Aile içinde kadın erkek eşittir
İslâm, kadını aile içinde de korumakta, tarihsel süreç içerisinde beşeri sistemler ve tahrif edilmiş dinler tarafından horlanan, kişiliği ve onuru ayaklar altına alınan kadına, her alanda olduğu gibi, aile içinde de kadına söz hakkı tanımaktadır. Hem de bu öyle bir söz hakkı ki, koca ile her alanda eşit ve adil bir haktır. Nikah akdinde, çocuk yetiştirmede, çocukların anne ve babaya karşı görev ve sorumluluklarında, boşanmada ve insanlarla ilişkiler noktasında aile içerisinde kadın ve erkek aynı haklara sahiptirler.
Yahudilikte, her yemek duasında, öz oğlu ve kocası tarafından, “Sana şükür Tanrım, iyi ki beni kadın olarak yaratmamışsın” ifadeleriyle aşağılanarak rencide edilen, onuru hiçe sayılıp ayaklar altına alınan; Hrıstiyanlıkta, kiliseye dahi sokulmayan, erkekleri baştan çıkaran şeytan olarak vasıflandırılarak hakarete maruz bırakılan; materyalizmde cinsel bir obje olarak kullanılan, Marksizm’de üretime katkıda bulunan makinenin bir parçası gibi görülen ve toplumun ortak malı görülen kadın, İslâm’da anne olarak “Cennet annelerin ayakları altındadır” lütfüne mazhar olmuş, eş olarak yüzüne bakıldığında huzur veren bir şahsiyet olarak tarif edilmiş, ailenin temel direği sayılmış, hayır ve bereketin kaynağı olarak kabul edilmiştir.
İslâm’da kadın, Yahudilikte, Hrıstiyanlıkta ve geleneksel kültürde olduğu gibi, kocası tarafından aşağılanmadığı, horlanıp hakarete maruz bırakılmadığı gibi, her konuda kocasının tamamlayıcısı kabul edilmiş, onun olmaması durumunda kocasının yarım olacağı insanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed(as) tarafından bildirilmiştir.
Peygamber (as) bir hadisi şerifinde, erkek ile kadının durumunu ve birbirlerine olan ihtiyaçlarını şu güzel sözleri ile belirtiyor. “Kadın ve erkek, bir elmanın iki parçası gibidirler, biri olmadığında diğeri eksiktir.”
Yine Peygamber Hz. Muhammed (as), erkeklere kadınlara karşı daha iyi davranmalarını istemekte ve kendisini örnek göstermektedir. Rasulullah (as) “Eşlerinize karşı hayırlı davranın, sizin en hayırlınız benim” buyurur.
İslâm, geleneksel kültürde olduğu gibi kadını eksik, yarım akıllı, kocasının hizmetçisi, evde söz hakkı olmayan birisi olarak görmez; tam aksine kadını, akıllı ve sorumlu, kocasının tamamlayıcısı olarak kabul eder. Bu nedenle İslâm, her alanda olduğu gibi, aile içinde hem eşlerin birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarında hem de anne baba sorumluluğu noktasında eşit kabul eder.
Yüce Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de, eşlerin birbirleri üzerinde hakları bulunduğunu, eşlerin birbirlerinin haklarına karşı saygılı olmalarını öğütler. Kur’an’ın, kadın ve erkek arasındaki hak ve sorumluluklarını ortaya koyan ayetlerini görmezden gelen İslâm düşmanları ve bu İslâm düşmanlarına adeta yardımcı olmaya çalışan cahil ve bağnaz İslamcılar, anlamadıkları ayetleri çarpıtarak, İslâm’ın erkeği üstün tuttuğunu ve kadına zulmettiğini ileri sürerler.
İslâm düşmanlarının ve onlara cehaletleriyle yardımcı olan cahil ve bağnaz İslamcıların çarpıttıkları ayetlerde, erkeğin üstünlüğüne değil, aile içerisindeki ilişkilerde olması gereken saygı ve sevgiye vurgu yapılmaktadır.
Bir eğitim, öğretim ve yaşam kitabı olan ve insanlara, sosyal hayatta birbiriyle ilişkilerinde nasıl davranacaklarını öğreten Kur’an’ı Kerim, misafirliğe nasıl gidileceği, evlere nasıl girileceği, gidilen evlerde ne kadar süre kalınacağı ile ilgili adabı muaşeret kurallarını öğrettiği gibi, aile içerisinde de eşlerin birbirlerine karşı hak ve ödevlerini, çocukların anne babaya karşı sorumluluklarını, tutum ve davranışlarını da öğretmektedir.
“…Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir derece fazladır. Allâh azizdir, hakimdir…” (Bakara, 228)
Bu ayeti kerimede, eşler arasındaki haklar anlatılmakta, eşlerin birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği ortaya konulmaktadır. Bu ve benzeri bir ayet olan Nisa Suresi 34. ayetini çarpıtan cahil ve bağnaz İslamcılar, kadını adeta köleleştirmekte, kadını Allah’a kul olmaktan çok kendilerine kul, köle yapmakta ve kendilerini razı etmeleri halinde kadınların cennete gidebileceklerini ileri sürmektedirler.
Cahil ve bağnaz İslamcılar, tahrif edilmiş dinlerden de etkilenerek kendilerini kadının üzerinde adeta ilahlaştırmakta, kadınların cennete ya da cehenneme gitmelerinin kendi inisiyatiflerinde olduğunu düşünmektedirler. Bu çarpık mantıktan hareket eden İslam düşmanları da konuyu araştırmaya gerek görmeden, bu sakat mantığın İslâm’dan kaynaklandığını ileri sürerek İslâm’a saldırmaktadırlar.
Evlenme ve boşanma konularında da görüleceği üzere, kadın ve erkek, aile yuvasını kurmakta ya da evlilik ilişkisine son vermekte eşit haklara sahiptirler. İslamcıların iddia ettiği gibi, nikah erkeğin güdümünde olmadığı gibi, boşanma da erkeğin iki dudağı arasında bir söz değildir. Evlilik bağının oluşumunda nasıl ki kadın ve erkeğin karşılıklı rızası zorunlu ise, bu bağın çözülmesinde de aynı eşit haklar sözkonusudur.
Kadın ve erkek tarafından karşılıklı rıza ile oluşturulan aile yuvasında, bir sorunun başgöstermesi durumunda, kadın da ve erkek de bu sorunun giderilmesinde çare arayabilir, hakeme başvurabilir ve sorunun giderilmemesi halinde evlilik bağını çözebilir. Bu, İslâm’ın her ikisine de verdiği bir haktır ve bu hak, hiçbir şekilde tek taraflı olarak erkeğin kullanabileceği bir hak değildir.
İslâm aile yapısında, karşılıklı sevgi, saygı ve güvenin üzerine oturtulduğu asıl temel, kadın ve erkekten her birinin diğerinin hakkını gözetmesi ve bu haklara karşı saygılı olunmasıdır. Bu haklardan biri ya da birkaçı, bir eş tarafından çiğnendiğinde, hakkı çiğnenen eşe karşı saygısızlık yapılmış, böylece aile bağı zedelenmiştir. Bu durumda yapılacak şey, hakkı çiğnenen eşin, hakkını çiğneyen eşinden hakkına riayet etmesini talep etmesi, aksi halde hakeme başvurması ve böylece hakkını yeniden elde edebilmesidir. Anlaşmanın sağlanmaması halinde ise, hakkı çiğnenen eş, evlilik anlaşmasını feshini ister ve hakkını çiğneyen eşi ile aralarındaki evliliği bitirir.
Çocukların Anne babaya karşı sorumluluğu
İslâm toplumunu oluşturan ailede çocuklar, anne ve babalarına karşı eşit mesafede olmak zorundadırlar. Müslüman çocuklar, Yahudi erkek çocuklar gibi annelerini, kadın olması nedeniyle hakir görerek, onun yüzüne karşı yemek sofrasında “Sana şükür Tanrım, iyi ki beni kadın olarak yaratmamışsın” diyemeyeceği gibi, geleneksel din anlayışında olduğu üzere, baba her şeydir mantığından hareket eden çocuklar gibi de düşünemezler ve Hrıstiyanlıkta olduğu gibi, öz analarını ve bacılarını lanetli birer varlık da olarak görmezler/göremezler.
Müslüman çocuklar, Kur’an’ın kendilerine emrettiği gibi, anne babaya karşı aynı ölçüler içerisinde yaklaşırlar ve ne anneyi babadan ne de babayı anneden üstün görürler. Onlar, anne ve babaya karşı gösterilecek saygının yüce Allah’a gösterildiğini, anne ve babaya isyanın da yüce Allah’a şirk koşmak olduğunu bilirler.
“Biz insana, ana babasını tavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek (karnında) taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olmuştur. "Bana ve anana-babana şükret, dönüş banadır.” (Lokman, 14)
Bu nedenle Müslüman çocuklar, hiçbir şekilde anne ve babalarına karşı saygısızlık yapmazlar, onları üzmezler, hatta anne babaya karşı sıkıntı duyarak “Öf” dahi diyemezler. Çünkü anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirlerken, onca sıkıntı ve zorluk karşısında hiçbir zaman çocuklarına karşı sıkıntı duymamışlar, onlardan ve onların verdikleri sıkıntı, üzüntü ve zorluklardan dolayı “Öf” dememişlerdir.
“Rabb’in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya, iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi, yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara ‘Öf!’ deme, onları azarlama! Onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı, küçülme kanadını indir, (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve: ‘Ey Rabbim! Bunlar, beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara (öyle) acı!’ de.” (İsra, 23-24)
İslâm’ın eğitim terbiyesini almış Müslüman çocuklar, anne ve babalarının kendi üzerlerindeki haklarını çok iyi bildiklerinden dolayı, bu hakkın hiçbir şekilde ödenmesinin mümkün olmadığının bilincinde hareket ederler ve anne babalarına karşı gösterilmesi gereken en güzel saygıyı gösterirler. Anne babalarına karşı saygı ve sevgi ile hareket eden Müslüman çocuklar, ebeveynlerine hiçbir şekilde sırt dönmezler, onlara her vesile ile iyilik ederler ve Rab’lerinden onlar için mağfiret dilerler, onlara dua ederler.
“Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü. Nihâyet (insan) güçlü çağına erip kırk yaşına varınca: "Ya Rabb’i dedi, beni, bana ve anama, babama verdiğin nimete şükretmeğe, razı olacağın yararlı işler yapmağa sevk eyle. Benim için zürriyetim içinde de salâhı devam ettir. Ben sana yüz tuttum ve ben (sana) teslim olanlardanım.” (Ahkâf, 15)
Yukarıda, İnsan nesli konusunda kadın ve erkek başlığı altında ifade edildiği üzere Rasulullah(as)’a, “Ey Allah’ın Rasulü, benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en layık kimdir?” diye bir soru yönelten kişiye Rasulullah(as)’ın, üç defa arka arkaya “Annendir” demesi ve o kişinin dördüncü kez “Başka kimdir?” diye sorması üzerine Rasulullah(as)’ın “Babandır” diye cevap vermişti. Yine Kur’an’ı Kerimde çocukların anne ve babaya karşı nasıl davranacakları ile ilgili ayetler de genelde anneye karşı daha fazla bir ilginin gösterilmesi gerektiği öne çıkmaktadır.
Kadınlar, erkeklere kıyasla fiziki ve psikolojik olarak hem daha hassas ve daha incedirler hem de hamilelik, doğum, emzirme ve bebeklik dönemindeki bakım noktasında çocukları ile ilgili olarak daha büyük bir zahmete girmektedirler. Bu nedenle, çocukların onlara daha fazla bir saygı ve ilgi göstermeleri doğaldır. Yarattığı kullarını en iyi bilen yüce Allah’ın ve O’nun gönderdiği vahye direkt muhatap olan Rasulullah(as)’ın annelere daha fazla saygı ve ilgi gösterilmesini çocuklardan istemeleri doğal ve hakkaniyet ölçülerine daha uygundur.
Anneye karşı çocukların daha fazla ilgi ve saygı göstermeleri, babaya karşı bir saygısızlık olmadığı gibi, ailenin sevk ve yönetiminden sorumlu olan ve ailesinin huzur ve mutluluğu için çalışan Müslüman babanın da bu durumdan rahatsızlık duyması mümkün değildir. Bu durum, babayı daha fazla mutlu eder; çünkü eşinin mutluluğu onu da mutlu eder.
Eşlerin birbirlerine karşı sorumlulukları
İslam dini, hayatın tüm alanlarına, bireyin kendi şahsi meselelerine, diğer fertlerle olan münasebetlerine ve kişinin Rabb’i ile olan ilişkilerine çözümler getirdiği, kurallar koyduğu gibi, eşler arasındaki ilişkilere de çözümler getirmiş, kurallar koymuş ve eşlerin birbirleri üzerindeki haklarını belirtmiştir. Bu nedenle Müslüman eşler, birbirleriyle olan ilişkilerinde, Rab’lerinin kendileri için koyduğu kuralları göz önünde bulundurarak hareket ederler ve hiçbir şekilde, hiçbir nedenle bu kurallara aykırı hareket edemezler. Bu, onların Müslüman olarak kalabilmelerinin şartıdır. Yüce Allah (cc), eşleriyle ilgili olarak mü’minlere ne yapmaları gerektiğini bildirmiştir:
“…Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunanlar hakkında mü’minlere yapmaları gerekli kıldığımız şeyi bil(dir)dik ki, sana bir zorluk olmasın. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Ahzab, 50)
Bildirilen bu kurallar, mü’minler için kesin bağlayıcıdır ve mü’minler, bu kurallara uymakla mükelleftirler. Müslüman eşler, Rab’leri tarafından indirilen kurallara uydukları sürece evlerinde huzurlu olacaklar, hiçbir zaman sıkıntıya düşmeyeceklerdir.
Müslüman aileler, Kur’ani ölçülere uygun hareket ettikleri sürece diğer din ve ideolojilerdeki ailelerde ortaya çıkan aile tartışmalarını yaşayamayacaklar ve aile içinde şiddet unsuruna rastlayamayacaklardır. Çünkü eşlerin her ikisinin de bağlı oldukları kurallar vardır ve eşler arasında bir sorunun ortaya çıkması durumunda bu kurallar işletilecektir. Böylece ortaya çıkan sorun, büyütülmeden halledilecektir. Müslüman aileler için konulan kurallardan biri de, ailede bir sorunun ortaya çıkması durumunda, eşlerin öncelikle birbirleriyle konuşarak ve anlaşarak bu sorunu halletmeleridir.
“Ve eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan, yahut kendisinden yüzçevirmesinden korkarsa, anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde ikisine de günah yoktur. Barış hayırlıdır. Zaten nefisler hırsa hazır duruma getirilmiştir. Eğer güzel geçinir,(birbirinizle tartışmaktan) sakınırsanız, Allah yaptıklarınızı haber alır.” (Nisa, 128)
Müslüman aile içinde eşlerin birbiri üzerinde hakları ve birbirlerine karşı ödevleri vardır. İslâm aile birliğinde, diğer din ve ideolojilerde görülen ve kadını ikinci sınıf gören, erkeği tek otorite kabul eden ve her şeyi erkeğe göre şekillendiren düşünce yapısı mevcut değildir. İslâm aile birliğinde Müslüman eşler, birbirlerinin hukukunu gözeterek birbirleriyle olan ilişkilerini sürdürürler.
“Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları bulunduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları) bir derece daha fazladır. Allah azizdir, hakimdir.” (Bakara, 228)
Birbirlerinin hukukuna riayet eden eşlerin evlerinde, elbette sorun olmaz ve o aile yuvasına huzur ve mutluluk dolar, taşar. Müslüman eşler arasında barış ve anlaşma esastır. Anlaşmanın olduğu yerde ise huzursuzluk, tartışma, çatışma ve şiddete hiçbir zaman rastlanmaz.
Hangi konuda olursa olsun, Müslüman eşler arasında ortaya çıkan sorunlar konuşularak halledilir. Konuşarak sorunu aralarında çözemeyen eşler, sorunu akrabalardan oluşan bir kurula götürüp orada çözmeye çalışırlar. Oluşturulan kurul, her iki tarafı da dinler ve aralarında adaletle hükmeder.
“Şayet (eşlerin) aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse, Allah, onların arasını bulur. Muhakkak ki Allah bilendir, haber alandır.”(Nisa, 35)
Görüldüğü üzere Müslüman eşler arasındaki sorun, eşlerin duygusal ve fevri hareketlerine bırakılmadan, hakem kurulu tarafından çözüme kavuşturulmakta ve böylece aile hayatının, huzurlu ve mutlu bir şekilde devamı sağlanmaktadır. Sorunun çok büyük olması ya da eşlerden birinin duygusal hareket ederek aşırı gitmesi durumunda, eşler arasındaki sorun Kur’an ve Sünnet’e götürülerek çözüme kavuşturulur. İslam, yalnız erkeklere değil, kadınlara da haklarını arama ve bu haklarını sonuna kadar savunma hakkı tanımaktadır.
İslam, eşler arası tartışmaları ve bu tartışmalar sonucunda şiddetin ortaya çıkmasını kesinlikle yasaklamıştır. Eşler arasındaki sorunların mutlak manada anlaşma ile çözümlenmesini bildiren İslam, bunda bir başarının sağlanmaması halinde hakeme başvurulmasını, bunda da başarısız kalınması halinde ise, sorunun Kur’an ve peygamberi örnekliğe götürülmesini istemektedir.
Yukarıdan beri anlatıldığı üzere, İslâmi aile yapısında ve Müslüman eşler arasında, Kur’ani ölçüler ve peygamberi örneklik esas alındığı için, şiddet unsuru ortaya çıkmamış, bu gerekçe ile evlilikler sona erdirilmemiştir. İslâm tarihi boyunca Müslüman ailelerdeki huzurun, mutluluğun, sevgi ve saygının temel nedeni, onların keyfi ve duygusal hareketten uzak oluşları ve iman ettikleri Kur’an ve Peygamberi örnekliği tek ölçü alıp onlara uymalarıdır.
Aile yuvasının kurulmasında ve bu yuvanın sürekliliği noktasında kadın ve erkek, birbirlerine karşı eşit hak ve ödevlerle yükümlüdürler. Bir binayı üzerinde taşıyan direklerden birisinin zayıf ve dayanıksız olması, nasıl ki o binanın her an yıkılacağı görüntüsünü veriyorsa, aile yuvasını taşıyan ve aile yuvasının temel direkleri olan eşlerden birisinin, özellikle de kadının, geleneksel kültürlerde olduğu gibi hiçe sayılması, zayıf bırakılması ya da Yahudilikte ve Hrıstiyanlıkta olduğu gibi dışlanması, aşağılanması da aileyi huzursuz kılar ve o yuvanın her an dağılmasına neden olur.
Müslüman kadınlar, haklarının bilincinde olan, gerektiğinde haklarını korumasını bilen, kişilik ve onurlarını savunan, kişilik ve onurlarına, inanç değerlerine ve haklarına bir saldırının yapılması durumunda, bu değerlerine sahip çıkan kimselerdir.
Müslüman kadınlar, ne Yahudilikte olduğu gibi eşi ve öz çocuğu tarafından horlanmaya izin verir, ne de geleneksel kültürde olduğu gibi aşağılanmasına, hiçe sayılmasına karşı sessiz kalır. Onlar, kocaları tarafından hakları çiğnendiğinde, gerektiğinde Peygamber (as) ile tartışan kadın gibi haklarını savunurlar, gerektiğinde Hz. Ömer(r.anh)’a Kur’an’ı hatırlatarak haklarına sahip çıkarlar.
Sahabeden Evs ibn Samit, bir gün karısı Sa’lebe’nin kızı Havle’ye çok kızmış ve ona, Araplar arasında meşhur olan ve ebediyen boşanmanın sebebi sayılan “Sen bana anamın sırtı gibisin” sözünü söylemişti. Bunun üzerine Havle, Rasulullah(as)’a gelerek kocasını şikayet etmişti. Rasulullah(as), bu konuda bir vahiy almadığı için, kadına kendisinin kocasından boş olduğunu söylemişti. Havle’nin direnmesi ve bunun doğru olmadığını ifade etmesi üzerine yüce Allah (cc), bu konuda Rasulüne vahiy indirmiş ve bu geleneğin yanlış bir gelenek olduğunu bildirmiştir.
“Allâh, kocası hakkında seninle tartışan ve Allâh'a şikâyette bulunan kadının sözünü işitti. Allâh, ikinizin birbirinizle konuşmanızı işitir. Çünkü Allâh işitendir, görendir.
Sizden kadınlara zıhar edenler (sen bana, anamın sırtı gibisin diyenler), bilmelidirler ki o kadınlar, onların anaları değillerdir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar, çirkin ve yalan olan bir söz söylüyorlar. Bununla beraber Allâh, affedicidir bağışlayıcıdır.
Kadınlarına zıhar edip sonra söylediklerine dönenler, eşleriyle temaslarından önce bir köleyi hürriyete kavuşturmalıdırlar. Size öğütlenen budur. Allâh, yaptıklarınızı haber almaktadır.
Buna imkân bulamayan, temaslarından önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurmalıdır. Allah'a ve Elçisine inanmanız (onların sözlerini doğrulamanız) için bu hükümler konmuştur. Bunlar, Allâh'ın sınırlarıdır (bu sınırları tanımayan) kâfirler için acı bir azâp vardır.” (Mücadele, 1-4)
“Allâh, bir adamın (göğüs) boşluğunda iki kalp yaratmadı ve zıhar yaptığınız eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı; evlatlıklarınızı da sizin öz oğullarınız kılmadı. Bunlar sizin ağızlarınıza gelen sözlerinizdir. Allâh gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir.” (Ahzab, 4)
Kocası tarafından uğradığı haksız davranış karşısında susmayan, bu konuda Rasulullah (as) ile dahi tartışmaktan çekinmeyen Havle, Müslüman kadınlardan sadece biridir. Müslüman kadınlar, öyle kimselerdir ki, gerektiğinde mü’minlerin emiri Hz. Ömer(r.anh) gibi bir Halife’ye ayetleri hatırlatırlar.
İşte İslâm’ın kadınlara verdiği değer budur; kadınlardan birisi, kocasının geleneksel alışkanlıklarından kaynaklanan yanlış uygulamasına karşı çıkıyor, yüce Allah (cc) da ayetlerde belirtildiği gibi, kadının hakkını koruyarak ve onu haklı bularak kocasını hem uyarıyor hem de onu cezalandırıyor. Diğer bir kadın ise, kendilerine yöneltilen eleştiriyi, karşısındakinin Halife olduğuna bakmadan ona karşı hakkını savunuyor ve Halife’yi susturuyor.
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, Müslüman toplumda kadınlar, Peygambere ve Mü’minlerin Emirine karşı bile haklarını sonuna kadar savunurlarken, hiç kimse tarafından eleştirilmiyor ve kınanmıyorlar. Bu durum, acaba beşeri bir sistemde vukubulsaydı, böyle bir tavır ortaya koyan kadının hali nice olurdu? diye düşünmeye bile gerek yok.
Şayet Müslüman kadınların, Peygamber(as) ve Mü’minlerin Emirine karşı yaptıkları bu hakkını müdafaa etme mücadelesi, Hrıstiyan toplumunda vukubulsaydı, lanetli olarak görülen ve kiliseye dahi sokulmayan o kadın ya da kadınlar tarafından papaza ya da ruhbanlara karşı yapılmış olsaydı, o kadın ya da kadınlar, aforoz edilecek ve çarmıha gerileceklerdi. Bu durum, kadını sürekli aşağılayan, kınayıp küçümseyen Yahudi toplumunda vukubulsaydı kadının başına gelecek felaketi düşünmek bile insanın tüylerini ürpertiyor.
Müslüman kadınların y ukarıda verilen örnek davranışları, Marksist ideolojide vukubulsaydı o kadın ya da kadınlar anında kurşuna dizilip öldürülürlerdi, Türkiye benzeri demokratik diye adlandırılan totaliter sistemlerde vukubulsaydı o kadın ya da kadınlar cezaevini boylarlardı. Geleneksel toplumlarda böyle bir durum vukubulsaydı, töreleri çiğnediği suçlamasıyla o kadın ya da kadınlar, ya kulak ve burunlarını kocalarının evinde bırakarak babalarının evine gönderilirlerdi, ya da törenin o meşhur kuralı gereği oğlu ya da kocası tarafından öldürülürlerdi.
Yukarıdaki ayetlerde de belirtildiği üzere İslâm, kadınlara işte böyle sahip çıkar ve ne Yahudilikte olduğu gibi nefesi kokuyor ya da gözü akıyor diye kapı önüne bırakılmasına izin verir, ne Hrıstiyanlıkta olduğu gibi lanetli addedilerek ibadethanelerden uzaklaştırır ve ne de geleneksel kültürde görüldüğü üzere en küçük bir durumda en ağır hakaretlerle ve dayak atılmış bir şekilde evden kovar. İslâm, yukarıda görüldüğü üzere, kadının hakkını korumak için vahiyle onu destekler ve ona hakkını verir.
Yüce Allah(cc), kadın ve erkeğe haklarını hatırlatarak bu haklar çerçevesinde hareket etmelerini istemiştir. Müslüman kadın ve erkekler, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği ölçüler içerisinde hareket ederler. Böylece hem birbirlerine karşı saygı ve sevgilerini artırarak hareket ederler, hem de Müslüman birer şahsiyet olarak yüce Rab’lerini razı ederler. Müslüman ailede kadın ve erkek, mutlu ve huzurlu bir yuvada yaşamlarını sürdürürler ve bu hava içerisinde geleceğin kuşakları olan çocuklarını yetiştirirler.
İslâm’da kadın ve erkekler, evlenmede, yuvanın devamında ve boşanma durumunda eşit haklara sahiptirler; İslâm düşmanları ve bunlara cehaletleriyle yardımcı olan İslâm’ı bilmeyen cahil ve bağnaz kimseler, İslâm’da kadınına “boş ol” demekle kadının nikahının düşeceğini ve boş olacağını iddia ederler. Oysa İslâm, her alanda olduğu gibi, boşanmayı da kurallara ve şartlara bağlar ve hukuki gerekçelerin varlığını talep eder.
İslâm, evinde huzursuz olan kadın ya da erkeğin bu konuda ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini ortaya koymuş, iman edenlerin buna uymalarını imani bir zorunluluk olarak belirtmiştir. Bu konu, “İslâm’da evlenme ve boşanma” başlığı altında daha geniş bir şekilde açıklanacaktır inşaAllah.
İslâm’da örtünme konusu
İslâm’da kadınların örtünme hususu, kadınları şehvet aracı olarak kullanan materyalistler ile beyaz kadın ticareti yapan kâfirlerin en çok karşı çıktıkları ve İslâm’a saldırı vesilesi yaptıkları bir husustur. İslâm, kadının bir şehvet aracı olmadığını, kişilik sahibi kimseler olduklarını kabul etmiş ve kadınlardan, bu kişiliklerine uygun hareket etmelerini istemiştir.
Örtü, yalnızca kadına kişilik kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda onu şehvet düşkünü leş kargalarının saldırılarından koruyan bir kalkan görevini de üstlenmiş bir koruyucudur. Şehvet düşkünleri için en önemli husus, kadınların örtülerinden soyulması, yarı çıplak ya da çıplak bir vaziyette dolaşmasıdır.
Kadınların örtülerinden soyulması durumundan, kimi şehvet düşkünleri haz alırken, kimileri de bu yolla beyaz kadın ticareti yapmakta, kadınların çıplak bedenlerinin resimlerini gazete ve dergilerinde yayınlayarak para kazanmaktadırlar. Bu nedenle İslâm düşmanları ve kadın tacirleri, öncelikle kadınların örtülerinden soyunması için propaganda yapmakta, kadına özgürlük yalanları arkasına gizlenerek çıplaklığı ve ahlaksızlığı yaymaya çalışmaktadırlar.
Şehvet düşkünlerinin özgürleşme yalanlarına kanan bazı kadınlar, dünya hayatında çoğu zaman şehvet düşkünlerinin ve beyaz kadın ticareti yapan ahlak yoksunlarının tuzağına düşerek rezil oldukları, Rab’lerine isyan ettikleri gibi, ahiret hayatında da yüce Allah’ın azabına çarpılmakta ve ebediyen cehennemin dayanılması güçlü ateşine maruz kalmaktadırlar.
Kadınların, örtülerini bırakıp açılmaları, onlara huzur getirmediği gibi, rahatsız edici bakışların altında rahatsız edilmelerine de neden olmaktadır. İnsan onurunu her şeyin üzerinde tutan İslâm, her konuda olduğu gibi, örtü konusunda da kadınları korumak istemiş ve onların örtünmelerini, böylece birçok faydaları yanında rahatsız edici çirkin bakışlardan da kurtulacaklarını bildirmiştir.
“Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar; onların tanınıp incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allâh çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Ahzab, 59)
Örtü, elbette başlı başına bir şey ifade etmez, burada asıl olan o örtünün içini dolduran kimsenin kişiliğidir. İşte bu nedenle İslâm kadınlardan, öncelikle o kişiliğin kuşanmasını istemekte ve ancak bu şekilde onurlarını ve inançlarını muhafaza edebileceklerini bildirmektedir.
“Ey Âdem oğulları, şeytân, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belâya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytânları, inanmayanların dostları yaptık.” (A’raf, 27)
Kadınlara özgürlük adı altında, sinsi bir şekilde kadının örtüsü ve doğal olarak iffeti ile uğraşan kadın düşmanı şehvet düşkünü kimseler ile feministler ve emperyalistler, temelde kadınların dostu değil düşmanıdırlar. Çünkü sonuç itibarı ile kadına zarar veren ya da verecek bir yaşamı tavsiye etmektedirler. Kadını içerisine çekmeye çalıştıkları yaşam tarzı ile kadın düşmanları kadına kötülük yapmaktadırlar. Kadına kötülük yapanların ise kadın dostu olmaları hiçbir şekilde mümkün değildir.
Şeytan ve onun insan cinsinden yardımcıları olan emperyalistler ile dinsizlerin temel amaçları, kadını örtüsünden soyarak şehvet dolu arzularına hizmet ettirmektir. Bunun için şeytan ve dostlarının öncelikle yaptıkları şey, örtüsü içinde de olsa, kadını takvadan uzaklaştırmak, kişiliğinden soyutlamak, onur ve vakarından yoksun bırakmaktır. Bu nedenle İslâm, kadınların öncelikle takvayı kuşanmalarını ve bundan sonra örtünmelerini istemektedir.
“Ey Âdem oğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva giysisi, en iyisidir. İşte bu, Allâh'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.” (A’raf, 26)
Örtünmenin, dünyevi ve uhrevi bir fayda sağlayabilmesi, ancak takva elbisesinin kuşanılması ile mümkündür. Takva elbisesini kuşanmanın ilk şartı ise, insanın davranış ve konuşmalarında ölçülü olması, kendisini küçük düşürecek davranış ve ifadelerden kaçınması, böylece kalbinde hastalık bulunan kimselere davetiye çıkarmamasıdır. İşte ancak bu durumda örtünün ve örtünmenin bir anlamı olabilir ve ancak bu durumda rahatsız edici, sapık bakışlardan korunulabilir.
“Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allâh'ın buyruğuna karşı gelmekten) korunuyorsanız, sözü yumuşak bir edâ ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, söz söyleyin.
Evlerinizde oturun, ilk Cahiliye(çağı kadınları)nın açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itâat edin. Ey Ehl-i Beyt, Allâh sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 32-33)
Ölçüsüz tutum ve davranışlara sahip olan, konuşma ve ifadelerinde tahrik edici bir üslup kullanan bir kadın, en iyi şekilde örtünmüş olsa bile bu örtünün onu rahatsız edici bakışlardan ve hareketlerden koruması ve yüce Allah(cc) indinde ona bir fayda sağlaması mümkün değildir. Bu nedenle, örtünen bir kadının, bu örtünmeye uygun bir kişilik kuşanması gerekmektedir.
Örtü, rahatsız edici çeşitli tutum ve davranışlardan koruduğu gibi aynı zamanda hem güzelliğin bir göstergesidir, hem de olgun ve vakarlı bir kişiliğin simgesidir. Bu durum, kadınlarda olduğu gibi, tabiatta da böyledir; ağaçlar, yapraklarıyla ve kabuklarıyla, yapılar sıva ve boyalarıyla hem daha güzel, hem de dış etkilere karşı daha korunaklıdır. Yaprakları dökülmüş, kabukları soyulmuş ağaçlar, bir çalıyı andırdıkları gibi, aynı zamanda dış etkilerle zaman içerisinde kuruyup yok olmaya mahkumdur. Aynı şekilde bir bina, sıvasız, boyasız ve badanasız ise bir harabeyi andırmakta ve zamanla yıkılıp gitmektedir.
Kadının örtüsüne karşı çıkmak, kadınlara yapılan en büyük düşmanlık, onu dünya ve ahirette felakete sürüklemektir. Bu nedenle, örtü düşmanları aslında örtünün değil kadının düşmanıdırlar.
Kadının Şahitliği Konusu
İslâm düşmanlarının İslâm’a karşı sürdürdükleri propagandalarına malzeme olarak kullandıkları bir konu da İslâm’da kadının şahitliği konusudur. Kendi çarpık ve bozuk ideolojilerinde kadını insan yerine bile koymadıklarını düşünmeden İslâm’da, borç verme konusunda yapılan senetleşmede, bir erkek ve iki kadının şahitliğini dillerine dolayarak İslâm’ı kötülemekte ve bu yolla İslâm’a saldırmaktadırlar.
Bütün beşeri ideolojilerde, geleneksel ve tahrif edilmiş dinlerde kadının konumunun ne olduğunu, bunların kadına nasıl bir bakış açısıyla baktıklarını incelemiştik. Sonuç olarak bunların kadını ikinci sınıf olarak gördüklerini, hatta Marksizm’de, Hrıstiyanlık ve Yahudilikte kadını insan yerine koymadıklarını, kapitalizmde ve demokratik sistemlerde kadının şehvet ve reklam aracı olarak görüldüğünü görmüştük.
Beşeri ideolojiler, geleneksel ve tahrif edilmiş dinler, kendilerinin kadına bakışlarındaki utanç verici duruma bakmadan, İslâm’ın her konuda kadını yücelttiğini görmezden gelerek İslâm’a saldırmaktadırlar. İslâm düşmanlarının anlamadıkları ve anlamak istemedikleri, İslâm’ın borçlar kanunundaki, kadının şahitliği konusunu burada açıklamakta yarar görüyoruz.
İslâm’ın, kadın ve erkek arasında herhangi bir ayırım yapmadığını ve her konuda eşit yaklaştığını belirtmiştik. Kadın ve erkeği birer şahsiyet olarak gören İslâm, her iki cinsin şahsiyetlerini rencide etmeden onlara görev ve sorumluluk yükler. Bu görev ve sorumluluklar, kadın ve erkeğin fiziki ve ruhsal yönlerini ele alarak onlara verir.
İslâm, borçlar kanununda, iki erkeğin bulunmadığı durumlarda, bir erkek ve iki kadın şahidin gerekliliğini öngörür. İslâm, insan hayatını en iyi şekilde düzenleyen, sosyal hayatın kurallarını en ince bir düzenleme ile koyan, insanı en iyi tanıyan sistemin adıdır. Bu sistemde, kadın ve erkeğin konumu belirlenmiş, herkes kendi konumunun, görev ve sorumluluğunun bilincine varmıştır.
Kur’an’ın nazil olduğu ilk dönemlerde ticari hayat tamamen erkeklerin elinde idi; kadınlar ise daha çok en kutsal görev olan annelik görevlerini eda ediyor, geleceğin neslini yetiştiriyorlardı. Diğer yandan kadınlar, evlilik nedeniyle çoğu zaman bulundukları yerden başka şehirlere gidiyorlardı. Bu nedenle kadınların ticaret hayatına ait bilgileri oldukça az ve yetersizdi.
İslâm toplumunda kadın, kapitalist ve Marksist toplumlarda olduğu gibi, gücünün üstünde bir işte çalıştırılmıyor, fiziki ve ruhi inceliği gereği şefkat ve sevgi isteyen alanlarda, gerekli görüldüğünde ve ihtiyaç olduğunda çalıştırılır. Ancak kadın için en ideal görev, İslâm toplumunun önderleri olacak geleceğin neslini yetiştirmektir. Bu kutsal annelik görevi yanında kadın öğretmenlik, doktorluk, ebelik gibi sevgi ve şefkat isteyen ve kadının inceliğine uygun olan görevlerde de çalışabiliyor.
İslâmi hayatta, beden gücü isteyen ağır işlerde, ticaret ve sanayide erkekler çalışmaktadır. Bu işlerin gereği olarak erkekler, kimi zaman evlerinden, bulundukları şehirlerden çok uzaklara giderek seyahate çıkmakta, kimi zaman da ağır yükleri taşımaktadırlar. İşte bütün bu nedenlerden dolayı İslâm toplumunda, bedeni ve ruhi incelikle yaratılan kadınlar bu alanlarda çalıştırılmamaktadır.
Ticari hayatta alışveriş genelde vadeli olarak yapılmakta, vadeli ticarette ise senet gerekli olmaktadır. Senet işleri genelde bu işlere vakıf olan ve bu konuları bilen kimseler arasında yapılmakta ve bu konulardan anlayan erkek şahitler hazır bulunmaktadır. Erkeklerden iki şahidin bulunmaması durumunda, bir erkek şahidin yanında ticaret ile fazla bir ilgileri bulunmayan kadınlardan iki tane şahit bulundurulması gerekli görülmektedir.
“Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı, adâletle yazsın. Yazıcı, Allâh'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın; borçlu olan da yazdırsın, Rabbi olan Allah'tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik etmesin. Eğer borçlu olan kimse aklı ermez, yahut zayıf, ya da kendisi yazdıramayacak durumda ise velisi onu adâletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa râzı olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kadın (şahitlik etsin). Tâ ki kadınlardan biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar…” (Bakara, 282)
Burada ticari bir durum sözkonusu ve yukarıda da ifade edildiği üzere ticaretle erkekler iştigal etmektedir. Kadınların ticaretle fazla bir ilgileri olmadığı için senedin yazılmasından sonra uzun bir zaman geçmesi durumunda hatırlayamayabilirler. Bu nedenle ayette “…Tâ ki kadınlardan biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın…” denilmektedir. Bu gayet normal bir durumdur; çünkü insan ilgi alanına girmeyen bir konuyu kimi zaman yeterince önemsemediğinden hatırlayamayabilir. Ayrıca yukarıda da belirtildiği gibi, evlilik yoluyla kadınlar, başka şehirlere gidebilir ya da yeterince önemsemedikleri için çağırıldıklarında, çağırıldıkları yere gitmeyebilirler. İşte bunun için ayetin devamında “Şahitler çağrıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar…” denilmektedir.
İslâm nizamında kadınlardan iki, erkeklerden bir şahit istenmesi konusu yalnızca borçlar kanununda geçmektedir; diğer şahitlik gerektiren konularda böyle bir ifade geçmez. İslâm, diğer tüm konularda erkeklerin şahitliği gibi kadınların da şahitliğini kabul eder. Aşağıda verilecek ayeti kerimelerde şahitlik konusunun kadın ve erkekte eşit olduğu çok açık bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Vasiyet konusunda İslâm dini, şahitlerin erkek ya da kadın ayırımı yapmadan iki şahidin varlığını kabul eder. Hatta bu konuda güvenilir olmaları kaydı ile gayrimüslimleri bile şahit olarak kabul eder.
“Ey inananlar, birinize ölüm gelince vasiyet sırasında içinizden iki âdil kişi, ya da yeryüzünde yolculuk ederken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişi aranızda şahitlik etsin. Kuşkulanırsanız, namazdan sonra onları tutar(yemin ettirir)siniz: ‘Akrabâ da olsa yeminimizi hiçbir paraya satmayacağız, Allâh'ın (üzerimizde bulunan) şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa biz, elbette günâhkârlardan oluruz,’ diye Allah'a yemin ederler.
Eğer onların bir günâh işledikleri (yalan söyleyip hakkı gizledikleri) anlaşılırsa; (o iki şâhidin), haklarına tecâvüz etmek istediği kimselerden daha lâyık olan iki kişi, onların yerine geçer. Allah'a (şöyle) yemin ederler: ‘Mutlaka bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha doğrudur, biz (hakka) tecâvüz etmedik, yoksa biz elbette zâlimlerden oluruz’ (derler)." (Maide 106-107)
Yukarıdaki ayet-i kerimelere bakıldığında İslâm’ın şahitlik konusunda, kadın erkek ayırımı yapılmadığı gibi, yolculuk anında vasiyetin yapılması halinde gayrimüslimlerden bile iki şahidin varlığını kabul ettiği çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu vasiyette, yolculuğun özel durumu gereği, şahitlerin her ikisinin kadın ya da birinin kadın diğerinin erkek olabilir.
Şimdi İslâm dini, gayrimüslimleri, kadın ya da erkek ayırımı yapmaksızın, şahitliğe kabul ederken, üstelik bu şahitlerden biri kadın diğeri de erkek, ya da her ikisinin de kadın olabileceği ortada iken, Müslüman kadınlardan bir erkek yerine nasıl olurda iki kadın şahit talep eder? Bunu düşünmek bile İslâm’a ve Müslümanlara büyük bir iftira ve zulümdür.
Şahitlik konusunda İslâm’ın kadın erkek ayırımı yapmadığının ikinci delili zina olayında istenen şahitliktir. Zina bilindiği üzere bir kadın ve bir erkek arasında yapılan gayri meşru cinsel ilişkidir. Zina olayına şahit olanlar, kadın da erkek de olabilir; bu durumda zinayı gören kişiler şahitlik yapmakla mükelleftirler.
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıncaya, ya da Allâh onların yararına bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun.” (Nisa, 15)
Zina için şahitlik yapacak olanların tümü kadın olabileceği gibi ikisi erkek, ikisi kadın, ya da üçü erkek biri kadın olabilir. Ayet-i kerimeden anlaşılacağı üzere, zina için yemin edecek kimseler, kadın ya da erkek olarak ayırt edilmemektedir. Aynı şekilde lian konusunda da İslâm kadın erkek ayırımı yapmaz ve kadının şahitliğini kabul eder.
“Eşlerini zinâ ile suçlayıp kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimselere gelince: Onlardan her birinin şahitliği, kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna, dört defa Allâh'ı şahit tutmasıdır. Beşinci defa da: Eğer yalan söyleyenlerden ise Allâh'ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler.
Kadının da dört defa sözüne Allâh'ı şahit tutup kocasının, mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, kendisinden azâbı kaldırır. Beşinci defa da: Eğer kocası doğrulardan ise Allâh'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.” (Nisa, 6-9)
Yukarıdaki ayet-i kerimelerde kadın ve erkeğin tek başlarına şahitlik yemini etmeleri kabul edilmiş, bu yeminin dört kere tekrarlanması da dört şahit yerine sayılmıştır. Dikkat edilecek olursa burada erkekten dört, kadından sekiz defa yemin etmesi istenmemekte; her ikisinden de dörder defa yemin etmeleri istenmektedir.
Kadın ve erkeklerin eşit şekilde şahitlik yapmaları istenilen bir konu da talak (boşanma) konusundadır. Burada da kadın erkek ayırımı yapılmamakta iki kişinin şahitlik etmeleri istenmektedir.
“Sürelerinin sonuna vardıklarında ya onları (yanınızda) güzelce tutun, yahut, güzellikle onlardan ayrılın. İçinizden adâletli iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allâh için yapın. İşte içinizden Allah'a ve Son Güne inanan kimseye öğütlenen budur. Kim Allah’tan sakınırsa (Allâh) ona bir çıkış (yolu) yaratır.” (Talak, 2)
İslâm’ın kadın ve erkeklerden eşit şekilde şahitlik (hakemlik) yapmalarını istediği bir başka konu da, eşler arasında bir sorunun ortaya çıkması ve bunun giderilmesi konusudur.
“Eğer (eşlerin) aralarının açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse, Allâh onların arasını bulur. Çünkü Allâh (her şeyi) bilendir, haber alandır.” (Nisa, 35)
Ayet-i kerimeden de açıkça belirtildiği üzere, kadının ailesinden bir kişi, erkeğin ailesinden de bir kişinin hakemlik yapmaları istenmektedir. Bu kişiler, iki erkek olabileceği gibi iki kadın, ya da biri erkek diğeri de kadın olabilir.
Yukarıdaki gerçekler de apaçık bir şekilde gösteriyor ki, borçlar kanunundaki bir erkek iki kadının şahitliği hususu, tamamen özel bir durum ve yukarıda da ifade edildiği üzere kadınların ticaret konusuna olan ilgisizlikleri nedendi iledir. Borçlar kanunu dışında kalan bütün alanlarda kadın ve erkek arasında bir ayırım sözkonusu değildir.
Nikahta Denklik
Bir konuda denklik, o konunun tutarlılığını ve sürekliliğini gösterdiği gibi, aynı zamanda aynı konu etrafında birleşen kimselerin de huzurlu ve mutlu olmalarına neden olacaktır. Hayatın her alanında denklik, esas olduğu gibi, nikahta da denklik esastır. İslâm’da nikâhta denklik hususu, öncelikli olarak imanda ve düşüncede gerçekleşir. Bu denklik, giderek davranışları da içerisine alır.
İman, düşünce ve pratik birliğini sağlayarak, İslâmi aile yapısının temelini oluşturan Müslüman bireyler, İslâmi hassasiyetlerini muhafaza ettikleri sürece yuvalarında mutlu ve huzurlu olacaklardır. Yüce İslâm dini, Müslümanlardan, evlenecekleri kimseleri mü’minlerden seçmelerini istemektedir. İslâm, düşünce ve pratikleri bir olmayan, İslâmi esasları, hevalarına uymuyor diye bırakan müşriklerle, Allah ve Rasulünün hükümlerini her şeyin önünde tutan mü’minlerin evlenmelerini kesinlikle haram kılmaktadır.
“Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan kadından başkasıyla evlenmez; zinâ eden kadın da zinâ eden veya müşrik olan erkekten başkasıyla evlenmez. Öyleleriyle evlenmek mü'minlere harâm kılınmıştır.” (Nur, 3)
Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı üzere mü'minler, müşrik ve zina edenlerle kesinlikle evlenmezler. Müşrik bir kimse, ancak müşrik ve zina eden biri ile evlenebilir. İlgili ayet, evlenmede denkliği ortaya koymaktadır. Aynı şekilde bu ayet, denkliğin hangi konuda olacağını da bildirmiştir. Buradaki denklik inanç ve ahlaki denkliktir. iman ettiğini söyleyen birinin bu uyarıya kulak vermesi imani bir zorunluluk olduğu gibi, aile yuvasının huzurlu bir şekilde sürekliliği için de gereklidir.
İslâm’da evlenmede denkliğin yaş, mal, servet, hürlük ve kölelik ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Her konuda mü'minler için en güzel örnek olan Rasulullah(as), evlilik ve eş seçimi konusunda da bu en güzel örnekliğini ortaya koyarak mü'minlere yol göstermiştir.
Rasulullah (as)’ın evliliklerine bakıldığında evlilikte denkliğin hangi konularda olduğu, diğer özelliklerin evlenmede ölçü olmadığı çok açık bir şekilde görülür. Hz. Hatice (R.anha), Rasulullah'tan onbeş yaş büyük iken, Hz. Aişe (R.anha) ondan kırk yaş daha küçüktür. Hz. Hafsa, Hz. Ömer’in kızı ve hür bir kişi iken, Hz. Safiye daha önce Yahudi olup, sonradan Müslüman olan Huyey'in kızıdır. İman noktasında Müslüman olan bu kadınların hepsi de Rasulullah(a.s) ile evlenmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Bilal bin Rebah, Hz. Abdurrahman bin Avf'ın kız kardeşiyle evlenerek bu konuda müminlere örnek olmuşlardır.
Demek ki İslam'da denklik (kefaet) yaş, mal, hürlük, kölelik ve güzellik ile ilgili değil, inanç ve iman ile ilgilidir. Aynı İslâmi mesajı taşıyanların yaş, güzellik, yakışıklılık, zenginlik gibi unsurlara; bekâr, dul, birkaç eşli gibi durumlarına bakmaksızın, yalnızca yüce Allah'ın dinini yaşamak, yaymak ve gerçekleri insanlara ulaştırmak için, müşrik toplumun değer yargılarına önem vermeden birbirleriyle evlenmeleri, bu kişilerin (kadın olsun, erkek olsun) dini samimiyetini gösterir.
Bugün, İslâmi bazı kavramları ağızlarında eveleyip geveleyen ve kendilerini mücahid veya mücahide görerek tevhidi düşünceden, şeriattan, muvahhidlikten, şehitlikten ve şehadetten söz edenlerin, evlilik konusunda, cahili ve müşrik değerler doğrultusunda hareket etmeleri, bu konudaki yaşantılarını ve düşüncelerini Kur'an'ın öngördüğü yaşam biçimine göre değiştirmemeleri, bunların gerçekten Müslüman olup olmadıkları konusunda kuşkular uyandırmaktadır.
İslam bir yaşam biçimi olduğuna göre, Müslüman olduğunu iddia eden bir kişi, tüm düşünce, söz ve hareketlerini İslâmi değer ölçülerine göre düzenlemelidir. Çünkü Ahzab, 36. ayetinde geçtiği üzere, Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, mü’min olduğunu söyleyen erkek ve kadınların, o işi kendi isteklerine göre çözme ve seçme hakları bulunmadığını, isteklerine göre hareket edenlerin, Allah'a ve Rasulüne karşı geldiklerini ve bunların apaçık bir sapıklığa düştüklerini biliyoruz. Bu sapıklığın nedeni, kişinin işine gelen konuyu hevasına göre çözmek istemesidir ki, bunların durumu dünya hayatında rezil olmak, ahirette de en büyük azaba uğramaktır.
“…Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezâsı, dünyâ hayâtında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allâh yaptıklarınızı bilmez değildir.” (Bakara, 85)
Azabın en şiddetlisine itiliş nedeni, hoşuna giden ayetlerin alınıp hoşa gitmeyen ayetlerin terk edilmesidir. Hoşlarına gitmiyor diye bir kısım ayetleri bırakanların yaptıkları iyi ameller de boşa gidecektir. Namazını kılan, orucunu tutan, Allah'a ve Rasulüne inandığını söyleyen; İslam'dan, cihattan, İslâmi davetten söz eden bir kişinin, belli bir konuda, örneğin evlilik konusunda, Allah ve Rasulünün emrine muhalefet ederek, hevasının istek ve arzuları doğrultusunda hareket etmesi, onun diğer amellerini de boşa çıkarır.
“Böyledir, çünkü onlar, Allâh'ın indirdiğinden hoşlanmamışlar, Allâh da onların amellerini heder etmiştir.” (Muhammed, 9)
Bunun nedeni, nefislerini tatmin etmek için dünyevi istek ve arzularını, Allah ve Rasulünün isteklerinin önüne alıp dünya hayatını ve süsünü tercih etmelerindendir. Bunlar, dünyevi isteklerine kavuşurlar, ancak ahirette onlar için ancak ateş vardır.
“Kimler dünyâ hayâtını ve süsünü isterse onlara oradaki amellerin(in karşılığın)ı tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.” (Hud, 15-16)
Ramazan Yılmaz: 2012.04.06
Bir yanıt yazın