İSLÂM’IN İÇ DÜŞMANLARI
İslâm, tarih boyunca en büyük zararı ve en büyük kötülüğü, hiç şüphesizdir ki, Müslüman gözüken münafık, fasık, müşrik, mürdet ve belamlardan görmüştür. Bunlar, açıkça karşısında durup ret edemedikleri İslâmi esasları, içerden saldırarak zarar vermeye çalışmışlardır.
Tevhidi esaslar, yalnızca yüce Allah’ı ilah kabul etmeyi ve hayatı O’nun indirdiği ilahi hükümlere göre düzenlemeyi esas alır. Bu gerçekleri kabul etmeyen ya da kabul etmiş göründükleri halde yüce Allah’tan başkalarını ilah edinenler, hayatlarını kendi sülfi emellerine ya da beşeri sistemlerin kurallarına göre düzenleme yoluna gitmişlerdir.
Kendi sülfi duygularının tatmin edilmesi, kimi çıkarların kazanılması, belli korku ve endişelerin taşınması ya da İslâm’a karşı kin ve düşmanlıkların taşınması gibi değişik nedenlerle insanlar, İslâmi kavramları çarpıtarak, Tevhidi esasları gizleyerek, hakkı batıla karıştırarak İslâm’a zarar vermeye çalışmışlardır.
Tevhidi esaslar, iman edenlerden uluhiyet, rububiyet ve melikliğin yalnızca yüce Allah’a hasredilmesini ister. Tevhidi esasları kabul eden Müslümanlar, yüce Allah’ın kendisine gönderdiği hükümlerle kendi hayatlarını düzene soktuktan sonra ikinci iş olarak bu hükümleri diğer insanlara ulaştırmakla mükelleftirler.
Tevhidi esasları insanlara ulaştırmak isteyen Müslümanlar, bu uğurda, canları da dahil olmak üzere, dünyevi bütün değerlerini ortaya koymak, bütün zamanlarını bu uğurda harcamak, değer yargılarını ve ilişkilerini bu kritere göre göre belirlemek zorundadırlar. Çünkü yüce Allah (cc) ölçüyü böyle koymuş ve iman edenlerden bunu istemiştir.
“Allâh, mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allâh'ın, Tevrât'ta, İncil'de ve Kur'ân'da üstlendiği gerçek bir sözdür! Kim Allah'tan daha çok sözünde durabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarıdır.” (Tevbe, 111)
Allah yolunda mal ve canlarından fedakârlık yapmak, yüce Allah’ın indirdiği ayetlere gerçekten iman etmekle mümkündür. Yüce Allah’ın belirlediği hükümlere göre hareket etmek, zorluklar karşısında yalnızca O’na yönelip O’ndan yardım istemek iman edenlerden başkalarına ağır gelir.
“Sabırla, namazla Allah'tan yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.” (Bakara, 45)
“Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhid olasınız, Rasul de size şâhid olsun. Biz, Rasul’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğin Ka'be'yi kıble yaptık. Bu, Allâh'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allâh sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allâh, insanlara şefkatli, merhametlidir.” (Bakara, 143)
İlahi mesajın insanlara duyurulması, insanın kendi hayatı da dahil olmak üzere sahip olunan her şeyden fedakârlık ister. Risalet tarihinde, Tevhidi esasları insanlara duyuran Rasuller ve onların izlerini takip eden Tevhid erleri, kendilerinden istenen fadakârlığı en iyi şekilde yerine getirmişler ve ancak bu durumda Rab’lerini razı edebilmişlerdir.
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Rasul ve beraberinde iman edenler: ‘Allâh'ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allâh'ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)
Tevhidi esaslara iman edenlerin de yapmaları gereken şey, kendilerinden önce geçenlerin yolunu izlemek ve onların yaptıklarını yapmaktır. Bu nedenle yüce Allah (cc), iman edenlere Rasulünü örnek verir.
“Andolsun Allâh'ın Rasulünde sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allâh'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
Tevhidi esasların bildirdiği mücadeleyi yapmayı ve hayat tarzını yaşamayı göze alamayan kimseler, açıkça inkâr etme cesaretini kendilerinde göremedikleri ve çıkarlarının bozulacağını düşündükleri için, Rab’leri tarafından gönderilen hükümleri bozarak kendilerince bir yol tutturmuşlardır. Bu kimseler, İslâm’dan çıkıp İslâm’a ve Müslümanlar cephe almak yerine, İslâm dairesi içinde kalarak ve suret-i Haktan gözükerek bu çıkarlarını korumayı yeğlemişlerdir.
Özelllikle günümüzde, İslâm dışı olan tasavvuf, vakıf ve dernekler, İslâm nokta-i nazarında şirk ve küfür içerisinde bulunmaktadırlar. Onlar, Kur’an’dan, meşruiyetlerine bir delil bulamadıkları halde, halk nazarında kendilerine meşruiyet kazandırmak için kendilerini İslâm’a nisbet ederler, İslâmi ifadeler kullanırlar. Bu İslâm dışı unsurlardan vakıf adı altındaki şirk yuvasında yuvalanan bir kısım kişiler, kendileri Kur’an’a uymadıkları halde, insanlara Kur’an’ı tavsiye eder ve açıklarlar.
Kendilerini İslâm’a nisbet eden bazı kimseler, halkın cehaletinden de yararlanarak tıpkı Samiri gibi, nefislerinin hoşuna gideni yapmakta ve bunun için de dini motifleri kullanarak çıkar elde etmektedirler. Tevhid inancından mahrum bazı kişiler de bu belamların istismar ettikleri dini motiflere aldanarak Samiri soylu belamlara aldanmaktadırlar.
İslâm dışı unsurlardan olan tasavvuf, vakıf ve dernek gibi şirk kurumlarının İslâm dinine verdikleri zararı, tarihi süreçte hiçbir İslâm düşmanı verememiştir. Ne Haçlılar, ne Batılılar, ne emperyalist ABD ve ne de İslâm düşmanı Kemalist dikta sistemi, bu şirk yuvası tasavvuf, vakıf ve derneklerin İslâm’a verdikleri zararı vermişlerdir.
Tarihi sureçte ve günümüzde İslâm düşmanları, dışarıdan İslâm’a ve müslümanlara yaptıkları saldırılarla ancak Müslümanların dinlerine daha fazla sarılmalarına neden olmuşlar ve onların inançlarını sıkı sıkıya korumalarını sağlamışlardır.
İslâm düşmanlarının saldırıları, Müslümanların dinlerini daha fazla öğrenmelerine ve iman ettikleri esaslarla övünmelerine sebep olurken, İslâm dışı unsurlar olan tasavvuf, vakıf ve dernekler, insanları iman ettikleri Kur’an’dan ve Tevhidi esaslardan uzaklaştırmış, onları, dinlerini anlamayan sürüler haline getirmiştir.
Emperyalizmin yerli işbirlikçisi Kemalist sistemin, Anadolu’yu işgalinden bugüne kadar, İslâm’a ve Müslümanlara karşı sürdürdüğü düşmanlık ve saldırılar, insanları inançlarından koparamamış, tam aksine dinlerine daha fazla sarılmasına neden olmuştur.
Kemalist dikta sisteminin, Kur’an kurslarını kapatıp Kur’an nüshalarını toplayıp yakması, Kur’an öğretiyor ya da öğreniyor diye masum insanlara işkence yapıp zindanlara doldurması, ezanı şerifi Türkçe okutması insanları inançlarından döndürememiştir.
İnsanların dinlerine bağlılıklarından taviz vermediğini gören emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi Kemalist sistem, Anadolu’yu ilk işgal yıllarında, ajanlarını hoca kılığına büründürerek insanların içine salmıştır. Bu hoca kılıklı ajanlar, dini bilgiler adı altında insanlara, İslâm ile hiçbir ilgisi bulunmayan ve İslâm’a tamamen aykırı olan yanlış bilgiler ve hurafeler anlatmışlardır.
Hoca kılıklı ajanlar, insanlara, “Kur’an’a abdestsiz dokunulmayacağını,” “onun herkes tarafından anlaşılmayacağını” ve “Kur’an’ı yalnızca yüzünden okumanın çok çok sevap olduğunu” söyleyerek insanlar ile Kur’an arasında adeta duvarlar ördüler. Bu ajanlar, Rasulullah (as) ile ilgili de olmadık yalan ve iftiralar uydurdular ve Rasulullah (as)’ı, günümüzde hiçbir örnekliği bulunmayan biri olarak ve adeta eski bir hikâye kahramanı gibi anlattılar insanlar.
Hoca kılıklı ajanlar, tasavvufun, geleneksel kültürün şirk ve küfür olan hikâyelerini, İslâm’danmış gibi insanlara anlattılar. Zaten yeterli bir Tevhidi bilgiye ve Kur’ani bir hassasiyete sahip olmayan kimseler, Kur’an yerine bu ajanların uydurdukları yalanlara inandılar ve Kur’an’ı süslü kılıflara sokarak duvarlarda asılı bıraktılar.
Dikta sisteminin başındaki M. Kemal ile İnönü adlı İslâm düşmanı kâfirlerin, her fırsatta İslâm’a ve Müslümanlara baskı ve zulümleri, hakaret ve küçümsemeleri, inanan insanları inançlarından soğutmadığı gibi tam aksine inanan insanların kendilerine karşı kin ve buğzlarını artırmıştır.
Hoca kılığındaki ajanlarla yetinmeyen Kemalist dikta sistemin kurucuları, insanları İslâm’dan soğutmak ve Tevhidi esaslardan uzaklaştırmak için daha etkili bir çözüm buldular. Bu buluşları, din teşkilatı adı altında oluşturdukları diyanet şebekesi adlı kurumdur.
Emperyalizmin yerli işbirlikçileri M. Kemal ve İnönü adlı kâfirler, emperyalist efendilerinin, İslâm’a ve Müslümanlara saldırılarında karşılaştıkları hezimetleri de gördükleri için daha kurnazca bir yola başvurdular ve İslâm’ı içeriden etkisizleştirmek için Diyanet adlı şebekenin elemanlarını kiralayarak onlar vasıtasıyla amaçlarına ulaşmaya çalıştılar.
Diyanet şebekesi ve onun maaşlı uşakları, kendilerine verilen talimatlar doğrultusunda Tevhidi esasların ve hüküm içeren ayetlerin üzerini kapatarak yalnızca ibadetler üzerinde durdular ve halkı dikta sistemi benimsemeye davet ettiler. Tağuti sistemin camilere yerleştirdiği namaz memurları, kiraladığı müftü ve vaizleri, sistemin isteklerine uygun hareket ederek insanları Tevhidi esaslardan ve İslâm’ın devletle ilgili hükümlerinden çok kolay bir şekilde uzaklaştırdılar.
Kemalist sistemin kurduğu Diyanet şebekesinin İslâm dinine verdiği tahribatı gören bazı Müslümanlar, dikta sisteminin bu kuklasının ve onun kiralık ajanları olan namaz memuru, müftü ve vaizlerin yalancı ve sahtekâr olduklarını, bu kimselerin, bizzat kendilerinin cahil ve İslâm’dan uzak kimseler olduklarını anladılar.
Kemalist dikta sistemi, insanların Diyanet şebekesine artık inanmadıklarını hissedince, insanların İslâmi gerçeklere ve Tevhidi esaslara yönelmelerini engellemek için başka çareler aradı ve B planını devreye soktu. Bu da, Anadolu’yu işgal ettiği yıllarda kapattığı şirk yuvası tarikatları el altından yeniden devreye sokması, Prof.luk, dekanlık ve rektörlük verdiği belamlarını öne çıkarması, vakıf ve dernek gibi şirk ve küfür yuvalarına izin vermesidir.
Tarikat şeyhleri, yüce Allah’a aracılarla ulaşmanın şirk ve küfür olduğunu, yüce Allah’tan başka kimsenin gaybi bilmeyeceğini bildiren Kur’an’a adeta savaş açtılar ve müritlerini Kur’an’dan uzak tutmak için ellerinden geleni yaptılar.
Müritlerinin, Kur’an’ı okumaları halinde tasavvufun küfür ve şirk olduğunu öğreneceklerini ve böylece kendilerinden uzaklaşacaklarını bilen tarikat şeyhleri, bütün güçleri ile ve çok kurnaz bir yöntemle cahil müritlerini Kur’an’dan uzak tuttular. Çünkü Kur’an, tarikatçıların aracılarla yüce Allah’a yaklaşma iddialarının küfür ve yalancılık olduğunu bildiriyordu.
“İyi bil ki, hâlis din yalnız Allâh'ındır. O'ndan başka veliler edinip: ‘Biz bunlara sırf bizi Allâh'a yaklaştırmaları için itaat ediyoruz’ diyenler; Şüphesiz ki Allâh, onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allâh, yalancı, kâfir kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer, 3)
Tarikat şeyhleri, müritlerini tamamen Kur’an’dan uzaklaştırmak için, Kur’an’ın herkes tarafından anlaşılmayacağını, onu öğrenmek için onaltı ilme sahip olunması gerektiğini söylediler. Zaten hiçbir ilme sahip olmayan, birçoğu okuma yazma bile bilmeyen müritler de şeyhlerinin sözüne uyarak Kur’an’ı gündemlerine bile almadılar ve Kur’an’la aralarına demirden duvarlar ördüler.
Tağuti Kemalist zorbalığın İslâm’a karşı devreve soktuğu üçüncü grup, hiç kuşkusuzdur ki, İslamcı vakıflar ve derneklerdir. Tağutun izin ve icazet verdiği şirk ve küfür yuvası vakıf ve dernekler, tarikatlar gibi açıkça Kur’an’a cephe almadılar. Onlar, Kur’an’ı tek ölçü kabul eden kişilere Kur’an dersleri vermeye, tefsirler yapmaya başladılar. Ancak onlar, öyle sinsi ve alçakça bir yol izlediler ki, onların bu taktikleri, değil tasavvufçuların, şeytanın bile aklına gelmeyecek bir taktikti.
Vakıf ve dernekler, daha radikal olan ve görünüşte tağuti sisteme karşı olan kişilere Kur’an dersleri adı altında ders verdiler ve sohbetler yaptılar. Ancak bu ders ve sohbetlerde Tevhidi esasları, Kur’an’ın uluhiyet ve rububiyet hükümlerini, tağutla ilgili ayetleri arkalarına attılar ve bu konular üzerinde hiç durmadılar. Hatta onlar, bu konusa soru soranları ya azarladılar ya da konuları çarpıtarak verdiler.
Vakıf ve derneklerde yuvalanan Samiri soylu belamlar, Hakkı batıla bulayarak verdikkleri Kur’an dersleri sonucunda kendilerine tabi olan ve kendi ağızlarından çıkanı Hak zanneden zavallıları tağuta itaat ettirdiler. Tağuti sisteme oy vermemenin Kur’an’a aykırı olduğunu söyleyecek kadar alçalan Samiri soylu belamlar, küfür sistemini neredeyse İslâm devletidir diyecek bir seviyesizliğe düştüler.
Puta tapan, putlar önünde ibadet merasimleri yapan Kemalist sistemin putperest yöneticilerinin Müslüman olduklarını takipçilerine söyleyen Samiri soylu belamlar, tağut konusuna ya hiç değinmediler ya da tağut konusunu soyut ifadelerle çarpıtarak verdiler. Kur’an, tağutu reddetmeyi, iman etmenin temeli sayar ve tağut reddedilmeden yüce Allah’a iman edilmeyeceğini bildirir.
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah'a kulluk edin tağuttan kaçının’ diye bir rasul gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)
“Dinde zorlama yoktur, Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğût reddedip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
Kur’ani bu gerçekleri takipçilerinden gizleyen vakıflarda yuvalanan Samiri soylu belamlar, Kur’an’ın diğer ayetleri konusunda da Hakkı batıla bulayarak gerçekleri gizlemektedirler. Bu belamlar, hiçbir zaman İslâm’ın bir devlet yapısının olduğunu söyleyemezler. Hatta ağızlarını eğip bükerek, İslâm’da bir devlet ve yönetim şekli olmadığını, hiçbir utanma emaresi göstermeden söylerler.
Samiri soylu belamların, İslâm’ın bir devlet ve idare yapısının olduğunu söylemeleri elbette mümkün değildir, zira onları o şirk ve küfür yuvalarına yerleştiren ve kendisine iman ettikleri tağut bu konuda onlara izin vermemiştir. O belamların görevi, Kur’an’ı, Kur’ani kavramları karıştırmak, Hakkı batıla bulayarak gerçekleri gizlemek ve etraflarına topladıkları zavallı kişileri tağuta itaat ettirmektir.
Kemalist dikta sisteminin, kullanıma soktuğu son kuklaları ise rektör, dekan, prof. ünvanlı kişilerdir. Bu kuklalar, Fir’avn’i sistemin kendilerine verdiği makam ve ünvanlara minnet borçlarını ödemek için, İslâmi konu ve kavramları karıştırarak gündem oluşturdular. Televizyon kanalllarına ikidebir çıkartılan tağuti sistemin kuklaları, kendileri Tevhidi esaslara ve Kur’an’a iman etmedikleri halde İslâm’a ait her konuyu çarpıtarak anlatırlar.
İslâm, bir hayat nizamı ve yaşam tarzıdır; bu gerçeği bilen İslâm düşmanları, İslâm’ın bu yönünü insanlardan gizlemek için her yola başvurmuşlardır. İslâm düşmanı tağuti sistem ve yandaşları, kendilerinin bizzat fiili ve sözlü saldırıları yanında, yukarıda anlatılan küfür ve şirk yuvalarını ve o kurumlarda yuvalanan Samiri soylu belamları, tarikat şeyhlerini, makam ve ünvanla ödüllendirdiği kuklalarını devreye sokarak İslâm’ın hayat nizamı, yaşam tarzı ve devlet yönünü insanlardan gizlemişlerdir.
Yukarıda bütün bu sayılanlar yanında, İslâmi gerçekleri, Tevhidi esasları bilen birçok kimse, can, mal ve aile endişesi, harhangi bir sıkıntı ve bela korkusu ile bildikleri gerçekleri söylememişler, dilsiz şeytan misali, tağuti sistemin ve onun işbirlikçi kukla, belam ve yandaşlarının İslâmi esaslara saldırmalarına seyirci kalmışlardır. Bunun sonucunda bugünkü acı durum ortaya çıkmıştır.
Çağımız, Tevhidi esasların, Kur’an’ın ruhuna ve isteğine uygun bir şekilde insanlara duyurulması konusunda en karanlık dönemini yaşamaktadır. Ancak karanlığın en kesif olduğu zaman, aydınlığın ortaya çıkacağı en yakın zamandır ve hamdolsun yüce Allah’a ki o aydınlığı aydınlatacak yıldızlar, kapkara bulutların arasından tek tek gözükmeye başladı. Bundan sonra güneşin, bütün aydınlığı ile doğacağı zamandır ki o da hamdolsun çok yakındır.
Şirk ve küfür içerisindeki Samiri soylu belamların, cahili şirk yuvası tarikatların ve tağuti sistemin kiralık ajanlarının beslendiği Diyanet şebekesinin ve rektör, dekan, prof. unvanlı kuklaların, bütün çabaları ile oluşturdukları kapkara bulutlar, yıldızların ışınlarına ve güneşin aydınlığına daha fazla dayanamayacak, şimşeklerin parlaması ve rahmet elçilerinin öncülerinin rüzgarları ile yok olup gideceklerdir. O günler, biiznillah uzak değildir.
“Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, Allâh'ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra üstün gelmeğe çalışanlar böyle değildir. Zalimler, yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir!” (Şuara, 227)
“Allâh sizden, salih amel işleyenlere vadetmiştir; onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak, korkularının ardından kendilerini bir güvene erdirecektir. (Onlar) Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim, bundan sonra da nankörlük ederse işte onlar, fasıklardır.” (Nur, 55)
“Onları yer yüzünde iktidâra getirdiğimiz takdirde namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a âittir.” (Hac, 41)
Rabb’imizden isteğimiz, hayat emarelerimiz canlılığını sürdürdüğü son anına, son nefen alıımıza kadar kendi yolunda, Tevhidi ilkeler doğrultusunda Kur’ani ölçüler içerisinde çalışmamızı nasip etmesidir. İnsanlığı saran küfür ve şirk unsurlarından, beşeri sistemlerin zulüm ve despotluklarından bu insanlığı kurtarmaya bizi memur kılması ve bu uğurda canımızı alması, Rabb’imizden tek isteğimizdir.
Şu gerçek, bütün kâfir ve müşrikler, sapık ve belamlar, despot ve zalimler tarafından çok iyi bilinmedir ki, inşaAllah ve biiznillah Tevhidi esasları, Sünnetullahta cari olduğu şekliyle, hiçbir baskı ve zorbalığa boyun bükmeden sürdüreceğiz. Çağımızın, İslâm’ın nuru ile aydınlatılması konusunda son nefesimize, sonn damla kanımıza ve son canlı hücremize kadar yeryüzünden fitne kalmayıncaya ve din, yalnızca yüce Allah’ın oluncaya kadar inşaAllah çalışacağız.
Ramazan Yılmaz: 2012.03.21
Bir yanıt yazın