Kur’an’ın net anlaşılması, buna bağlı olarak Tevhidi esasların açıkça öğrenilmesi ve yüce Allah’a hakkıyla iman edilmesi, ancak Kur’ani kavramların gerçek anlamları ile bilinmesi halinde mümkün olabilir. Tarihsel süreçte insanlar, kendilerine ulaşan ilahi duyuruları net anlıyor, ona göre tavır belirliyor, iman ve küfürlerini ona göre ortaya koyuyorlardı.
Risalet tarihi boyunca Tevhidi mücadelede, Hak batıl, Tevhid şirk taraftarları, kendilerine ulaştırılan ilahi mesajın kendilerinden ne istediğini, nasıl bir sorumluluk altına gireceklerini biliyor, iman ya da inkârlarını ona göre belirliyorlardı. Bu süreç, son Nebi Hz. Muhammed (as)’a kadar devam etmiş, insanlar, tavırlarını bilinçli bir şekilde ortaya koymuş, konumlarını ona göre belirlemişlerdi.
Hz. Muhammed (as) ve Hulefai Raşidin döneminden sonra saltanat, çıkar, kavim, kabile ve ırkî taassubun ön plana çıkması, saltanat ve dünyevi ihtirasların her şeyden önemli görülmesi üzerine Kur’ani kavramların anlamları ile oynanmaya, kavramların anlamları ona göre değiştirilmeye başlanmış, öyle ki, daha da ileri gidilerek Rasulullah (as) üzerine iftira atılarak yalan sözler uydurulmuştur.
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katı yaptık; kelimelerin yerlerini değiştirdiler, o nedenle öğütlenen şeyi muhafaza etmediler ve unuttular. Onlardan pek azı hariç, onların hainliklerine daima muttali olursun, bu yüzden onlardan vazgeç ve yüzçevir, şüphesiz Allah, güzel davrananları sever.” (Maide, 13)
Mezhep ve grup taassubu, Kur’ani kavramlardaki anlam değişikliğini hızlandırmıştır
Mezhepçiliğin ortaya çıkması, grup taassubunun dini hassasiyetten önemli görülmesi, Kur’ani kavramlarda yapılan tahribatı daha da artırmış, uydurulan sözlerle Rasulullah (as) adeta yüce Allah’a karşı bir muhalif gibi gösterme çabasına girilmiştir.
Kur’an’a karşı açıkça cephe alma cesareti göstermeyen mezhepçi ve grupçu sapıklar, Rasulullah (as)’a atfen uydurdukları yalanlarla Kur’an’ın mana ve mesajını, kavramların gerçek anlamlarını, isteklerine uygun değiştirmeye çalışmışlardır. Bu dönemlerde yapılan meal ve tefsirlerin birçoğu, bu değiştirilen Kur’ani kavramların etkisinde kalınarak yapılmış, bu nedenle Kur’ani mesaj, ilk nazil olduğu dönemden çok farklı ve Tevhidi içerikten uzak bir şekilde insanlara ulaştırılmıştır.
“Şüphesiz onlardan bir fırka, dillerini Kitapla eğip bükerler, siz Kitap’tan sanasınız diye, oysa o Kitaptan değildir ve derler ki: ‘O, Allah katındandır’ o, Allah katından değildir. Allah’a karşı onlar, bilerek yalan söylerler.” (Al-i İmran, 78)
Günümüze kadar gelen bu Kur’ani kavramlarının içlerinin boşaltılarak anlamlarının değiştirilmesi ya da gizlenmesi çabası ile yetinmeyen bilinçli bilinçsiz saptırıcılar, yüce Allah (cc), Rasulullah (as) ve İslâm gibi en temel kavramların bile anlamları ile oynamışlardır.
“Yalan söyleyip Allah’a iftira atan ya da O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Şüphesiz zalimler, kurtuluşa ermezler.” (En’am, 21)
Bilinçli bilinçsiz saptırmalar sonucunda günümüzde anlaşılan Allah, Rasul, Din mefhumları ile Kur’an’ın ilk nazil olduğu dönemdeki Allah, Rasul ve İslâm kavramları taban tabana zıttırlar. Bu nedenle günümüzde yüce Allah’a iman ettiklerini iddia edenler, Kur’an’da gerçek anlamı ile bildirilen âlemlerin Rabb’i Allah’a değil, uydurulan bir Allah mefhumuna inanmaktadırlar.
Bel’amların, Kur’an’ın temel kavramlarını saptırmaları sonucunda insanlar, yüce Allah’ı (hâşâ) adeta sıradanlaştırıp kendilerinden biri gibi gördüler. Hatta kendilerinin her türlü gayri İslâmi ve gayri meşru fiillerine rağmen kendilerini, yüce Allah’ın salih kulları olarak görüp cenneti garanti etmiş duygusuna kapıldılar.
“Kullarından bir parçayı O’na münasip gördüler, gerçekten insan apaçık bir nankördür.” (Zuhruf, 15)
“Allah’ın kadir olduğunu hakkıyla takdir edemediler, şüphesiz Allah çok güçlüdür, azizdir.” (Hac, 74)
“Allah’ı hakkıyla takdir edemediler, kıyamet günü yer, tamamen O’nun avucundadır, gökler de sağ elinde dürülmüştür. O yücedir, onların ortak koştuklarından münezzehtir.” (Zümer, 67)
Günümüz insanında yüce Allah mefhumu, Mekke müşriklerinin anlayışından farksızdır. Bunlar da, tıpkı Mekke müşrikleri gibi yüce Allah’ın. dünya işlerine karışmayan, ancak gökten yağmuru yağdıran, nebatı bitiren bir yaratıcı olduğunu biliyor, ondan öte bunlar için bir anlam ifade etmiyor. Bunlar için Kur’an ise, anlaşılmadan okunup geçilen, okunurken sevap kazandıran bir kitaptan başka bir şey değildir.
Kur’ani kavramların anlamlarını değiştirmek, yüce Allah’a karşı isyandır
Yüce Allah (cc), Kitabını indirmiş, onda hiçbir eksiklik yapmamış, dinini tamamlamış ve tamamladığı dinden razı olmuştur.
“Hamdolsun Allah’a ki, kuluna Kitab’ı indirdi ve ona hiçbir pürüz koymadı.” (Kehf, 1)
“…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum…” (Maide, 3)
Yüce Allah’ın. apaçık bir şekilde indirdiği, herhangi bir eğrilik koymadığı, eksik yapmadığı, Kur’an ayetlerinin anlamını değiştirmeye kalkışmak, Kur’ani kavramları farklı yorumlayıp anlamlandırmak, anlamlarını değiştirmek yüce Allah’ın indirdiğini beğenmemek, O’na karşı isyan etmektir.
Farklı anlamlar yüklenmiş, anlamları gizlenmiş kavramlarla tefsir edilip açıklanan bir Kur’an ile anlatılmak istenen din, yüce Allah’ın razı olduğu İslâm dini değildir. Böyle bir din, tahrif edilmiş Yahudi ve Hrıstiyanların dinlerinden farksızdır. Tahrif edilmiş böyle bir dine inananlar, kesinlikle yüce Allah’ın Kur’an’da indirdiği İslâm’a iman etmemiş, doğal olarak da Müslüman olmamışlardır.
Kur’an kavramlarının anlamlarını değiştirmek, gerçek manalarını gizlemek, şeytanın görevini üstlenmektir. Şeytan (aleyhillane), yüce Allah’a yemin ederek O’nun doğru yolu üzerine oturup insanları saptıracağına yemin etmişti. Kur’an kavramlarının anlamlarını değiştirenler, Hakkı batılla bulayarak gerçekleri gizleyenler, Allah’ın doğru yolu üzerinde oturan şeytanın yardımcılarından başkaları değildir.
“Dedi ki: ‘O halde beni azdırmana karşılık onlar için senin doğru yolunun üstüne oturacağım, sonra onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından geleceğim ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın!” (A’raf, 16-17)
“Senden önce hiçbir rasul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman, şeytan onun temennisine (bir düşünce) atmış olmasın; fakat Allah, şeytanın attığı şeyi siler, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, âlimdir, hâkimdir. Şeytanın attığı şeyi, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; zalimler, uzak bir ayrılık içindedirler.” (Hac, 52-53)
Şeytan dostlarının, Kur’ani kavramların anlamları ile oynayıp değiştirmeleri sonucunda Tevhidi esaslar Kur’an’da adeta yokmuş gibi insanlara anlatılmamış, bunun sonucunda da bu anlamları ile oynanmış meal ve tefsirleri okuyanlar, Tevhidi bilinçten yoksun, şirk ve küfür içerisinde bir inanca sahip olmuşlardır.
Günümüzdeki Tevhid şirk mücadelesi, yüce Allah’ın Kur’an’da bildirip razı olduğu İslâm dinine mensup olan Müslümanlarla Samiri soylu bel’amların, Kur’ani anlamlarını değiştirip sundukları ve adına İslâm dedikleri, fakat Kur’an’daki İslâm ile isim benzerliği dışında uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan tahrif edilmiş dine mensup olan müşrikler arasında yapılmaktadır.
Müşrikler, yüce Allah’a, Kur’an’a, Rasulullah (as)’a ve İslâm’a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen üzerinde bulundukları tahrif edilmiş dinlerinden hareketle yüce Allah’ın Kur’an’da reddedilmesini emrettiği, reddedilmeden Kendisine iman edilmeyeceğini bildirdiği tağutu reddetmedikleri gibi üstüne üstlük savunucusu olmuşlar ve tağut yolunda Müslümanlarla mücadele edip savaşmaktadırlar.
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tağut yolunda savaşırlar; o halde şeytanın dostlarıyla savaşın, şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)
Tevhid şirk mücadelesinde Kur’ani Kavramların önemi
Tevhid-şirk, Hak-batıl mücadele tarihi boyunca, Hak-batıl taraftarları, seçimlerini ve mücadelelerini, kabul ya da inkârlarını, dostluk ve düşmanlıklarını çok açık bir bilgi ve bilinç içerisinde yapıyorlardı. Kur’an, Tevhid-şirk taraftarlarının mücadelelerini verirken onların, üzerinde bulundukları yolu bilinçli bir şekilde seçtiklerini de bildiriyor.
Tarihi süreçte Tevhidi esasları kabul eden Müslümanlar, kendilerine gelen vahyi anladıkları için neyi, niçin kabul ettiklerini, bu kabulün kendilerine ne kazandırıp ne kaybettireceğini, kimleri dost bilip kimleri karşılarına alacaklarını çok iyi biliyor ve saflarını ona göre belirliyorlardı. Onlar, iman ettikleri esasların kendilerinden ne istediğini, bu uğrunda nasıl bir fedakârlıkta bulunacaklarını, iman edişleri nedeniyle başlarına nelerin gelebileceğini bilerek iman ediyorlardı.
Risalet tarihinde Tevhidi esaslara iman edenler, bilinçli bir şekilde iman ettiklerinden karşılaştıkları onca baskı, zulüm ve işkenceye, çektikleri acılara rağmen, iman ettikleri esaslardan zerre kadar taviz vermemiş, doğru bildikleri Hak yolda canları pahasına mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Onlar, Tevhidi esasları anlatıyor, insanları, Tek bir ilaha iman etmeye çağırıyor, onlara iyiliği emredip onları kötülüklerden men ediyorlardı.
“De ki: O Allah Bir’dir! Allah, Samed’dir, doğurmamış ve doğurulmamıştır, O'nun dengi olmamıştır.” (İhlas, 1-4)
“İlahınız bir tek İlah’tır, O'ndan başka ilah yoktur, Rahman’dır, Rahim'dir.” (Bakara, 163)
Tarihi süreçte, tüm Risalet önderleri, bu çağrıyı tekrarlamışlar, insanları yalnızca yüce Allah’ı Bir’lemeye davet etmişlerdir. Tevhidi esasları reddedenler de, inkârlarını bilinçli bir şekilde yapıyor, neyi reddettiklerini, kayıp ve kazançlarını, dost ve düşmanlarını ona göre belirliyor, saflarını ona göre bilinçli olarak seçiyorlardı.
“Elbette biliyoruz, onların söyledikleri şeyler gerçekten seni üzüyor, doğrusu onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, Allah’ın ayetlerini bilerek inkâr ediyorlar.” (En’am, 33)
Risalet tarihinde, vahyi esasların kabul ve reddinin bilinçli yapılmasının nedeni, vahyi esasların, indiği dönem insanlarının kullandıkları dille ve anladıkları kavramlarla nazil olmasıydı. Bu nedenle onlar, ilahi mesajın kendilerini neye davet ettiğini çok iyi biliyorlardı.
İlk dönem Müslümanları, Kur’an’ı saf ve berrak anlamaları sonucunda Tevhidi esasların mücadelesini yaparak Asr-ı Saadet diye anılan Altın Çağı meydana getirmişlerdir. Ancak ilk Müslümanların oluşturdukları Altın Çağ, o dönemle sınırlı kalmış, daha sonra böyle bir nesil ve çağ meydana gelmemiştir.
Önceki Müslümanların, birer iman abidesi olarak toplumları içerisinde bulunmaları, iman ettikleri Tevhidi esasları çok iyi kavramalarından, ilahi mesajın içeriğini gereği gibi bilmelerinden, inançlarına ait kavramları net olarak algılamaları, hayatlarını inandıkları Tevhidi esaslar doğrultusunda düzenlemelerindendir. Bu nedenle onlar, Tevhidi mücadelelerinde başarılı olmuş, derin izler bırakarak Rab’lerinin rızasını kazanabilmişler, yüce Allah (cc) da onlara yardımı etmiş, rahmet ve mağfiretini onlardan esirgememiştir.
Kur’ani Kavramlar
Tevhidi esaslar
Tevhid, yüce Allah'ın, kişinin düşünce söz ve davranışı üzerinde tek İlah, Rab ve hakim olmasıdır. Tevhid inancına sahip olan bir kimse, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde iman ettiği esasların dışında düşünemez, konuşamaz, hareket edemez; aksi halde Tevhid inancı zedelenir, kişi şirke düşer.
Tevhidi esaslara iman etmek, düşünce, söz ve davranışlar üzerinde yüce Allah’ın hükümlerinin, hiçbir sıkıntı duyulmadan, hakim kılınması, düşünce, söz ve davranışların, yüce Allah’ın Kur’an’da bildirdiği esaslara kayıtsız şartsız teslim olunması halinde mümkün olabilir.
İman eden bir kimsenin, düşünce, söz ve davranışları üzerinde kendi arzuları ve hevesi de dahil, Allah’ın hükmüne rağmen başkalarına söz hakkı vermesi, onlara göre düşünüp konuşması ve hareket etmesi ya da düşünce planında başka kişi ve ideolojilere yer vermesi apaçık şirktir ki böyle kimseler, düşünsel şirktedirler. Yüce Allah (cc), özellikle insanların kendi hevalarını ilahlaştırmalarına dikkatleri çekmiş ve onları uyarmıştır.
“Gördün mü o hevasını ilah edinen kimseyi, şimdi sen mi ona vekil olacaksın!” (Furkan, 43)
Yüce Allah’ın hükümlerine rağmen bu hükümleri bildikleri halde görmezden gelerek kendi arzularını, kimi düşüncelerle tatmin etmeye çalışanlar, Kur’an’ın tümünü bilseler de onlar, hevalarını ilah edinmiş, Kur’an’dan sapıp esfele Safiline derekesine düşmüşlerdir. Günümüzde sayıları oldukça kabarık olan bu kimseler yüce Allah (cc) şu örneği vermektedir.
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz fakat onlardan çıkıp ayrılan, bu yüzden şeytana tabi olup böylece azgınlardan olan kişinin haberini oku! Eğer dileseydik elbette onu, onlarla yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü, onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumu budur, bu kıssayı anlat, belki düşünürler.” (A’raf, 175-176)
Arzularını ilah edinen kimseler, Kur’an’ı bizzat okumalarına, kimi Müslümanlar tarafından değişik şekillerde uyarılmalarına rağmen bu uyarılara icabet edip tevbe ederek hallerini düzeltmek yerine kendi hevalarına uymayı tercih ederek sapıklardan oluyorlar.
“O halde eğer sana icabet etmezlerse artık bil ki onlar, ancak hevalarına tabi oluyorlar. Allah'tan bir yol gösterici olmadan kendi hevasına tabi olandan daha sapık kimdir! Muhakkak ki Allah, zalimler toplumuna hidayet vermez.” (Kasas, 50)
Kendilerine yapılan Kur’ani uyarılara rağmen sahip oldukları Kur’ani ilme uymayıp hevalarını ilah edinenler, kendilerini Hak üzerinde zannetseler bile yüce Allah (cc) onların, kulaklarını ve kalplerini mühürler, gözlerine de perde çeker, artık onlar hidayet bulamazlar.
“Gördün mü o hevasını ilah edinen, Allah’ın, bir ilim üzerine saptırdığı, kulağının ve kalbinin üzerini mühürlediği, gözünün üzerine de bir perde çektiği kimseyi! Şimdi Allah’tan sonra kim hidayet verecek! Hiç mi düşünmüyorsunuz!” (Casiye, 23)
Yukarıdaki ayetler, A’raf suresi, 175-176. ayetlerinde örneği verilen kişi gibi vahyi bilgiye sahip olanları anlatmaktadır ki, Casiye 23. ayette bunların bir ilim üzerinde saptıklarına dikkatler çekilmektedir.
Kur’an, buna bağlı olarak Tevhidi esaslar, kişilerin arzularını tatmin eden, onlara maddi manevi kazanç sağlayan, onların övünüp böbürlenmelerine yarayan bir kitap değil, ona iman eden ve Tevhidi esasları savunan kişilerin, onlar uğrunda hayatları da dahil, bütün değerlerini feda edilecekleri bir Kitap ve mücadele metodudur.
Kur’an ve Tevhid, oldukça pahalı bir sözdür, kişilere bedel ödeten, uğrunda can, mal ve dünyevi bütün değerlerin feda edildiği yüce bir Kitap ve kavramdır. Kur’an’ın kendilerinden istediği bedelleri vermeyen, vermeye hazır olmayan, kendi hevalarını tatminden başka bir şey düşünmeyenler, ne Kur’an’a, ne de Tevhidi esaslara iman etmişlerdir. Onlar, kendi arzularını tatmin etmek için Kur’an’a da Tevhidi esaslara da slogandan öte iman etmemişlerdir. Onların durumu, taşıdığı yüklerin farkında olmayan eşekler gibidir.
“Tevrat’ın sorumluluğu verilenlerin, sonra onu nakletmeyenlerin misali, yük götüren eşeğin misali gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kimselerin misali ne kötüdür; Allah, zalimler toplumuna hidayet vermez.” (Cuma, 5)
Kur’an’daki bütün ayetleri kafalarına doldursalar bile bu ayetlerin istediği şekilde düşünüp hareket etmeyenlerin durumu gerçekten çok kötüdür. Bunlar, kendilerini doğru yol üzerinde zanneden aslında hidayet bulmayan sapıklardır.
Tevhidi mücadelenin, Sünnetullahta cari olduğu şekliyle sürdürülebilmesi, ancak Kur’ani kavramların, asıl anlamlarına uygun biçimde anlaşılması, onlara, Risalet önderleri ve Tevhid erleri gibi iman edilip yaşanması, böylece insanlara ulaştırılması halinde mümkün olabilir. Tevhidi esasların, insanlara ulaştırılması, öncelikle bu esaslara iman ettiklerini söyleyen kişilerin, bu esasları çok iyi bilmeleri, tüm düşünce, söz ve davranışlarını bu esaslara göre düzenlemeleri gerekir. Aksine davranış, sapıklıktan başka bir şey değildir.
Tevhidin anlamını değiştirmek, yüce Allah’a şirk koşmaktır
Tevhidin anlamı, bütün açıklığı ve netliği ile Kur’an’da ortaya konulmuş, apaçık bir şekilde açıklanmış ve insanlardan buna göre iman edilmesi istenmiştir. Kur’an’ın apaçık beyanına rağmen Tevhidin anlamını değiştirmek, gerçek anlamı dışında bir anlam yüklemeye kalkışmak, yüce Allah’a karşı savaş açmak, şirk koşup küfür ve sapıklığa düşmektir.
Tüm Risâlet önderleri ve Tevhid erleri insanları, yalnızca Rab’lerini tek ilah olarak kabul etmeye, O’nun dışındaki tüm otoriteleri reddetmeye davet etmişlerdir ki, zaten Kelime-i Tevhidin anlamı da budur. Yüce Allah (cc), tağutun reddedilmesini Kendisine iman etmenin ilk şartı olarak kabul etmiş, bütün rasullerini, insanlara bu gerçeği anlatmaları için göndermiştir.
“Andolsun biz, her millet içinden: ‘Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir rasul gönderdik; Allah, onlardan kimine hidayet etti, onlardan kimi üzerine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)
Bütün Risâlet önderleri ve onların izlerini takip eden Tevhid erleri, Tevhidi esasları insanlara duyururlarken öncelikle tağutun reddedilmesini istemişlerdir.
“Dinde zorlama yoktur, doğruluk, sapıklıktan elbette seçilip belli olmuştur; kim tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
Kur’an’ın bu apaçık beyanından rahatsızlık duyan tağuti sistemler, bel’amları vasıtasıyla öncelikle Tevhid ve tağut kavramlarının manalarını değiştirmişlerdir. Bel’amlar Tevhidi, bir yaşam biçimi olarak değil sözel olarak Kelime-i Tevhidi tekrarlamaktan ibaret şeklinde vermişler, bu kelimeyi tekrarlayıp duranların cennete gideceğini iddia etmişlerdir.
Bel’amlar, tağutun anlamını da şeytan olarak vermişler, yüce Allah’ın ayetlerini hiçe sayan tağutu ve temsilcilerini sözkonusu bile yapmamışlardır. Bunun sonucunda tağuta iman ve kulluk ettikleri halde kendilerini Müslüman zanneden yığınlar türemiştir.
Tevhidin ne olduğunun bilinip ona iman edilmesinin ilk şartı Kur’ani kavramların, asıl anlamlarına uygun biçimde bilinmesidir. Ancak bu durumda Kur’an net anlaşılacak ve insanlar ancak o zaman Rab’lerine gerçekten iman etmiş olacaklardır.
Tevhid, tağuti sistemlere payanda olarak kullananların durumu
Bütün Risâlet önderleri ve onların izlerini takip eden Tevhid erleri, Tevhidi esasları insanlara duyururlarken hiçbir şekilde tağuti sistemlerden izin almamışlar, onlarla ortak bir noktada buluşmamışlardır. Hele hele tağuti sistemlerin kendi içlerindeki mücadelelerinde hiçbir şekilde taraf olmamışlardır. Çünkü Tevhidi esaslara göre tağutun her türü, reddedilmesi gereken bir sapıklık ve Allah düşmanıdır.
Tağutlar arasında tercih yapmak, herhangi bir konuda onlara destek olmak, Tevhidi esaslardan sapmak, tağutun safında olmak, şirk ve küfre saplanmaktır. Tevhidi mücadele, tağutların safında, onlara payanda olarak ortaya konulacak bir mücadele değil tağutu, bütün unsurları ile yeryüzünden kaldırıp yok etmektir.
Tağutlar arasında tercih yapanlar, Tevhidi esasları sloganik bir ifadeden öte anlamamışlardır. Tağutların bir kısmını ehven diye kabul edip onlardan görünler, öncelikle yüce Allah’ın, tağutun reddedilmesini emreden ayetlerini inkâr etmiş, Nahl suresi 36. ayette tanımlanan sapıklardan olmuşlardır.
Tağutları sınıflandırarak birisine payanda olup onun yanında yer alıp sonra da hiçbir şey olmamış gibi özel sohbetlerinde insanlara tağutun reddilmesi gerektiğini söyleyenlerin durumu, Bakara suresinde tanımlananların durumu gibidir.
“İman edenlerle karşılaştıkları zaman; ‘İman ettik’ derler, fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında; ‘Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edicileriz’ derler. Allah, onlarla alay eder ve onlara süre verir, tuğyanları içerisinde dolaşır dururlar.” (Bakara, 14-15)
Tevhid, tağutu bütün yönleri ile reddetmeyi gerekli kılar; bunu yapmayanlar, Tevhide iman etmemiş, Tevhid ifadesini kimi duygularını tatmin etmek ve maddi-manevi kimi çıkarlar elde etmek için çalışan, insanları bu nedenle kandıran Tevhidi asıl olarak inkâr eden çıkarcı, ikiyüzlü, İslâm’ın onurundan mahrum kimselerdir.
Tevhidi mücadelenin ilk önceliği tağutun reddedilmesidir! Risalet tarihinde Tevhidi mücadeleyi sürdüren Risalet önderleri ve Tevhid erleri, hiçbir konuda ve durumda tağut ile birlikte hareket etmemişler, tağutların bu konudaki taleplerini çok net bir şekilde reddetmişler, bunun hiçbir şekilde ve şartta mümkün olamayacağını kâfirlere bildirmişlerdir. Hz. İbrahim (as)’ın, Hz. Şuayb (as)’ın ve Hz. Muhammed (as)’ın bu konudaki örneklikleri ortadadır.
Tağutu açıkça reddetmeyenlerin Tevhidi söylemleri sloganik, şekli görüntüleri insanları aldatmaya yönelik şeytani bir tuzaktan başka bir şey değildir. Yüce Allah (cc) bunlara karşı Müslümanları uyarmaktadır.
“Onları gördüğün zaman bedenleri hoşuna gider, eğer konuşsalar sözlerini dinlersin, onlar, dayatılmış kütük gibidirler, her bağırtıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları gebertsin, nasıl da döndürülüyorlar!” (Münafikun, 4)
Tevhidi, grup, kişi, gazete ve dergilere isim olarak vermek, Hakkı suiistimaldir
Tevhid, bir inanış ve yaşam biçimidir; bu nedenle isim olarak kullanılamaz. Tevhidi, grup, kişi, gazete ve dergilere isim olarak vermek, Hakkı suiistimal, Hakkı batılla karıştırmak, Tevhidin asıl anlam ve mesajını saptırmaktır ki bu, yüce Allah’a karşı apaçık isyan, şirk ve küfürdür. Risalet tarihinde Risalet önderleri, Tevhidi, kendilerine isim olarak değil, mücadele metodu olarak almışlardır.
Tevhidin asıl anlamının ve içeriğinin ne olduğunu anlatıp bu konuda mücadele etmeyenler, Tevhid kavramının içini boşaltarak bu kutlu kavramı bazı kimselere, dergi ve gazetelere isim olarak vermişler, böylece insanları, Tevhidin asıl anlamından mahrum bırakıp onları Tevhidin lafzı ile oyalama ve kandırma yolunu seçmişlerdir. Böyle kimseler, Tevhidi esaslara gerçekte iman etmemiş, Tevhid düşmanlarıdırlar.
Tevhid düşmanlarının, Kur’ani gerçekleri bulandırma, vahyi esasları asıl manaları dışında manalandırmaya çalışmaları, geçmiş dönem Tevhid düşmanlarını fersah fersah geride bırakmış, en onursuz, en şahsiyetsiz yöntemlerle sürdürülmektedir. Kur’an’ın anlaşılmasını istemeyenler, değişik yöntemlerle insanların Kur’an’ı anlamalarına engel olmak için Tevhid kavramını sürekli olarak bulandırmaya, anlamını değiştirip çarpıtmaya hâlâ çalışmaktadırlar.
Günümüzde, Tevhidi ilkeleri bulandırma, Kur’ani kavramları karıştırma çalışmaları, isimlerinin başına Tevhid sözünü koyan çeşitli gruplar tarafından en sinsi şekilde devam etmektedir. Bunlarla beraber İslâm düşmanı tağuti sistem, bu sistemi ayakta tutan putperest particiler, sistemin kiralık ajanları Prof. ünvanlı kişiler, şirk ve küfür yuvası vakıflardaki Samiri soylu bel’amlar, Diyanet şebekesi, cehalet içerisinde yüzen tarikat şeyhleri ve sistemin dördüncü gücü olan basın da var güçleri ile Tevhidi bulandırmaya çalışmaktadırlar.
Kur’an’ın anlaşılmasını istemeyen unsurların en tehlikelisi, hiç kuşkusuzdur ki, Kur’an çalışmaları yaptıklarını ileri sürüp Kur’ani kavramların anlamlarını ve mesajını çarpıtan, Hakkı batılla bulayıp Tevhidi gerçekleri gizleyen tağuttan icazetli şirk ve küfür yuvalarında yuvalanan Samiri soylu bel’amlardır. Bunlar, içerisinde bulundukları şirk ve küfür, insanlar tarafından anlaşılmasın diye Kur’an’ı ve Tevhidi söylemi kılıf olarak kullanmaktadırlar. Bu bel’amlar, tağuti sistemin payandası, şeytanın insanlara sağdan yaklaşan temsilcileridirler.
Sünnetullahın değişmez bir gerçeğidir ki, Tevhid-şirk, Hak-batıl mücadelesi her dönemde olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Bu nedenle Tevhidi esasların düşmanı olan küfür ve şirk cephesi, küfürlerini icra ederlerken, Hakkın temsilcileri olan Tevhid erleri de, insanları Tevhidi esaslara davet etmeye, onları tağuti sistemi reddetmeye, Samiri soylu bel’amların çarpıtmalarından kaçınmaya davet görevlerini sürdüreceklerdir.
Tevhid-şirk, Hak-batıl mücadelesinde zafer, kâfirlerin, müşrik ve bel’amların tüm çabalarına, ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isteme gayretlerine rağmen, Tevhidi ilkelere davet edenlerin olacaktır. Bu, ilahi bir gerçek ve Kur’ani bir müjdedir.
“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu gidermeyi gerçekten istiyorlar, Allah’ın takdir etmesi başkadır, O, nurunu gerçekten tamamlayacaktır, velev ki kâfirler hoş görmese de! O ki, Rasulü’nü hidayetle ve hak dinle gönderdi, her dinin üzerinde üstün kıldı, velev ki müşrikler hoş görmese de!” (Tevbe, 32-33)
Ramazan Yılmaz: 2017.08.13
Bir yanıt yazın