe bağışlayacakmış!
Tasavvufçuların bu ve benzeri iddiaları, Kur'an gerçeğiyle çeliştiği gibi aynı zamanda hem yüce Allah’ın üzerine atılan bir iftira ve iman edip imanları doğrultusunda canlarını ve mallarını verenlere de hakarettir. Hesap görücü olan yüce Allah (cc), herkese ancak kendi çalışmalarının karşılığını vereceğini bildirmektedir.
“İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm, 39)
“Bugün her nefis kazandığının karşılığını görür. Bugün zulüm yoktur. Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min, 17)
İnsan, Kur’an gerçeğinden habersiz olunca, manevi hayatını başka sapık bilgilerle doldurur ve böylece İslâm dışı bambaşka bir din anlayışına sahip olur. Tasavvufun ve toplumun önüne çıkmış Samiri soylu belamların, ortaya attıkları İslâm dışı bid’at ve hurafeler, kendilerine tabii olanlar tarafından İslâm diniden zannedilmektedir. Bunun sonucunda onlar, İslâm dışı inan ve fiillere sahip olmaktadırlar.
Tasavvuf ve Samiri soylu belamlar, çevrelerine topladıkları cahil kimselerin, içerisinde bulundukları şirk ve küfrün farkına varmamaları için onları Kur’an’dan uzak tutmakta ve doğruyu yalnız kendilerinin söyledikleri anlayışını yaymaya çalışmaktadırlar.
Tasavvufu din edinenler, bütün yönleri ile Kur’an’a savaş açarak bağlılarını Kur’an’dan uzak tutmaktadırlar. Tasavvufu din edinenlere göre Kur’an, ancak okunup sevap kazanılacak bir kitaptır; bu nedenle hayatlarında Kur’an’a yer vermezler. Onlara göre Kur’an, belli bir ilme sahip olmayanlar tarafından da anlaşılmaz.
Samiri soylu belamlar ise, kendileri Kur’an okumakta ancak Kur’ani gerçekleri çarpıtarak bağlılarına anlatmaktadırlar. Kur’an’ı, o Samiri soylu belamın anlattıklarından ibaret zanneden bağlıları da, akıllarını hiç çalıştırma gereği duymadan, o belamlara inanmaktadırlar. Onlar, böylece yüce Allah'ın bildirdiği Tevhidi esaslardan habersiz kalmaktadırlar.
Hiç Kimse Başkası Adına Bir Şey Yapamaz
Günahların bireyselliği gibi, sevaplar da bireyseldir ve kişiden kişiye günah transferi yapılmadığı gibi, aynı şekilde sevap transferi de yapılmayacaktır. Herkes, yaptığı salih amellerin karşılığını bizzat görecek ve herkes kazandığı sevabın karşılığında ve yüce Allah’ın rahmetine kavuşacak ve O’nun vereceği mükâfatını alacaktır.
Sevap transferinin olacağı iddiası, tıpkı günah transferi iddiası gibi asılsız ve Kur’ani gerçeklerle çelişmektedir. Yüce Allah (cc), birçok ayette bildirdiği üzere, herkes yaptıklarının karşılığını görecektir.
“Her birinin yaptıkları işlerden dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir; kendilerine hiç haksızlık yapılmaz.” (Ahkaf, 19)
“O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de…” (Al-i. İmran, 30)
“Herkese yaptığının karşılığı tam verildi. O, onların yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zümer, 70)
Dünya hayatında bir kimse, salih bir evlat yetiştirmiş, insanların faydalanacağı hayırlı eserler yapmış ise, bu kimse yaptıklarının karşılığını tam olarak alacaktır. Bu kimsenin yetiştirdiği salih olan evlat da yaptığı her hayırlı işin sevabını ancak kendisi alacak, bırakılan hayırlı eserleri işletenler de kendi yararlarına işleteceklerdir. Yüce Allah (cc) her şeyi yazıp kaydetmektedir.
“Biziz, biz ki, ölüleri diriltiriz ve öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Zaten biz, her şeyi apaçık bir kütüğe ayrıntılı olarak kaydetmişizdir.” (Yasin, 12)
Yüce Allah (cc), yapılan her hayırlı işi en iyi bir şekilde ve bütün ayrıntıları ile kaydetmekte o işin karşılığını da o iş yapıldığı anda sahibine vermekte, hiçbir şeyi tehir etmemektedir.
Amel Defterleri Kıyamete Kadar Açık Kalacak Mı?
Kur’an gerçeğinden habersiz olan insanlar arasında, yaygın olan yanlış bir anlayış bulunmaktadır. Bu kimselere göre, hayır yapan bir kimsenin amel defteri, o salih amelden insanlar istifade ettikleri sürece, amel defteri açık kalacak ve sevap yazılacaktır. Bu iddia, insanlar tarafından uydurulmuş, aslı olmayan kuru bir iddiadır. Yüce Allah'ı, taksitli sevap veriyor anlayışına sürükleyen bu iddia boş ve kuru bir iddiadır. Çünkü yüce Allah (cc), insanların kendi elleri ile yaptıkları hayırlara bir karşı yediyüz, hatta sınırsız bir şekilde karşılık vermektedir.
“Mallarını Allâh yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir tanenin durumu gibidir. Allâh dilediğine kat kat verir. Allâh(ın lutfu) geniştir, (O) bilendir.” (Bakara, 261)
“Kim bir kötülük yaparsa sadece onun kadar cezalanır, ama erkek ve kadından her kim iman ederek salih bir amel işlerse onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.”(Mü’min, 40)
“Allâh zerre kadar haksızlık etmez, zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 40)
Yüce Allah (cc), kullarına karşı bu kadar cömert iken ve kulun yaptıklarına karşılık sınırsız mükâfatlar bahşederken, İslâm’dan habersiz bazı kimseler, amel defterlerinin açık olduğunu ve kişinin geride yapıp bıraktığı bir eser ayakta kaldığı sürece o deftere sevap yazılacağını iddia etmektedirler. Bu kimselere, “Peki o yapılan eser kişinin ölümünden sonra herhangi bir nedenle yıkılsa, ne olacak? Kişi, yaptığı eserin mükâfatından mahrum mu kalacak?” denilse “Allah büyüktür, onun sevabını verir” derler. Yüce Allah (cc) bu kimselere soruyor:
“Size ne oldu, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin, açık bir deliliniz mi var? Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin.” (Saffat, 154-155)
Kur’an’a dayanmayan iddialar ileri süren kimseler, iddialarına bir delil getiremezler, çünkü uydurmaların delili olmaz. Bazı kimseler, amel defterlerinin kapanmadığına delil olarak şu hadisi verirler.
Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“İnsan öldüğü zaman, amelleri kesilir ancak şu üç şey devam eder. Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen bir ilim, arkasından dua eden hayırlı evlat.” (İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Tercüme: İstanbul: Beka Yayınları, 2011, s.365,366)
Bu hadis, taksitli sevaba değil, insanların hayırlı işler yapmalarını, hayırlarını sürekli kılmalarını, yalnızca kendilerini değil, kendilerinden sonraki insanları da düşünmelerini teşvik etmektedir. Her şeyi tersine çeviren iftiracı ve uydurmacı belamlar, bu hadisi taksitli sevaba çevirmişlerdir.
Yüce Allah (cc) rahmetinin gereği olarak insanları, hayır işler yapmaları ve salih amellerde bulunmaları için teşvik etmekte, kötülük yapmaktan ve kötü işlerden sakındırmaktadır. Bu nedenle yüce Allah (cc), insanlara kendi el ve emekleri ile salih amellerde bulunmalarını hatırlatmakta, yakın akrabaların ve çocukların insana bir fayda sağlamayacaklarını bildirmektedir.
“Kıyamet günü akrabanız ve çocuklarınız size fayda vermez. (Allah) aranızı ayırır. Allah, yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine, 3)
Rasulullah (as), kendisine indirilen ilahi esasların bilincinde kızı Hz. Fatıma (r.anha)’ya şöyle diyordu. “Kızım, babam peygamberdir diye güvenme, sen kendi nefsini Allah’tan satın almaya çalış.” Bu Peygamberi uyarı elbette yüce Allah’ın bildirdiği vahyi gerçeklerin bir sonucuydu. Çünkü yüce Allah (cc) şöyle buyuruyordu.
“Her nefis, kazandığı ile rehin alınmıştır.” (Müddessir, 38)
Her nefis, kendi el ve emeğiyle yaptığını o kıyamet gününde hazır bulacak ve bu yaptıklarıyla gidip yüce Allah’ın huzurunda hesabını verecektir; hem de hiçbir yardımcısı ve koruyucusu olmadan, yapayalnız bir şekilde hesap verecektir insan!
42- Ve sonunda senin Rabb’ine varılacaktır.
Yeryüzünde Allah’ın dinini bozup kendilerince edin üretenler, atalarının yollarını din zannedenler, gelenek ve göreneklerin kronikleşmiş kurallarını ve geçmiş kültürlerini din kabul edenler, önder edindikleri efendilerini ağabeylerini, şeyh ve önderlerini ilah edinenler ve yalnızca yüce Allah’ı her şeyin üstünde görüp O’nu tek ilah edinenler, hepsinin gidip varacakları yer Rab’lerinin huzurudur.
“İşte o gün sevk Rabb’inedir.” (Kıyamet, 30)
“O gün varılacak yer ancak Rabb’inin huzurudur.” (Kıyamet, 12)
“O gün insanlar, âlemlerin Rabb’inin divanında dururlar.” (Mutaffifin, 6)
Yüce Allah’ın huzurunda hiçbir yardımcı, hiçbir şefaatçi olmayacağına ve hiç kimseden bir fidye kabul edilmeyeceğine göre, o halde herkes, kendi hesabını dünya hayatında çok iyi yapmalı, yüce Allah’ın indirdiği esaslar doğrultusunda hareket etmeli ki, o zorlu gününde Rabb’inin rahmetine ulaşabilsin, O’nun vereceği mükâfatlara hak kazansın. Aksi halde ne son pişmanlık fayda verir, ne de dünya hayatında ilah ve önder edinilenler yardım edebilirler.
Necm suresinin bu son bölümü, yüce Allah'ın ulûhiyet, rububiyet ve meliklik sıfatlarını ortaya koyan 3. bölümünün devamıdır. 3. bölümde yüce Allah'ın ceza ve mükâfat verici, yaratıcı ve kullarını en iyi bilici olduğu belirtilmiş ve yüce Allah'ın, hiçbir kişi ile kıyaslanamayacak kadar yüce olduğu bildirilmişti.
Surenin 3. bölümde, ilah edinilen kişilerin hiçbir şeye sahip olmadıkları, onlara verilen vasıfların, insanların uydurdukları vasıflar olduğu, yüce Allah'ın onlar hakkında hiçbir delil indirmediği açıklanıyordu. Bu bölümde, yüce Allah'ın, kulları üstünde en üstün güç olduğu en açık bir şekilde bildirilmektedir.
Bu bölümde, hayatı insanlara bahşeden ve onların her halini bilen yüce Allah’ın kullarının, yeryüzüne gelişlerinden öldükleri güne kadar tüm hayatlarını düzenleyici olduğu bildirilmekte, yaratanın, yaşatanın, yeniden diriltip hesap soracak olanın yalnızca yüce Allah (cc) olduğu haber verilmektedir.
43-44- Güldüren de O’dur, ağlatan da O’dur. Öldüren de O’dur, yaşatan da O’dur.
Hayatı bahşeden yüce Allah (cc), bu hayat içinde insanların her sorununa çözümler getiren yasalarını da onlara göndermiştir. Bu ilahi yasalarda, insanların her sorununa çözümler getirilmekte, yeryüzünde nasıl hareket edeceği insanlara bildirilmekte ve onlara yol gösterilmektedir.
“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan(sıkıntılar)a şifa ve iman edenlere bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 57)
“Andolsun biz elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve onlarla beraber Kitabı ve ölçüyü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok yararlar bulunan demiri indirdik ki Allâh, kimin görmediği, halde kendisine ve elçilerine yardım edeceğini bilsin. Şüphesiz Allâh güçlüdür, üstündür.” (Hadid, 25)
Yüce Allah (cc), yeryüzünü yaratmış, nizam koymuş, her şeyi yerli yerince düzene koymuştur. İnsan, Rabb’inin koyduğu bu muazzam düzeni bozmadan hayatını, konulan kurallara göre düzenlemeli, Rabb’ini razı edecek davranışlarda bulunmalıdır. İnsan, hayatında Rabb’ini razı etmeyi öncelemeli, değer yargılarını, ilişkilerini, dostluklarını bu esasa göre düzenlemelidir.
“Güldüren de O’dur, ağlatan da O’dur.” Hayatı yaratan, kâinata düzen veren, bu kâinat içinde varlıkları yaratan, hayatı insanlara bahşeden yüce Allah (cc), kulları üzerinde yegâne ilah, tek otoritedir. O’nun kulları üzerinde bir başkasının söz sahibi olması, hükmetmesi mümkün değildir. İnsanların kendi yanlarından edindikleri sahte ilahların, başka güç sahiplerinin koyduğu yasalar, insanlara hiçbir şekilde huzur ve mutluluk veremez, aynı şekilde O’nun vereceği mükâfatı da hiç kimse veremez.
İnsanlar, dünya hayatında ancak geçici bir mutluluk ve mükâfat verebilirler ve onların verecekleri her şey dünya hayatı ile sınırlıdır. İnsanların isyan etmeleri halinde de yüce Allah'ın vereceği cezayı hiç kimse veremez. İnsanların vereceği ceza kısa, geçici ve dünya ile sınırlıdır.
“O gün O'nun yapacağı azabı kimse yapamaz ve O'nun vuracağı bağı kimse vuramaz!” (Fecr, 25-26)
İnsanların kendi yanından edindikleri sahte ilahlar, hiçbir konuda yüce Allah (cc) ile kıyaslanamazlar. Kendileri yaratılmış olan sahte ilahlar, ne yaratmada, ne öldürmede, ne de huzur ve mutluluk vermede yüce Allah'ın gücüne yetişemezler. Yeniden diriltmek de ancak yüce Allah'ın elindedir.
45-49- O yarattı iki çifti: erkeği ve dişiyi, atıldığı zaman nutfe(sperm)den. Şüphesiz tekrar yaratmak da O'nun işidir. Zengin eden O'dur, bol verip memnun eden O. Şirâ(yıldızı)nın Rabbi O'dur.
Bu ayetlerde belirtilen yüce Allah'ın kuvvet ve kudretini idrak eden kimseler, bu gerçeklere iman etmeli ve hiçbir şekilde bu esaslardan yüz çevirmemelidir. İman eden kimsenin vahyi esasları öncelemesi, onun iman, ihlâs ve samimiyetinin göstergesi olacaktır.
Yüce Allah’ın Ulûhiyet ve Rububiyetine gönülden teslim olan bir kimsenin, bu imandan sonra artık yaşantısını tüm hassasiyeti ve samimiyetle iman ettiği esaslara göre düzenlemesi gerekir. İman eden bir mü’min, bütün değer yargılarını iman ettiği ilahi gerçeklere göre belirlemeli, iman ettiği ilahi buyrukları, dünyevi bütün değer yargılarının önüne alarak öncelemelidir.
Tarihi süreçte, ilahi gerçekleri duymalarına rağmen iman edip hayatlarını bu gerçeklere göre değiştirmeyen, eski yaşam tarzlarına devam eden, değer yargılarını ilahi mesaja göre düzenlemeyen toplumların akıbetleri verilmekte ve böylece sonradan gelen insanlar uyarılmaktadır.
50-54- O helâk etti önce gelen Ad’ı, Semud'u bırakmadı. Önceden de Nuh kavmini Çünkü onlar daha zalim oldular ve azdılar. Altı üstüne getirilen kentleri (Lut kavminin oturduğu bölgeleri) devirip yıktı. Onları kaplayan kapladı.
Helak edilen tüm kavimlerin ortak yanları hep aynıdır. Bütün kavimlere elçiler gitmiş, bunlar, kendilerine gelen elçileri reddetmiş, Tevhidi esasları inkâr etmiş, azmış, Rab’lerine karşı nankörlük yapmış, isyan edip tuğyan etmişlerdir. Bu toplumlar, yüce Allah'ın kendilerine gönderdiği ilahi mesajı reddetmiş, bunu yerine kendi hevalarını ya da önderlerinin istek ve arzularını ölçü edinmişlerdir.
Helak edilen toplumlar, hem kendileri için bir nimet olan ilahi mesajı kabul etmemişler, hem de kendilerine bahşedilen maddi nimetlerle şımarmış, Rab’lerine şükredecek yerde O’na nankörlük yapmışlardır. Bunun üzerine yüce Allah (cc) o tuğyan edip azgınlaşan kavimleri korkunç bir şekilde helak etmiştir.
Yüce Allah (cc), sonradan gelen toplumlara önceki toplumlarının akıbetlerini hatırlatarak onların, kendilerine gönderilen uyarılara kulak vermelerini ve uyarıcıları kabul etmelerini hatırlatmaktadır.
55-56- O halde Rabbinin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun? Bu da ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.
Sünnetullahta değişiklik olmaz; yeryüzünde yaşayan bütün toplumlara uyarıcılar gönderilmiş, insanlar Tevhidi esaslara davet edilmiş, Tevhidi esasları kabul etmeyenler uyarılmıştır. Ancak kendilerine uyarıcı gönderilen bazı toplumlar ve onların ileri gelenleri bu uyarılara kulak vermemiş, uyarıcılara karşı çıkarak Rab’lerine isyan etmişlerdir.
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidayet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)
“Doğrusu biz size, üzerinize şahitlik edecek bir elçi gönderdik; nasıl ki Fir'avn'a da bir elçi göndermiştik; Fir'avn, elçiye karşı geldi, Biz de onu ağır bir yakalayışla yakaladık.” (Müzzemmil, 15-16)
Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen elçiler, insanlara Tevhidi esasları anlattıkları gibi aynı zamanda yüce Allah'ın verdiği nimetleri de hatırlatmışlar. Tevhid, insanlık için en üstün ve en büyük nimettir. İnsanlar, bu nimet sayesinde insan olma onurunu taşıyacaklar, kula kulluktan kurtulup dünya hayatında özgürlüğe, ahiret hayatında da cennete ve mağfirete ulaşacaklardır.
Yüce Allah (cc), kullarına karşı merhametlidir; bu nedenle onların, dünya hayatında, kula kul olma zilletini yaşamalarını, ahiret hayatında da ebedi azabı çekmelerini istemediği için onlara sürekli olarak elçiler eliyle onurlu bir yaşam sürmeleri için ilahi mesajını göndermiştir.
Dünya hayatındaki kula kulluk zilletinden, nefsi putlaştırma şirk ve küfründen kurtulmanın yolu, âlemlerin Rabb’i yüce Allah'a gereği gibi iman etmek ve iman edilen esaslar doğrultusunda yaşamaktır. İşte o zaman yüce Allah (cc), kullarını kurtaracak ve onları her iki dünyada da yüceltecektir. Yüce Allah'ın dışında hiçbir güç ve hiçbir kimse, insanları içerisine düştükleri zilletten ve ebedi azaptan kurtaramaz.
57-58- O yaklaşıcı, yaklaştı. Onu Allah'tan başka açacak kimse yoktur.
Yüce Allah (cc), peşpeşe elçilerini gönderdiği halde insanlar, Rab’lerine nankörlük etmeye, isyan ve şirk içerisinde günlerini gün etmeye çalışmaktadırlar. Onlar, yaşadıkları hayatın bitmeyeceğini zannederek gaflet ve dalalet içerisinde gülüp eğlenmişler.
Bugün aynı gaflet ve dalalet devam etmekte insanlar, Rab’lerine nankörlük yapmakta, küfür ve şirk içerisinde O’na isyan etmektedirler. Oysa dünya hayatı sınırlı ve kısa, kendilerine verilen dünyevi nimetler az ve sonludur, bunlar dittiğinde yine Rab’lerine dönecekler ve yaptıklarının hesabını vereceklerdir.
İnsanlar, gaflet ve dalalet içerisinde, ne ansızın öleceklerini, ne de kıyametin kopacağını düşünüyorlar. Oysa her ikisi de insana oldukça yakındır ve insanlar, tevbe etmeye ve pişman olmaya fırsat bulamadan bu ikisi ile ansızın karşılaşabilirler. Kullarına karşı merhametli olan yüce Allah (cc), onları bu ansızın gelecek sondan sakındırmakta ve tevbe etmeye çağırmaktadır.
“De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allâh'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allâh bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün, O'na teslim olun; Sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.” (Zümer, 53-55)
“Allah'tan, geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce Rabbinize uyun. Çünkü o gün ne sığınacak bir yeriniz var, ne de (yaptıklarınızı) inkâra çare.” (Şura, 47)
Yüce Allah (cc) insanları, azap gelmeden önce hatalarından tevbe ederek Kur’an’a yönelmeye çağırmaktadır. Ancak Kur’an hatırlatıldığında insanlar, sanki hiç duymadıkları bir şeymiş gibi ondan kaçmakta, onu kabul etmemekte ve hurafeleri, şirk ve küfrü din edinerek hayatlarına devam etmektedirler.
İnsanın bir kere duyuları körelmesin, ondan sonra artık ne nasihat ne de uyarı fayda verir. Kişi, dalalet içerisinde şirk ve küfür girdabında debelenip durur. Kendisine yapılan uyarıyı kale almadan, hatta alaycı bir tavırla dudak bükerek yan döner, gülüp eğlenerek başıboş bir şekilde hayatına devam eder.
59-60- Şimdi siz bu söze mi hayret ediyorsunuz? Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?
Evrensel ve çağlarüstü olan bu ayetler, adeta günümüz insanlarını tanımlıyor. Günümüzde, neredeyse bütün televizyon kanalları, müzik, eğlence, şarkı ve türkü programları ile gülüp eğlenmekte, kendilerini yoktan var eden Rab’lerini hiç hatırlamamakta, isyan ve küfür içerisinde günlerini gün etmektedirler. İnsanlar, her tavır, söz ve düşünceleriyle Rab’lerine isyan etmektedirler.
61- Ve siz baş kaldırıyorsunuz?
Tevhidi esaslara sırt dönen insanlardan bazıları, Hakkı batıla bulayarak, Hakkı gizleyerek, ilahi mesajın bir bölümünü çarpıtarak, diğer bir kısım kişiler ise, imanlarına şirk karıştırarak, küfrü, şirk, nifak ve fıskı yol edinerek isyan etmektedirler. Bazı kimseler de, inkârı yol edinerek kendilerini yoktan var eden Rab’lerine, O’nun gönderdiği Tevhidi esaslara, bu esaslara iman eden insanlara savaş açarak isyan etmektedirler.
İnsanların yaptıkları bütün isyanlarına, koştukları şirk ve küfürlerine rağmen, tevbe edip Kendisine yönelmeleri halinde Rableri onları bağışlayacağını vaat etmektedir. Yüce Allah (cc), kullarına merhamet ederek onları, Zatına teslim olup secde etmeye ve gönderdiği Tevhidi esasları kabul etmeye davet etmektedir.
62- Haydi, Allah'a secde edin ve kulluk edin!
Secde, iman eden insanın, kendi hiçliğini ilan ettiği “sıfır” noktası, ancak Rabb’inin onu yükselttiği “miracı”, dünyanın bütün cazibelerinden çevirilen yüzün Rabb’ine yöneldiği saadet kapısı, beşeri ve dünyevi bütün isteklerin terk edilerek yalnızca O’nun rızasının istendiği mekân, bütün sıkıntı ve üzüntülerin geride bırakılıp huzur âlemine yönelme yeri, insana ait olan herkesten ve her şeyden uzaklaşıp yalnızca yaratana yakın olunan noktadır secde.
Kurani Mücahede: 2011-12-01
Bir yanıt yazın