Şiddet ve terör, tanımlarından da anlaşılacağı üzere insani değerlerden uzak, insanlık, hak, adalet ve özgürlük düşmanı, zulüm ve baskıya dayalı eylemlerdir. Şiddet ve terör, adı barış olan, rahmeti, insan hak ve özgürlüğünü esas alan, adaletin ayakta tutulmasını emreden, insanlığın huzur ve güvenliğini, mutluluk ve saadetini amaç edinen İslâm ile taban tabanı zıttır.
İslâm; Kur’an’da ve Peygamberin hayatında kendisini barış, esenlik, rahmet, sevgi, iyilik ve güzellikler dini olarak tanımlar. İslâm’ın bu tanımlamasını, mesajlarının temel gayesi kabul eden barış ve rahmet elçileri rasuller, örnek hayatlarında ortaya koymuşlar ve tüm zalim, acımasız despotlara karşı en küçük bir şiddete dahi başvurmamış, en güzel şekilde mesajlarını kavimlerine ulaştırmışlar, aynı güzellik içerisinde mücadele etmişlerdir.
Kur’an, İncil ve Tevrat, rasullerin bu örnek ve güzel mücadelelerini haber vermektedir insani değerlerini kaybetmemiş akıl ve vicdan sahibi kimselere!
İslâm, yüce Allah’ın, kullarının yeryüzündeki yaşamlarını düzenlemek için rasulleri vasıtasıyla gönderdiği, barış, sevgi, rahmet ve iyiliğin yayılmasını sağlayan kanun ve kuralların, bu ilahi hükümlere teslimiyete, ilahi buyruklar doğrultusunda yaşamaya yüce Allah (cc) tarafından verilen isimdir.
Kur’an, “dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256), “seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107) ve “Rasul zorlayıcı değildir” (Kaf, 45) ifadeleriyle dinde zorlamanın olmadığını ve peygamberin rahmet olarak gönderildiğini belirtir. Hz. Muhammed (as) da “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyerek İslâm’ın zorbalıktan uzak, rahmet ve güzel ahlak dini olduğunu açıklamıştır.
Şiddet ve terörü, İslâm’a mal edenler, ya da İslâm adına, İslâmi hiçbir hüküm olmadan terör estirenler, bizzat kendileri İslâmi hükümleri çiğnemişler, İslâm’a en büyük hakareti yapmışlar, en büyük zararı vermişlerdir. İslâm’a bunu reva görenler, ya akletmekten yoksun, düşünme yeteneğini yitirmiş zavallı insanlardır –ki bu insanlara acınır ve bunların tedavi edilmeleri gerekir– ya insanî özelliklerden uzak, adaletten, ahlaki normlardan, dürüstlük ilkelerinden hiçbir şekilde nasiplenmemiş kimselerdir. Bunlar, İslâmi esasları bilmeyen yobaz ve cahil kimselerdir ya da bağnazlığı yaşam tarzı olarak kabul etmiş İslâm düşmanı dinsizler, emperyalistler ve ateistlerdir.
İslâm, ne adına, kim tarafından ve hangi amaçla yapılırsa yapılsın, şiddet, terör ve zorbalığın her türlüsünü reddeder, kınar ve karşı çıkar. Hatta öyle ki İslâm, şiddete şiddetle karşılık vermeyi, kişi için bir hak olarak kabul etmesine rağmen, bağışlayıp affetmeyi ve sabretmeyi tavsiye eder.
İslâm’ın şiddet, terör ve zorbalığı reddettiği gerçeği, İslâm’ın temel kaynağı Kur’an’da ve yüce Allah’tan aldıkları emirler, tavsiyeler ve öneriler doğrultusunda hareket eden resullerin yaşamlarında çok açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu gerçekler ve tüm insanlık için örnek olan rasullerin yaşam örneklikleri Kur’an’da apaçık bir şekilde açıklanmıştır.
İslâm, şiddet ve terör ile birbirine zıt, birbirleriyle en ufak bir bağları ve ilişkileri bulunmayan, hatta birbirlerini reddeden kavramlardır. İslâm, Arapça S-L-M kökünde teşekkül eden mana itibarîyle barış, selamette olmak, kurtuluş, esenlik, harbi terk etme, samimiyet, ihlâs, teslimiyet ve tabi olmak demektir. Hiçbir manasında şiddet ifade etmeyen İslâm, aynı zamanda rahmet, sevgi, iyilik ve güzellik manalarını da ifade etmektedir.
Şiddet ve terör, ifade edildiği üzere zorbalığı, kin ve düşmanlığı, acı, üzüntü ve kötülüğü; kan, gözyaşı, huzursuzluk, bunalım ve kargaşayı ifade etmektedir. Bu nedenle İslâm ile şiddet ve terörün aynı şey olduğunu ya da İslâm’ın şiddet ve terörü beslediğini söylemek zulümdür.
Birbirine zıt, birbirinden çok kadar farklı, artı ve eksi kutuplar gibi birbirine aykırı İslâm ile terörün, yan yana gösterilmesi, şiddeti, İslâm’ın doğal bir sonucu ve gereğiymiş ya da İslâm, şiddet ve terörü temel amaç olarak kabul eden bir din imiş gibi gösterilmesinin başlıca üç önemli nedeni vardır:
1- İslâm düşmanı ideoloji, inanç ve rejimler ile çıkarları İslâm’ın varlığı ile zedelenen dünya emperyalizminin, İslâm’ı kötülemek, onu, arayış içinde olan insanlığın gözünde küçük düşürmek için İslâm’a attıkları iftira ve karalamalardır.
Dünya emperyalizmi, Hrıstiyan ve Yahudi bağnazlar, ateizm ve uzantısı ideolojiler, düşman olarak gördükleri İslâm’ı kötülemek için hemen her vesile ile İslâm’a saldırmakta, İslâm’ı karalamakta ve İslâm’ı, şiddetin hazırlayıcısı ya da teşvik edicisi gibi sunmaktadırlar. Bu yüzden İslâmi kimi kavramları yanlış anlamlandırarak tanıtmaktadır.
İslâmi ıstılahta önemli bir yeri olan “cihad” kavramı, dünya emperyalizmi ve ateizm tarafından şiddet ve teröre ruhsat veren bir kavram olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa “cihad” İslâmi davetin duyurulmasını esas alan çalışmaları içermekte, bu dâvetin insanlara ulaştırılmasında gösterilen gayret ve uğraşıları ifade etmekte, şiddet ve terörle hiçbir ilgisi, bağı ve benzerliği bulunmamaktadır.
Despot yönetimler, İslâm’ın şiddeti teşvik ettiğini iddia etmek, İslâm’ın şiddetle eş anlamlı olduğunu kendilerince kanıtlamak için bizzat kendilerinin kurdukları ve terör yaptırdıkları örgütleri İslâm’a mâl etmektedirler. Dünyada ve Türkiye’de bunların birçok örnekleri bulunmaktadır.
Dünya emperyalizmi, ateizm ve uzantısı ideolojiler, İslâm’ın dünya halkları tarafından kabullenilmesi ve İslâm’ın bir yaşam tarzı olarak alınması halinde sömürülerinin biteceğini, giderek kendi egemenliklerinin ve hatta varlıklarının yok olacağını çok iyi bilmektedirler. Bu nedenle İslâm’ı dünya halklarının gözünde kötülemek için her vesileyi kullanmakta, şeytanî her metoda başvurmaktadırlar.
Dünya emperyalizmi, İslâm’ı kötü gösterme ve karalama kampanyasında kısmen başarılı olsa da, sonuç itibarıyla her zaman hüsrana uğrayacak ve uğramaktadır. Çünkü dünya toplumları içinde akleden, araştıran ve düşünen nice insanlar İslâm’ın huzur verici şemsiyesi altına sığınmakta, mutluluk, saadet ve güveni İslâm dinine iman ederek bulmaktadırlar.
2- Ezilen, sömürülen, baskı, şiddet ve zulme maruz kalan insan ve toplumların İslâm topraklarında yaşamaları, bunların Müslüman kimliğine sahip olmaları, uğradıkları baskı, şiddet ve teröre karşı çıkmaları ve karşılık vermeleri,
Kendi vatanlarında, esaret hayatı yaşayan, egemen totaliter diktatörler tarafından ezilen, sömürülen, baskıya, şiddete, zulme maruz kalan, horlanan, inançlarına saldırılan, hakaret edilen insanlar, mensup oldukları kimlikle zalim diktatörlere karşı çıkmakta, onurlarını korumaya çalışmaktadırlar. Ancak ne acıdır ki, bu mazlum ve masum insanlara yapılan onca zulüm, işkence, baskı ve bunlara reva görülen şiddet ve terör görmezlikten gelinmekte, bu mazlum insanların yaşamlarını devam ettirme istek ve çabaları şiddet ve terör olarak tanımlanıp İslâm’a mâl edilmeye çalışılmaktadır.
Emperyalizmin, İslâm ve Müslümanlar hakkındaki insanî ve vicdanî olmayan terör tanımlaması, iftira ve karalaması, uygar olduğunu, insan haklarına önem verdiğini iddia eden, ancak emperyalizmin kuklası olmaktan kurtulamayan ve hâlâ Haçlı zihniyetini diri tutan Batı dünyası da ortak olmaktadır.
Her insanın kendi inancı, kimliği ve kültürüyle kendi vatanında yaşama, çalışma ve özgürce hareket etme hakkı vardır. Bu haklar fıtridir ve yüce Allah (cc) tarafından insanoğluna bahşedilmiştir. İnsan hayatta bu hakları için çalışır, yaşar ve hiçbir şekilde bu haklarından taviz veremez, vazgeçemez.
İnsana yaratıcı tarafından bahşedilen haklar, başka insanlar ya da güçler tarafından gasp edildiği zaman hakları gasp edilenler, bu haklarını yeniden elde etmek için çalışırlar, gasp edilen fıtri haklarını elde etmek için ellerindeki tüm imkânlarla mücadele ederler.
İnsanların, yaratılışta var olan fıtri hakları, emperyalist zorbalar, ateist dinsizler tarafından her türlü şiddet, baskı ve terörle gasp edilirken seslerini çıkarmayan sözde insan hakları savunucuları, masum insanların, gasp edilen haklarını yeniden elde etmek için mücadele etmelerini terörist eylemler olarak adlandırmaktadırlar. Üstelik bu insanlar, gasp edilen haklarını, yeniden elde etmek için mücadele ederlerken, emperyalistlerin kullandıkları şiddet, zulüm ve terörün onda birini bile yapmadıkları halde.
ABD ve yandaşları, teknolojik tüm silahları ile Afganistan ve Irak’a saldırıp bu ülkelerin maddi zenginliklerini gasp ettiğinde, masum insanları, genç-yaşlı, çoluk-çocuk, kadın-erkek ayırımı yapmadan öldürdüğünde sözde insan hakları savunucuları, bu terörist devlete ve eylemlerine karşı ses çıkarmamışlardır. Ancak bu ülkelerde yaşayan insanların, haklarını yeniden elde etme mücadelelerini terör eylemi olarak adlandırabilmektedirler. İşte Batının insan hakları savunuculuğu budur!
Batının insan hakları, ancak Hrıstiyan, Yahudi ve ateistler için vardır, Müslümanlar sözkonusu olduğunda, insan hakları unutulur, yerini tarihsel Haçlı kin ve düşmanlığı alır.
Müslümanlar, elbette kendilerine, vatanlarına, ırz ve namuslarına yapılan saldırılara misli ile karşılık vereceklerdir. Ancak Müslümanlar, Batılı emperyalistler ve tarihsel Haçlılar gibi, kadın erkek, çoluk çocuk, yaşlı ve savunmasız kimselere, ibadet yerlerine hiçbir şekilde saldırmazlar. Onlar, ancak askeri güçlere, savaşan unsurlara saldırırlar; bu ise terör değil meşru müdafaadır.
3- İslâm’ı, gereğince bilmedikleri, Kur’an’dan ve Rasulullah (as)’ın yaşantısından haberdar olmadıkları halde, kendilerini Müslüman gören bilgisiz, cahil ve kültürsüz kimselerin yaptıkları şiddet ve terörü İslâm’a mâl etmeleri.
İslâm, bir barış, sevgi, iyilik, güzellik ve rahmet dinidir; bu nedenle şiddet, terör ve baskıyı reddeder. İslâm’a iman eden Müslümanlar, dinlerini gereği olarak şiddet, terör ve baskıdan kaçınırlar. Bu, onların iman edişlerinin gereği ve sonucudur. Kur’an’dan ve Hz. Muhammed (as)’ın güzel örnekliğinden haberdar olan bir Müslüman’ın, hangi nedenle olursa olsun, şiddete başvurması, insanlar üzerinde terör estirmesi, baskı ve zorbalıkla İslâm’ı insanlara ulaştırması mümkün değildir. Çünkü Kur’an ve Peygamberi örneklik buna izin vermemektedir.
Şu bir gerçektir ki, bugüne kadar hiçbir Müslüman, İslâm’ı diğer insanlara kabul ettirmek için şiddete, baskıya, zorbalığa ve teröre başvurmamıştır. Ancak şu da inkâr edilemez bir gerçektir ki, İslâm’ın izin vermemesine rağmen, İslâm adına olduğu iddia edilen şiddet ve terör olayları zaman zaman meydana gelmektedir.
İslâm adına şiddete başvuranların durumları müşahede edildiğinde, bunların Kur’an’dan ve Peygamberi örneklikten habersiz oldukları, İslâm’ı kendi nefislerinde tam olarak yaşamadıkları apaçık bir şekilde görülecektir. İslâmi esasları, gereği gibi uygulamayan kimi insanlar, sözümona İslâm adına eylemler yapmakta, şiddet ve terörle İslâm’a yararlı olacaklarını sanmaktadırlar. Oysa zan, gerçeğin kendisi değildir ve zan, yüce Allah (cc) indinde hiçbir şey ifade etmemektedir.
İslâmî gerçeklerden yoksun, cahil ve kültürsüz kimselerin İslâm adına başvurdukları şiddet olayları, İslâm’dan çok İslâm düşmanlarının işine yaramakta ve İslâm’a zarar vermektedir. İslâm düşmanları, cahil ve İslâmi gerçeklerden habersiz kimselerin yaptıkları kimi şiddet olaylarını kullanarak İslâm’a ve Müslümanlara zarar vermekte, bu tür olayları İslâm’ın aleyhinde kullanmaktadırlar.
Terörün kaynağı, emperyalist güçler ve onların destekçileridirler
Şiddetin kaynağı İslâm değildir; şiddet ve terörün kaynağı, bugün bütün açıklığı ile görüldüğü üzere, dünya halklarının hakkını gasp eden emperyalist, ateist sömürgeci güçlerdir. Emperyalizmin, geri kalmış halklara karşı baskı ve şiddete başvurması, bu halkların maddi ve manevi değerlerini sömürmesi, etki-tepki kanunu sonucunda sömürülen haklarda, kendi haklarına sahip çıkma duygu ve düşüncesini körüklemiş, bunun sonucunda emperyalizmin uyguladığı şiddete orantılı olmasa da bu halklar, kendi özgürlükleri için şiddete başvurmuşlardır. Burada dikkat çeken husus, ateist düşüncenin ve emperyalizmin baskı şiddet ve terörünü genellikle halkı Müslüman olarak bilinen ülkelere karşı ortaya koymasıdır.
Emperyalizme karşı direnen ve bu nedenle şiddete başvuran ancak İslâm kökenli olmayan halkların ya da örgütlerin eylemleri, medeni dünya tarafından ya görmezlikten geliniyor ya da çoğu kez alkışlanıyor. Örneğin, Güney Afrika’da beyazlara karşı girişilen eylemler, Kamboçya, İrlanda Kurtuluş Ordusu (IRA), İspanya’daki BASK (ETA) ve benzeri örgütler ve hareketler medeni dünyaca üzerinde durulmuyor, sözkonusu bile yapılmıyor.
Filistin, Kürdistan, Çeçenistan, Somali ve diğer yerlerdeki hareketler sözkonusu olunca, dünya hep bir ağızdan, daha doğrusu emperyalizmin ve ateizmin ağzıyla aynı çığlığı atıyorlar, “İslâm şiddeti körüklüyor, Müslümanlar teröristtir” diye! Şayet bütün örgütler kan döküyor, şiddete başvuruyor, terör estiriyorsa bu durumda insan haklarına saygılı, adalet ve barıştan yana olduklarını, insanların özgürlüğünü iddia edenlerin yapacakları şey, hepsine aynı oranda karşı çıkmak ya da taraf olmaktır.
Dünyadaki kurtuluş hareketlerinin ya da terör olarak nitelendirilen örgütlerin kimilerine karşı tavır alıp kimilerini alkışlamak ya da görmezlikten gelmek, insanlıkla, medeniyetle, adalet, vicdan ve insafla bağdaşmaz.
Diğer taraftan IRA’nın yaptığı kanlı eylemlerden dolayı halktan hiçbir İrlandalı, İngiltere tarafından ya da Bask bölgesindeki ETA’nın yaptığı eylemler nedeniyle Bask bölgesindeki halktan hiçbir kimse İspanya tarafından evi köyü yakılarak, çoluk-çocukları, kadın ve yaşlıları öldürülmüyor, yurdundan sürülmüyor. Sözkonusu Filistin, Çeçenistan ve Kürdistan olunca on binlerce masum insan çocuk, kadın, yaşlı ayırımı yapılmadan ülke diktatörleri tarafından öldürülüyor, evleri, barkları yakılıp yıkılıyor, sürgüne gönderiliyorlar.
İnsanlıktan nasibini almamış ancak insan hakları savunuculuğuna soyunan medeni dünya da, bu yapılanlardan dolayı terörist devletleri değil, zulme uğramış, evi, barkı yakılıp yıkılmış, çoluk-çocuğu, kadını-kızı, yaşlısı-erkeği öldürülmüş insanları suçluyor, terörist ilan ediyorlar. Bu, insani hiçbir değerle bağdaşmayacak bir adaletsizliktir, insafsızlıktır.
İslâm, adaleti esas alan bir dindir; bu nedenle zulme uğrayan insanlara savunma hakkı verir. Ancak bu hakkı verirken, hak sahiplerinin hiçbir zaman emperyalistlerin seviyesine düşüp masum, suçsuz insanları öldürmelerine izin vermez. İslâm, emperyalist ve ateistlerin seviyesine düşüp masum, suçsuz insanları öldürenleri dünya ve ahirette çok acı bir şekilde cezalandırılacaklarını ifade eder.
Şiddet, fikrin çıkmaza girmesi ya da bitmesi sonucunda ortaya çıktığı inkâr edilemez bir gerçektir. İlimden yoksun, cehalet ve bağnazlık içinde çırpınan, her şeyi kaba kuvvetle halledeceğini sanan kimseler, muhataplarını susturmak, sindirmek ve sömürülerini sürdürmek için şiddete, kaba kuvvete başvururlar. İşte bu tür zorbalıkları İslâm hiçbir şekilde kabul etmez, reddeder; çünkü İslâm, ilmin kaynağı, hatta ta kendisidir.
Dünyevi bütün ilimler nihaî noktada, İslâm’ın evrensel mesajının verdiği haberleri ve ortaya koyduğu gerçekleri doğrular. Bu nedenle İslâm’a iman eden, Kur’an’ı tek kaynak kabul eden, Rasulullah (as)’ın örnekliği esas alan bir Müslüman, hiçbir şekilde ve hiçbir gerekçe ile muhataplarına şiddet yoluyla bir şey anlatma ihtiyacı hissetmez. Çünkü Müslüman için çıkmaza girme, muhataplar karşısında küçük düşme diye bir şey sözkonusu değildir.
İslâm, kâinatı yoktan var edip ona bir düzen veren, her şeyi en ince şekilde düzenleyen, yarattıklarını en iyi bilen, her şeyden haberdar olan âlemlerin Rabb’i, Melik’i ve İlâhı yüce Allah’ın, insanların dünya ve ahiretteki huzur, güven, mutluluk ve saadeti için bildirdiği kurallar bütünüdür.
İslâm’ın karşısındaki ideolojiler ya da tahrif edilmiş, değiştirilmiş dinler, beşerin sınırlı olan düşüncesinin ürünü olduğundan eksik, yetersiz ve dardır. Bu nedenle üstün olan İslâm’ın ve ona teslim olan Müslümanın, eksik ve yetersiz olan beşeri düşüncenin karşısında yetersiz kalması, çıkmaza girmesi ve bu nedenlerle şiddete başvurarak kendisini zorla kabul ettirmesi mümkün değildir.
Müslümanlar, dinlerinin buyruğu gereği şefkat ve merhametle, güzel ve yumuşak bir üslupla gerçekleri ortaya koyarlar, sonucu insanların kendi özgür iradelerine bırakırlar. İnsanların İslâm’ı kabul ya da reddetmeleri tamamen kendi bilecekleri bir şeydir. Müslümanlar, İslâm’ın, insanlar arasındaki sorunlarının diyalogla çözülmesini istediğini, fikri tartışmaların en güzel bir şekilde yapılmasını önerdiğini bilirler ve bu doğrultuda hareket ederler.
“Hikmetle ve güzel öğütle Rabb’inin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et, şüphesiz Rabb’in, işte yolundan sapanları en iyi bilen O’dur ve O, hidayette olanları de en iyi bilendir.” (Nahl, 125)
İslâm, hiçbir şekilde şiddeti öngörmez, aksine hikmetle ve güzel öğütle hareket edilmesini ve İslâmi gerçeklerin en güzel şekilde duyurulmasını istemektedir. Bu istek, insanlardan herhangi birisi tarafından değil, insanların Rabb’i yüce Allah tarafından talep edilmektedir, hem de insanların en hayırlısı olan Rasul’den talep edilmektedir.
Tarihin her döneminde, bütün elçilere hakaret edilmiş, eziyetler yapılmıştır. Bu, hakaret ve eziyetler Rasul Hz. Muhammed (as) için de söz konusu olmuştu. Mekke site devletinin önde gelen liderlerinin Rasulullah (as)’a ve etrafında bulunan Müslümanlara yaptıkları işkenceler, zulüm ve baskılar, bugün bile hâlâ insanlık tarafından birer utanç levhası olarak anılıyor. Bütün bunlara rağmen yüce Allah (cc) Rasulü’ne sabrı tavsiye ediyor ve onlardan güzellikle ayrılmasını istiyordu.
Rasulullah (as) da, diğer elçilerin, zorba diktatörlerin baskı, şiddet, zulüm ve terörlerine sabrettikleri sabretmiş, o zalimlere karşılık vermeden, onlardan güzellikle ayrılmıştır.
“Onların söyledikleri şeylere sabret ve onlardan güzel bir ayrılışla ayrıl.” (Müzzemmil, 10)
Rasulullah (as)’a ve beraberindeki Mü’minlere, dönemin zorba kâfirlerince, akıl almaz eziyetler, işkenceler, baskı ve zulümler yapılmıştı, ancak büyük insan ve örnek Rasulullah (as) ve arkadaşları, hiçbir şekilde zorba kâfirlere şekilde karşılık vermemiş, şiddete başvurmamışlardır. Üstelik Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi çok güçlü insanlar, o İslâm cemaatinin içinde bulundukları halde…
Hz. Hamza (r.anh) ve Hz. Ömer (r.anh), Mekke site devletinin siyasi nüfuza sahip önde gelen liderleriydiler ve her ikisi de korkusuz ve güçlü kimselerdi. Nitekim Hz. Hamza, Müslüman olmadan önce Hz. Muhammed (as)’a sözel ve fiili saldırılarda bulunan Ebu Cehil’e elindeki mızrakla vurarak kafasını kanatmış, bundan sonra herhangi bir saldırıda bulunması halinde kafasına koparacağını Ebu Cehil’e sert bir üslupla bildirmişti.
Hz. Hamza (r.anh) daha sonra Müslüman olmuş, müşriklerin onca saldırı ve zorbalıklarına hiçbir karşılık verememişti. Çünkü mensup olduğu yüce İslâm dini onu böyle bir hareketten alıkoyuyor, ondan güzellikle hareket etmesini istiyordu. İşte İslâm ve ona teslim olan Müslümanlar böyle kimselerdir ve zorbalara bile güzellikle muamele ederler. Medenî dünya bu gerçekleri biraz idrak edip düşünse, Müslümanların kim olduğunu ve İslâm’ın ne olduğunu çok iyi anlayacaktır. Ancak medenî dünya İslâm’a karşı önyargılı ve peşin hükümlü olduğu için bu gerçekleri görmezlikten gelerek inkâr etmektedir.
Terör diye nitelendirilen hareketlerin nedenleri
1– Ülke yönetimlerinin, halklarına yaptıkları zulüm, baskı ve eziyetlere, yine sistemin kendisinin İslâm, Marksizm ve benzeri ideolojiler adına(!) oluşturdukları örgütlerle karşılık vermektedirler. Bununla amaçları öncelikle, zorba yönetimlerine karşı kendi kontrollerinde olmayan örgütlerin ortaya çıkmasını, çıkmışsa güçlenmesini engellemektir.
İkinci neden, oluşturdukları ve karşı oldukları ideoloji ya da dine mâl etmeye çalıştıkları bu örgütlerle hem kendi zulümlerine, halka yaptıkları baskı ve teröre haklılık kazandırmak, hem de bu yolla muhalif düşünceyi kötülemek, insanları o düşünce ya da dinden soğutmaktır. Zorba sistemler, bu tuzak ve oyunlarını, özellikle İslâm dini için yapmaktadırlar.
2- Dikta rejimlerince ya da bu rejimlerin kanlı katillerince yapılan zulüm ve baskıya halkın gösterdiği doğal tepkilerden oluşan şiddet olayları, dikta rejimlerinin baskısı altında ezilen halkın kimliği İslâm olduğundan, zulme gösterdikleri tepkiler, bu diktatörlerce, (madde birde belirtilen amaçlarla) hemen İslâm’a mâl edilmeye çalışılmaktadır.
3- İslâm’ı, Kur’an ve Rasulullah (as)’ın örnekliğini yeterince ya da hiç bilmeyen kimi insanların İslâm adına eylemlere kalkışmaları.
İslâm, yalnızca zorbalara karşı değil, diğer dinlere mensup insanlara da güzellikle ve hoşgörüyle davranılmasını emreder. Kitap ehli Yahudi ve Hrıstiyanlarla yüce Allah’ı birleme ve O’na eş koşmama noktasında ulvî bir ortak amaç doğrultusunda yapılacak bir beraberliğe onları çağırırken en güzel ifadeler kullanılmaktadır.
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin; yalnız Allah’a kulluk edelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bir kısmımız bir kısmımızı Allah’tan başka ilahlar edinmeyelim.’ Eğer yüzçevirirlerse deyin ki, ‘şahit olun biz Müslümanlarız!” (Al-i İmran, 64)
“Onlardan, zulmedenleri dışında, Kitap ehliyle en güzel tarzın dışında mücadele etmeyin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de ve size indirilene de iman ettik, ilahımız ve ilahınız birdir, biz de O’na teslim olanlarız.” (Ankebut, 46)
İslâm, Kitap ehli Yahudi ve Hrıstiyanların Müslümanlarla beraber olmak istememeleri durumunda Müslümanların onlara nasıl davranacaklarını da belirtir.
“İşte bunun için sen davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol; onların hevalarına tabi olma ve de ki: ‘Ben, Allah’ın indirdiği her kitaba iman ettim ve aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma yoktur. Allah bizleri bir araya getirir ve O’na varılacaktır.” (Şura, 15)
İşte İslâm’ın diğer din sahiplerine bakışı budur ve hiçbir şekilde şiddetle, zorla, baskıyla insanlara bir şeyi kabul ettirmemektedir. Kur’an’a iman eden bir Müslüman, hangi gerekçe ve nedenlerle başka bir dine mensup olan insanlara karşı sert davranabilir, şiddet kullanabilir. Kur’an, Müslümanlara, değil başka dinde olan bir insana düşmanlık yapıp sert davranmak, kendilerine düşman olan ancak saldırgan olmayan, terör estirmeyen dinsiz kâfirlere bile iyilik etmeyi tavsiye etmektedir.
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez; şüphesiz Allah, adalet yapanları sever.” (Mümtehine, 8)
İslâm, Müslümanlardan, düşmana bile iyilik yapmayı tavsiye eden yüce bir dindir. Onlardan, kendilerine karşı şiddet kullanmayan, kendilerini yurtlarından çıkarmayan ve fakat kâfir olan düşmanlarına iyilik yapmalarını istemektedir.
İnsan hakları savunucuları, gerçek anlamda dünyada barış, adâlet, huzur ve güven istiyor ve bu isteklerinde samimi iseler, İslâm’ı derhal kabul edip onu dünya nizamı yapmalıdırlar. Çünkü dünyada hiçbir sistem ve hiçbir ideoloji, kendisine tâbi olanlardan, kendisine tâbi olmayan insanlara iyilik yapmayı emretmez; tam aksine diğer din ve ideolojiler, mensuplarından insanları sömürmelerini istemektedir.
Haçlıların, kara emperyalizmin ve kızıl sosyalizmin, dünya halklarını nasıl sömürdükleri, çağımızda açık bir şekilde görülmüştür. Dünyayı kana bulayan kızıl emperyalizmin ve dünyayı insanlar için zindana çeviren kara emperyalizmin bugünkü ve geçmişteki yaptıkları zulümler ortadadır ve bütün insanlık kızıl ve kara emperyalizmin acılarını hâlâ çekmektedir.
İslâm’a dönülmediği, İslâm, bir dünya nizamı olarak kabul edilip insanlığa sunulmadığı sürece, emperyalizmin neden olduğu bunalım, kargaşa, şiddet, terör, esaret, açlık ve adaletsizlik sürecek, insanlık acı ve ıstırap içinde kıvranacaktır. O halde İslâm’a düşman olmak yerine, ona iman edilmelidir ki, dünya bu acılardan ve her iki emperyalizmin zulmünden bir an önce kurtulabilsin.
Müslümanlara Saldıran Saldırganların Durumu
Saldırganlık, ruhsal bir bozukluk olduğu gibi, aynı zamanda insan hakları ve hukukunu da ihlal eden bir barbarlıktır. Bu nedenle hak ve hukuku ayaklar altına alınmış, gururu çiğnenmiş, haksızlığa uğramış kişi ve toplumlar, bu haklarını elde etme hakkına sahiptirler. Meşru müdafaa, kişi ve toplumların en doğal hakkıdır. Bu hak, Kur’an’da şartlı olarak insanlara tanındığı gibi, beşeri kanunlarda da kişiye verilmektedir.
Kur’an, zulme uğrayanlara, meşru müdafaa hakkını vermekte ancak sabretmelerinin ve saldırganı affetmenin daha faziletli olduğunu da belirtmektedir. Mü’minlerin özelliklerini öven yüce Allah (cc), onların bir özelliğini de şöyle belirtir.
“Onlar, kendilerine bir zulüm isabet ettiği zaman onlar yardımlaşırlar! Kötülüğün karşılığı onun misli bir kötülüktür; fakat kim affeder ve ıslah ederse onun mükâfatı Allah’a aittir, şüphesiz O, zalimleri sevmez.
Ve elbette kim zulme uğradıktan sonra kendisini savunursa, işte onların, üzerine bir yol yoktur. Ancak insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapanlar aleyhine yol vardır; böylelerine acıklı bir azap vardır. Elbette kim sabreder, affederse, muhakkak ki bu azimli işlerdendir.” (Şûra, 39–43)
Yüce Allah, yeryüzünde bozgunculuk, kargaşa, terör ve anarşi istememektedir. Ancak ne yazık ki bugün, emperyalizm ve ateizm yeryüzünü kana bulamakta, terör estirmekte, şiddete başvurup bozgunculuk yapmakta, dünya halklarının maddi ve manevi değerlerini sömürmektedirler. Emperyalizmin bunca zulmüne seyirci kalan, karşı bir hareket yapmayan medeni olduğu iddiasındaki dünya, mazlum toplumlar haklarını savunup meşru müdafaa haklarını kullanınca, mazlum toplumlara karşı ayağa kalkıyor, mazlum toplumları terörist olarak suçluyor. Bu, dünya toplumlarının ikiyüzlülüğünün apaçık bir göstergesidir.
İslâm, haksız yere saldırmayı zulüm görmekte ve yüce Allah’ın zalimleri sevmediğini bildirmektedir. İslâm’ın bu yüce hükümlerine teslim olan, bu hükümleri yaşamlarının temel ölçüsü kabul eden bir Müslüman ya da Müslüman topluluğu, bu hükümlere rağmen, haksız yere saldırmaz. İslâm toplumu için yüce Allah’ın hükmüne aykırı hareket etmek ve O’na isyan etmek mümkün değildir, olamaz da!
Bir Müslüman ya da İslâm Devleti, haksız yere saldırmaz; bu doğru! Peki, saldırıya uğradığında Müslüman toplum ya da birey nasıl cevap verecek zalim, despot emperyalizme! Kur’an, bu konuda da Müslümanlara yol göstermekte, zalim saldırgan emperyalistlere verilecek cevabın, yapılacak saldırının sınırını belirtmektedir. Buna göre:
1- Müslüman birey ya da toplum, haklı gerekçelere sahip olacak,
2-Masum insanlara, kadın, çocuk, yaşlı ve kendisine saldırmayanlara saldırmayacak,
3-İbadet yapılan manastır, kilise, havra ve mescitlere saldırmayacak,
4-Saldırısı savunma amaçlı olacak ve ilk saldıran taraf olunmayacak,
5- Kendisine yapılan saldırının dengi ile saldıracak,
6- Saldırısı, barışı tesis etmeye yönelik olacak.
Müslümanların tâbi oldukları Kur’an’dan ve Peygamberi yaşamdan hareketle bu maddeleri örneklendirelim.
1- Haklı gerekçe olmalı
Müslümanlar kendilerine saldırı yapıldığı zaman bu saldırıya cevap verme hakkı, ancak meşru müdafaa gereği olacak. Bunun için:
a) Emperyalistlerin, yeryüzünde bozgunculuk yapıp barış anlaşmalarını bozmaları:
“Yeminlerini bozan, Rasulü çıkarmaya yeltenen ve kendileri ilk önce size saldırmaya başlayan bir kavimle savaşmayacak mısınız, korkuyor musunuz onlardan! Öyleyse gerçekten korkulmaya layık olan Allah’tır, gerçekten Mü’minler iseniz.” (Tevbe, 13)
b) Despot diktatörlerin, emperyalist güçlerin masum ve mazlum insanlara saldırmaları, onlara baskı ve işkence yapmaları, onları sömürmeleri ve onlarla savaşmaları halinde, bu mazlum insanların yardım talep etmeleri durumunda Müslümanlar, yardım talep edenin siyasal kimliğine bakmaksızın gidip yardım etmek durumundadırlar.
“Size ne oldu ki Allah yolunda ve ezilen erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz! Onlar ki, ‘Rabb’imiz, bizi halkı zalim olan şu kentten çıkar, bize yanından bir koruyucu ver, bize yanından bir yardımcı ver’ derler.” (Nisa, 75)
Müslümanların, emperyalist ve diktatörlere karşı çıkmalarının bir başka nedeni de, bu zalimlerin, Allah’ın kullarına hiçbir haklı gerekçeleri olmadan, yalnızca sömürmek ve hükmedip esaret altında tutmak için masum ve mazlum insanlara zulmetmeleri, baskı ve işkence yapmalarıdır.
2- Masum insanlara, kadın, çocuk, yaşlı ve savaşmayan kişilere saldırılmayacak
Müslümanlar, kendilerine saldıran ya da mazlum insanlara baskı, zulüm ve işkence yapan, onların haklarını gasp eden emperyalist ve diktatörlere karşı saldırı yaptıkları zaman kesinlikle masum insanlara, kadın, çocuk, yaşlı ve savaşmayan kimselere zarar veremezler. Çünkü zaten Müslümanların asıl gayeleri mazlum ve masum insanlara yardım etmek, onları korumaktır.
Rasulullah (as), Mekke’nin fethinde şu bildiriyi yayınladı: “Kadınlara, çocuklara, evlerine kapanıp savaşmayanlara, Kâbe’ye girenlere kesinlikle dokunulmayacaktır.” Yüce Allah (cc) Kur’an’da, haksız yere masum insanların öldürülmelerini yasaklamıştır.
“Allah’ın haram kıldığı canı haklı olmadıkça öldürmeyin, kim mazlum olarak öldürürse, elbette onun velisine yetki verdik; fakat öldürmede aşırı gitmesin, çünkü ona yardım edilmiştir.” (İsra, 33)
“Ve sorulduğu zaman diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah yüzünden öldürüldü diye.” (Tekvir, 8-9)
Burada dikkati çeken husus, “cana kıymamış, bozgunculuk yapmamış, zulüm ve şiddete başvurmamış kimselere” kesinlikle zarar verilmeyecek, dokunulmayacaktır.
Buna göre, bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış kimseler, yüce Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canlardır. Özellikle hiçbir günahı olmayan masum yavruların, öldürülmeleri kesinlikle yasaktır. Günümüzde diktatör ve emperyalistlerin, attıkları füzelerle yakıp kül etmeleri hemen her gün vahşet sahneleri olarak görülmektedir.
İslâm, düşmana bile iyilik yapmayı öngörmektedir; bu, savaş esiri de olsa değişmez. “Onları ya iyilikle bırakırsınız” ifadesi, o esire iyilik yapmaktan başka bir şey değildir. Bundan da amaçlanan, o kimselerin ileride hatalarını anlamaları, bir daha yeryüzünde bozgunculuk yapmamaları ve Müslümanlarla dost olup huzur ve barış içinde yaşamalarını sağlamaktır. Belki de o insanlar kendilerine yapılan bu insani tavırdan dolayı tevbe edip Müslüman olacaklar.
“Belki Allah, sizinle düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah kadirdir, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Mümtehine, 7)
“İyilikle kötülük eşit değildir; sen onu en güzel bir şekilde sav, işte o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan o kimse sıcak dost oluverir.” (Fussilet, 34)
3- İbadet edilen yerler olan manastır, kilise, havra ve mescitlere saldırılmayacak
Emperyalizm ve diktatörlüğün felsefesinde kural yoktur; onlar için tek amaç; sömürmek, sindirmek, köleleştirip yönetmektir. Onlar, bu amaçlarına ulaşmak için her şeyi yapmayı meşru görürler. Bu nedenle, çoğu kez hastaneleri, ibadet yerlerini, insanların oturdukları meskenleri yakıp yıkar, yerle bir ederler; masum, savunmasız insanları, çocukları, kadınları, yaşlı ve hastaları gözlerini kırpmadan öldürürler. Bu tür cinayetler, katliamlar, Müslümanlar için hiç bir zaman sözkonusu değildir. Emperyalist ve diktatörler, acımasız, gözü dönmüş, kuralsız kimselerdir. Müslümanlar ise merhametli, adaletli, kurallı ve ölçülü kimselerdir.
Müslümanlar, emperyalist ve diktatörlere karşı çıkarlarken hiçbir şekilde onların düştükleri seviyeye düşmezler, harpte de İslâmi ölçülere göre hareket ederler. Bu nedenle onlar, insanların yararlandıkları hastane, okul ve ibadet yerlerine kesinlikle saldırmaz, zarar vermezler. Çünkü bu yerler insanların yararlandıkları, yardıma muhtaçların bulundukları yerlerdir; buralarda kimi insanlar şifa aramakta, kimileri ilim tahsilinde bulunmakta, kimileri de Rab’lerine karşı kulluk görevlerini yerlerine getirmektedir.
Yüce Allah’a kul olmayı hayatlarının temel ve öncelikli hedefleri edinen, insanların yüce Rab’lerine yönelmelerini ve O’na kul olmalarını isteyen Müslümanlar elbette insanların kulluk görevlerini yerine getirip ibadet ettikleri yerlere dokunmazlar, oraların harap olmasına çalışmazlar.
“Onlar, ancak ‘Rabb’imiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın ismi çok anılan mescitler yıkılırdı. Allah, elbette yardım eder, o kendine yardım edene! Şüphesiz Allah kuvvetlidir, üstündür.” (Hac, 40)
İnsanlık için en güzel ve en ideal örnek olan Rasulullah (as), Mekke fethinde ordusuna, “Kâbe’ye, evlerine sığınanlara ve savaşmayanlara kesinlikle dokunulmayacağını” bildiriyordu.
4- Saldırı, savunma amaçlı olacak ve ilk saldıran taraf Müslümanlar olmayacak
Tarih canlı örnekleriyle doludur ki, Müslümanlar hiç bir dönemde ilk saldıran taraf olmamışlardır. Gerek Hz. Muhammed (as), gerekse onun değerli ve seçkin sahabeleri İslâm’ı tebliğ ederlerken hiç bir şekilde saldırgan olmamışlar; tebliğ ve dâvet görevlerini en güzel bir biçimde ifade etmişlerdir.
Rasulullah (as)’ın, hemen tüm savaşlarına bakıldığında, saldırganların, hep o dönemin emperyalist güçleri oldukları görülür. Vahiyle hareket eden Rasulullah (as)’ın, ilk saldıran olması elbette mümkün değildi, çünkü tabi olduğu Kur’an, bu konuda ona izin vermiyor, kâfirlerin saldırısı üzerine yüce Allah (cc) ona ve yanındaki Müslümanlara savaş izni veriyordu.
“Kendileriyle savaşılanlara (savaşma) izni verildi. Çünkü onlara (Müslümanlara) zulmedilmiştir ve elbette Allah onlara yardım etmeye kadirdir.” (Hac, 39)
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.” (Bakara, 190)
Konu gayet nettir; tıpkı günümüz emperyalist ve diktatörlerinin Müslümanlara reva gördükleri zulüm gibi, o gün saldırılmış, zulmedilmiş, mallarına el konulmuş ve nihayet yurtlarından sürülmüşler. Bunun üzerine yüce Allah (cc) Müslümanlara karşı koyma izni vermiş, ancak saldırının meşru müdafaa hakkı olduğunu, bu yüzden haksız yere saldırılamamasını da belirtmiştir. Çünkü “Allah haksız yere saldıranları sevmez.” Bu haksız saldırıda bulunanlar Müslümanlar da olsa durum değişmeyecektir.
5- Müslümanlara yapılan saldırının benzeriyle saldırmak
Müslümanlar, en zor şartlarda bile duygusal hareket edemezler; çünkü duygusal hareket şeytandandır ve ancak saldırgan emperyalistlerin ve zorbaların vasfıdır ve hiçbir şekilde İslâmi değildir. Yüce Allah (cc) Müslümanları duygusal ve hevai hareketten sakındırmakta ve hevasını ölçü edinenlerin, hevasını ilâh edinen müşrikler olduklarını belirtmekte, Müslümanlara da, hevasına uyanlardan uzak durmalarını öğütlemektedir. Bu nedenle Müslümanlar, hevalarına uygun hareket etmezler, vahyi ölçülere uygun hareket ederler.
Müslümanlar, kendilerine yapılan saldırıya cevap verirlerken hiçbir şekilde emperyalist ve diktatörlerin seviyesine düşmezler. Müslümanlar yapacakları şey, emperyalist saldırganlara aynı oranda saldırmak, daha fazla ileriye gitmemektir ki, onlar zaten, emperyalist saldırganların saldırdıkları oranda ve şiddette emperyalistlere cevap verme durumunda değillerdir.
Devletleşmiş emperyalist terör devletlerinin İslâm topraklarına karşı son teknolojik silahlarla yaptıkları terörist saldırılara, Müslümanlar, ancak bireysel olarak ve binde bir oranında karşılık verebiliyorlar. Müslümanlar, imkân bulduklarında bile haksız yere ve aşırı şekilde emperyalistlere karşılık veremezler, çünkü tâbi oldukları Kur’an, onlara bu izni vermemektedir.
“Eğer cezalandıracaksanız, size verilenin aynısıyla cezalandırın, elbette sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 126)
“Haram ay, haram aya karşılıktır ve hürmetler karşılıklıdır. O halde kim üzerinize saldırırsa, siz de onun üzerine, üzerinize saldırdığı gibi saldırın; Allah’tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara, 194)
“Bu böyledir; kim kendisine verilen cezanın benzeriyle ceza verir, sonra kendisine azgınlık edilirse elbette Allah, ona yardım eder. Muhakkak ki Allah, affedendir, bağışlayandır.” (Hac, 60)
Bu ayetler, objektif bir şekilde okunduğunda Müslümanların, ne kadar adil, barışsever, insan hak ve özgürlüklerine saygılı oldukları çok açık bir şekilde görülecektir.
6- Müslümanların saldırıları, barışı tesis etmeye yönelik olacak
Müslümanlar, İslâm’ın anlamı olan barışı ve esenliği, huzur ve güveni tesis etmek, yeryüzünde adaleti sağlamak, tüm insanların özgür iradeleriyle hareket etmelerine yardımcı olmak için çalışırlar. Bu Müslümanların en önemli ve öncelikli görevlerindir.
Müslümanlar, emperyalist saldırıları, barışı tesis etmek için durduracaklardır; bu nedenle, emperyalistler barış istediklerinde Müslümanlar bunu kabul edeceklerdir. Rasulullah (as)’ın, saldırganlarla yaptığı birçok barış antlaşmaları olmuş, Hudeybiye’de olduğu gibi, bazen savaşmadan da barış anlaşmaları yapmıştır.
“Ve eğer barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et, şüphesiz O, işitendir, bilendir.” (Enfal, 61)
Dikkat edilirse barış, tamamen saldırgan emperyalistlere bağlıdır; onlar barışmak istediklerinde Müslümanlar derhal bu istekleri yerine getirecekler, çünkü Müslümanların istediği de zaten budur. Ancak emperyalistler savaşmak ister, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya devam ederlerse, bu durumda Müslümanlara düşen görev, bu bozgunculuğa son vermektir.
Müslümanlar, yalnız kâfir emperyalistlere karşı değil, birbirleriyle savaşan Müslüman gruplardan barışa yanaşmayan, barışı bozan diğer Müslümanlara karşı da savaşırlar. Çünkü hiç kimsenin, yeryüzünde barışı, adaleti, huzur ve güveni bozmaya, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya hakkı yoktur, olamaz da. Arz Allah’ındır ve Allah’ın arzında insanlar barış, huzur, güven ve adâlet içinde yaşamak, birbirleriyle ve Rab’leriyle ilişkilerinde özgürce hareket etmek hakkına sahiptirler.
“Eğer Mü’minlerden iki grup savaşırlarsa, onların aralarını düzeltin; şayet biri diğeri üzerine taşkınlık ederse, Allah’ın emrine dönünceye kadar taşkınlık edenle savaşın, eğer dönerlerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve adil olun. Muhakkak ki Allah, adalet yapanları sever.” (Hucurat, 9)
Buraya kadar anlatılan hususlar, Müslümanların devlet olduklarında yapacakları ve dikkat edecekleri görevleridir. Bunlar, İslâm devletinin görev ve sorumluluklarıdır. İslâm Devleti; yüce Allah’ın indirdiği Kur’ani esaslarla ve Rasulullah (as)’ın hayatındaki örneklerle hareket eden, ordusu ve toprağı bulunan devlettir. İslâm Devleti, hiçbir zaman kapitalizmin kurallarına göre hareket etmez, Müslümanlar arasında ayırım yapmaz, tüm Müslümanlara eşit mesafede yaklaşır.
Bugün yeryüzünde Kur’ani anlamda, Peygamberi örnekliğe uygun bir İslâm Devleti bulunmadığı için, yukarıda altı maddede belirtilen hususlar yerine getirilememektedir.
Yukarıda belirtilen hususları, bireyler ve gruplaşan Müslümanlar yapamazlar, çünkü o Müslümanlar, hem devlet halinde değildirler, hem de yukarıdaki konularla ilgili ayetler, Rasulullah (as)’ın devlet başkanı olduğu zaman nazil olan ayetlerdir ve devlet haline gelmiş Müslümanlara hitap etmektedir. Birey, grup ve cemaat olan Müslümanlar, ancak şirk, küfür ve fısk içinde yaşayan toplumlarda bulunan ve bu toplumlar içerisinde ilahi mesajı duyurmaya çalışan rasuller ve davetçiler gibi hareket etmekle mükelleftirler. Bunun dışındaki herhangi bir hareketleri onları, haddi aşan kimseler olarak Allah indinde sorumluluk altına sokacaktır.
Ülke toprakları, emperyalist güçler tarafından işgal edilen Müslümanlarsa, yukarıda belirtilen hususları dikkate alarak emperyalistlere karşı özgürlük mücadelelerini sürdürebilirler. Ancak hiçbir şekilde yukarıda belirtildiği üzere, suçsuz kimselere, kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hastane, okul ve ibadet yerlerine zarar veremezler.
Ramazan Yılmaz: 2015.10.13
Bir yanıt yazın